Nan Da Jie ile Yang Lin’in
kesiştiği köşedeki alışveriş merkezinin bodrum katında yeni açılan ve ithal
ürünlerle Çin’in az bilinen pahalı markalarını satan lüks süpermarket, vakit
öğlen olmasına rağmen ev hanımı, çocuk ve emekli kaynıyordu. XY kalabalığa yakalanmamak
için öğlen gideyim demişti ama beklediğinden fazla insanı görünce canı
sıkılmıştı. Onun gözünde, müşteri kılığına girmiş bu işsiz güçsüz takımı,
süpermarkete akşam yemeği için alışveriş yapmaya değil de boş vakitlerini sebze
meyve fiyatlarını kontrol etmeye ya da bekâr çocuklarına müstakbel eş
aramaya gelmiş gibiydiler. Maksatları yem yemek değil de avare avare dolanmak
olan tembel tavuklar gibi kafalarını sağa sola çevire çevire ve hatta
çıkardıkları sese bakılırsa gıdaklaya gıdaklaya ilerliyorlardı ışıltılı
rafların arasında. Etrafta tıngır mıngır dolanan el
arabalarının çoğunun boş denilecek kadar az sayıda ürünle doldurulmuş
olması -kasıtlı olarak seçilmemişlerdi de rafların yanından geçerken birer
ikişer rastgele düşmüşlerdi sanki bu birbirinden bağımsız ürünler- XY’yi rahatsız etmekle kalmıyor, üstüne bir de
kızdırıyordu. “Madem bir şey satın almayacaksınız, ne diye kalabalık
yapıyorsunuz? Soya sosunun yanında kırmızı şarap! Tofunun yanında bisküvi! Renk
uyumu olsun diye mi alıyorsunuz bu ürünleri? Yok mu başka işiniz? Gidin
evinizde oturun, parkta dans edin, okul çıkışlarında torunlarınızı bekleyin,
otobüse binip şehri turlayın. Yaşlılara bedava değil mi otobüsler, çocuklara da?
Çanco ayaklarınızın altında kocaman bir tarla. Karış karış gezin, tutan mı var
sizi? Neden buradasınız?”
Bunun gibi onlarca soruyu kafasında evire çevire önce,
listeye sabah eklediği sebzeleri ve meyveleri aldı, ardından da vakit
kaybetmeden gürbüz ve renkli balıkların uçsuz bucaksız bir okyanusta
geziniyormuş gibi salına salına yüzdükleri dev akvaryumun önüne geldi. Sabahtan
beri devam eden başının ağrısı, başka zamanlarda gülüp geçtiği, önemsemediği,
günlük rutinlerin arasında eritip yok ettiği önemsiz ayrıntıları aşılması
gereken yüksek eşiklere dönüştürmüştü. “Olduğum yerde durur, tek bir noktaya
gözümü dikersem kafatasımın içinde taşıdığım kütle ağırlığını daha az
hissettirir” düşüncesiyle uzun uzun suyun üzerinde hareket eden beyaz köpüklere
ve bu köpükleri yutmak istermiş gibi yukarı doğru ağızlarını açıp kapayan
balıklara baktı. Berrak suyun içinde, saniyeler içinde küçülüp yok olan
köpüklerin arasında, sanki hiç ölmeyecekmiş, sanki bu akvaryuma satın alınmaya
değil de eğlenmeye gelmişler gibi aheste aheste yüzen balıklardan birisi XY’yi
görmüş, çekingen bir kız çocuğu gibi geniş cama usul usul yanaşmıştı. Meraklı
gözlerini karşısındaki kadının gözlerine dikmiş, sanki onun kafasının içindeki tiftiklenmiş
bulutları bir anda fark etmiş, hayvani içgüdüleriyle bu kadının istese de güzel
bir balığa zarar veremeyecek birisi olduğuna karar vermiş ve utangaç
dudaklarını cama değdirir gibi yaptıktan hemen sonra ani bir hareketle geriye
kaçıp; köpük, renk, ışık ve balık cümbüşünün içinde kaybolmuştu.
