Neden böylesin sen Naci Hocam? Neden hep mesnetsiz
bir savunma pozisyonunda geçiriyorsun güzelim günlerini, neden hep birileri
seni suçlamış da sen bu hayali güruha karşı avukatlığa soyunmak zorundaymışsın
gibi hafakanlar içinde debelenip duruyorsun? Kendi kendine konuşuyorsun,
argümanlar ve karşı argümanlar üretiyorsun, mahkemede yargıç karşısındaymışsın
gibi zihninin tüm guddeleri yapmış olduğun eylemleri haklı gösterecek
gerekçeler salgılamakla meşgul? Beynin hep bir dinamo gibi vızır vızır sesler
çıkararak çalışıyor, bir değirmen gibi uğultulu ve tozlar içinde, sorgu
sırasında gelebilecek her türlü saldırıya karşı her daim tam teçhizat hazırlıklı.
Neden ha, neden böylesin? Nasıl bu hale
geldin? Genç bir kızken köyden büyük şehre göçüp hayatı boyunca gece gündüz
demeden çalıştığı halde bedenen de ruhen de şehre karışamamış olan annen mi
öğretti sana bu huyları? Yoksa, sen çocukken varlığını sadece ve sadece
uzağından hissettiren ve sen büyüyünce de yakınındayken bile sana uzaktaymış duygusunu
yaşattıran baban mı? Belki de ablandı seni hep küçük bir kardeş olarak görüp
büyümene, yani hata yapıp hatalarının sonuçlarıyla yüzleşmene izin vermeyen. Bu
yüzden de gençliğinin ilk yıllarında çalışmaya başladı kafanın içindeki o Gerekçe
Üretim Merkezi (GÜM)! Nedir dünyayla alıp veremediğin? Ağzına kötü bir tat
gelmiş ve sen o kötü tadı o anda vücudundan atmak istemiş olabilirsin,
öksürürken boğazından kurtulan bir parça balgam kaldırıma yapışmış olabilir,
yemek yerken birkaç tane pirinç tanesi düşmemek için çenendeki sakallara
tutunabilir, kâğıt oranı bol olan çöpü farkına varmadan geridönüşümsüzlüğün sonsuz
deliğine tıkmış olabilirsin. İnsansın; etten, kemikten ve hatalardan ibaretsin.
Tükür gitsin, ne olacak, kim görecek sanki. Bir kere de senin balgamın yapışsın
Shenzhen’ın kaldırımlarına. Hadi gördüler diyelim, ne yapacaklar? Kaldırıma
tükürmek yasak değil ya! Neden illa birileri beni görecek de beni ayıplayacak
diye yaptığın en ufak kuraldışı harekette bu derece pimpirikleniyorsun. Bak
millet nasıl tükürüyor. Boğazını bir güzel temizliyor, gargara yapar gibi
hazırlıyor kendisini; törenle, şaşaayla, gururla şaaap diye yapıştırıyor
kaldırımın ortasına. Erkeğinden kadınına, yaşlısından gencine, yoksulundan
varsılına, doğulusundan batılısına herkes yapıyor bunu. Göbeğini kaşıya kaşıya
yapanı da var, telefonun öteki ucundaki karısına çemkirirken yapanı da. Sen de
yap, alem tükürük görsün, sonra da geç git tıpkı onlar gibi, hep içten içe
yukarıdan baktığın ama hikâye yazmak istediğinde içlerine girme arzusuyla yanıt
tutuştuğun sıradan insanlar gibi oluver bir kere de. Ne ardına bak korkuyla ne de önüne doğru büzül
mahcubiyetle. Övünçle savur içindeki pisliği dışarıya doğru, bırak başkalarını
düşünmeyi, bırak kim ne der diye endişelenmeyi, bırak kendine her daim
başkalarının gözüyle bakmayı, yargılamayı, eleştirmeyi, beğenmemeyi, bu son
olsun demeyi. Menfaatini düşün, elde edeceğin maddi manevi kârı düşün, sadece
ve sadece kendi iyiliğini düşün. Gurur duy bununla. Bugüne kadar başkalarını düşündün
de ne oldu? Hani neredeler? İlk fırsatta seni kapı dışarı etmediler mi? Sen
onlara merhamet ve sevgi gösterirsin, onlar bunu zayıflık ve beceriksizlik
olarak algılarlar. Sen onlara yardım elini uzatırsın, onlar ellerine
geçirdikleri ilk sopayla seni kovalarlar. Boş veeer! Bu dünya küstahlara ve
bencillere güzel. Neden biliyor musun? Hayatlarında bir kere bile kendilerini
küstah ve bencil olarak görmeyecekleri için… Yanılıyor muyum? Hayır efendim,
sen yazarsan ben de yaşarım, sen düşünürsen ben o düşünce balonlarının
erişemediği karanlık sokak köşelerinin sessiz kâşifiyim. Hayatı ve içindekileri
senin gibi uzaktan izleyerek değil, onlarla mücadele ederek ve onlara müdahale
ederek öğrendim ben. Neyse, nereden de geldi bunlar şimdi aklıma. Seni
geçenlerde bir ağacın yaprağına tükürüp, o yaprağı da atacak bir çöp kutusu
bulamayınca yarım saat boyunca elinde taşırken gördüm de ondan. Kabız oldum
resmen seni izlerken, içim şişti... Casusun olmasam gelip elinden alacak, senin
gözünün önünde sokağın ortasına bırakacaktım o yaprağı. Atmadın, ta ki bir
çalılık görene kadar. Eskiden bu hassasiyetin bana çok çekici gelirdi. Ne kadar
ince, ne kadar düşünceli bir adam derdim. Şimdilerde yorucu ve ahmakça buluyorum
bu kadar detaylı düşünmeyi. Hayat kısa Naci Hocam, carpe diem yani. Sen daha
iyi bilirsin bu tumturaklı lafları, in vino veritas, memento mori… Ama benim de
bildiğim bir tane var: Acta non verba! Yardır gitsin; kırdığın, kıracağın, kıramayıp
da çatlattığın, kırayazdığın, kırmak isteyip de kıyamadığın kalpleri sayarak
tüketme günlerini. Kır geç, dök geç, eze eze geç, özür bile dileme. Mutlu olmak
bu kadar kolay işte…
****
Devam edecek...
Bölümlerin kalan kısımları yayımlanacak kitapta... Sadece son eklenen bölümün tamamı bu sayfada tutuluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder