Bu Blogda Ara

08 Mart 2025

Sürgünden Öte (12)


 

Neden böylesin sen Naci Hocam? Neden hep mesnetsiz bir savunma pozisyonunda geçiriyorsun güzelim günlerini, neden hep birileri seni suçlamış da sen bu hayali güruha karşı avukatlığa soyunmak zorundaymışsın gibi hafakanlar içinde debelenip duruyorsun? Kendi kendine konuşuyorsun, argümanlar ve karşı argümanlar üretiyorsun, mahkemede yargıç karşısındaymışsın gibi zihninin tüm guddeleri yapmış olduğun eylemleri haklı gösterecek gerekçeler salgılamakla meşgul? Beynin hep bir dinamo gibi vızır vızır sesler çıkararak çalışıyor, bir değirmen gibi uğultulu ve tozlar içinde, sorgu sırasında gelebilecek her türlü saldırıya karşı her daim tam teçhizat hazırlıklı. Neden ha, neden böylesin?  Nasıl bu hale geldin? Genç bir kızken köyden büyük şehre göçüp hayatı boyunca gece gündüz demeden çalıştığı halde bedenen de ruhen de şehre karışamamış olan annen mi öğretti sana bu huyları? Yoksa, sen çocukken varlığını sadece ve sadece uzağından hissettiren ve sen büyüyünce de yakınındayken bile sana uzaktaymış duygusunu yaşattıran baban mı? Belki de ablandı seni hep küçük bir kardeş olarak görüp büyümene, yani hata yapıp hatalarının sonuçlarıyla yüzleşmene izin vermeyen. Bu yüzden de gençliğinin ilk yıllarında çalışmaya başladı kafanın içindeki o Gerekçe Üretim Merkezi (GÜM)! Nedir dünyayla alıp veremediğin? Ağzına kötü bir tat gelmiş ve sen o kötü tadı o anda vücudundan atmak istemiş olabilirsin, öksürürken boğazından kurtulan bir parça balgam kaldırıma yapışmış olabilir, yemek yerken birkaç tane pirinç tanesi düşmemek için çenendeki sakallara tutunabilir, kâğıt oranı bol olan çöpü farkına varmadan geridönüşümsüzlüğün sonsuz deliğine tıkmış olabilirsin. İnsansın; etten, kemikten ve hatalardan ibaretsin. Tükür gitsin, ne olacak, kim görecek sanki. Bir kere de senin balgamın yapışsın Shenzhen’ın kaldırımlarına. Hadi gördüler diyelim, ne yapacaklar? Kaldırıma tükürmek yasak değil ya! Neden illa birileri beni görecek de beni ayıplayacak diye yaptığın en ufak kuraldışı harekette bu derece pimpirikleniyorsun. Bak millet nasıl tükürüyor. Boğazını bir güzel temizliyor, gargara yapar gibi hazırlıyor kendisini; törenle, şaşaayla, gururla şaaap diye yapıştırıyor kaldırımın ortasına. Erkeğinden kadınına, yaşlısından gencine, yoksulundan varsılına, doğulusundan batılısına herkes yapıyor bunu. Göbeğini kaşıya kaşıya yapanı da var, telefonun öteki ucundaki karısına çemkirirken yapanı da. Sen de yap, alem tükürük görsün, sonra da geç git tıpkı onlar gibi, hep içten içe yukarıdan baktığın ama hikâye yazmak istediğinde içlerine girme arzusuyla yanıt tutuştuğun sıradan insanlar gibi oluver bir kere de.  Ne ardına bak korkuyla ne de önüne doğru büzül mahcubiyetle. Övünçle savur içindeki pisliği dışarıya doğru, bırak başkalarını düşünmeyi, bırak kim ne der diye endişelenmeyi, bırak kendine her daim başkalarının gözüyle bakmayı, yargılamayı, eleştirmeyi, beğenmemeyi, bu son olsun demeyi. Menfaatini düşün, elde edeceğin maddi manevi kârı düşün, sadece ve sadece kendi iyiliğini düşün. Gurur duy bununla. Bugüne kadar başkalarını düşündün de ne oldu? Hani neredeler? İlk fırsatta seni kapı dışarı etmediler mi? Sen onlara merhamet ve sevgi gösterirsin, onlar bunu zayıflık ve beceriksizlik olarak algılarlar. Sen onlara yardım elini uzatırsın, onlar ellerine geçirdikleri ilk sopayla seni kovalarlar. Boş veeer! Bu dünya küstahlara ve bencillere güzel. Neden biliyor musun? Hayatlarında bir kere bile kendilerini küstah ve bencil olarak görmeyecekleri için… Yanılıyor muyum? Hayır efendim, sen yazarsan ben de yaşarım, sen düşünürsen ben o düşünce balonlarının erişemediği karanlık sokak köşelerinin sessiz kâşifiyim. Hayatı ve içindekileri senin gibi uzaktan izleyerek değil, onlarla mücadele ederek ve onlara müdahale ederek öğrendim ben. Neyse, nereden de geldi bunlar şimdi aklıma. Seni geçenlerde bir ağacın yaprağına tükürüp, o yaprağı da atacak bir çöp kutusu bulamayınca yarım saat boyunca elinde taşırken gördüm de ondan. Kabız oldum resmen seni izlerken, içim şişti... Casusun olmasam gelip elinden alacak, senin gözünün önünde sokağın ortasına bırakacaktım o yaprağı. Atmadın, ta ki bir çalılık görene kadar. Eskiden bu hassasiyetin bana çok çekici gelirdi. Ne kadar ince, ne kadar düşünceli bir adam derdim. Şimdilerde yorucu ve ahmakça buluyorum bu kadar detaylı düşünmeyi. Hayat kısa Naci Hocam, carpe diem yani. Sen daha iyi bilirsin bu tumturaklı lafları, in vino veritas, memento mori… Ama benim de bildiğim bir tane var: Acta non verba!  Yardır gitsin; kırdığın, kıracağın, kıramayıp da çatlattığın, kırayazdığın, kırmak isteyip de kıyamadığın kalpleri sayarak tüketme günlerini. Kır geç, dök geç, eze eze geç, özür bile dileme. Mutlu olmak bu kadar kolay işte…     

Çok ileriye gittim evet, farkındayım ama tutamadım kendimi. Nasıl da kolayca, büyük bir arzu ve şevkle sapıyorum asıl konudan, görüyor musun? Kendimden bahsetmemek için yapıyorum bu kaçamakları sanırım. Yangın merdiveninde sigara molası vermek gibi bir şey. Sen benim kapısı her daim açık bırakılan yangın merdivenimsin, unutma rehberim, beni yer çekiminin tasallutundan koparacak Sputnik’im, bulutlardan resimler kurgulayan çocukluğumsun. Kendimden, yani senin o çok sevdiğin tabirle “hey aynı boşluk”tan bahsetmektense sana takıyorum kancayı, Noel Baba’nın geyikleri gibi çekiyorsun beni, buzun mat mavisinden alıp gökyüzünün koyu lacivertine katıyorsun. Ben de ağzımı açıp tek bir kelime şikâyet etmiyorum. Neden edecekmişim! Hem zaten bu metnin konusu sen değil misin? Buraya kadar sabredip birileri okumuşsa eğer seni anlamak için okumuştur, beni değil. Seni çözmek ve seni baştan yaratmak için katlanmıştır bunca sayfaya, seni öğelerine ayırıp daha uygun bir mekânda ve zamanda tekrar diriltmek için sabretmiştir. Ayrıca şunu da teslim etmeden geçmeyeyim. Yıllar geçtikçe aramızdaki farkların fazlasıyla azaldığını düşünüyorum. Tamam, sen erkeksin ben kadın, sen öğretmensin ben casus, sen yazarsın ben yazarımsı, sen yüzünü Avrupa’ya gönmüş bir Batı Asya’lısın ben tarihi ve kültürüyle gurur duyan bir Doğu Asya’lıyım. Tüm bu aşılmaz uçurumlara rağmen öyle hissediyorum ki yazdığım her kelimede senin de parmağın var, kurduğum her cümlede senin nefesin, iraden, inisiyatifin ve zekân var. Bazen öyle hissediyorum ki ben yokum sen varsın sadece, ya da tam tersi, sen yoksun ben varım. Seni ben yarattım ya da beni sen yarattın. Bu döngünün bir sonunun olmaması mutlu ediyor beni. Net bir yanıtın olmaması, yani asla hangimizin vücut hangimizin gölge olduğunu bilemeyecek olmam her iki yanıtın da korkunç sonuçlarından koruyor beni. Sonsuza kadar sürecek bir salınma hali, sarkacın ucuna konmuş bir uğur böceği gibi huzurlu gözlerle dünyayı temaşa etmek... Kimse dokunmasa ölene kadar sürerim bu durumun sefasını. Ölene kadar ya da sarkacın ipi kopup uğur böceğini özgürleştirene kadar.

Gördüğün gibi bende laf çok. Boşandıktan sonra içne düştüğüm sessizliğin intikamını yazarak alıyorum anlaşılan. Daha fazla uzatmadan ufak ufak konuya döneyim bari. Yoksa Allah’ın kendisine bol kepçeden sebat bağışladığı en mülayim okurları bile kaçıracağız. Onların hatırına -senin için yapacak değilim ya!- devam edeyim kaldığım yerden.

 Lai Fengdi Guangzhou’ya döndükten sonra birkaç gün kendime gelemiyorum. Lunaparkta çılgınlar gibi eğlenirken bir anda ışıkların söndürülmesine sinirlenen nazlı bir çocuk gibi küsüyorum hayata. Sanki çarşıya inmişim de tüm satıcılar bana sırtlarını dönmüşler, bana karşı kayıtsız ve ilgisiz her şey. Mutsuz değilim, sonuç olarak yıllardır tepemdeki kara bulutlarla mutlu olmayı öğrenmiş birisiyim ben, kasvetimi içimde taşıyor, onu seviyor, hatta yeri geldiğinde ona tapıyor, onsuz yapamıyorum. Bukalemun gibiyim aslında daha doğru ifade etmek gerekirse, etrafımdaki insanların rengini alıyorum hemencecik. Rengini, kokusunu, huyunu, mizacını, zaaflarını… Lai Fengdi geliyor, avcumda taze bir gonca tutuyorum sürekli. Yavru bir kuş gibi narin, kırılgan, bir o kadar da kıpır kıpır. Sen geliyorsun, kart bir gülden farkın yok, yakamdan aşağıya zorla sokulmuşsun koynuma. Hareket ettikçe dikenlerin batıyor memelerime, tenimi kanatıyorsun ama çıkarıp atamıyorum seni otağ kurduğun kadim yerinden. Korkuyorum, çünkü dikenlerinden birisi kalbimin etine saplanmış. Çıkarsam kalbim de çıkacak yerinden, sudan çıkan balık gibi çırpına çırpına ölecek o yorgun et parçası. O balıklara da ne acırım bilemezsin! Bir canlıyı ağzına kanca takarak avlamak ne kadar gaddarca bir eylem, ne kadar zalimce! Öyle değil mi Naci? Oysa insanlar kahkahalar atarlar balığın o çırpınışını görünce, oltayı tutan elleri tebrik ederler, gurur duyarlar onunla, sabrına ve güçlü kollarına hayran kalırlar. Bazen ben de sorarım kendime; Eyyyy Lai Zi Ran derim, ağzına kanca geçirilip tavana asılmış bir balıktan farkın ne? Oltaysa olta, misinaysa misina, zokaysa zoka! Balıklar en azından çırpınıyorlar, ağızlarını yırtma pahasına… Peki ya sen, neden baştan beri razısın teslimiyete bu kadar? Tabii ki yanıt bulamam bu soruya. Abarttığımı düşünüp dikkatimi dağıtacak başka bir şey ararım etrafımda, bu rahatsız edici düşünce deneylerinin sonuna kadar gidemem hiçbir zaman. Peki ya sen, var mı sende ağzına kanca geçirilmiş bir kadını tek bir darbeyle öldürebilecek cüret? Yıllardır farkına varmadan da olsa oltanın ucunda ölü taklidi yaparak ölümü bekleyen bu zavallı bedene acır da onun canını tek bir hamleyle alabilir misin? Yoksa sen de benim gibi tavuk yürekli misin? Ölene acımayı merhametten sayanlardan. Öylesin değil mi? Bilmez miyim ben yıllardır sevip sayıp zihnimin en mümtaz köşesinde aklayıp paklayıp sakladığım adamı…

Evet, Lai Fengdi gitti, birkaç gün sonra sen geri döndün. Döner dönmez de müdürle kavga ettin, okula rest çektin. Müdür kararın yönetim kurulu tarafından verildiğini ve kendisinin yapabileceği bir şeyin olmadığın söylüyordu. Sen ise kararın geri alınıp senin görevine iade edilebileceğini iddia ediyordun. Zannediyordun ki okul senin peşinden koşacak, sana yalvarıp yakaracak, sakın gitme diyecek, senin gibisini nereden bulacağız diyecek, biz bir eşeklik yaptık ama sen yapma diyecek… Bunların hiçbirisini demediler. Bilakis seni bile şaşırtan bir soğukkanlılıkla “Sen bilirsin” dediler. “Eğer sıradan bir öğretmen olarak okulda çalışmak istiyorsan, başımızın üstünde yerin var, kaldığın yerden devam edebilirsin. Maaşın da değişmez. Yok olmaz, istifa eder giderim diyorsan, o da senin bileceğin iş. Yeter ki yasal sürece saygı gösterelim, öğrencileri mağdur etmeyelim…” Gururun inciniyor, hem de daha önce hiç olmadığı kadar. Yazarlığına laf edilse yine alttan alabilirdin. Nihayetinde hayatını yazarlıktan kazanmıyorsun, kimse seni Yazar Naci diye çağırmıyor sokakta yürürken. Oysa saldırı, varlığının en merkezindeki değerlerine, on yıllardır koynunda besleyip büyüttüğün eğitimci kimliğine yapılınca yavrusunu savunan bir anne ayıya dönüşüyorsun. Feleğin şaşıyor, esrik bir yabaniliğin ortasında buluyorsun kendini. Yazar olmadan önce, koca olmadan önce, üvey baba olmadan önce, Çin’de yaşayan herhangi bir laowai olmadan önce, Naci Hoca’sın sen. Öğrencilerin, öğretmenlerin, hanımının, üvey evladının, hatta yeri geldiğinde komşularının, sağda solda selam verip yoluna devam ettiklerinin gözünde böyle bilindin yıllarca. Bunların da ötesinde her gün üzerinde yürüdüğün likenli kaldırımların, yağmurlu bir günün hatırası olan çatlak omzunu dayayıp soluklandığın dev banyan ağacının, gülümseyerek yanlarından geçtiğin sigara tiryakisi bekçinin ve onun yanından eksik olmayan tıknaz amirinin, her sabah evden çıkınca başını okşamaya alıştığın Dada adlı yaşlı erkek kedinin, akşamları sen okuldan dönerken yol kenarına tezgâh açmış meyve, kek, şeker kamışı suyu, kestane veya pis kokulu tofu satan seyyar satıcıların gözünde de öyleydin. Giydiğin ayakkabıdan, ütü tutmayan pantolonundan, akşama kadar okulun curcunasıyla davul gibi şişen kafanı neredeyse koltuğunun altına alıp taşıyormuş gibi yürüyüşünden, utangaç bir gülümseyişle yol boyunca gördüklerine belli belirsiz selamlar verişlerinden tanıyorlardı seni. Kaçarın, giderin, gizin yoktu kimseden. Her şeyi saklayabilirdin ama öğretmenliğinle hep gurur duydun, her fırsatta her yere yazdın adının yanına mesleğini.  Bu kente verdiğin bunca yıldan sonra, taltif ve takdir hak ettiğini düşünürken tahfif ve tahkirle karşılanıyordun. Yaşlandığı ve artık çişini tutamadığı için yirmi yıllık ev arkadaşı tarafından soğuk bir kış günü sokağa terkedilen köpek olma sırası sendeydi artık. Kendini en azından hayatın bir alanında kanıtlamış olduğunu düşünenlerdendin ama bir anda kanıtının yanlış olduğu söylentiler dikilmişti karşına. O da elinden alınırsa ne yapacaksın, bu yaştan sonra hangi dala tutunacaksın, hangi duvara sırtını dayayıp hayatın güzelliklerini eskiden yaptığın gibi temaşa edeceksin? Sorular büyüyor, sen onların karşısında öğlen güneşinin zulmü altında küçülen gölge gibi kısalıp yok oluyordun.

Ne kadar uğraştıysan da okul attığı adımı geri almadı. Sende de tükürüğünü yalamak için eğilecek bel olmadığı için onurlu bir öğretmen olarak, içinde kaynayan bin bir türlü ikircikliğe rağmen istifanı verdin. Verir vermez de iş aramaya başladın. Ne de olsa Ağustos ayına kadar çok vaktin var, daha Mart ayına yeni girmiştik. Bir yandan Shenzhen’daki okullara iş başvurusunda bulunuyor, bir yandan da yayınevlerinden gelen ret yanıtlarını sinende öğütüp un ufak ediyorsun. Aynı zamanda karınla aran açılıyor, Wang Chenxi fırsatını buldukça başına kakıyor vermiş olduğun kararı. “Kendini düşünmediğin gibi aileni de düşünmüyorsun! Nereden bulacaksın böyle prestijli bir okulu şimdi? Hadi buldun diyelim, maaş verecekler mi?”. Xiao Ma’ya kızıp burnundan soluduğu akşamlarda daha da ileriye giderdi. “Neden yazmıyorsun? Sonunda farkına vardın değil mi yazdıklarının beş para etmediklerini. Herkese yukarıdan bakarsın, kimseyi beğenmezsin ama gördün mü bak, kimse de seni beğenmiyor. Neden beğensinler? Saçma sapan bir bahaneyle yıllarını verdiği güzelim okuldan ayrılan bir öğretmenin kendine, ailesine ne yararı olur ki insanlığa verebileceği bir ders olsun…”

Günler geçiyor, neşen yok, huzurun yok, tutkuyla dikkatini verebileceğin bir uğraşın yok. Boş vakitlerinde, eski bir dostu ziyaret eder gibi sürekli dağlara çıkıyorsun. Wutongshan’ı en tehlikeli patikalardan defalarca fethediyorsun. Tanglangshan’ın bir ucundan girip altı saat sonra diğer ucundan çıkıyorsun. Sırf yorulmak, eve gelince karının dırdırını çekerek değil de sıcak bir duştan sonra odanda yere serdiğin bir battaniyenin üzerinde sızabilmek, okullardan ve yayınevlerinden gelen kurşun gibi delici ret yanıtlarına dayanabilmek için yapıyorsun bunu. Boks yapmayı özlüyorsun, pornoyu özlüyorsun, Kanarya’yı özlüyorsun. Hiçbirisine de dönmüyorsun. Su çekmiş bir sünger parçası gibi ağırlaşarak küçülüyorsun olduğun yerde.  Yok olmayı, hiç var olmamış olmayı, dünyayı es geçen bir meteorun üzerinde birkaç saniyeliğine canlanıp ölüveren bir protein molekülü olmayı arzuluyorsun. Buna rağmen içine nedamet ve gurur karışmış sorular bırakmıyor peşini. Bazı günler istifa kararını vermekle yanlış bir iş yaptığını düşünüyorsun, diğer günlerde heyheylerin üstünde “o küstahlara bir ders vermek gerekiyordu” diyorsun. Futian’daki ve Nanshan’daki okullardan olumlu bir yanıt alamayınca pergelini daha uzak ilçelere doğru açıyorsun. Luohu’ya, Baoan’a, hatta Longhua’ya, Pingshan’a, Yantian’a, Guangming’e doğru çeviriyorsun radarını. Çoğu okul geç kaldığın bahanesiyle başvurunu kayda bile almıyor. Çin dışındaki okulları da denemeye başlıyorsun. Singapur, Tayland, Vietnam, Malezya, Kore… Neyse ki Nisan ayıyla şansın sana gülümsüyor Guangming’de yeni açılmış bir okuldan olumlu yanıt alınca atlıyorsun hemen. Guangming de olsa nihayetinde Shenzhen’ın sınırları içinde kalan bir okul. İşlemleri hızlandırmak, bir an önce sözleşmeyi imzalamak için önerdikleri maaşı hemen kabul ediyorsun. Gerçi sonra pişman olacaksın kendini bu kadar ucuza satmış olmaktan, gereksiz yere acele etmiş olmaktan ama elinde değil. Belirsizlik en sevmediğin şey hayatta, bir sonraki adımını atacağın zeminin varlığından emin olamamak. Sadece yazarken izin var belirsizliğe, yaşarken sağlam beşiklerin adamısın sen. Mayıs ayının başında imzalıyorsun sözleşmeyi. Her gün üç saatin yolda geçecekmiş, öğrenciler paralı velilerin çok da zeki olmayan çocuklarıymış, okul yönetimi okulun sahibinin fevri kararları sayesinde kukladan farksız hale gelmişmiş. Hiçbiri umurunda değil. Yeni bir iş, yeni bir hayat başlıyor senin için. Umutlusun, heyecanlısın, hatta bir nebze sevinçlisin. Ta ki Haziran ayının başında Türkiye’den gelen acı haberle yıkılana kadar… 


Devam edecek... 

18 Ocak 2025

Sürgünden Öte (11)


Uyandığımda karanlık bir odanın köşesinde, soğuk bir zeminin üzerinde buluyorum kendimi. Altım buz gibi şap beton. Tam karşımdaki duvarın tavana yakın olan kısmında ufak bir pencere var, pencerede de boylamasına yerleştirilmiş iki tane demir parmaklık. Pencere o kadar ufak ki parmaklıkları neden takmışlar diye sormadan edemiyorum kendime. Denesem bırak kafamı, elim bile geçmez o delikten. Dikkatlice bakınca dışarıda, 10-15 adımlık bir mesafede bir kavak ağacının tepesini görüyorum, arada esen rüzgârla salınıyor ağaç, hışırtısı içinde bulunduğum odanın duvarlarında yankılanıyor, daha geride som mavinin içinde yalnız kalmış bembeyaz bir bulut ara ara görünüp kayboluyor. Neredeyim ben diye soruyorum kendime, ne işim var burada, neresi burası? Yoksa birileri ihbar mı etti beni? Yıllardır sakladığım "sır içindeki sırrım" ifşa oldu da beni, istihbarat binasının bodrum katında olduğu söylenilen zindana mı tıktılar? İyi ama öyle olsa kavak ağacının ne işi var pencerenin önünde? Bunca yıldır Shenzhen’da bir tane bile kavak ağacı görmedim ben. İstanbul’un uzak semtlerinde olurdu kavaklar, baharda polenlerini salarlar, beni ucu bucağı olmayan bir hapşırma krizine sokarlardı. On sene önce Xinjiang’a gittiğimde de görmüştüm gerçi. Dere boyu dizilmişlerdi uzun ince boylarıyla. Demek Çin’in batısında olma ihtimalim de var. İyi ama neden? Kime ne yaptım? Yoksa anladılar mı fırsat buldukça senin evine girdiğimi? İyi ama giriyorum da ne yapıyorum? Sorsalardı keşke beni buraya tıkmadan önce. Bir şey çalmıyorum ya! Seninle yüz yüze görüşmüyorum, devletin sırlarını seninle paylaşmıyorum. Tam tersine evine bir şeyler ekl… Yattığım yerden doğrulup dik bir şekilde oturuyorum, sırtımı duvara yaslı bir halde dizlerimi büküp ayaklarımı kendime doğru çekiyorum. Betonun üzerinde uyumaktan böğrüm ağrımış, şimdi biraz da kıçım ağrısın! Pencereden gelen ışığın mümkün kıldığı kadarıyla odanın kalan kısımlarını tarıyorum kısık bakışlarımla. Zaten gözlerim hâlâ alışma aşamasında bu gizemli alacakaranlığa! Yüzümü, yanaklarımı, şakaklarımı ovuyorum kendime daha hızlı gelebilmek için. Odada benden başka kimse yok gibi, yine de emin değilim, ışığın en az vurduğu noktada hareket eden bir cisim var sanki. Kımıldayınca belli belirtisiz ışıltılar saçan, aklıma ilk etapta ıslak bir kaya parçasını ya da kazmanın taşa vurduğu noktayı andıran, kara, kapkara bir şey var orada. Zift gibi ama sıvı değil, kömür gibi ama katı değil, duman gibi ama gaz değil. Ya hepsi birden ya da hiçbirisi. Kıpırdadıkça pürtüklü zeminden fışır fışır sesler geliyor. Karşımdaki şey her neyse kocaman ayakları olmalı, ya da küçücük ayaklarının üstünde sürekli denge arayan dev bir gövdesi. Kalçamı pencereye doğru hafifçe kaydırıp ışıktan daha fazla yararlanma adına açımı değiştiriyorum. Önce gözleri değiyor gözlerime, kocaman iki cam fanus, bir yanardağ kraterinin içinde fokurdayan kızıl lavlar. Sonra yassı burnunun muazzam deliklerini, dudaksız ağzını, uzun ve kalın kollarını, bu kolları bir kürk gibi kaplayan kılları, kafamı sıksa anında parçalayacak ellerini, parmaklarındaki gümüş renkli boğumları fark ediyorum. Öylesine heybetli, öylesine cüsseli bir hayvan ki çığlık atmak istediğim halde hiçbir ses çıkmıyor boğazımdan. Ağzım, dilim, boğazım, her yerim kupkuru, yanıyorum olduğum yerde. O bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Onda merak hâkim, bende korku. Onda intikam arzusu, bende af dileme. Onda haksızlığa uğramışlığın kızgınlığı, bende ödevini yapmamış öğrencilerin mırıltılı duaları... Gözleri oynuyor sağa sola, benim gibi odayı kolaçan ediyor ama yine de yerinden bir santim kıpırdamıyor. Sadece izliyor beni. Boyumu posumu ölçüyor besbelli, benim elli kiloluk bedenimi kaç saniyede parçalara ayıracağını, bacağımdan tutup beni hangi duvardan hangi duvara vuracağını, üzerimde zıplayıp beni nasıl dümdüz edeceğini hesaplıyor. İçimde duyduğum ürpertinin tarifi öylesine imkânsız ki hafiften kaçırıyorum altıma. Ilık ılık akıyor çişim, bacaklarımın arasından seğirterek betona varıyor, baldırlarım sırılsıklam. Üşümeye başlıyorum, titriyorum istemsizce, çenem kayışı kopmuş bir makine gibi dişlerimi öğütüyor.  Duymuş olmalı altımdan kaçan şırıltıyı, gözlerini üzerimde sabitliyor. Burnuna çarpan şiddetli insan sidiği kokusunu inip kalkan boynuyla tasdik ediyor. Ben tamam diyorum, bana zarar vermeyecek. Öyle bir niyeti olsaydı çoktan yapmıştı. Kaçacak yerim de yok zaten, başlamasıyla bitirmesi üç saniye bile sürmez. Demek güvendeyim, demek barışçıl bir goril bu. Evini bir insanla paylaşmaya razı. Bu oda ikimize de yeter diyor. Birlikte gül gibi geçinir gideriz diyor. İnanıyorum fiziksel rahatlamanın getirdiği bu masala. İçimdeki diğer ses uydurduğum bu masala mesafeli olmam gerektiğini söylüyor. Hemen ardından uydurduğum tüm masallara mesafeli olmam gerektiğini ekliyor, özellikle hamak gibi gerilip arzuladığım şekli alarak ruhumu rahatlatanlara.  Karşımda vahşi bir hayvan var, onun karşısında ise büyük bir olasılıkla yaşadığı sefil hayattan dolayı sorumlu tutabileceği bir insan. Fırsatı yakalamışsa neden benim tek taraflı anlaşmamın altına imza atsın. Aklıma senin yıllar önce yaptığın bir hayat tarifi geliyor. Doğar doğmaz kaptırırız bacağımızı bir timsahın ağzına. Ömür denilen şey o bulanık suda timsahın kerpeten gibi ağzının izin verdiği ölçüde yaşanan çırpınmadan ibarettir. Ah senin bu karamsarlığın, ah senin bu bir türlü iflah olmayan kronik mutsuzluğun…  Pencereden görünen kavak ağacına tırmanmak ve gorilin ulaşamayacağı ince bir dalın ucunda sabahlamak istiyorum ama yerimden kalkmaya, bırak kalkmayı, kılımı kıpırdatmaya cesaretim yok. O bana bakıyor, ben ona. Ölümün, sefaletin, her şeyimi yitirmenin -neyim kaldı ki?- kokusunu alıyorum. Midemden yukarıya doğru patates büyüklüğünde bir geğirme yükseliyor. Ben işimi sessizce hallettiğimi sanıyorum ama o duyuyor ve duymasıyla üzerime doğru koşmaya başlaması bir oluyor. Ayağından zincirlenmiş olduğunu o anda fark ediyorum. Beni buraya atan zihniyetle onu duvara zincirleyen zihniyet aynı olmalı. Dişlerini görüyorum o anda, kapanı andıran geniş ağzından sarkan sipsivri çivileri. Çektikçe çekiyor zinciri, duvarlar çürümüş olmalı ki parça parça dökülüyor duvarın sıvası. Daha fazla dayanamayacağım deyip gorile arkama dönüyorum. Zincir koptuğu anda işim bitecek ne de olsa! Ne yapacaksa yapsın ben fark etmeyeyim, görmeyeyim, kokusunu almayayım. Zincir kopuyor, şakır şakır boşanıyor ayağına bağlı prangalar. Soluğunu ensemde hissediyorum, kıllı kolları boynuma dolanıyor, gövdesinin sıcaklığı sırtımda geziniyor, terler boşanıyor her yanımdan, tir tir titriyor bacaklarım, boşandı boşanacak dizlerimi tek parça halinde tutan bağlar. Sanki boyum uzunluğunda ısırgan otlarının olduğu bir tarlaya anadan üryan dalmışım gibi bir acı hissediyorum bedenimin her yerinde. Merak, korku, telaş, neden hâlâ hayattayım? En başta atmam gereken çığlığı nihayet atıyorum ve yataktan fırlayarak uyanıyorum!

