O nasıl rüyaydı öyle ya! Neredeyse altıma edecektim korkudan. Belki de ettim! Bu kadar ıslaklık neyle izah edilir başka! Terden sırtım yapış yapış olmuş, yorganın altından çıkınca gecenin ayazı nasıl da ısırdı tenimi. Şule ayak tarafıma yatmış ama zor seçiliyor kafası karanlıkta. Kıvır kıvır saçları yastığın üzerine yayılmış kıllı bir örümcek gibi ürkünç. Yavaş yavaş alışıyor gözlerim karanlığa. Perdeler kapalı ama köşelerden bir şekilde yolunu bulup sızıyor gecenin ılık şerbeti odanın içine, bu da bana yetiyor eşyaları ya da onların üzerine konan ışık huzmesini algılamam için. Karşıki çekyatta oğlanlar var, sarhoş olup sızmışlar sanki, kolu bacağı kırık bir kukla gibiler. Dün akşam geç vakitte yıldızları izlemiştim, bir ton da çay içtim, iki defa tuvalete kalktım bu yüzden. Zavallı Şule de uyandı benim hışırtılarıma. Neyse ki uykusu ağır, gözünü bile açma gereği duymadan kaldığı yerden devam edebiliyor. Ya ben! Her tuvaletten sonra ayrı işkence, kafamda unutulması gereken binlerce anı, uğraş dur, daracık yatağın sınırlarına söverek. Yine de böylesi detaylı bir rüya fırsatını bulup beni korkutmayı becerdi, üzerine bunca ter de döktüm. Kalktım, sırtıma bir hırka geçirip hole geçtim. Musluktan bardağa su doldurup diktim kafama. Soğuk su cayır cayır yanan boğazımdan geçerken nasıl da yumuşak, nasıl da sinsi! Lıkır lıkır içiyoruz köyün kireçli sularını ama hadi hayırlısı bakalım, dün biraz karnım ağrımıştı. Çaydandır demişti Sadık Abim, çayın suyundandır demek istiyor aslında. Başsağlığına gelen yaşlı komşulardan biri –köşeye bırakıp unutunca eski bir buzdolabı gibi sabaha kadar homurdanan doksanlık teyzelerden- “Buranın suyundandır yavrum. Böyük şehrin suyuna alışmışsığız siz, garın ağrısı da yapar hötürek de!” diye guruldamıştı. Ne adını biliyorum kadının ne de sanını! Köyün yukarı kısmındanmış, annesi babamın annesiyle emişik miymiş ne! Hötürek lafını da annem vefat ettiğinden beri ilk defa duymuş oldum böylece. İstanbul’da kimse kullanmaz bu kelimeyi. Çocuklar cırcır olur, büyükler ishal!
Hırkamın
önünü sıkıca ilikledim. Tam evin önüne geçip biraz hava alacaktım, Ahmet Abimin
yattığı odaya bir bakayım dedim. Kapı kıyışık bırakılmış, ilk gece kapatmıştı
oysa. Kafamı uzattım içeriye doğru meraklı bir kedi gibi. Bir tek yengemin
kafasını gördüm. Emin olmak için biraz daha yanaştım, eşiğin üzerinden geçip
ses çıkarmamaya özen göstererek odanın içine girdim. Yatağın başucunda
dikildim. Yoktu! Aynı sessiz adımlarla çıktım dışarıya. Holün ay ışığı alan tek
köşesine gidip biraz düşündüm. Demek gece geç vakitte de gelmedi abim. Ben de
her tuvalete gidişimde bir şeylere çarpacağım da adamı uyandıracağım -yengemin
aksine abimin uykusu çok hafiftir, üst kattakiler yere kalem düşürse uyanır
hemen!- diye o kadar endişelenmiştim!
Boşunaymış onca hafakan! Peki, nerede bu adam? Kahvaltıdan sonra çıktı, işlerim
var halledip döneceğim dediydi. Çıkarken de eklemişti, “Çocuklara da yapacak iş
ver. Akşama kadar sağda solda pineklemesinler.” Nereye gitti acaba! Cenazeyle
ilgili yapılacak pek bir şey kalmadı. Yemekleri, içeceği, arabaları, mezar
kazıcılarını, namazı kıldıracak imam efendiyi falan hep ayarladık. İlçeye
gittiyse orada bir otelde kalmış olabilir. Babasının küp gibi evi dururken
köyde başkasının evinde kalmaz herhalde. Gerçi belli olmaz onun işi, para onda,
güç onda, kahvaltı masasında bile tıpkı oğulları gibi gözünü ayırmadı
telefonundan. Boyuna birilerine mesaj yazıp durdu. Kendi kendine gülümsedi,
kendi kendine küfretti… Sonra da basıp gitti. Sadık Abime sorduydum, o da
bilmiyorum demişti. Telefonlarına da yanıt vermiyor, nasıl işse artık! Neyse,
çıkar gelir elbette. Koca adam, peşinden koşacak değilim ya! Hem karısı var, o
merak etmiyor, ben mi merak edeceğim?!
Dış
kapıyı açtım, gıcırdayarak selamladı beni kapının menteşesi. Dün Süleyman’a
demiştim, yağ koy azıcık diye ama dinlemedi beni. Ayçiçek yağı olmaz hala,
makine yağı koymak lazım dedi. İşten kaçmak için bahanesi hazır hemen. Bal gibi
de olur ayçiçek yağı, ben daha önce yaptım İstanbul’daki evimde, çok güzel
oldu. Ellerinden telefonu düşürmüyorlar ki bir işe hakkıyla girişebilsinler.
Denesinler, yanılsınlar, bir daha denesinler, işi nihayetine vardırana kadar
dünyaya sırtlarını dönsünler… Benim kızlarım böyle olmayacak ama, olmamaları
için elimden geleni yapacağım, yapıyorum da. Odaklanamamayı seviyor insan,
odaklanmayı engelleyen şeylere tutkuyla bağlanıyor, dikkatini dağıtan her şeyi
bağrına basıp kendisini ona âşık ediyor. Bu çağın en büyük düşmanı, en sessiz
katili, görünmez bir yılan gibi aramızda gezinen en sessiz avcısı bu
telefonlar. İnsanın en temel içgüdülerine; yalnız kalma korkusuna, can
sıkıntısına, beğenilme arzusuna yanıt veriyorlar. Bu zaaflara göre tasarlanıp
sunuluyorlar. Bir çeşit virüs gibiler, cansız gibi görünüyorlar ama
yuvalanacakları bir ortam bulduklarında canlıdan farksızlar, çoğalmak ve yayılmak
için insanların bedenlerine muhtaçlar. Bir girdiler mi de tavşan gibi
ürüyorlar, içine girdikleri bedeni zayıflatana, onu kof bir kütüğe çevirene
kadar devam ediyorlar saldırgan tavırlarını.
Boşuna mı akıllı telefon deniyor bunlara, çünkü girdikleri akılları
fethediyorlar, onun yerini alıyorlar. Truva Atından bir farkları yok, içeriden
saldırıyorlar, kale elden gittikten sonra da durumun vahametini fark etsen ne
olacak fark etmesen ne! Zayıf iradelilerin, özgüveni düşüklerin, kendini
beğenmişlerin peşinde koşuyorlar en çok. Bir kere buldular mı sızacak bir
zihin, hemen dalıveriyorlar içeriye, kapı altından giren soğuk gibi azar azar
ama istikrarlı bir çizgiyle; dalar dalmaz da salıveriyorlar zehirlerini. O
zehir bir kere zerk oldu mu da çabucak zombiye dönüştürüyor kurbanını.
Kendinden başka bir şey göremeyen, etrafına duyarsız, gözünün önünde akıp giden
hayattan zevk alamayan, beğenildiği için soluk alıp veren, beğenilmediği zaman
boğulayazan bir zombiye! İflah olması, kendine gelmesi, eskisi gibi ellerinin
içinde kıpırdayan işe odaklanabilmesi, hayatın içine tekrar dâhil olabilmesi
için çelik gibi bir iradesi olması gerekiyor. Kimin kimi kullandığı bile belli
değil bu anlamsız yarışta. Dünyaya yayılmak için telefonlar mı insanları
kullanıyorlar yoksa hayatlarını kolaylaştırmak için insanlar mı telefonları?
Telefonların cansız olduğunu iddia edebilir miyiz? Enerji tüketiyorlar, enerji
ve hareket ihtiyaçlarını karşılamak için taşıyıcı olarak kullandıkları
insanları sömürüyorlar, birbirleriyle iletişim kuruyorlar, doğuyorlar,
çoğalıyorlar, hastalanıyorlar ve ölüyorlar. Ne farkları var bizlerden? Yoksa
onlar mı daha canlı biz mi? Var mı bu sorunun yanıtı, yok! Çünkü evrendeki
canlı cansız her şeyin varoluş serüveni döngüsel olmak zorunda, var olan her
şey eninde sonunda kuyruğunu ısırmaya, yani kendi sonunu hazırlamaya mahkûm.
Devamı yayımlanacak romanda. (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor. sonrasında metnin büyük bir kısmı siliniyor.)
7. Bölüm: Masumiyetin Kıyısında
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder