Uyandığımda karanlık bir odanın köşesinde, soğuk bir zeminin üzerinde buluyorum kendimi. Altım buz gibi şap beton. Tam karşımdaki duvarın tavana yakın olan kısmında ufak bir pencere var, pencerede de boylamasına yerleştirilmiş iki tane demir parmaklık. Pencere o kadar ufak ki parmaklıkları neden takmışlar diye sormadan edemiyorum kendime. Denesem bırak kafamı, elim bile geçmez o delikten. Dikkatlice bakınca dışarıda, 10-15 adımlık bir mesafede bir kavak ağacının tepesini görüyorum, arada esen rüzgârla salınıyor ağaç, hışırtısı içinde bulunduğum odanın duvarlarında yankılanıyor, daha geride som mavinin içinde yalnız kalmış bembeyaz bir bulut ara ara görünüp kayboluyor. Neredeyim ben diye soruyorum kendime, ne işim var burada, neresi burası? Yoksa birileri ihbar mı etti beni? Yıllardır sakladığım "sır içindeki sırrım" ifşa oldu da beni, istihbarat binasının bodrum katında olduğu söylenilen zindana mı tıktılar? İyi ama öyle olsa kavak ağacının ne işi var pencerenin önünde? Bunca yıldır Shenzhen’da bir tane bile kavak ağacı görmedim ben. İstanbul’un uzak semtlerinde olurdu kavaklar, baharda polenlerini salarlar, beni ucu bucağı olmayan bir hapşırma krizine sokarlardı. On sene önce Xinjiang’a gittiğimde de görmüştüm gerçi. Dere boyu dizilmişlerdi uzun ince boylarıyla. Demek Çin’in batısında olma ihtimalim de var. İyi ama neden? Kime ne yaptım? Yoksa anladılar mı fırsat buldukça senin evine girdiğimi? İyi ama giriyorum da ne yapıyorum? Sorsalardı keşke beni buraya tıkmadan önce. Bir şey çalmıyorum ya! Seninle yüz yüze görüşmüyorum, devletin sırlarını seninle paylaşmıyorum. Tam tersine evine bir şeyler ekl… Yattığım yerden doğrulup dik bir şekilde oturuyorum, sırtımı duvara yaslı bir halde dizlerimi büküp ayaklarımı kendime doğru çekiyorum. Betonun üzerinde uyumaktan böğrüm ağrımış, şimdi biraz da kıçım ağrısın! Pencereden gelen ışığın mümkün kıldığı kadarıyla odanın kalan kısımlarını tarıyorum kısık bakışlarımla. Zaten gözlerim hâlâ alışma aşamasında bu gizemli alacakaranlığa! Yüzümü, yanaklarımı, şakaklarımı ovuyorum kendime daha hızlı gelebilmek için. Odada benden başka kimse yok gibi, yine de emin değilim, ışığın en az vurduğu noktada hareket eden bir cisim var sanki. Kımıldayınca belli belirtisiz ışıltılar saçan, aklıma ilk etapta ıslak bir kaya parçasını ya da kazmanın taşa vurduğu noktayı andıran, kara, kapkara bir şey var orada. Zift gibi ama sıvı değil, kömür gibi ama katı değil, duman gibi ama gaz değil. Ya hepsi birden ya da hiçbirisi. Kıpırdadıkça pürtüklü zeminden fışır fışır sesler geliyor. Karşımdaki şey her neyse kocaman ayakları olmalı, ya da küçücük ayaklarının üstünde sürekli denge arayan dev bir gövdesi. Kalçamı pencereye doğru hafifçe kaydırıp ışıktan daha fazla yararlanma adına açımı değiştiriyorum. Önce gözleri değiyor gözlerime, kocaman iki cam fanus, bir yanardağ kraterinin içinde fokurdayan kızıl lavlar. Sonra yassı burnunun muazzam deliklerini, dudaksız ağzını, uzun ve kalın kollarını, bu kolları bir kürk gibi kaplayan kılları, kafamı sıksa anında parçalayacak ellerini, parmaklarındaki gümüş renkli boğumları fark ediyorum. Öylesine heybetli, öylesine cüsseli bir hayvan ki çığlık atmak istediğim halde hiçbir ses çıkmıyor boğazımdan. Ağzım, dilim, boğazım, her yerim kupkuru, yanıyorum olduğum yerde. O bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Onda merak hâkim, bende korku. Onda intikam arzusu, bende af dileme. Onda haksızlığa uğramışlığın kızgınlığı, bende ödevini yapmamış öğrencilerin mırıltılı duaları... Gözleri oynuyor sağa sola, benim gibi odayı kolaçan ediyor ama yine de yerinden bir santim kıpırdamıyor. Sadece izliyor beni. Boyumu posumu ölçüyor besbelli, benim elli kiloluk bedenimi kaç saniyede parçalara ayıracağını, bacağımdan tutup beni hangi duvardan hangi duvara vuracağını, üzerimde zıplayıp beni nasıl dümdüz edeceğini hesaplıyor. İçimde duyduğum ürpertinin tarifi öylesine imkânsız ki hafiften kaçırıyorum altıma. Ilık ılık akıyor çişim, bacaklarımın arasından seğirterek betona varıyor, baldırlarım sırılsıklam. Üşümeye başlıyorum, titriyorum istemsizce, çenem kayışı kopmuş bir makine gibi dişlerimi öğütüyor. Duymuş olmalı altımdan kaçan şırıltıyı, gözlerini üzerimde sabitliyor. Burnuna çarpan şiddetli insan sidiği kokusunu inip kalkan boynuyla tasdik ediyor. Ben tamam diyorum, bana zarar vermeyecek. Öyle bir niyeti olsaydı çoktan yapmıştı. Kaçacak yerim de yok zaten, başlamasıyla bitirmesi üç saniye bile sürmez. Demek güvendeyim, demek barışçıl bir goril bu. Evini bir insanla paylaşmaya razı. Bu oda ikimize de yeter diyor. Birlikte gül gibi geçinir gideriz diyor. İnanıyorum fiziksel rahatlamanın getirdiği bu masala. İçimdeki diğer ses uydurduğum bu masala mesafeli olmam gerektiğini söylüyor. Hemen ardından uydurduğum tüm masallara mesafeli olmam gerektiğini ekliyor, özellikle hamak gibi gerilip arzuladığım şekli alarak ruhumu rahatlatanlara. Karşımda vahşi bir hayvan var, onun karşısında ise büyük bir olasılıkla yaşadığı sefil hayattan dolayı sorumlu tutabileceği bir insan. Fırsatı yakalamışsa neden benim tek taraflı anlaşmamın altına imza atsın. Aklıma senin yıllar önce yaptığın bir hayat tarifi geliyor. Doğar doğmaz kaptırırız bacağımızı bir timsahın ağzına. Ömür denilen şey o bulanık suda timsahın kerpeten gibi ağzının izin verdiği ölçüde yaşanan çırpınmadan ibarettir. Ah senin bu karamsarlığın, ah senin bu bir türlü iflah olmayan kronik mutsuzluğun… Pencereden görünen kavak ağacına tırmanmak ve gorilin ulaşamayacağı ince bir dalın ucunda sabahlamak istiyorum ama yerimden kalkmaya, bırak kalkmayı, kılımı kıpırdatmaya cesaretim yok. O bana bakıyor, ben ona. Ölümün, sefaletin, her şeyimi yitirmenin -neyim kaldı ki?- kokusunu alıyorum. Midemden yukarıya doğru patates büyüklüğünde bir geğirme yükseliyor. Ben işimi sessizce hallettiğimi sanıyorum ama o duyuyor ve duymasıyla üzerime doğru koşmaya başlaması bir oluyor. Ayağından zincirlenmiş olduğunu o anda fark ediyorum. Beni buraya atan zihniyetle onu duvara zincirleyen zihniyet aynı olmalı. Dişlerini görüyorum o anda, kapanı andıran geniş ağzından sarkan sipsivri çivileri. Çektikçe çekiyor zinciri, duvarlar çürümüş olmalı ki parça parça dökülüyor duvarın sıvası. Daha fazla dayanamayacağım deyip gorile arkama dönüyorum. Zincir koptuğu anda işim bitecek ne de olsa! Ne yapacaksa yapsın ben fark etmeyeyim, görmeyeyim, kokusunu almayayım. Zincir kopuyor, şakır şakır boşanıyor ayağına bağlı prangalar. Soluğunu ensemde hissediyorum, kıllı kolları boynuma dolanıyor, gövdesinin sıcaklığı sırtımda geziniyor, terler boşanıyor her yanımdan, tir tir titriyor bacaklarım, boşandı boşanacak dizlerimi tek parça halinde tutan bağlar. Sanki boyum uzunluğunda ısırgan otlarının olduğu bir tarlaya anadan üryan dalmışım gibi bir acı hissediyorum bedenimin her yerinde. Merak, korku, telaş, neden hâlâ hayattayım? En başta atmam gereken çığlığı nihayet atıyorum ve yataktan fırlayarak uyanıyorum!
Kan ter içinde kalmışım, soluğum hırıltılı,
elim ayağım ateş içinde ama yaşadığım o korkunç ânın bir kâbus olması
sevindiriyor beni. Kapıda bir tıkırtı var, uğultulu bir ses, yeğenim olmalı.
Ağabeyimin, Guangzhou’da tıp okuyan küçük kızı Lai Fengdi üç gündür yanımda
kalıyor. Çok mu gürültü yaptım acaba? Çocuğu da telaşlandırdım boşuna. Şimdi
gidecek ağabeyime “Halamı hiç iyi görmedim. Boşanma ona yaramamış!”
diyecek.
-
Gel yeğenim gel. Yok bir şey, gir
içeri. Kapı açık.
Uzanıp komodinin üstündeki abajuru açıyorum. Cılız
sarı bir ışık dolduruyor odanın içini. Elbise dolabının üzerinden sarkan çanta
zincirini ilk o anda fark ediyorum.
-
İyi misin hala? Ay bir sesler
geldi odandan, ders çalışıyordum. Biraz ürktüm ama uyandırmak da istemedim
seni.
Ayağımla yorganın alt kısmını toparlayıp
yatağın ucunda bir açıklık hazırlıyorum onun için.
-
Hah, otur öyle köşeye.
Meraklanacak bir şey yok. Sen ne sesi duydun bakalım?
-
Bilmem ki! Önce eve kuş girdi
sandım ama ses kuş sesi gibi değildi, daha çok fare tıkırtısı gibi bir şeydi. Sonra
senin odanın kapısına geldim, aralıktan bakınca sesin senden geldiğini fark
ettim. Boğazından değildi ama, daha çok dilin damağına sert bir şekilde
çarpıyormuş gibi bir sesti. Oyun oynar gibi ya da bir köpeğe gel gel yapar
gibi…
-
Hah hay! Şimdi yap desen yapamam o
sesi! Neyse, geçti artık. Kötü bir kâbustu gördüğüm.
-
Anlatmak ister misin hala?
Arkadaşlarım iyi bir dinleyici olduğumu söylüyorlar bana.
-
Yok yeğenim, hem zaten
hatırlamıyorum bile. Öyle karanlık bulutlar içinde biçimsiz canavarlar falan.
Anlatılacak bir şey yok yani. Üstüm açılmış, sabaha doğru da hava serinledi
galiba, ondan olmuştur.
-
İyi o zaman, ben dersime geri döneyim.
-
Dön, dön, dersinden geri kalma
benim yüzümden. Saat kaç?
-
Saaaaaat, dur bakiym, beş buçuğa
geliyor. Ben erken kalktım ders çalışırım diye, en az bir saat daha çalışsam
iyi olur. Sen biraz daha uyu istersen. Yedi gibi çıkar kahvaltılık bir şeyler
alırım. Balkonda yeriz.
Gözlerimle evet işareti yapıyorum. Lai Fengdi
odadan çıkıyor. Odada yalnız kalınca ilk iş yorganın altında bir ıslaklık var
mı diye bakıyorum. Yok! Hiçbir şey yok! Kupkuru her yer. Derin bir oh çekip
tuvalete gidiyorum. Zaten biraz daha beklesem patlayacağım olduğum yerde,
gorilin beceremediğini ben becereceğim. Şarıl şarıl işiyorum tuvalette, nasıl
bir zevk, nasıl bir rahatlama anlatmam imkânsız. Geri dönünce döşeğin altındaki
defterime rüyamı not alıyorum. Aklımda kalan tüm ayrıntıları madde madde yazıyorum.