XY, balığın bu çevik hareketinde, diğer balıklarda
göremediği türden bir tuhaflık, ilk görüşte anlamlandıramadığı bir gizem, zor
zamanlarda önünde aniden beliriveren yön gösterici ışık türünden bir tılsım
sezmişti. Normalde terkedilmiş bir evin camlarından fazlasını göstermeyen o
yuvarlak gözlerde bu sefer birisini görmüştü XY. Evet, birisi vardı içeride.
Onu gören, onu fark eden, ona bir şeyler fısıldamak isteyen; bedeninin içine
sığmayan ruhunun avuca konan cıva gibi oynak, şaşılacak kadar da ağır olduğu bilgisine
erişebilen, biraz çekingen ve utangaç, ama en çok da meraklı bir bilinç vardı. En son kim ona böyle bakıp, fark edildiğini
anlar anlamaz bakışlarını kaçırmıştı? Kocasının iş arkadaşı TR vardı. Arada, iki aile birlikte yemek yediklerinde,
karanlık bir gecede ışıldayan dolunaya bakar gibi çaprazında oturan XY’nin
gözlerine bakar, enselendiğini fark ettiği anda da –XY’nin mızraksı
kirpiklerinin kıskacına yakalanmamak için demişti bir arkadaşı durumu XY’den
öğrendiğinde- bakışlarını kaçıracak delik arardı. Oysa XY’nin hareket beklediği
gözlerde, kocasının ruhunun dışarıya açılan pencerelerinde, içindeki tüm o
isterik özlemlerine ve tükenmez sabrına rağmen, pek bir aksiyon gerçekleşmez,
beklentilerin boşa çıkmasının acısı er geç ağırlığını hissettirirdi. Kocası; yoğun
iş dünyasının, hasta babasının ve sınavdan sınava başarıyla koşan çocuğun
yarattığı bahaneler denizinde XY’nin alımlı yönlerini göremeyecek kadar duyularından
arındırmış ve köreltmişti bedeninin isyana hazır tüm yerlerini.
Evliliğinin onuncu yıldönümünü kutladıkları iki hafta
öncesinde aynı zamanda tutkusuz geçen dokuz yılın da yıldönümünü kutlamışlardı.
Pahalı bir lokantada yenen yemek, özenle
seçilmiş albenili bir elbise, kuaförden yeni çıkmış kimsenin dokunmaya
kıyamayacağı uçları kıvrımlı saçlar, abartılı renklerde ve boyutlarda adlarından
bile emin olamadıkları çiçekler, görkemli kutulara konmuş ufak hediyeler ve tüm
bunların fotoğrafları; her biri birkaç açıdan, rengârenk, pırıl pırıl,
gerçeğinden daha güzel… Aralarındaki bedensel uzaklık arttıkça dışarıya
yansıttıkları şatafat da artıyordu. Böyle hissediyordu XY, her şeyin tersine
gittiği dünyada tersine giden yeni bir şey bulmanın iç huzuruyla haksız bir
mutluluk duyuyordu ama bu mutluluğun uzun erimde kendisine zarar vereceğinin
bilincinde olmak aldığı hazzı zehirlemeye yetiyordu. Olmanın yerini görünmenin,
yaşamanın yerini yaşıyormuş gibi yapmanın, aşkın yerini efsanevi aşk
hikâyelerinin gölgesi altında kendinden ve eşinden nefret etmenin aldığı bir
zamanda XY ve kocası üzerlerine düşen görevi yerine getiriyorlar ve gerisine
karışmıyorlardı. İç çeperlerde gerçekleşen çatlaklar büyüdükçe, o çatlakları dışarıya
çaktırmamak için daha çok çaba sarf etmeleri gerekiyordu sanki; daha çok para
ve gülücük, sosyal medyada paylaşmak üzere daha çok fotoğraf ve video. İşin en
kötü yanı da bu bedensel mesafelerin alışkanlık haline gelmiş olmasıydı. Denge
halini bulmuş bir ilgisizlik denizinde kaygısızca yüzüyorlar, dalgaların
durgunluğundan ve rüzgârın yokluğundan dolayı sessiz –biraz da suçluluk duygusu
yüklü- bir memnuniyet yaşıyorlardı. Sonuç olarak her ikisi de, birbirine en iyi
ihtimalle teğet geçen bu iki bedenin içinde hapsolmuş, yörüngeden kopup
güneşten uzaklaşan gezegenler gibi her geçen gün biraz daha soğuyan, biraz daha
karanlığa ve umutsuzluğa gark olan aciz ruhlarının karşılıksız arzularından
şikâyetçi olmamaları gerektiği konusunda kendilerini inandırmıştı.
Sağlıklı, zeki ve çalışkan bir oğulları vardı. Daha ne
isteyebilirdi on yıldır evli bir çift. Aşkı kim kaybetmişti de o bulsundu!
Kendisiyle aynı kategoriye giren evli kadınların hiçbirisi –hem de hiçbirisi-
aşk konusunda memnun değildi hayatından. O kadar ki hemen hepsi kelimeyi
ağızlarına bile almaz, akıllarına bile getirmez, aşksız bir hayatın tahmin
edilebilir monotonluğunda, sakin bir gölde ağır ağır yüzen dev bir kaplumbağa
gibi yaşamaya, yaşıyormuş gibi görünmeye, yaşamıyor olmanın derin sıkıntısını
saklamaya çalışırlardı. Yaşamak zaten yaşayamıyor olmanın utancını saklamak
için üretilen oyuncakların ve heveslerin resmi geçidi oluvermişti son yıllarda.
XY, etrafındaki kadınların bu vazgeçmişliklerinden ve umutsuz hallerinden
kendine ders çıkarır, “Yaşadığımız dünya böyle işte, ben ne yapayım?” deyip
günlerini farklı meşgalelerle doldurmaya çalışırdı. Bu bahaneyle son zamanlarda
kendisine yeni tutkular arayışına girmiş, evliliğinin ilk yıllarından sonra
terk ettiği, mutfakta tek başına vakit geçirme alışkanlığına kendisini bile
şaşırtan bir ivedilikle dönüş yapmıştı. Annesinden öğrendiği yemekleri yaparak
evliliğinin ilk on yılını iyi kötü bir şekilde geçirmişti ama bundan sonra bir
farklılık yaratmaya kararlıydı. Geçen hafta, internette gördüğü bir tavuklu çorba yapmış, normalde yemeğe ve sofraya son
derece ilgisiz olan kocası –aslında karısının yakınlarında olduğu her yere ve
her şeye karşı ilgisizdi ama yine de XY, yüreğinin derinliklerinde kalan son
umut tortusuna tutunarak bu gerçeği kabul etmemekte direniyordu!-, hayatında
ilk defa tavuk yiyormuş gibi, hatta tavuğun yenebildiğini yeni keşfediyormuş
gibi yemek kabını yalayıp yutmuştu. Kocası o kadar mutlu olmuştu ki uzun zaman
aradan sonra o gece yatakta XY’yi defalarca öpmüş, normalde şipşakla
geçiştirdiği sevişmeyi uzatmak için fark edilir –neredeyse kahkahayla gülecekti
XY kocasının bu çırpınışına- bir çaba sarf etmişti. O gecenin sabahında, şehvetin
yıkıcı izlerini taşıyan dağınık yatağı toplarken aklında aşkın sadece ve sadece
aramadığın yerde ve zamanda bulunabileceğine dair çelişkili de olsa kulağa hoş
gelen düşünceler vardı. Bugün de, bir arkadaşının tarifini gönderdiği balık kızartmasını deneyecek, mutfağın altını üstüne
getirme pahasına da olsa akşama kocasına ve oğluna şenlik yaşatacaktı. Kim
