Uyandığımda karanlık bir odanın köşesinde, soğuk bir zeminin üzerinde buluyorum kendimi. Altım buz gibi şap beton. Tam karşımdaki duvarın tavana yakın olan kısmında ufak bir pencere var, pencerede de boylamasına yerleştirilmiş iki tane demir parmaklık. Pencere o kadar ufak ki parmaklıkları neden takmışlar diye sormadan edemiyorum kendime. Denesem bırak kafamı, elim bile geçmez o delikten. Dikkatlice bakınca dışarıda, 10-15 adımlık bir mesafede bir kavak ağacının tepesini görüyorum, arada esen rüzgârla salınıyor ağaç, hışırtısı içinde bulunduğum odanın duvarlarında yankılanıyor, daha geride som mavinin içinde yalnız kalmış bembeyaz bir bulut ara ara görünüp kayboluyor. Neredeyim ben diye soruyorum kendime, ne işim var burada, neresi burası? Yoksa birileri ihbar mı etti beni? Yıllardır sakladığım "sır içindeki sırrım" ifşa oldu da beni, istihbarat binasının bodrum katında olduğu söylenilen zindana mı tıktılar? İyi ama öyle olsa kavak ağacının ne işi var pencerenin önünde? Bunca yıldır Shenzhen’da bir tane bile kavak ağacı görmedim ben. İstanbul’un uzak semtlerinde olurdu kavaklar, baharda polenlerini salarlar, beni ucu bucağı olmayan bir hapşırma krizine sokarlardı. On sene önce Xinjiang’a gittiğimde de görmüştüm gerçi. Dere boyu dizilmişlerdi uzun ince boylarıyla. Demek Çin’in batısında olma ihtimalim de var. İyi ama neden? Kime ne yaptım? Yoksa anladılar mı fırsat buldukça senin evine girdiğimi? İyi ama giriyorum da ne yapıyorum? Sorsalardı keşke beni buraya tıkmadan önce. Bir şey çalmıyorum ya! Seninle yüz yüze görüşmüyorum, devletin sırlarını seninle paylaşmıyorum. Tam tersine evine bir şeyler ekl… Yattığım yerden doğrulup dik bir şekilde oturuyorum, sırtımı duvara yaslı bir halde dizlerimi büküp ayaklarımı kendime doğru çekiyorum. Betonun üzerinde uyumaktan böğrüm ağrımış, şimdi biraz da kıçım ağrısın! Pencereden gelen ışığın mümkün kıldığı kadarıyla odanın kalan kısımlarını tarıyorum kısık bakışlarımla. Zaten gözlerim hâlâ alışma aşamasında bu gizemli alacakaranlığa! Yüzümü, yanaklarımı, şakaklarımı ovuyorum kendime daha hızlı gelebilmek için. Odada benden başka kimse yok gibi, yine de emin değilim, ışığın en az vurduğu noktada hareket eden bir cisim var sanki. Kımıldayınca belli belirtisiz ışıltılar saçan, aklıma ilk etapta ıslak bir kaya parçasını ya da kazmanın taşa vurduğu noktayı andıran, kara, kapkara bir şey var orada. Zift gibi ama sıvı değil, kömür gibi ama katı değil, duman gibi ama gaz değil. Ya hepsi birden ya da hiçbirisi. Kıpırdadıkça pürtüklü zeminden fışır fışır sesler geliyor. Karşımdaki şey her neyse kocaman ayakları olmalı, ya da küçücük ayaklarının üstünde sürekli denge arayan dev bir gövdesi. Kalçamı pencereye doğru hafifçe kaydırıp ışıktan daha fazla yararlanma adına açımı değiştiriyorum. Önce gözleri değiyor gözlerime, kocaman iki cam fanus, bir yanardağ kraterinin içinde fokurdayan kızıl lavlar. Sonra yassı burnunun muazzam deliklerini, dudaksız ağzını, uzun ve kalın kollarını, bu kolları bir kürk gibi kaplayan kılları, kafamı sıksa anında parçalayacak ellerini, parmaklarındaki gümüş renkli boğumları fark ediyorum. Öylesine heybetli, öylesine cüsseli bir hayvan ki çığlık atmak istediğim halde hiçbir ses çıkmıyor boğazımdan. Ağzım, dilim, boğazım, her yerim kupkuru, yanıyorum olduğum yerde. O bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Onda merak hâkim, bende korku. Onda intikam arzusu, bende af dileme. Onda haksızlığa uğramışlığın kızgınlığı, bende ödevini