Sonrasında ışığı kapatıp uyumaya çalışıyorum ama olmuyor. Aklıma sen
geliyorsun. Romanını yazmayı bitirdin, son okumaları da yapıp düzeltmeleri
uyguladın. Bildiğin yayınevlerinin hemen hepsine yolladın. Kolay değil 600
küsür sayfalık bir kitap olacak basılınca. Ya çok satacak ya da hiç satmayacak
diyorsun sana soranlara. Orta yolun yok her zamanki gibi. Ya hep ya hiç, ya ak
ya kara, ya mutlak saadet ya mutlak sefalet… Şimdi de Tayland’dasın. Karınla ve
üvey evladınla birlikte Çin yeni yılı tatilinin son haftasını -okullara verilen
fazladan hafta bu, yoksa Çin’deki kurumlar çoktan döndüler işlerinin başına- Chiang
Mai’da geçirmeye karar verdiniz. Ben de gelecektim arkanızdan ama hem
istihbarat şefinden izin çıkmadı hem de Lai Fengdi’nin halasını ziyaret edeceği
tuttu. Gerçi gitmediğim iyi oldu, güzel vakit geçirdim yeğenimle. Birlikte
alışverişe çıktık, parkta kol kola uzun yürüyüşler yaptık, kuaföre gittik,
yıllardır yaptırtmadığım tırnaklarımı yaptırttım. İlk gençlik yıllarımı
anımsattı bana. Baktığım, dokunduğum, elime alıp sahiplendiğim her nesnede bilincimin
yansımalarını gördüğüm yılları. 20 yaşında genç kız, hayat dolu, kıpır kıpır, yavru
pandalar gibi hiç yerinde duramıyor. Derslerim ağır diyor, arada yakınıyor ama
yüzü yine de hep güleç. Tipik öğrenci yılışıklığı. Öyle bir yürüyüşü var ki
sanki çıplak bacaklarını kır çiçeklerine sürtünerek, altın sarısı omuzlarını yeni
fışkın vermiş ağaçların gövdelerine dayayarak, yüzünü gözünü göğü çevreleyen
gökkuşağına sarıp sarmalayarak arşınlıyor, benim yıllardır yürüyüp de
alışamadığım Shenzhen’ın mobiletlere peşkeş çekilmiş kaldırımlarını. Böylesi renkli
bir bahar muştusunu, böylesi taze bir gençlik pınarını, böylesi tatlı bir bal
peteğini bırakıp neden gidecekmişim senin peşinden. İstihbarat şefimizin dediği
gibi, “Gerek yok, ailesiyle gidiyor zaten. Yine de sen telefonunu ve
bilgisayarını yakinen takip et. Gerek görürsek Bangkok’tan birini takarız
peşine.“ İyi oldu diyorum ama her zamanki gibi aklım sende. Yarısı sende, diğer
yarısı Lai Fengdi’de. Çocuğum olsaydı bir yarısı da onda olurdu. Ha ha! Uyku
tutmuyor, bilgisayarı açıyorum. Perdeleri de birleştikleri noktadan ayırıp yeni
yeni ağaran tanyerini odaya davet ediyorum. Uzaklardan, Hong Kong tarafından
yükselen, olgunlaşmış cennet hurmasını andıran güneşin ışığı, yakınlardaki bir
gökdelene çarpıp benim odamın tavanına ipe asılı titrek bir mandal gibi yansıyor.
Hundun hayattayken çılgına dönerdi bu oynak yansımayı görünce. Şimdi o yok,
çılgına dönen ben varım. Kafası her daim karışık, ne istediğini bilmediği gibi
ne istemediğini de bilmeyen; aklının sesini dinlerken yüreğine haksızlık
ettiğini, yüreğinin sesini dinlerken de ahmaklığın sınırlarını zorladığını düşünen
ben.
“Tayland’ın sokak köpeklerinden farkım ne?”
diye yazmışsın güncene. “Onlar gibi bir deri bir kemik, onlar gibi aç biilaç.
Romanı yayınevlerine gönderdim, işte en zor döneme girdik. Don göynek atıldım
şölen meydanına…”
Devam edemiyorum. Hiç çekemem şimdi senin bu
ağdalı laflarını. Chiang Mai’a kadar gitmişsin, tadını çıkar be adam. Ne
bileyim; file bin, akşam pazarını gez, o bar senin bu bar benim takıl, Doi Suthep’e
çıkıp güneşin doğuşunu izle, tavuklu kav soy ye, birkaç hippiyle tanış ve
onları hidayete davet et… Yok olmaz, bugün olmaz. Hava pırıl pırıl, yeğenim
burada, halası ona neşeli bir gün borçlu. Hele bir Çin’e geri dön, bakarız.
Kaldığım yerden devam ederim senin hüzünle amansız sevişmeni izlemeye. Oynadığı
oyunu ilk etapta kaybetmiş bir çocuk gibi hırsla kapatıyorum bilgisayarı. Sırt
üstü uzanıp tavanda pırpır titreyen, şimdi daha çok bir hançere benzeyen
yansımaya dikiyorum gözlerimi. “Gel yar göğsümü” diyorum ona, “Gel hazırım
senin için! İş bir hançere kalacaksa, gidilecek yolumuz, aşılacak hendeğimiz
çok demektir!”