bilir belki de filmlerde gördüğü ve her gördüğünde içinde bir yerlerde
çatlaktan sızan suyun bıraktığı türden bir ıslaklık hissi bırakan sahnelerden
birisini yaşatırdı kocası ona! Bunun için gelmişti canlı balıkların satıldığı
süpermarkete. En güzel, en lezzetli balığı almadan da gitmeyecekti. Tabii ki
soranlara gece karanlığında parıldayan siyah incilerin dansını, kocasının bir
ahtapotun kolları gibi uzayan parmaklarının hünerlerini, istediği zaman
profesyonel bir maraton koşucusu gibi iki kişilik yatağı koşu parkuruna
dönüştürebileceğini anlatmayacaktı. Oğlunun lezzetli bir yemekten sonra şimşek
gibi çakan gözlerinden, kayınvalidesinin beğendiği yemekleri yerken çıkardığı
ağız şapırdatmasından, kocasının yemekten sonra içtiği sigarayı azaltmasından –yemekten
aldığı zevki kaybetmemek için elbette- bahsedecekti.
Evet, o akşam bu akşamdı, o aşçı da kendisiydi. Sadece eti
bol bir balık değil; yüzü düzgün, gözleri boncuk gibi parlayan, yakışıklı ve
parlak pullu bir balık bulmalıydı bu amaca ulaşabilmek için. Sadece karnı
değil, gözü ve gönlü de doyurmalıydı. Az önce cama dokunup kaçan balığı aradı
bakışları. Nasıl olduysa hemencecik de buluverdi. Akvaryumun dip kısımlarında,
kendisinden küçük bir kırmızı balıkla dalaşıyordu. Beyaz fayanslı duvarın
kenarından yavaş yavaş yürüyerek akvaryumun öteki tarafına geçti. Belini büküp,
alnını camın alt tarafına yanaştırarak kaybetmekten korktuğu balığa dikkatlice
baktı. Bu kalabalık içinde aradığını bulabiliyor oluşu, yani daha işin
başındayken, başarısız olma olasılığının yüksek olmasına rağmen başarılı
olmakta bilinmeyen bir nedenden dolayı ısrarcı olması; doğru bir seçim yaptığı
konusunda kendisini inandırmasını kolaylaştırıyordu. Evet, bu balığı; az önce meraklı
bakışlarla kendisini karşılamaya gelen, mercan gibi sarı gözleri suyun
yüzeyindeki ay kırığı gibi parıldayan, tombul yüzü ve gövdesi bu küçük havuza
dar gelen bu güzel balığı alıp götürmeliydi. Elini cama koyup, parmaklarıyla
akvaryumun dış çeperini tıkırdattı. Gözünü koyduğu balığın kendisine geri
gelmesini bekliyordu ama o güzel pullu, iri balığın XY’yi taktığı yoktu. Bu
yüzden XY, şansını daha da zorlamamak ve bulduğu bu mücevheri başkasına
kaptırmamak için yanında beliren görevliye akşam yemeğinin malzemesini
gösterip, “Benim için şu balığı yakalar mısınız?” diye hafifçe mırıldandı.
