Bu Blogda Ara

18 Mart 2025

Sürgünden Öte (13)


 Haziran ayının ortasında apar topar gidiyorsun İstanbul’a. Okulun kapanmasına iki hafta kala, derin bir şefkât beslediğin öğrencilerinle ve sohbetinden haz aldığın birkaç öğretmen arkadaşınla vedalaşmaya bile fırsat bulamadan onların gözünde sırra kadem basıyorsun. Haber gece yarısından sonra saat 2’de geliyor, sen sabah 10’da kalkan aktarmalı bir uçuşta yerini almışsın. Hayatında ilk defa bedenini sıkmıyor üzerine oturduğun uçak koltuğu, ayaklarını istediğin gibi uzatamamak rahatsız etmiyor seni. Öylece, kanı çekilmiş bir böcek gibi kaskatı bekliyorsun etrafındaki curcunanın sonlanıp uçağın kalkmasını.  Karın ve üvey evladın yoklar yanında. Ayağına bağ olurlar diye götürmüyorsun onları beraberinde. Dil bilmiyorlar, din bilmiyorlar, örf bilmiyorlar… Onca işin arasında bir de onlara rehberlik mi yapacaksın? “Tek başınayım, her zamanki gibi. Yazarken, yaşarken ve yaşamayı askıya alıp başkalarının gölgelerine sığınırken…” yazıyorsun kendine gönderdiğin notların birinde. Benim aklım “her zamanki gibi” deyişine takılıyor, uzun süre de çıkmıyor bu takıntı aklımdan. Uçak dolu değil, yanındaki iki koltuk da boş. Ne güzel diyorsun, karınla yaptığın kısa konuşmada, kimseyle muhatap olmak zorunda kalmayacağım. Yayılıyorsun koltuğa. Seni hayal ediyorum, kocaman uçağın içinde gittikçe kaybolan bir Naci Hoca, çehren kurumuş mantar gibi büzüldükçe okuma gözlüklerin büyüyorlar, kaygıdan kabaran gözaltların yanaklarını olduklarından daha da pörsük gösteriyorlar. Gözbebeklerin kış bulutları gibi mat, kalbin durdu duracak kararsız; kafanın içi bir bataklıktan farksız, anıların aniden bastıran seli karşısında çaresizsin. Birisi omzuna dokunacak olsa hüngür hüngür ağlayacaksın. Tutunacak bir yer arıyorsun bu yüzden, arıyorsun ama bulamıyorsun bu sefer. Hep o aynı paslı pasaklı duvar dipleri, bu dipleri sessiz sakin esir almış çürük beton artıkları, deniz kabukları, içi boş salyangoz artıkları geliyor gözlerinin önüne. Aklın hep birkaç saat önce gelen haberin üreteceği sonsuz sayıdaki patikanın birbirinin içine geçerek oluşturacağı girift düğümle meşgul. İki tarafından çekildikçe çekiliyor, düğüm değil kaynak oluyor adeta.

Kalp krizi demişti ablan telefonda, ev temizliği yapmışmış yaşına başına bakmadan. Muhabbet’e yardım olsun diye camların önlerini sildikten sonra mutfaktaki halıyı toplamaya yeltenmiş. Sen misin eğilen, o anda vurmuş göğsünün sol tarafına bir ağrı. Muhabbet, kızım gel, göğsüm yanıyor diye bağırmış gittikçe kısılan sesiyle, bir eliyle buzdolabının karşısındaki ayağı topal sandalyeye dayanırken bir eliyle göğsünü tutuyormuş. Sonrasında yığılmış kalmış kışlık soğan çuvalları gibi sandalyeyle buzdolabı arasındaki boşluğa. Muhabbet yetişmiş, 112’yi aramış, bildiği kadarıyla ilk yardım falan denemiş ama nafile. Hastaneye yetişemeden yolda teslim etmiş ruhunu. Böyle demişti ablan, zaten sesi ikide bir hıçkırıklarla kesiliyordu. Sen bu kadarını anlayabilmiştin. Ne diyeceğini bilemediğin için “başımız sağ olsun abla” demiştin. Der demez de utanmıştın kendinden. İnsan annesinin ardından böyle mi der? İyi ama bunu demezse ne der? Sonrası biraz daha muğlaktı senin için, bir patlamanın ardından duyulan kulak çınlaması gibi bir uğultu, kafanın içinde bitmeyen bir çello notası…

Devamı yayımlnacak kitapta... 

Bundan sonraki bölümleri sayfaya koymayacağım. Kitap herhalde yıl sonuna doğru yayımlanır. 

AA

08 Mart 2025

Sürgünden Öte (12)


 

Neden böylesin sen Naci Hocam? Neden hep mesnetsiz bir savunma pozisyonunda geçiriyorsun güzelim günlerini, neden hep birileri seni suçlamış da sen bu hayali güruha karşı avukatlığa soyunmak zorundaymışsın gibi hafakanlar içinde debelenip duruyorsun? Kendi kendine konuşuyorsun, argümanlar ve karşı argümanlar üretiyorsun, mahkemede yargıç karşısındaymışsın gibi zihninin tüm guddeleri yapmış olduğun eylemleri haklı gösterecek gerekçeler salgılamakla meşgul? Beynin hep bir dinamo gibi vızır vızır sesler çıkararak çalışıyor, bir değirmen gibi uğultulu ve tozlar içinde, sorgu sırasında gelebilecek her türlü saldırıya karşı her daim tam teçhizat hazırlıklı. Neden ha, neden böylesin?  Nasıl bu hale geldin? Genç bir kızken köyden büyük şehre göçüp hayatı boyunca gece gündüz demeden çalıştığı halde bedenen de ruhen de şehre karışamamış olan annen mi öğretti sana bu huyları? Yoksa, sen çocukken varlığını sadece ve sadece uzağından hissettiren ve sen büyüyünce de yakınındayken bile sana uzaktaymış duygusunu yaşattıran baban mı? Belki de ablandı seni hep küçük bir kardeş olarak görüp büyümene, yani hata yapıp hatalarının sonuçlarıyla yüzleşmene izin vermeyen. Bu yüzden de gençliğinin ilk yıllarında çalışmaya başladı kafanın içindeki o Gerekçe Üretim Merkezi (GÜM)! Nedir dünyayla alıp veremediğin? Ağzına kötü bir tat gelmiş ve sen o kötü tadı o anda vücudundan atmak istemiş olabilirsin, öksürürken boğazından kurtulan bir parça balgam kaldırıma yapışmış olabilir, yemek yerken birkaç tane pirinç tanesi düşmemek için çenendeki sakallara tutunabilir, kâğıt oranı bol olan çöpü farkına varmadan geridönüşümsüzlüğün sonsuz deliğine tıkmış olabilirsin. İnsansın; etten, kemikten ve hatalardan ibaretsin. Tükür gitsin, ne olacak, kim görecek sanki. Bir kere de senin balgamın yapışsın Shenzhen’ın kaldırımlarına. Hadi gördüler diyelim, ne yapacaklar? Kaldırıma tükürmek yasak değil ya! Neden illa birileri beni görecek de beni ayıplayacak diye yaptığın en ufak kuraldışı harekette bu derece pimpirikleniyorsun. Bak millet nasıl tükürüyor. Boğazını bir güzel temizliyor, gargara yapar gibi hazırlıyor kendisini; törenle, şaşaayla, gururla şaaap diye yapıştırıyor kaldırımın ortasına. Erkeğinden kadınına, yaşlısından gencine, yoksulundan varsılına, doğulusundan batılısına herkes yapıyor bunu. Göbeğini kaşıya kaşıya yapanı da var, telefonun öteki ucundaki karısına çemkirirken yapanı da. Sen de yap, alem tükürük görsün, sonra da geç git tıpkı onlar gibi, hep içten içe yukarıdan baktığın ama hikâye yazmak istediğinde içlerine girme arzusuyla yanıt tutuştuğun sıradan insanlar gibi oluver bir kere de.  Ne ardına bak korkuyla ne de önüne doğru büzül mahcubiyetle. Övünçle savur içindeki pisliği dışarıya doğru, bırak başkalarını düşünmeyi, bırak kim ne der diye endişelenmeyi, bırak kendine her daim başkalarının gözüyle bakmayı, yargılamayı, eleştirmeyi, beğenmemeyi, bu son olsun demeyi. Menfaatini düşün, elde edeceğin maddi manevi kârı düşün, sadece ve sadece kendi iyiliğini düşün. Gurur duy bununla. Bugüne kadar başkalarını düşündün de ne oldu? Hani neredeler? İlk fırsatta seni kapı dışarı etmediler mi? Sen onlara merhamet ve sevgi gösterirsin, onlar bunu zayıflık ve beceriksizlik olarak algılarlar. Sen onlara yardım elini uzatırsın, onlar ellerine geçirdikleri ilk sopayla seni kovalarlar. Boş veeer! Bu dünya küstahlara ve bencillere güzel. Neden biliyor musun? Hayatlarında bir kere bile kendilerini küstah ve bencil olarak görmeyecekleri için… Yanılıyor muyum? Hayır efendim, sen yazarsan ben de yaşarım, sen düşünürsen ben o düşünce balonlarının erişemediği karanlık sokak köşelerinin sessiz kâşifiyim. Hayatı ve içindekileri senin gibi uzaktan izleyerek değil, onlarla mücadele ederek ve onlara müdahale ederek öğrendim ben. Neyse, nereden de geldi bunlar şimdi aklıma. Seni geçenlerde bir ağacın yaprağına tükürüp, o yaprağı da atacak bir çöp kutusu bulamayınca yarım saat boyunca elinde taşırken gördüm de ondan. Kabız oldum resmen seni izlerken, içim şişti... Casusun olmasam gelip elinden alacak, senin gözünün önünde sokağın ortasına bırakacaktım o yaprağı. Atmadın, ta ki bir çalılık görene kadar. Eskiden bu hassasiyetin bana çok çekici gelirdi. Ne kadar ince, ne kadar düşünceli bir adam derdim. Şimdilerde yorucu ve ahmakça buluyorum bu kadar detaylı düşünmeyi. Hayat kısa Naci Hocam, carpe diem yani. Sen daha iyi bilirsin bu tumturaklı lafları, in vino veritas, memento mori… Ama benim de bildiğim bir tane var: Acta non verba!  Yardır gitsin; kırdığın, kıracağın, kıramayıp da çatlattığın, kırayazdığın, kırmak isteyip de kıyamadığın kalpleri sayarak tüketme günlerini. Kır geç, dök geç, eze eze geç, özür bile dileme. Mutlu olmak bu kadar kolay işte…     

****

Devam edecek... 

Bölümlerin kalan kısımları yayımlanacak kitapta... Sadece son eklenen bölümün tamamı bu sayfada tutuluyor. 


18 Ocak 2025

Sürgünden Öte (11)


Uyandığımda karanlık bir odanın köşesinde, soğuk bir zeminin üzerinde buluyorum kendimi. Altım buz gibi şap beton. Tam karşımdaki duvarın tavana yakın olan kısmında ufak bir pencere var, pencerede de boylamasına yerleştirilmiş iki tane demir parmaklık. Pencere o kadar ufak ki parmaklıkları neden takmışlar diye sormadan edemiyorum kendime. Denesem bırak kafamı, elim bile geçmez o delikten. Dikkatlice bakınca dışarıda, 10-15 adımlık bir mesafede bir kavak ağacının tepesini görüyorum, arada esen rüzgârla salınıyor ağaç, hışırtısı içinde bulunduğum odanın duvarlarında yankılanıyor, daha geride som mavinin içinde yalnız kalmış bembeyaz bir bulut ara ara görünüp kayboluyor. Neredeyim ben diye soruyorum kendime, ne işim var burada, neresi burası? Yoksa birileri ihbar mı etti beni? Yıllardır sakladığım "sır içindeki sırrım" ifşa oldu da beni, istihbarat binasının bodrum katında olduğu söylenilen zindana mı tıktılar? İyi ama öyle olsa kavak ağacının ne işi var pencerenin önünde? Bunca yıldır Shenzhen’da bir tane bile kavak ağacı görmedim ben. İstanbul’un uzak semtlerinde olurdu kavaklar, baharda polenlerini salarlar, beni ucu bucağı olmayan bir hapşırma krizine sokarlardı. On sene önce Xinjiang’a gittiğimde de görmüştüm gerçi. Dere boyu dizilmişlerdi uzun ince boylarıyla. Demek Çin’in batısında olma ihtimalim de var. İyi ama neden? Kime ne yaptım? Yoksa anladılar mı fırsat buldukça senin evine girdiğimi? İyi ama giriyorum da ne yapıyorum? Sorsalardı keşke beni buraya tıkmadan önce. Bir şey çalmıyorum ya! Seninle yüz yüze görüşmüyorum, devletin sırlarını seninle paylaşmıyorum. Tam tersine evine bir şeyler ekl… Yattığım yerden doğrulup dik bir şekilde oturuyorum, sırtımı duvara yaslı bir halde dizlerimi büküp ayaklarımı kendime doğru çekiyorum. Betonun üzerinde uyumaktan böğrüm ağrımış, şimdi biraz da kıçım ağrısın! Pencereden gelen ışığın mümkün kıldığı kadarıyla odanın kalan kısımlarını tarıyorum kısık bakışlarımla. Zaten gözlerim hâlâ alışma aşamasında bu gizemli alacakaranlığa! Yüzümü, yanaklarımı, şakaklarımı ovuyorum kendime daha hızlı gelebilmek için. Odada benden başka kimse yok gibi, yine de emin değilim, ışığın en az vurduğu noktada hareket eden bir cisim var sanki. Kımıldayınca belli belirtisiz ışıltılar saçan, aklıma ilk etapta ıslak bir kaya parçasını ya da kazmanın taşa vurduğu noktayı andıran, kara, kapkara bir şey var orada. Zift gibi ama sıvı değil, kömür gibi ama katı değil, duman gibi ama gaz değil. Ya hepsi birden ya da hiçbirisi. Kıpırdadıkça pürtüklü zeminden fışır fışır sesler geliyor. Karşımdaki şey her neyse kocaman ayakları olmalı, ya da küçücük ayaklarının üstünde sürekli denge arayan dev bir gövdesi. Kalçamı pencereye doğru hafifçe kaydırıp ışıktan daha fazla yararlanma adına açımı değiştiriyorum. Önce gözleri değiyor gözlerime, kocaman iki cam fanus, bir yanardağ kraterinin içinde fokurdayan kızıl lavlar. Sonra yassı burnunun muazzam deliklerini, dudaksız ağzını, uzun ve kalın kollarını, bu kolları bir kürk gibi kaplayan kılları, kafamı sıksa anında parçalayacak ellerini, parmaklarındaki gümüş renkli boğumları fark ediyorum. Öylesine heybetli, öylesine cüsseli bir hayvan ki çığlık atmak istediğim halde hiçbir ses çıkmıyor boğazımdan. Ağzım, dilim, boğazım, her yerim kupkuru, yanıyorum olduğum yerde. O bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Onda merak hâkim, bende korku. Onda intikam arzusu, bende af dileme. Onda haksızlığa uğramışlığın kızgınlığı, bende ödevini yapmamış öğrencilerin mırıltılı duaları... Gözleri oynuyor sağa sola, benim gibi odayı kolaçan ediyor ama yine de yerinden bir santim kıpırdamıyor. Sadece izliyor beni. Boyumu posumu ölçüyor besbelli, benim elli kiloluk bedenimi kaç saniyede parçalara ayıracağını, bacağımdan tutup beni hangi duvardan hangi duvara vuracağını, üzerimde zıplayıp beni nasıl dümdüz edeceğini hesaplıyor. İçimde duyduğum ürpertinin tarifi öylesine imkânsız ki hafiften kaçırıyorum altıma. Ilık ılık akıyor çişim, bacaklarımın arasından seğirterek betona varıyor, baldırlarım sırılsıklam. Üşümeye başlıyorum, titriyorum istemsizce, çenem kayışı kopmuş bir makine gibi dişlerimi öğütüyor.  Duymuş olmalı altımdan kaçan şırıltıyı, gözlerini üzerimde sabitliyor. Burnuna çarpan şiddetli insan sidiği kokusunu inip kalkan boynuyla tasdik ediyor. Ben tamam diyorum, bana zarar vermeyecek. Öyle bir niyeti olsaydı çoktan yapmıştı. Kaçacak yerim de yok zaten, başlamasıyla bitirmesi üç saniye bile sürmez. Demek güvendeyim, demek barışçıl bir goril bu. Evini bir insanla paylaşmaya razı. Bu oda ikimize de yeter diyor. Birlikte gül gibi geçinir gideriz diyor. İnanıyorum fiziksel rahatlamanın getirdiği bu masala. İçimdeki diğer ses uydurduğum bu masala mesafeli olmam gerektiğini söylüyor. Hemen ardından uydurduğum tüm masallara mesafeli olmam gerektiğini ekliyor, özellikle hamak gibi gerilip arzuladığım şekli alarak ruhumu rahatlatanlara.  Karşımda vahşi bir hayvan var, onun karşısında ise büyük bir olasılıkla yaşadığı sefil hayattan dolayı sorumlu tutabileceği bir insan. Fırsatı yakalamışsa neden benim tek taraflı anlaşmamın altına imza atsın. Aklıma senin yıllar önce yaptığın bir hayat tarifi geliyor. Doğar doğmaz kaptırırız bacağımızı bir timsahın ağzına. Ömür denilen şey o bulanık suda timsahın kerpeten gibi ağzının izin verdiği ölçüde yaşanan çırpınmadan ibarettir. Ah senin bu karamsarlığın, ah senin bu bir türlü iflah olmayan kronik mutsuzluğun…  Pencereden görünen kavak ağacına tırmanmak ve gorilin ulaşamayacağı ince bir dalın ucunda sabahlamak istiyorum ama yerimden kalkmaya, bırak kalkmayı, kılımı kıpırdatmaya cesaretim yok. O bana bakıyor, ben ona. Ölümün, sefaletin, her şeyimi yitirmenin -neyim kaldı ki?- kokusunu alıyorum. Midemden yukarıya doğru patates büyüklüğünde bir geğirme yükseliyor. Ben işimi sessizce hallettiğimi sanıyorum ama o duyuyor ve duymasıyla üzerime doğru koşmaya başlaması bir oluyor. Ayağından zincirlenmiş olduğunu o anda fark ediyorum. Beni buraya atan zihniyetle onu duvara zincirleyen zihniyet aynı olmalı. Dişlerini görüyorum o anda, kapanı andıran geniş ağzından sarkan sipsivri çivileri. Çektikçe çekiyor zinciri, duvarlar çürümüş olmalı ki parça parça dökülüyor duvarın sıvası. Daha fazla dayanamayacağım deyip gorile arkama dönüyorum. Zincir koptuğu anda işim bitecek ne de olsa! Ne yapacaksa yapsın ben fark etmeyeyim, görmeyeyim, kokusunu almayayım. Zincir kopuyor, şakır şakır boşanıyor ayağına bağlı prangalar. Soluğunu ensemde hissediyorum, kıllı kolları boynuma dolanıyor, gövdesinin sıcaklığı sırtımda geziniyor, terler boşanıyor her yanımdan, tir tir titriyor bacaklarım, boşandı boşanacak dizlerimi tek parça halinde tutan bağlar. Sanki boyum uzunluğunda ısırgan otlarının olduğu bir tarlaya anadan üryan dalmışım gibi bir acı hissediyorum bedenimin her yerinde. Merak, korku, telaş, neden hâlâ hayattayım? En başta atmam gereken çığlığı nihayet atıyorum ve yataktan fırlayarak uyanıyorum!

Devamı yayımlanacak kitapta... 

06 Ocak 2025

Sürgünden Öte (10)



Bir insanın mutsuz ve açgözlü bir kocası olmasından daha kötü ne olabilir diye soranlara vereceğim yanıt kısa ve nettir: mutsuz ve açgözlü bir eski kocası olması. Daha ne istiyorsun be adam? Boşanalım dedin, sesimi çıkarmadım. Mal paylaşımı şöyle böyle olsun dedin, tamam dedim başımı eğdim. Anneme babama geçimsizlikten dolayı boşandığımızı söyle dedin, ona da eyvallah dedim. Ben bu kadar iyi niyet, bu kadar müsamaha göstermişim, kanatlarımı bu derece ayaklarının dibine sermişim, senin yapacağın ilk şey mahkemeye gidip telefonundaki hesaplara senden izinsiz girdiğim için şikâyet etmek mi olmalıydı? Hayır, ne bekliyorsun? Yargıç sana mı acıyacak yoksa bana mı? Vah vah, karısı telefonun şifresini kırmış, kocasının başka kadınlarla yaşadığı aşna fişneyi ortaya çıkarmış, özel hayatın dokunulmazlığına halel getirmiş diye Luohu’daki daireyi sana mı verecek? Hangi ülkede yaşıyorsun sen geri zekâlı, hangi özel hayat, hangi kişisel haklara tecavüz, hangi dokunulmazlık! O değil, farkına varmadan benim de başımı yaktın. Yargıç ister istemez senin avukatından gelen bu ahmakça talebi dosyaya koyunca, boşanma sürecimi yakinen takip eden Shenzhen İstihbarat Dairesi durumdan haberdar oldu tabii. Vay sen misin kutsal görevini yerine getirmen için sana emanet edilmiş olan cihazları, uygulamaları, özel araç gereci kişisel çıkarların için kullanan? Sen misin devletin sana verdiği yetkilerle ailevi sorunlarını çözmeye yeltenen? Sen misin yetki alanının dışında olduğu halde bir sivili, üstlerine haber vermeksizin takibe alan? Sanki yapmayan var! Eminim onlar da yapıyordur benzeri işgüzarlıkları ama onların benimkisi gibi salak bir kocaları olmadığı için yırtıyorlardır paçayı. Ne mi oldu? Ne olacak, soruşturma başlattılar, önce yazılı, sonra sözlü savunma vereceğim disiplin kuruluna. Yazılı savunma sorun değil de sözlü savunmada inim imin inletirler adamı! Aralıksız on dört saat süren sözlü savunmalar biliyorum ben. Beni eğil on dört saat, dört saat kapalı bir odada tutsalar, işlemediğim suçları bile itiraf ederim. Casusuz iyi tamam da insan üstü bir varlık değiliz yani! Hadi bunları geçtik, ya soruşturma bitene kadar maaşımın yarısını alabilecek olmama ne demeli? Daha da kötüsü eğer soruşturma sonunda eğer kesin suçlu bulunursam zorunlu olarak emekli edileceğim ve emekli maaşım olması gerekenin üçte biri kadar olacak! Lanet olası herif, neler açtı başıma giderayak! Neyse ki Luohu’daki dairenin bana kalacağından eminim. Ondan aldığım kirayla şu anda kaldığım yerin kirasını ödeyebiliyorum, ileride buranın kirası artarsa oranın kirasını da arttırırım. Birikmiş paramla bir süre idare ederim, sonrasında da ya işime döneceğim ya da emekli olacağım. Her iki durumda da parasal yönden endişelenecek bir durumum yok. Tek başıma yaşıyorum, paramı idareli harcıyorum, pahalı seyahatlere çıkıp lüks otellerde kalmıyorum, lüks lokantalarda paramı çarçur etmiyorum, çocuğum da yok ki her şeyin en iyisini hak ettiği yalanıyla onun mutluluğu için kazandığımdan fazlasını harcayıp borca gireyim. Ama yine de sinirlerim çok bozuk, ben ne yaptım tüm bunları hak edecek? Aldatan sensin, boşanmak isteyen sensin, boşanır boşanmaz çıplak bedenini o ucuz aşüftelerin koynuna atacak olan yine sensin! Ben ki başka bir adama abayı yaktığım halde yıllarca tuttum kendimi, fiziksel anlamda tek bir yanlış adım atmadım evliliğime hasar verecek. Hayal kurmak da mı yasak! Olamaz mı yani, gönül bu, akılla rasyonaliteyle, hele hele mantığın katı kurallarıyla dizginlenebilecek bir şey değil ki çökeyim ümüğüne, keseyim soluğunu. Yok ama, görür o gününü, onu mahkeme salonu dışında bir yerde görürsem sırtına zıplayıp boğazına sarılacağım, limon gibi sıkacağım yağlı boynunu, mosmor edeceğim parmaklarımın arasına alabildiğim bıngıl etlerini. Görürsün sen, hele bir boşanma işi sonuçlansın. Ne yapacaklar? İki hafta nezarete atarlar, sonrasında çıkar, at gibi kişnerim sokaklarda, kurt gibi ulurum evinin önünde. Hiç de bir şey yapamazlar, hiç de bir şey yapamaz.