Boşandıktan sonra her şey daha kolay olur
sanmıştım ama yanılmışım. İlk başlarda, aniden içinde düştüğüm yalnızlığın
getirdiği zayıflıkla kendimi sana daha yakın hissetmiştim. Artık benim
olabilirdin, Wang Laoshi’yı basit bir manevrayla saf dışı etmek sorun değildi
benim için. Çok kısa sürede seni kendime âşık edip, karını bırakmanı
sağlayabilirdim. Yapmadım, yapamadım! Bunun nedeni mesleğimin sert kuralları
değildi. Gerekirse mesleğimi de bırakırım, ne olacak sanki! Asıl neden, aradaki
ateşin harının zayıflamış olmasıydı. Ben evliyken, yani sen kocama karşı bir
alternatifken yüreğimin çeperlerini zorlayan, çatlatan, yeri geldiğinde
parçalayan bir ateş kaynağı olarak görünüyordun bana. Kocam fotoğraftan silinip
ben kendi yalnızlığımla baş başa kalınca büyü bozuldu bir anda. Zincirliyken
zincirini koparacakmış gibi sınırları zorlayan bir köpeğin zinciri çözülünce
uysallaşması gibi bir durum sanırım benimkisi! Anlamını yitirdi her şey, tutkulu
bir aşkı istemediğimi fark ettim, onsuz da yapabileceğimin ayrımına vardım. Belki de yaşımla ilgili bir değişikliktir bu,
boşanma sadece onun üzerine gelmiştir. Yine seviyorum seni ama eskisi gibi
hunharca ve hesapsızca değil, daha çok acıyarak, kontrol altına almak istediğim
ve gözümün önünden ayrılmamasını arzuladığım haylaz bir çocuğu sever gibi. Eskiden
sana hiç kızmazdım mesela, ne yapsan ya seni takdir eder ya da senin için
üzülürdüm. Şimdi ise kızıyorum sana, yıllarca aynı çatı altında yaşamış
çiftlerin birbirlerine ağza alınmayacak küfürleri ve hakaretleri fütursuzca
savurmaları gibi ben de yüzüne karşı haykırmak, gittiğin yanlış yoldan dolayı seni
aşağılamak, senin kıllığının tuttuğu zamanlarda senden ne kadar nefret ettiğimi
gözlerinin içine baka baka söylemek istiyorum. Belki de rüyada gördüğüm goril
bendim, ben de sendin! Olamaz mı yani? Bilinçaltı oynamaz mı böyle alengirli
oyunları gün içinde kendisine her türlü baskıyı uygulayan bilince? Ben tam sana
saldırırken sen ne yapıyordun, arkanı dönüp altına kaçırıyordun. Hah hay,
rüyayı görürken yorumu da altyazıyla geçseydiler bu kadar korkmazdım. Bilakis
zevkten dört köşe olurdum…
Tavandaki görüntü kocaman bir parıltıya
dönüştü, tüm anlamını yitirdi benim için. Güzel, başarılı, her yere eli uzanan şeylere
ilgi duymuyorum artık. Gına geldi vasatın üzerine, sırf albeniyi arttırsın diye
çekilen parlak cilalardan. Kapatıyorum gözlerimi, mürdüm eriği rengindeki ışık
tayfları göz kapaklarımın altından zihnimi dürtüklüyor ama uyumam lazım. Biraz
sızayım yeğenim tekrar kapıya gelene kadar yoksa tüm gün bulanık bir kafayla
gezeceğim onun yanında. Çitanın yanında koala gibi kalmayayım sonra. Gencecik
kız, 20 yaşında, doğsaydı eğer benim ilk çocuğum da şimdi 20 yaşında olacaktı.
Kuzeniyle şehir dışına gezmeye gidecekti belki, annesine küçük hediyeler
getirecekti gezdiği yerlerden. Olmadı, hayat bana üç ölü çocuk, bir sadakatsiz
koca, bir de ulaşılmaz maşuk verdi. Lai Fengdi anaokuluna giderken yılda birkaç
kez bize gelir, yanımızda kalırdı. Ağabeyim, büyük bir olasılıkla “Sizin
çocuğunuz yok, alın biraz ilgilenin, çok da matah bir şey olmadığını anlayıp
iki gün sonra bana geri postalarsınız!” anlayışıyla verirdi onu bize ama ben evimize
geçici olarak gelen bu zıpzıptan hiç bıkmazdım. O bizdeyken kocamı salona
gönderir, koca yatakta bacağım kadar çocukla yatardık. O halasını gıdıklar,
halası ona içinde konuşan ayıların, yavrusunu kaybetmiş ördeklerin ve sonu fena
biten kurnaz tilkilerin olduğu masallar anlatırdı. Çoğu zaman ben ondan önce
uykuya daldığım için minik Lai Fengdi henüz bitmemiş pilini kocamın yanına
gidip, birlikte televizyon izleyerek tüketirdi. Sonra kocam, uyur halde onu
yatağa getirir, ben onun ayak seslerini bastıran fısıltıyla konuşmasına uyanır,
kocaman açtığım kollarımla çocuğu bağrıma basar, sıcak sımsıcak bir uykunun
derin mağarasına bodoslama dalardım...
-
Hala, saat sekiz oldu. Hadi kalk
da balkon çok ısınmadan kahvaltımızı yapalım.