yapmamış öğrencilerin mırıltılı duaları... Gözleri oynuyor sağa sola, benim gibi odayı kolaçan ediyor ama yine de yerinden bir santim kıpırdamıyor. Sadece izliyor beni. Boyumu posumu ölçüyor besbelli, benim elli kiloluk bedenimi kaç saniyede parçalara ayıracağını, bacağımdan tutup beni hangi duvardan hangi duvara vuracağını, üzerimde zıplayıp beni nasıl dümdüz edeceğini hesaplıyor. İçimde duyduğum ürpertinin tarifi öylesine imkânsız ki hafiften kaçırıyorum altıma. Ilık ılık akıyor çişim, bacaklarımın arasından seğirterek betona varıyor, baldırlarım sırılsıklam. Üşümeye başlıyorum, titriyorum istemsizce, çenem kayışı kopmuş bir makine gibi dişlerimi öğütüyor. Duymuş olmalı altımdan kaçan şırıltıyı, gözlerini üzerimde sabitliyor. Burnuna çarpan şiddetli insan sidiği kokusunu inip kalkan boynuyla tasdik ediyor. Ben tamam diyorum, bana zarar vermeyecek. Öyle bir niyeti olsaydı çoktan yapmıştı. Kaçacak yerim de yok zaten, başlamasıyla bitirmesi üç saniye bile sürmez. Demek güvendeyim, demek barışçıl bir goril bu. Evini bir insanla paylaşmaya razı. Bu oda ikimize de yeter diyor. Birlikte gül gibi geçinir gideriz diyor. İnanıyorum fiziksel rahatlamanın getirdiği bu masala. İçimdeki diğer ses uydurduğum bu masala mesafeli olmam gerektiğini söylüyor. Hemen ardından uydurduğum tüm masallara mesafeli olmam gerektiğini ekliyor, özellikle hamak gibi gerilip arzuladığım şekli alarak ruhumu rahatlatanlara. Karşımda vahşi bir hayvan var, onun karşısında ise büyük bir olasılıkla yaşadığı sefil hayattan dolayı sorumlu tutabileceği bir insan. Fırsatı yakalamışsa neden benim tek taraflı anlaşmamın altına imza atsın. Aklıma senin yıllar önce yaptığın bir hayat tarifi geliyor. Doğar doğmaz kaptırırız bacağımızı bir timsahın ağzına. Ömür denilen şey o bulanık suda timsahın kerpeten gibi ağzının izin verdiği ölçüde yaşanan çırpınmadan ibarettir. Ah senin bu karamsarlığın, ah senin bu bir türlü iflah olmayan kronik mutsuzluğun… Pencereden görünen kavak ağacına tırmanmak ve gorilin ulaşamayacağı ince bir dalın ucunda sabahlamak istiyorum ama yerimden kalkmaya, bırak kalkmayı, kılımı kıpırdatmaya cesaretim yok. O bana bakıyor, ben ona. Ölümün, sefaletin, her şeyimi yitirmenin -neyim kaldı ki?- kokusunu alıyorum. Midemden yukarıya doğru patates büyüklüğünde bir geğirme yükseliyor. Ben işimi sessizce hallettiğimi sanıyorum ama o duyuyor ve duymasıyla üzerime doğru koşmaya başlaması bir oluyor. Ayağından zincirlenmiş olduğunu o anda fark ediyorum. Beni buraya atan zihniyetle onu duvara zincirleyen zihniyet aynı olmalı. Dişlerini görüyorum o anda, kapanı andıran geniş ağzından sarkan sipsivri çivileri. Çektikçe çekiyor zinciri, duvarlar çürümüş olmalı ki parça parça dökülüyor duvarın sıvası. Daha fazla dayanamayacağım deyip gorile arkama dönüyorum. Zincir koptuğu anda işim bitecek ne de olsa! Ne yapacaksa yapsın ben fark etmeyeyim, görmeyeyim, kokusunu almayayım. Zincir kopuyor, şakır şakır boşanıyor ayağına bağlı prangalar. Soluğunu ensemde hissediyorum, kıllı kolları boynuma dolanıyor, gövdesinin sıcaklığı sırtımda geziniyor, terler boşanıyor her yanımdan, tir tir titriyor bacaklarım, boşandı boşanacak dizlerimi tek parça halinde tutan bağlar. Sanki boyum uzunluğunda ısırgan otlarının olduğu bir tarlaya anadan üryan dalmışım gibi bir acı hissediyorum bedenimin her yerinde. Merak, korku, telaş, neden hâlâ hayattayım? En başta atmam gereken çığlığı nihayet atıyorum ve yataktan fırlayarak uyanıyorum!
Devamı yayımlanacak kitapta...