Kan ter içinde kalmışım, soluğum hırıltılı, elim ayağım ateş içinde ama yaşadığım o korkunç ânın bir kâbus olması sevindiriyor beni. Kapıda bir tıkırtı var, uğultulu bir ses, yeğenim olmalı. Ağabeyimin, Guangzhou’da tıp okuyan küçük kızı Lai Fengdi üç gündür yanımda kalıyor. Çok mu gürültü yaptım acaba? Çocuğu da telaşlandırdım boşuna. Şimdi gidecek ağabeyime “Halamı hiç iyi görmedim. Boşanma ona yaramamış!” diyecek. 

-          Gel yeğenim gel. Yok bir şey, gir içeri. Kapı açık.

Uzanıp komodinin üstündeki abajuru açıyorum. Cılız sarı bir ışık dolduruyor odanın içini. Elbise dolabının üzerinden sarkan çanta zincirini ilk o anda fark ediyorum.

-          İyi misin hala? Ay bir sesler geldi odandan, ders çalışıyordum. Biraz ürktüm ama uyandırmak da istemedim seni.

Ayağımla yorganın alt kısmını toparlayıp yatağın ucunda bir açıklık hazırlıyorum onun için.

-          Hah, otur öyle köşeye. Meraklanacak bir şey yok. Sen ne sesi duydun bakalım?

-          Bilmem ki! Önce eve kuş girdi sandım ama ses kuş sesi gibi değildi, daha çok fare tıkırtısı gibi bir şeydi. Sonra senin odanın kapısına geldim, aralıktan bakınca sesin senden geldiğini fark ettim. Boğazından değildi ama, daha çok dilin damağına sert bir şekilde çarpıyormuş gibi bir sesti. Oyun oynar gibi ya da bir köpeğe gel gel yapar gibi…

-          Hah hay! Şimdi yap desen yapamam o sesi! Neyse, geçti artık. Kötü bir kâbustu gördüğüm.

-          Anlatmak ister misin hala? Arkadaşlarım iyi bir dinleyici olduğumu söylüyorlar bana.  

-          Yok yeğenim, hem zaten hatırlamıyorum bile. Öyle karanlık bulutlar içinde biçimsiz canavarlar falan. Anlatılacak bir şey yok yani. Üstüm açılmış, sabaha doğru da hava serinledi galiba, ondan olmuştur.

-           İyi o zaman, ben dersime geri döneyim.

-          Dön, dön, dersinden geri kalma benim yüzümden. Saat kaç?

-          Saaaaaat, dur bakiym, beş buçuğa geliyor. Ben erken kalktım ders çalışırım diye, en az bir saat daha çalışsam iyi olur. Sen biraz daha uyu istersen. Yedi gibi çıkar kahvaltılık bir şeyler alırım. Balkonda yeriz.