-
Ihhhıh…
-
Halaaaa? Bak gittim bir sürü şey
aldım. Soya sütü, tatlı patates, etli pirinç lapası, yeşil çaylı gözleme…
-
Geliyorum yeğenim, az sabret.
Ne ara uyudum ben. Uyudum mu ki? Bir ara gözüm
aldı, saat ne ara sekiz oldu! Kalkıp balkona geçiyorum. Güneş sol taraftan
vuruyor balkona. Karşımda senin dairen. İkide bir gözüm kaymasın diye Lai
Fengdi’yi her zaman oturduğum sandalyeye oturtuyorum.
-
Ama hala oraya oturursan gözüne
güneş gelir.
-
Bir şey olmaz, sen misafirsin,
keyfini çıkar.
Nasıl da yiyor, çocuk gibi hapur hupur.
İzlemek hoşuma gidiyor, ben hiçbir şey yemesem, sadece onu izlesem doyarım
herhalde. Ağabeyime benziyor yanaklarını şişirince, saçları alnını kapatmasa
daha güzel olacak sanki. Küçükken “sen bizde kal, bizim kızımız ol” derdik,
hemen “evet” derdi. Onu babasının arabasına götürürken bacağıma sarılırdı.
Kendimi bedenin orasına burasına tutunmuş yavrularını taşıyan bir anne ayı gibi
hissederdim. Şimdi de çok tatlı ama eskisi gibi değil, bazen annesinin her şeyi
parayla ölçen ciddiyeti peydahlanıyor yüzüne, o zaman soğuyorum ondan.
-
Bugün Window of the World’e
gidiyoruz değil mi halacığım?
-
Şaka değil miydi o?
-
Ama hala ya, gideriz demiştin.
-
Tamam tamam gideceğiz! Yemeği
yiyelim, duş alalım, çıkarız.
Ağır ağır yiyorum, bana okul arkadaşlarını
anlatıyor, hocalarının ne kadar sert ve acımasız olduklarından bahsediyor. Erkek
arkadaşın yok mu diye soruyorum, hala olmanın verdiği üstün ve ayrıcalıklı hakla.
“Yok hala, derslerden vakit mi kalıyor öyle şeylere” diye yanıtlıyor
ezberlenmiş cümlelerle. Ama anlıyorum bir şeyler sakladığını. Telefonu masada
ters duruyor. Mesaj yazarken telefonunu hep masanın altında tutuyor. Asla sesli
mesaj göndermiyor ve gelen sesli mesajları kulaklığını takmadan dinlemiyor. Anlıyorum
ama sesimi çıkarmıyorum. Zamanı gelince söyler. Şimdilik önemli şeyleri bana
anlatamadığı için en önemsiz şeyleri abartmakla meşgul, bir tür savunma
mekanizması… Aldatan kocalarda da görülür bu, bir de polis sorgusuna tanık
olarak getirilen katillerde. Kendilerinden kuşkulanılmadığını zanneden
suçlularda. Yakında kadavra görecekmiş, ondan bahsediyor heyecanla. Hayatında
ilk defa bir ölüye dokunacakmış, ya ölmemişse diye espriler yapıp kendi kendine
gülüyor… Bir ara aklına geliyor, benim telefonuma sevgili bulma programını
indirmek istiyor. Önce olmaz diyorum ama sonra indiriyorum yelkenlerimi suya. Bir
fotoğrafımı çekip benim adıma bir profil oluşturuyor. Her şey şipşak onun
hayatında, her şey bir varmış bir yokmuş sonra bir daha varmış gibi. Hiç sesimi
çıkarmıyorum. O gidince hepsini sileceğim ne de olsa. Bırakıyorum hevesini
alsın yanımdayken, yarın dönecek okuluna, soluk renkli duvarların soğuttuğu
uzun ve sevimsiz koridorlarda unutacak halasıyla yaptığı uzun konuşmaları. Yine
de biraz imreniyorum onun bu hoppa tavırlarına, âtıl olan her şeye karşı
duyduğu amansız düşmanlığı, hareketi düşüncenin önüne koşuşunu, sınavların
dışında gelecek kaygısı nedir bilmemesini… Aklına gelen her şeyi anında
uygulamaya koyma dürtüsü gençlerde ne kadar da güçlü. Ben de böyle miydim acaba
onun yaşındayken. Kendimi kanı çekilmiş, yıllar önce avlandıktan sonra içi
doldurulmuş bir geyik gibi hissediyorum. Bir tek gözlerimde fer var, kalan
kısmım kaskatı, tahta gibi kuru ve sert.
Duş aldıktan sonra giyinme bahanesiyle odamın
kapısını kilitleyip senin yazdıklarına göz atıyorum. Arayı çok açmak
istemiyorum, gözden ırak olmak gönülden de ırak olmak zorunda değil bizim mesleğimizde.
Sıradan şeyler yazmışsın gerçi, Chiang Mai gözlemlerin, yemeklerin acılı
olması, ağrıyan karnın, bir yayınevinden “roman basmıyoruz” başlıklı ret
yanıtı, bir başka yayınevinden “e-postayla başvuru kabul etmiyoruz” yanıtı.
Neyse ki başka yanıt yok. Dün gece yatmadan önce yazdığın bir paragraf ilgimi
çekiyor. Biraz da kaygılanıyorum senin için. Kelimesine dokunmadan kopyalıyorum:
“Okuldan haber geldi. Okulun müdürü uzun bir
mesaj göndermiş. Bayram değil seyran değil, nedir bu telaş deyip hemen açıp
okudum mesajı. Amerikalı bir öğretmeni yabancı öğretmenlerin başına müdür
yapacaklarmış. Tatil dönüşünde yöneticilik görevim sonlandırılacakmış. Neden
böyle bir haberi vermek için tatil zamanını seçti bu müdür, hâlâ anlamış
değilim! Böyle bir kararı yüzüme karşı söylemesi gerekmez miydi? Ben Çin’e geri
döndükten sonra çağırırdı odasına, oturturdu sandalyeye, tane tane anlatırdı.
Neymiş efendim, eskisi gibi değilmişim artık. Okulu savsaklamaya başlamışım.
Sen kendine bak müdür bey, ayağını denk al! Hem doğru dürüst okul deneyimi bile
olmayan bir adamı benim pozisyonuma getirip de ne olacak? Adam benden neredeyse
15 yaş genç, ne doğru dürüst bir okul deneyimi var ne de yurt dışında takdire
şayan bir çalışmışlığı. Tek farkı Çince okuyup yazabilmesi. Ana dili de
İngilizce. Ne var yani, bunlarla mı ikna edeceksin beni? Müdür, son yıllarda
çok dalgın olduğumu ve işimi layığıyla yapamadığımı yazmış. Hadi oradan, dünkü
sünepe! Bilmiyor muyuz sanki senin Tarih hocasıyla ne haltlar karıştırdığını? Hem
de kadın evli, oğlu bizim okulda öğrenci. Geçen yıl benim dersime girerdi.
İnsanda azıcık utanma arlanma olur. Hadi
onu bırak, sormazlar mı adama o yeni Tesla’yı nasıl aldın diye? Neymiş,
karısının babası fabrikatörmüş. Ben de yedim. Öğrencilerden ders kitabı adı
altında toplanan paralarla Amerika’dan gelecek orijinalleri yerine Çin’de
basılmış korsan kitaplar alındığına göre, birileri kasada biriken parayı
cukkalamış demektir. Yanılıyor olamam! Hesabını bile yaptım, çocukların ödediği
paranın yarısı bile etmiyor o kitaplar. Daha neler var bilip de kimseye
söylemediğim. Kolay kolay kaptırmam görevimi, ben bu okula yıllarımı vermişim.
Kaç yüz değil, kaç bin çocuk geçti elimden. Hariçten adam getirip tepeme müdür
diye dikerlerse dar ederim dünyayı onlara. Tamam, son üç yılda biraz gevşek
davranmış olabilirim. Ne var bunda? Toparlanırım olur biter. Yok, yok, başka
bir şey var bu işin içinde. Benim bilmediğim, sırrına eremediğim saray
entrikaları bunlar, yurt dışına çıkmasını fırsat bilip Başbakan Taksin’e
yapılan kansız darbe gibi bir şey… Neyse, daha uzun yazardım da Xiao Ma
bekliyor. Gece pazarına gideceğiz diye söz vermiştim. Bir de motosiklet
kiraladım. Üç kişi binecektik ama olmadı. Wang Chenxi ne kadar kilo almış öyle.
Motora bir oturdu, lastik sakız gibi ezildi altında…Kalk kalk dedim, motorun
jantını yamultacağız. Mecburen ona ayrı motor kiraladık, arkamızdan geliyor.”
-Ben hazırım hala, çıkabiliriz.
Bilgisayarı kapatıp çıkıyorum odadan. Çok
oyalanmadan koyuluyoruz yola. Metroda hafta sonu kalabalığı var. Hava da güzel
olunca halk kendini sokağa atmış anlaşılan. Tüm gün geziyoruz, o boyuna
fotoğraf çekiyor, çektiklerinin yarısını silip iki katı kadar daha çekiyor.