Neyse Naci Hocam, benim dertlerim bitmez. Sen Çin’e geri döndün ama ben döndüğüne sevinemedim bile. Görüyorsun işte, nelerle uğraşıyorum. Ne kabzımallar ne budalalar var şu dünyada. En azından benim senin evine girdiğime dair bir bilgileri yoktu istihbarat dairesinin. Bir de onu biliyor olsalardı şu aşağıdaki parkın ortasında Bin Kesikle[1] idam ederlerdi beni.  İsa gibi çarmıha gererlerdi herhalde beni istihbarat dairesinin duvarına. Evet gittim, sana olan aşkımı itiraf edebiliyorsam kendimi sana yakın hissetmek için girdiğim riskleri neden saklayayım burada? Gurur bile duyuyorum cesaretimle. Aşkı için hiçbir fedakârlık yapamayan korkaklar utansın. Ben neden utanacakmışım!

Gittim. İlk defadan sonra üç kere daha, sonuncusu sizin dönüşünüzden iki gün önceydi. Bir çeşit vedalaşma tertip ettim senin anlayacağın, kendimce ritüeller, temenniler, akıl sır ermez gözyaşları, sağa sola bırakılan belli belirsiz hediyecikler... Bozuk fermuarlı pantolonunu anaokulunun yanındaki müştemilatta terzilik yapan yaşlı adama yaptırtmıştım, onu geri getirdim. 20 Yuan aldı. Görsen ne kadar şeker bir adam, “Kocana söyle, fermuarı ağır ağır çeksin, kumaşı fermuarın ağzına sıkıştırmasın” dedi ben dükkândan çıkarken. Hiç sesimi çıkarmadım, başımla hay hay yapıp ayrıldım yanından. Kalbim çatlayacak gibiydi oysa. Sırf “Kocana söyle” kısmını tekrar duymak için adamcağıza “Anlamadım, bir daha söyler misin?” dememek için zor tuttum kendimi. Hem daha yapacak iş çoktu. Küflenmiş paçayı ıslak bezle birkaç defa sildim, ütüyle kuruttum, dolaptaki yerine astım. Dolabın bir kapısını da açık bıraktım ki küf kokmasın geldiğinizde. Naftalin paketleri koyacaktım ama unuttum, hem bu kadarı çok dikkat çeker diye çekindim. Durduk yere polis karakoluna gitmeyin benim yüzümden. Buzdolabının içini boşaltıp her tarafını sabunlu bezlerle temizledim. Pırıl pırıl oldu diyemem ama eskisine göre daha iyi. En azından bataklık dibini andıran o nefti lekeler yok artık. Kollarım ağrıdı o sinsi lekeleri ovmaktan, resmen yosun tutmaya başlamış buzdolabınızın iç duvarları. Yerleri de süpürdüm kabaca, senin odana ağırlık verdim desem abartmış sayılmam. Süpürdüm, sildim, kuruladım, dolapların arkasına saklanan ve karının pek de izlerini sürmediği toz yumaklarını ellerimle topladım. Senin salondaki köşene oturup, bir hafta sonra senin tam olarak bu noktada kurulacağını, kitap okurken kurutulmuş mango, erik, tatlı patates ya da kızarmış muz yiyeceğini, ellerinde ufaladığın fıstık kabuklarının bir kısmını yere ya da koltuğun kenarına dökeceğini hayal ettim. Sonra kalktım, balkona geçtim, karanlıktan istifade edip bir sigara yaktım, dumanımı uzun uzun üfürdüm lacivert geceye doğru, izmaritimi söndürüp aşağıya attım. Kıçımı masaya dayayıp kendi daireme baktım. Hundun oradaydı, masanın üzerine koyduğum minderin üzerinde uyukluyordu. Sırf o tırmanabilsin diye masaya geniş adımlı bir merdiven dayamıştım. Neyse ki tembel değil Hundun, ya da yaşlandığının ayırdına varamıyor. Başkalarının kedileri gibi yeni şeylere karşı sert tepki vermiyor, alışıyor çabucak. Salonun ışığını açık bıraktığım için zar zor da olsa seçebildim kedimi. Bir süre sessizce, içimi çeke çeke sebepsiz yere ağladım. Ne olacak benim bu halim diye sordum kendi kendime. Ayın karanlık yüzünde meydana gelen depremleri düşündüm önce; ırmakların kayaların arasından coşkuyla fışkırmalarını, göllerin yüzeyinin sabah güneşiyle gümüş bir tepsi gibi parıldayışını, sahili döven dalgaların yaprak hışırtısını andıran seslerini, geceleri şehirler sükuna erince derin bir uğultuya dönüşen karanlık ormanları, şelalelerden akan suların çarptığı kayalardan köpükler saçarak sıçrayışını… Hayal dünyam yeryüzünün kıvrımlarında av arayan bir kartal gibi süzülerek yol alırken içimdeki hüzün katlanarak büyüdü. Kalın bir battaniye gibi önce sırtımı, sonra omuzlarımı, en son da göğsümü ve ayaklarımı örttü. Geleceğimin belirsizliği, ne yapmak istediğimden emin olamamak, bir sonraki adımımı nereye atacağımı bilememek, ileriye değil de geriye bakıp geçmişten medet ummak... Hayatımda hiç bu kadar çaresiz ve yalnız kalmamıştım sanırım. Okul yıllarında ailem vardı, okuldan sonra işim ve eşim vardı, bir çocuğum yoktu ama çocuğumun veremediğini veren sen vardın. Oysa bu akşam, senin evinin balkonunun en az ışık alan köşesine bir patates çuvalı gibi yığılmışken, pazar tezgâhlarının altına atılmış çürük bir meyveden, silindikçe büyüyen yoğun bir lekeden farksız olmadığımı düşünmeden edemiyordum. Karnına yediği tekmeyle cılız bedenini bir anda sokakta bulmuş zavallı bir köpek gibi hissetmemek için kendime bahaneler üretmekle meşguldüm son günlerde. Ne farkım vardı senin öykünde anlattığın o yavru köpekten? Evi boş, kalbi boş, bedeni boş, ama aklı her daim sarhoş, zihni her daim nahoş! Senin dairenden çıkıp kendi evime dönerken hep bu sorunun yanıtını düşündüm. Neydi içime oturan bu ağır huzursuzluk hali? Senin Çin’e dönmek üzere oluşun mu? Epitopu iki aydır görmemiştim yüzünü. Seni yeniden görecek ama sana her hâlükârda dokunamayacak, seninle sohbet edemeyecek, senin yörüngene giremeyecektim. Hani olur ya, tuvalete yaklaştıkça idrar torban patlayacakmış gibi ağrımaya başlar! Halbuki, yakınlarda tuvalet olmasa dayanılabilir bir ağrı olur bu, arzu edilen değil ama yine de tahammül edilebilen, en kötü ihtimalle ertelenebilen.  Bu da onun gibi bir şey mi acaba? Şunun şurasında, âşığın maşukuna kavuşacağı ânı düşünüp heyecana kapılması gibi bir intizar mı yoksa yaşadığım bu yoğun his?

*** Devamı yayınlanacak kitapta...