Gözlerimle evet işareti yapıyorum. Lai Fengdi odadan çıkıyor. Odada yalnız kalınca ilk iş yorganın altında bir ıslaklık var mı diye bakıyorum. Yok! Hiçbir şey yok! Kupkuru her yer. Derin bir oh çekip tuvalete gidiyorum. Zaten biraz daha beklesem patlayacağım olduğum yerde, gorilin beceremediğini ben becereceğim. Şarıl şarıl işiyorum tuvalette, nasıl bir zevk, nasıl bir rahatlama anlatmam imkânsız. Geri dönünce döşeğin altındaki defterime rüyamı not alıyorum. Aklımda kalan tüm ayrıntıları madde madde yazıyorum. Sonrasında ışığı kapatıp uyumaya çalışıyorum ama olmuyor. Aklıma sen geliyorsun. Romanını yazmayı bitirdin, son okumaları da yapıp düzeltmeleri uyguladın. Bildiğin yayınevlerinin hemen hepsine yolladın. Kolay değil 600 küsür sayfalık bir kitap olacak basılınca. Ya çok satacak ya da hiç satmayacak diyorsun sana soranlara. Orta yolun yok her zamanki gibi. Ya hep ya hiç, ya ak ya kara, ya mutlak saadet ya mutlak sefalet… Şimdi de Tayland’dasın. Karınla ve üvey evladınla birlikte Çin yeni yılı tatilinin son haftasını -okullara verilen fazladan hafta bu, yoksa Çin’deki kurumlar çoktan döndüler işlerinin başına- Chiang Mai’da geçirmeye karar verdiniz. Ben de gelecektim arkanızdan ama hem istihbarat şefinden izin çıkmadı hem de Lai Fengdi’nin halasını ziyaret edeceği tuttu. Gerçi gitmediğim iyi oldu, güzel vakit geçirdim yeğenimle. Birlikte alışverişe çıktık, parkta kol kola uzun yürüyüşler yaptık, kuaföre gittik, yıllardır yaptırtmadığım tırnaklarımı yaptırttım. İlk gençlik yıllarımı anımsattı bana. Baktığım, dokunduğum, elime alıp sahiplendiğim her nesnede bilincimin yansımalarını gördüğüm yılları. 20 yaşında genç kız, hayat dolu, kıpır kıpır, yavru pandalar gibi hiç yerinde duramıyor. Derslerim ağır diyor, arada yakınıyor ama yüzü yine de hep güleç. Tipik öğrenci yılışıklığı. Öyle bir yürüyüşü var ki sanki çıplak bacaklarını kır çiçeklerine sürtünerek, altın sarısı omuzlarını yeni fışkın vermiş ağaçların gövdelerine dayayarak, yüzünü gözünü göğü çevreleyen gökkuşağına sarıp sarmalayarak arşınlıyor, benim yıllardır yürüyüp de alışamadığım Shenzhen’ın mobiletlere peşkeş çekilmiş kaldırımlarını. Böylesi renkli bir bahar muştusunu, böylesi taze bir gençlik pınarını, böylesi tatlı bir bal peteğini bırakıp neden gidecekmişim senin peşinden. İstihbarat şefimizin dediği gibi, “Gerek yok, ailesiyle gidiyor zaten. Yine de sen telefonunu ve bilgisayarını yakinen takip et. Gerek görürsek Bangkok’tan birini takarız peşine.“ İyi oldu diyorum ama her zamanki gibi aklım sende. Yarısı sende, diğer yarısı Lai Fengdi’de. Çocuğum olsaydı bir yarısı da onda olurdu. Ha ha! Uyku tutmuyor, bilgisayarı açıyorum. Perdeleri de birleştikleri noktadan ayırıp yeni yeni ağaran tanyerini odaya davet ediyorum. Uzaklardan, Hong Kong tarafından yükselen, olgunlaşmış cennet hurmasını andıran güneşin ışığı, yakınlardaki bir gökdelene çarpıp benim odamın tavanına ipe asılı titrek bir mandal gibi yansıyor. Hundun hayattayken çılgına dönerdi bu oynak yansımayı görünce. Şimdi o yok, çılgına dönen ben varım. Kafası her daim karışık, ne istediğini bilmediği gibi ne istemediğini de bilmeyen; aklının sesini dinlerken yüreğine haksızlık ettiğini, yüreğinin sesini dinlerken de ahmaklığın sınırlarını zorladığını düşünen ben.  

“Tayland’ın sokak köpeklerinden farkım ne?” diye yazmışsın güncene. “Onlar gibi bir deri bir kemik, onlar gibi aç biilaç. Romanı yayınevlerine gönderdim, işte en zor döneme girdik. Don göynek atıldım şölen meydanına…”

Devam edemiyorum. Hiç çekemem şimdi senin bu ağdalı laflarını. Chiang Mai’a kadar gitmişsin, tadını çıkar be adam. Ne bileyim; file bin, akşam pazarını gez, o bar senin bu bar benim takıl, Doi Suthep’e çıkıp güneşin doğuşunu izle, tavuklu kav soy ye, birkaç hippiyle tanış ve onları hidayete davet et… Yok olmaz, bugün olmaz. Hava pırıl pırıl, yeğenim burada, halası ona neşeli bir gün borçlu. Hele bir Çin’e geri dön, bakarız. Kaldığım yerden devam ederim senin hüzünle amansız sevişmeni izlemeye. Oynadığı oyunu ilk etapta kaybetmiş bir çocuk gibi hırsla kapatıyorum bilgisayarı. Sırt üstü uzanıp tavanda pırpır titreyen, şimdi daha çok bir hançere benzeyen yansımaya dikiyorum gözlerimi. “Gel yar göğsümü” diyorum ona, “Gel hazırım senin için! İş bir hançere kalacaksa, gidilecek yolumuz, aşılacak hendeğimiz çok demektir!”

Boşandıktan sonra her şey daha kolay olur sanmıştım ama yanılmışım. İlk başlarda, aniden içinde düştüğüm yalnızlığın getirdiği zayıflıkla kendimi sana daha yakın hissetmiştim. Artık benim olabilirdin, Wang Laoshi’yı basit bir manevrayla saf dışı etmek sorun değildi benim için. Çok kısa sürede seni kendime âşık edip, karını bırakmanı sağlayabilirdim. Yapmadım, yapamadım! Bunun nedeni mesleğimin sert kuralları değildi. Gerekirse mesleğimi de bırakırım, ne olacak sanki! Asıl neden, aradaki ateşin harının zayıflamış olmasıydı. Ben evliyken, yani sen kocama karşı bir alternatifken yüreğimin çeperlerini zorlayan, çatlatan, yeri geldiğinde parçalayan bir ateş kaynağı olarak görünüyordun bana. Kocam fotoğraftan silinip ben kendi yalnızlığımla baş başa kalınca büyü bozuldu bir anda. Zincirliyken zincirini koparacakmış gibi sınırları zorlayan bir köpeğin zinciri çözülünce uysallaşması gibi bir durum sanırım benimkisi! Anlamını yitirdi her şey, tutkulu bir aşkı istemediğimi fark ettim, onsuz da yapabileceğimin ayrımına vardım.  Belki de yaşımla ilgili bir değişikliktir bu, boşanma sadece onun üzerine gelmiştir. Yine seviyorum seni ama eskisi gibi hunharca ve hesapsızca değil, daha çok acıyarak, kontrol altına almak istediğim ve gözümün önünden ayrılmamasını arzuladığım haylaz bir çocuğu sever gibi. Eskiden sana hiç kızmazdım mesela, ne yapsan ya seni takdir eder ya da senin için üzülürdüm. Şimdi ise kızıyorum sana, yıllarca aynı çatı altında yaşamış çiftlerin birbirlerine ağza alınmayacak küfürleri ve hakaretleri fütursuzca savurmaları gibi ben de yüzüne karşı haykırmak, gittiğin yanlış yoldan dolayı seni aşağılamak, senin kıllığının tuttuğu zamanlarda senden ne kadar nefret ettiğimi gözlerinin içine baka baka söylemek istiyorum. Belki de rüyada gördüğüm goril bendim, ben de sendin! Olamaz mı yani? Bilinçaltı oynamaz mı böyle alengirli oyunları gün içinde kendisine her türlü baskıyı uygulayan bilince? Ben tam sana saldırırken sen ne yapıyordun, arkanı dönüp altına kaçırıyordun. Hah hay, rüyayı görürken yorumu da altyazıyla geçseydiler bu kadar korkmazdım. Bilakis zevkten dört köşe olurdum…

Tavandaki görüntü kocaman bir parıltıya dönüştü, tüm anlamını yitirdi benim için. Güzel, başarılı, her yere eli uzanan şeylere ilgi duymuyorum artık. Gına geldi vasatın üzerine, sırf albeniyi arttırsın diye çekilen parlak cilalardan. Kapatıyorum gözlerimi, mürdüm eriği rengindeki ışık tayfları göz kapaklarımın altından zihnimi dürtüklüyor ama uyumam lazım. Biraz sızayım yeğenim tekrar kapıya gelene kadar yoksa tüm gün bulanık bir kafayla gezeceğim onun yanında. Çitanın yanında koala gibi kalmayayım sonra. Gencecik kız, 20 yaşında, doğsaydı eğer benim ilk çocuğum da şimdi 20 yaşında olacaktı. Kuzeniyle şehir dışına gezmeye gidecekti belki, annesine küçük hediyeler getirecekti gezdiği yerlerden. Olmadı, hayat bana üç ölü çocuk, bir sadakatsiz koca, bir de ulaşılmaz maşuk verdi. Lai Fengdi anaokuluna giderken yılda birkaç kez bize gelir, yanımızda kalırdı. Ağabeyim, büyük bir olasılıkla “Sizin çocuğunuz yok, alın biraz ilgilenin, çok da matah bir şey olmadığını anlayıp iki gün sonra bana geri postalarsınız!” anlayışıyla verirdi onu bize ama ben evimize geçici olarak gelen bu zıpzıptan hiç bıkmazdım. O bizdeyken kocamı salona gönderir, koca yatakta bacağım kadar çocukla yatardık. O halasını gıdıklar, halası ona içinde konuşan ayıların, yavrusunu kaybetmiş ördeklerin ve sonu fena biten kurnaz tilkilerin olduğu masallar anlatırdı. Çoğu zaman ben ondan önce uykuya daldığım için minik Lai Fengdi henüz bitmemiş pilini kocamın yanına gidip, birlikte televizyon izleyerek tüketirdi. Sonra kocam, uyur halde onu yatağa getirir, ben onun ayak seslerini bastıran fısıltıyla konuşmasına uyanır, kocaman açtığım kollarımla çocuğu bağrıma basar, sıcak sımsıcak bir uykunun derin mağarasına bodoslama dalardım...