Arada benim telefonumu eline alıp yeni indirdiği sevgili bulma uygulamasındaki
fotoğrafımı güncelliyor. “Bak hala, bunda on yıl daha genç gösterdim seni. Bir
sevgili edinirsen birlikte yemeğe çıkarırsınız beni. Söz mü? Söz! Hadi bir de
Eyfel Kulesi’nin önünde selfie çekilelim.” Akşam nasıl oluyor, vakit nasıl geçiyor
anlayamıyorum. Diğer zamanlarda sürekli ayaklarıma dolanan zaman mutluyken veya
mutluluk oyunları oynarken sahildeki kumlar gibi tabanlarımın altını okşuyor.
Akşama doğru eve dönerken, Lai Fengdi’nin yorgunluktan susan çenesini de fırsat
bilip seni düşünebiliyorum. Seni, daha doğrusu sabah evden çıkmadan önce
okuduğum akıldan yoksun laflarını.
Benim bildiğim Naci Hoca bu tarz ad hominem
saldırılara tenezzül etmezdi diyorum. Zorla emekliliğe sevk edilince “Bu gazino
yıllarca benim sayemde doldu, öyle sinek savar gibi bir fiskeyle benden kurtulamazsınız”
diye carcar konuşan yaşlı assolist tavırları hiç yakışıyor mu sana? Hem sen de bu
görevi senden çok daha yaşlı bir İngiliz hocadan devralmamış mıydın zamanında? Demek
ki enerji isteyen, ilgi isteyen, kaliteli zaman isteyen bir görev. Senin son
zamanlarda aklının bir karış havada olduğunu ben bile biliyorum. Romanı bir an
önce bitireceğim diye sürekli etrafından güç soğurdun. İki-üç insanın hayatını
aynı anda yaşarken kendine eklediğin bu fazlalıkların enerjisini etrafındaki eş
dosttan karşıladın. Sanatçı kısmı böyledir, sana gönül bağıyla bağlanmış
olanlar tahammül edebilirler ama peki ya diğerleri? Onlar neden çeksinler senin
nazını? Neden sabretsinler? Neden fedakârlıkta bulunsunlar kendi keyiflerinden?
Bak işte, okulun müdürü anlamış senin aynı anda birkaç rolü mükemmel bir
şekilde oynama takıntını. Demek ki okuldaki görevini aksatıyormuşsun, yeteri kadar
ehemmiyet verip sorunlara onların gerektirdiği ciddiyette eğilemiyormuşsun. İşini
yapıyor adam, ne demesini bekliyorsun, roman yazdığın için seni tebrik etmesini
mi? Bir de adama saldırmak için tuhaf tuhaf planlar yapmaya kalkıyorsun. Ayıp
değil mi bu yazdıkların Naci Hocam? Düşündükçe aklımı kaçıracak gibi oluyorum.
Büyük olasılıkla bunları yazdıktan sonra gece uyuyamamışsındır sen. Bilirim ben
seni, için içini yemiştir. Hatta önümüzdeki günlerde de rahat bir uyku
çekmeyeceğin belli. Roman da bitti, kafayı takacağın bir şey lazımdı sana. Buldun
işte. Püskül bulmuş kedi yavrusu gibi oyalanırsın bununla günlerce. O değil de
yanlış bir şey yaparsan gözünün yaşına bakmazlar, işten atarlar seni. Müdür
dediğin kişinin mutlaka yukarılarda tanıdıkları vardır, hele ki senin
çalıştığın okulun müdürünün. Hiç affetmezler,
bir bakmışsın önce iş akdini feshetmişler. Sen daha bu habere alışamamışken vizeni
iptal ettirip sınır dışı edilmene karar vermişler. Bu ikincisini yapmaları öyle
kolay değil ama zaten sözleşmeni tek taraflı sonlandırırlarsa otomatik olarak
vizenin son gününü de erkene çekmek zorundalar. Kanunen en fazla 14 gün
kalabilirsin ülkede. Neyse, bunların hepsi spekülasyon tabii. Güveniyorum ben
sana, arada coşarsın, heyheylenirsin, boş sayfayı sırf içini boşaltma adına tumturaklı
laflarla doldurursun ama uzun erimde kararlarını akl-ı selimle verirsin. Öyle
bildim seni ben bunca yıldır, öyle sevdim. Genç değilsin artık, bakmakla
yükümlü olduğun bir ailen var. Yeri geldiğinde demir leblebiyi yutacak, “ya
tahammül ya sefer” zarını yuvarlamaktan vazgeçip, yolun başında tahammülü
seçeceksin. Zaten önümüzdeki haftalarda romanla ilgili gelişmeler posta kutuna
düştükçe unutursun bu olayı. Öyle tahmin ediyorum, öyle diliyorum, senin için
bugüne kadar hep en iyisini istemiş olan yüreğimle öyle olmasını arzuluyorum…
Devam edecek...