-          Hala, saat sekiz oldu. Hadi kalk da balkon çok ısınmadan kahvaltımızı yapalım.

-          Ihhhıh…

-          Halaaaa? Bak gittim bir sürü şey aldım. Soya sütü, tatlı patates, etli pirinç lapası, yeşil çaylı gözleme…

-          Geliyorum yeğenim, az sabret.  

Ne ara uyudum ben. Uyudum mu ki? Bir ara gözüm aldı, saat ne ara sekiz oldu! Kalkıp balkona geçiyorum. Güneş sol taraftan vuruyor balkona. Karşımda senin dairen. İkide bir gözüm kaymasın diye Lai Fengdi’yi her zaman oturduğum sandalyeye oturtuyorum.

-          Ama hala oraya oturursan gözüne güneş gelir.

-          Bir şey olmaz, sen misafirsin, keyfini çıkar.

Nasıl da yiyor, çocuk gibi hapur hupur. İzlemek hoşuma gidiyor, ben hiçbir şey yemesem, sadece onu izlesem doyarım herhalde. Ağabeyime benziyor yanaklarını şişirince, saçları alnını kapatmasa daha güzel olacak sanki. Küçükken “sen bizde kal, bizim kızımız ol” derdik, hemen “evet” derdi. Onu babasının arabasına götürürken bacağıma sarılırdı. Kendimi bedenin orasına burasına tutunmuş yavrularını taşıyan bir anne ayı gibi hissederdim. Şimdi de çok tatlı ama eskisi gibi değil, bazen annesinin her şeyi parayla ölçen ciddiyeti peydahlanıyor yüzüne, o zaman soğuyorum ondan.

-          Bugün Window of the World’e gidiyoruz değil mi halacığım?

-          Şaka değil miydi o?

-          Ama hala ya, gideriz demiştin.

-          Tamam tamam gideceğiz! Yemeği yiyelim, duş alalım, çıkarız.

Ağır ağır yiyorum, bana okul arkadaşlarını anlatıyor, hocalarının ne kadar sert ve acımasız olduklarından bahsediyor. Erkek arkadaşın yok mu diye soruyorum, hala olmanın verdiği üstün ve ayrıcalıklı hakla. “Yok hala, derslerden vakit mi kalıyor öyle şeylere” diye yanıtlıyor ezberlenmiş cümlelerle. Ama anlıyorum bir şeyler sakladığını. Telefonu masada ters duruyor. Mesaj yazarken telefonunu hep masanın altında tutuyor. Asla sesli mesaj göndermiyor ve gelen sesli mesajları kulaklığını takmadan dinlemiyor. Anlıyorum ama sesimi çıkarmıyorum. Zamanı gelince söyler. Şimdilik önemli şeyleri bana anlatamadığı için en önemsiz şeyleri abartmakla meşgul, bir tür savunma mekanizması… Aldatan kocalarda da görülür bu, bir de polis sorgusuna tanık olarak getirilen katillerde. Kendilerinden kuşkulanılmadığını zanneden suçlularda. Yakında kadavra görecekmiş, ondan bahsediyor heyecanla. Hayatında ilk defa bir ölüye dokunacakmış, ya ölmemişse diye espriler yapıp kendi kendine gülüyor… Bir ara aklına geliyor, benim telefonuma sevgili bulma programını indirmek istiyor. Önce olmaz diyorum ama sonra indiriyorum yelkenlerimi suya. Bir fotoğrafımı çekip benim adıma bir profil oluşturuyor. Her şey şipşak onun hayatında, her şey bir varmış bir yokmuş sonra bir daha varmış gibi. Hiç sesimi çıkarmıyorum. O gidince hepsini sileceğim ne de olsa. Bırakıyorum hevesini alsın yanımdayken, yarın dönecek okuluna, soluk renkli duvarların soğuttuğu uzun ve sevimsiz koridorlarda unutacak halasıyla yaptığı uzun konuşmaları. Yine de biraz imreniyorum onun bu hoppa tavırlarına, âtıl olan her şeye karşı duyduğu amansız düşmanlığı, hareketi düşüncenin önüne koşuşunu, sınavların dışında gelecek kaygısı nedir bilmemesini… Aklına gelen her şeyi anında uygulamaya koyma dürtüsü gençlerde ne kadar da güçlü. Ben de böyle miydim acaba onun yaşındayken. Kendimi kanı çekilmiş, yıllar önce avlandıktan sonra içi doldurulmuş bir geyik gibi hissediyorum. Bir tek gözlerimde fer var, kalan kısmım kaskatı, tahta gibi kuru ve sert.

Duş aldıktan sonra giyinme bahanesiyle odamın kapısını kilitleyip senin yazdıklarına göz atıyorum. Arayı çok açmak istemiyorum, gözden ırak olmak gönülden de ırak olmak zorunda değil bizim mesleğimizde. Sıradan şeyler yazmışsın gerçi, Chiang Mai gözlemlerin, yemeklerin acılı olması, ağrıyan karnın, bir yayınevinden “roman basmıyoruz” başlıklı ret yanıtı, bir başka yayınevinden “e-postayla başvuru kabul etmiyoruz” yanıtı. Neyse ki başka yanıt yok. Dün gece yatmadan önce yazdığın bir paragraf ilgimi çekiyor. Biraz da kaygılanıyorum senin için. Kelimesine dokunmadan kopyalıyorum:  

“Okuldan haber geldi. Okulun müdürü uzun bir mesaj göndermiş. Bayram değil seyran değil, nedir bu telaş deyip hemen açıp okudum mesajı. Amerikalı bir öğretmeni yabancı öğretmenlerin başına müdür yapacaklarmış. Tatil dönüşünde yöneticilik görevim sonlandırılacakmış. Neden böyle bir haberi vermek için tatil zamanını seçti bu müdür, hâlâ anlamış değilim! Böyle bir kararı yüzüme karşı söylemesi gerekmez miydi? Ben Çin’e geri döndükten sonra çağırırdı odasına, oturturdu sandalyeye, tane tane anlatırdı. Neymiş efendim, eskisi gibi değilmişim artık. Okulu savsaklamaya başlamışım. Sen kendine bak müdür bey, ayağını denk al! Hem doğru dürüst okul deneyimi bile olmayan bir adamı benim pozisyonuma getirip de ne olacak? Adam benden neredeyse 15 yaş genç, ne doğru dürüst bir okul deneyimi var ne de yurt dışında takdire şayan bir çalışmışlığı. Tek farkı Çince okuyup yazabilmesi. Ana dili de İngilizce. Ne var yani, bunlarla mı ikna edeceksin beni? Müdür, son yıllarda çok dalgın olduğumu ve işimi layığıyla yapamadığımı yazmış. Hadi oradan, dünkü sünepe! Bilmiyor muyuz sanki senin Tarih hocasıyla ne haltlar karıştırdığını? Hem de kadın evli, oğlu bizim okulda öğrenci. Geçen yıl benim dersime girerdi. İnsanda azıcık utanma arlanma olur.  Hadi onu bırak, sormazlar mı adama o yeni Tesla’yı nasıl aldın diye? Neymiş, karısının babası fabrikatörmüş. Ben de yedim. Öğrencilerden ders kitabı adı altında toplanan paralarla Amerika’dan gelecek orijinalleri yerine Çin’de basılmış korsan kitaplar alındığına göre, birileri kasada biriken parayı cukkalamış demektir. Yanılıyor olamam! Hesabını bile yaptım, çocukların ödediği paranın yarısı bile etmiyor o kitaplar. Daha neler var bilip de kimseye söylemediğim. Kolay kolay kaptırmam görevimi, ben bu okula yıllarımı vermişim. Kaç yüz değil, kaç bin çocuk geçti elimden. Hariçten adam getirip tepeme müdür diye dikerlerse dar ederim dünyayı onlara. Tamam, son üç yılda biraz gevşek davranmış olabilirim. Ne var bunda? Toparlanırım olur biter. Yok, yok, başka bir şey var bu işin içinde. Benim bilmediğim, sırrına eremediğim saray entrikaları bunlar, yurt dışına çıkmasını fırsat bilip Başbakan Taksin’e yapılan kansız darbe gibi bir şey… Neyse, daha uzun yazardım da Xiao Ma bekliyor. Gece pazarına gideceğiz diye söz vermiştim. Bir de motosiklet kiraladım. Üç kişi binecektik ama olmadı. Wang Chenxi ne kadar kilo almış öyle. Motora bir oturdu, lastik sakız gibi ezildi altında…Kalk kalk dedim, motorun jantını yamultacağız. Mecburen ona ayrı motor kiraladık, arkamızdan geliyor.”

-Ben hazırım hala, çıkabiliriz.

Bilgisayarı kapatıp çıkıyorum odadan. Çok oyalanmadan koyuluyoruz yola. Metroda hafta sonu kalabalığı var. Hava da güzel olunca halk kendini sokağa atmış anlaşılan. Tüm gün geziyoruz, o boyuna fotoğraf çekiyor, çektiklerinin yarısını silip iki katı kadar daha çekiyor. Arada benim telefonumu eline alıp yeni indirdiği sevgili bulma uygulamasındaki fotoğrafımı güncelliyor. “Bak hala, bunda on yıl daha genç gösterdim seni. Bir sevgili edinirsen birlikte yemeğe çıkarırsınız beni. Söz mü? Söz! Hadi bir de Eyfel Kulesi’nin önünde selfie çekilelim.”  Akşam nasıl oluyor, vakit nasıl geçiyor anlayamıyorum. Diğer zamanlarda sürekli ayaklarıma dolanan zaman mutluyken veya mutluluk oyunları oynarken sahildeki kumlar gibi tabanlarımın altını okşuyor. Akşama doğru eve dönerken, Lai Fengdi’nin yorgunluktan susan çenesini de fırsat bilip seni düşünebiliyorum. Seni, daha doğrusu sabah evden çıkmadan önce okuduğum akıldan yoksun laflarını.

Benim bildiğim Naci Hoca bu tarz ad hominem saldırılara tenezzül etmezdi diyorum. Zorla emekliliğe sevk edilince “Bu gazino yıllarca benim sayemde doldu, öyle sinek savar gibi bir fiskeyle benden kurtulamazsınız” diye carcar konuşan yaşlı assolist tavırları hiç yakışıyor mu sana? Hem sen de bu görevi senden çok daha yaşlı bir İngiliz hocadan devralmamış mıydın zamanında? Demek ki enerji isteyen, ilgi isteyen, kaliteli zaman isteyen bir görev. Senin son zamanlarda aklının bir karış havada olduğunu ben bile biliyorum. Romanı bir an önce bitireceğim diye sürekli etrafından güç soğurdun. İki-üç insanın hayatını aynı anda yaşarken kendine eklediğin bu fazlalıkların enerjisini etrafındaki eş dosttan karşıladın. Sanatçı kısmı böyledir, sana gönül bağıyla bağlanmış olanlar tahammül edebilirler ama peki ya diğerleri? Onlar neden çeksinler senin nazını? Neden sabretsinler? Neden fedakârlıkta bulunsunlar kendi keyiflerinden? Bak işte, okulun müdürü anlamış senin aynı anda birkaç rolü mükemmel bir şekilde oynama takıntını. Demek ki okuldaki görevini aksatıyormuşsun, yeteri kadar ehemmiyet verip sorunlara onların gerektirdiği ciddiyette eğilemiyormuşsun. İşini yapıyor adam, ne demesini bekliyorsun, roman yazdığın için seni tebrik etmesini mi? Bir de adama saldırmak için tuhaf tuhaf planlar yapmaya kalkıyorsun. Ayıp değil mi bu yazdıkların Naci Hocam? Düşündükçe aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Büyük olasılıkla bunları yazdıktan sonra gece uyuyamamışsındır sen. Bilirim ben seni, için içini yemiştir. Hatta önümüzdeki günlerde de rahat bir uyku çekmeyeceğin belli. Roman da bitti, kafayı takacağın bir şey lazımdı sana. Buldun işte. Püskül bulmuş kedi yavrusu gibi oyalanırsın bununla günlerce. O değil de yanlış bir şey yaparsan gözünün yaşına bakmazlar, işten atarlar seni. Müdür dediğin kişinin mutlaka yukarılarda tanıdıkları vardır, hele ki senin çalıştığın okulun müdürünün.  Hiç affetmezler, bir bakmışsın önce iş akdini feshetmişler. Sen daha bu habere alışamamışken vizeni iptal ettirip sınır dışı edilmene karar vermişler. Bu ikincisini yapmaları öyle kolay değil ama zaten sözleşmeni tek taraflı sonlandırırlarsa otomatik olarak vizenin son gününü de erkene çekmek zorundalar. Kanunen en fazla 14 gün kalabilirsin ülkede. Neyse, bunların hepsi spekülasyon tabii. Güveniyorum ben sana, arada coşarsın, heyheylenirsin, boş sayfayı sırf içini boşaltma adına tumturaklı laflarla doldurursun ama uzun erimde kararlarını akl-ı selimle verirsin. Öyle bildim seni ben bunca yıldır, öyle sevdim. Genç değilsin artık, bakmakla yükümlü olduğun bir ailen var. Yeri geldiğinde demir leblebiyi yutacak, “ya tahammül ya sefer” zarını yuvarlamaktan vazgeçip, yolun başında tahammülü seçeceksin. Zaten önümüzdeki haftalarda romanla ilgili gelişmeler posta kutuna düştükçe unutursun bu olayı. Öyle tahmin ediyorum, öyle diliyorum, senin için bugüne kadar hep en iyisini istemiş olan yüreğimle öyle olmasını arzuluyorum…

Devam edecek...

06 Ocak 2025

Sürgünden Öte (10)



Bir insanın mutsuz ve açgözlü bir kocası olmasından daha kötü ne olabilir diye soranlara vereceğim yanıt kısa ve nettir: mutsuz ve açgözlü bir eski kocası olması. Daha ne istiyorsun be adam? Boşanalım dedin, sesimi çıkarmadım. Mal paylaşımı şöyle böyle olsun dedin, tamam dedim başımı eğdim. Anneme babama geçimsizlikten dolayı boşandığımızı söyle dedin, ona da eyvallah dedim. Ben bu kadar iyi niyet, bu kadar müsamaha göstermişim, kanatlarımı bu derece ayaklarının dibine sermişim, senin yapacağın ilk şey mahkemeye gidip telefonundaki hesaplara senden izinsiz girdiğim için şikâyet etmek mi olmalıydı? Hayır, ne bekliyorsun? Yargıç sana mı acıyacak yoksa bana mı? Vah vah, karısı telefonun şifresini kırmış, kocasının başka kadınlarla yaşadığı aşna fişneyi ortaya çıkarmış, özel hayatın dokunulmazlığına halel getirmiş diye Luohu’daki daireyi sana mı verecek? Hangi ülkede yaşıyorsun sen geri zekâlı, hangi özel hayat, hangi kişisel haklara tecavüz, hangi dokunulmazlık! O değil, farkına varmadan benim de başımı yaktın. Yargıç ister istemez senin avukatından gelen bu ahmakça talebi dosyaya koyunca, boşanma sürecimi yakinen takip eden Shenzhen İstihbarat Dairesi durumdan haberdar oldu tabii. Vay sen misin kutsal görevini yerine getirmen için sana emanet edilmiş olan cihazları, uygulamaları, özel araç gereci kişisel çıkarların için kullanan? Sen misin devletin sana verdiği yetkilerle ailevi sorunlarını çözmeye yeltenen? Sen misin yetki alanının dışında olduğu halde bir sivili, üstlerine haber vermeksizin takibe alan? Sanki yapmayan var! Eminim onlar da yapıyordur benzeri işgüzarlıkları ama onların benimkisi gibi salak bir kocaları olmadığı için yırtıyorlardır paçayı. Ne mi oldu? Ne olacak, soruşturma başlattılar, önce yazılı, sonra sözlü savunma vereceğim disiplin kuruluna. Yazılı savunma sorun değil de sözlü savunmada inim imin inletirler adamı! Aralıksız on dört saat süren sözlü savunmalar biliyorum ben. Beni eğil on dört saat, dört saat kapalı bir odada tutsalar, işlemediğim suçları bile itiraf ederim. Casusuz iyi tamam da insan üstü bir varlık değiliz yani! Hadi bunları geçtik, ya soruşturma bitene kadar maaşımın yarısını alabilecek olmama ne demeli? Daha da kötüsü eğer soruşturma sonunda eğer kesin suçlu bulunursam zorunlu olarak emekli edileceğim ve emekli maaşım olması gerekenin üçte biri kadar olacak! Lanet olası herif, neler açtı başıma giderayak! Neyse ki Luohu’daki dairenin bana kalacağından eminim. Ondan aldığım kirayla şu anda kaldığım yerin kirasını ödeyebiliyorum, ileride buranın kirası artarsa oranın kirasını da arttırırım. Birikmiş paramla bir süre idare ederim, sonrasında da ya işime döneceğim ya da emekli olacağım. Her iki durumda da parasal yönden endişelenecek bir durumum yok. Tek başıma yaşıyorum, paramı idareli harcıyorum, pahalı seyahatlere çıkıp lüks otellerde kalmıyorum, lüks lokantalarda paramı çarçur etmiyorum, çocuğum da yok ki her şeyin en iyisini hak ettiği yalanıyla onun mutluluğu için kazandığımdan fazlasını harcayıp borca gireyim. Ama yine de sinirlerim çok bozuk, ben ne yaptım tüm bunları hak edecek? Aldatan sensin, boşanmak isteyen sensin, boşanır boşanmaz çıplak bedenini o ucuz aşüftelerin koynuna atacak olan yine sensin! Ben ki başka bir adama abayı yaktığım halde yıllarca tuttum kendimi, fiziksel anlamda tek bir yanlış adım atmadım evliliğime hasar verecek. Hayal kurmak da mı yasak! Olamaz mı yani, gönül bu, akılla rasyonaliteyle, hele hele mantığın katı kurallarıyla dizginlenebilecek bir şey değil ki çökeyim ümüğüne, keseyim soluğunu. Yok ama, görür o gününü, onu mahkeme salonu dışında bir yerde görürsem sırtına zıplayıp boğazına sarılacağım, limon gibi sıkacağım yağlı boynunu, mosmor edeceğim parmaklarımın arasına alabildiğim bıngıl etlerini. Görürsün sen, hele bir boşanma işi sonuçlansın. Ne yapacaklar? İki hafta nezarete atarlar, sonrasında çıkar, at gibi kişnerim sokaklarda, kurt gibi ulurum evinin önünde. Hiç de bir şey yapamazlar, hiç de bir şey yapamaz.

Neyse Naci Hocam, benim dertlerim bitmez. Sen Çin’e geri döndün ama ben döndüğüne sevinemedim bile. Görüyorsun işte, nelerle uğraşıyorum. Ne kabzımallar ne budalalar var şu dünyada. En azından benim senin evine girdiğime dair bir bilgileri yoktu istihbarat dairesinin. Bir de onu biliyor olsalardı şu aşağıdaki parkın ortasında Bin Kesikle[1] idam ederlerdi beni.  İsa gibi çarmıha gererlerdi herhalde beni istihbarat dairesinin duvarına. Evet gittim, sana olan aşkımı itiraf edebiliyorsam kendimi sana yakın hissetmek için girdiğim riskleri neden saklayayım burada? Gurur bile duyuyorum cesaretimle. Aşkı için hiçbir fedakârlık yapamayan korkaklar utansın. Ben neden utanacakmışım!

Gittim. İlk defadan sonra üç kere daha, sonuncusu sizin dönüşünüzden iki gün önceydi. Bir çeşit vedalaşma tertip ettim senin anlayacağın, kendimce ritüeller, temenniler, akıl sır ermez gözyaşları, sağa sola bırakılan belli belirsiz hediyecikler... Bozuk fermuarlı pantolonunu anaokulunun yanındaki müştemilatta terzilik yapan yaşlı adama yaptırtmıştım, onu geri getirdim. 20 Yuan aldı. Görsen ne kadar şeker bir adam, “Kocana söyle, fermuarı ağır ağır çeksin, kumaşı fermuarın ağzına sıkıştırmasın” dedi ben dükkândan çıkarken. Hiç sesimi çıkarmadım, başımla hay hay yapıp ayrıldım yanından. Kalbim çatlayacak gibiydi oysa. Sırf “Kocana söyle” kısmını tekrar duymak için adamcağıza “Anlamadım, bir daha söyler misin?” dememek için zor tuttum kendimi. Hem daha yapacak iş çoktu. Küflenmiş paçayı ıslak bezle birkaç defa sildim, ütüyle kuruttum, dolaptaki yerine astım. Dolabın bir kapısını da açık bıraktım ki küf kokmasın geldiğinizde. Naftalin paketleri koyacaktım ama unuttum, hem bu kadarı çok dikkat çeker diye çekindim. Durduk yere polis karakoluna gitmeyin benim yüzümden. Buzdolabının içini boşaltıp her tarafını sabunlu bezlerle temizledim. Pırıl pırıl oldu diyemem ama eskisine göre daha iyi. En azından bataklık dibini andıran o nefti lekeler yok artık. Kollarım ağrıdı o sinsi lekeleri ovmaktan, resmen yosun tutmaya başlamış buzdolabınızın iç duvarları. Yerleri de süpürdüm kabaca, senin odana ağırlık verdim desem abartmış sayılmam. Süpürdüm, sildim, kuruladım, dolapların arkasına saklanan ve karının pek de izlerini sürmediği toz yumaklarını ellerimle topladım. Senin salondaki köşene oturup, bir hafta sonra senin tam olarak bu noktada kurulacağını, kitap okurken kurutulmuş mango, erik, tatlı patates ya da kızarmış muz yiyeceğini, ellerinde ufaladığın fıstık kabuklarının bir kısmını yere ya da koltuğun kenarına dökeceğini hayal ettim. Sonra kalktım, balkona geçtim, karanlıktan istifade edip bir sigara yaktım, dumanımı uzun uzun üfürdüm lacivert geceye doğru, izmaritimi söndürüp aşağıya attım. Kıçımı masaya dayayıp kendi daireme baktım. Hundun oradaydı, masanın üzerine koyduğum minderin üzerinde uyukluyordu. Sırf o tırmanabilsin diye masaya geniş adımlı bir merdiven dayamıştım. Neyse ki tembel değil Hundun, ya da yaşlandığının ayırdına varamıyor. Başkalarının kedileri gibi yeni şeylere karşı sert tepki vermiyor, alışıyor çabucak. Salonun ışığını açık bıraktığım için zar zor da olsa seçebildim kedimi. Bir süre sessizce, içimi çeke çeke sebepsiz yere ağladım. Ne olacak benim bu halim diye sordum kendi kendime. Ayın karanlık yüzünde meydana gelen depremleri düşündüm önce; ırmakların kayaların arasından coşkuyla fışkırmalarını, göllerin yüzeyinin sabah güneşiyle gümüş bir tepsi gibi parıldayışını, sahili döven dalgaların yaprak hışırtısını andıran seslerini, geceleri şehirler sükuna erince derin bir uğultuya dönüşen karanlık ormanları, şelalelerden akan suların çarptığı kayalardan köpükler saçarak sıçrayışını… Hayal dünyam yeryüzünün kıvrımlarında av arayan bir kartal gibi süzülerek yol alırken içimdeki hüzün katlanarak büyüdü. Kalın bir battaniye gibi önce sırtımı, sonra omuzlarımı, en son da göğsümü ve ayaklarımı örttü. Geleceğimin belirsizliği, ne yapmak istediğimden emin olamamak, bir sonraki adımımı nereye atacağımı bilememek, ileriye değil de geriye bakıp geçmişten medet ummak... Hayatımda hiç bu kadar çaresiz ve yalnız kalmamıştım sanırım. Okul yıllarında ailem vardı, okuldan sonra işim ve eşim vardı, bir çocuğum yoktu ama çocuğumun veremediğini veren sen vardın. Oysa bu akşam, senin evinin balkonunun en az ışık alan köşesine bir patates çuvalı gibi yığılmışken, pazar tezgâhlarının altına atılmış çürük bir meyveden, silindikçe büyüyen yoğun bir lekeden farksız olmadığımı düşünmeden edemiyordum. Karnına yediği tekmeyle cılız bedenini bir anda sokakta bulmuş zavallı bir köpek gibi hissetmemek için kendime bahaneler üretmekle meşguldüm son günlerde. Ne farkım vardı senin öykünde anlattığın o yavru köpekten? Evi boş, kalbi boş, bedeni boş, ama aklı her daim sarhoş, zihni her daim nahoş! Senin dairenden çıkıp kendi evime dönerken hep bu sorunun yanıtını düşündüm. Neydi içime oturan bu ağır huzursuzluk hali? Senin Çin’e dönmek üzere oluşun mu? Epitopu iki aydır görmemiştim yüzünü. Seni yeniden görecek ama sana her hâlükârda dokunamayacak, seninle sohbet edemeyecek, senin yörüngene giremeyecektim. Hani olur ya, tuvalete yaklaştıkça idrar torban patlayacakmış gibi ağrımaya başlar! Halbuki, yakınlarda tuvalet olmasa dayanılabilir bir ağrı olur bu, arzu edilen değil ama yine de tahammül edilebilen, en kötü ihtimalle ertelenebilen.  Bu da onun gibi bir şey mi acaba? Şunun şurasında, âşığın maşukuna kavuşacağı ânı düşünüp heyecana kapılması gibi bir intizar mı yoksa yaşadığım bu yoğun his?

*** Devamı yayınlanacak kitapta...