Uzun kollu kırmızı bir kazak giymiş, orta boylu ve kısa düz
saçları alnının yarısını kapayan bir kadın olan süpermarket görevlisi XY’nin
işaret ettiği balığa bakmamıştı bile. Siyah çizmelerinin içine soktuğu
pantolonunu gören bir insan, balığı denizden bu kadının getirdiğine pekâlâ
inanabilirdi. Oynak gözlerinde ve buruşuk yüzünde bir tilkinin kurnazlığı
seçilebiliyordu. Eline aldığı fileli kepçeyi suya daldırıp, ağa takılan ilk
balığı çekmişti yukarıya. XY çekilen cılız ve çirkin balığa bakıp “Bu değil, bu
değil, bu değil…” diye üç kere tekrarladı, istediği oyuncak değil de başka bir
tanesi eline tutuşturulan çocuk gibi. Görevli kadın “Ama bunu gösterdin az
önce” dedi iddialı bir sesle. “İyi göster bu sefer.” XY parmağını tekrar cama
dayayıp, “Bak şurada, köşedeki kırmızı balıkla oynuyor. Kocaman sarı gözleri
var, yüzgeçlerinde de metalik bir mavi var. Ben onu istiyorum, başka balık
almam.” Görevli kadın müşterilerinin şımarıklıklarına alışıktı, çocuklarına
oyuncak ya da akşam gidecekleri önemli parti için lüks çanta seçer gibi balık
seçmelerine ses çıkarmazdı bu yüzden. Eğlenirdi bir nebze. En çok da onların
seçtiği balığı değil de kendisinin seçtiği balığı müşteriye kakaladığı zaman
eğlenirdi. Ehh, kendisi de domates alırken en sertlerini, en sağlamlarını, en
kırmızı olanları seçmiyor muydu? O en güzellerini seçtiği halde satıcı kız
tezgâhın altına gizlediği çürük domates dolu çantayı kendisine yutturmuyor
muydu? Hayat buydu işte, okul okumak gerekmiyordu güçlünün dişini geçirebildiği
leşlerin üzerinde ayakta durarak gücünü korumayı başardığını anlamak için.
Eldivenli parmaklarıyla tuttuğu kepçeyi ve içindeki cılız
balığı suya batırdı, XY’nin gösterdiği ama curcuna içinde kendisinin çabucak
kaybettiği balığı aramaya koyuldu. Müşterinin istediği balığı gözüne kestirse
bile, akvaryumdaki yavaş hayat görevli kişi kepçeyi suya daldırdığı anda yerini
kaosa bıraktığı için, arzu edilen balığın kepçeye düşme olasılığı bir hayli
düşüyordu. XY, görevli kadının kendisinin yardımı olmaksızın bu işi
beceremeyeceğini anlamıştı. Akvaryumun etrafında dolanıyor, akşam saadetinin
kaynağı olacak balığı hem gözüyle hem de eliyle takip ediyordu. “Bak burada,
bak bak yukarı çıkıyor, tüh yine kaçırdın. Bence kepçeyi dik değil de suyun
yüzeyine paralel bir şekilde batırmalısın. Böylece balık farkına varamaz senin
onu yakalamak istediğini, kolayca girer kepçenin içine.” Görevli kadın, biraz
bıkkınlık biraz da kızgınlıkla dinliyordu XY’nin talimata varan tavsiyelerini.
Normalde arzu edilen balığı, eğer kendisi de istiyorsa, kısa sürede yakalar,
poşete koyup tartıya gönderirdi ama bugün nedense –sinirlerini gittikçe geren
bu kadından dolayı olabilir miydi?- beceremiyordu balığı yakalama işini. “Ama
sen benim istediğim balığın peşinden gitmiyorsun ki, gösteriyorum bak! Bu
tarafa geldi, senin onun peşinde dolandığını anlamış olmalı hep köşelerde
takılıyor. Hah şimdi geliyor, parmağımın hizasına bak, yükseliyor yükseliyor.
Yakala şimdi, indir kepçeyi üzerine… Offf, olmadı yine!” Görevli kadın belini
doğrultup XY’nin şaşkın suratına baktı. “Hanımefendi, hangi balığı istediğinizi
anladım. Siz şöyle kenara çekilin, ben halledeceğim” diye bağırdı kendisinin
bile beklemediği yüksek bir ses tonuyla. XY bu beklenmedik tavır karşısında
biraz tırsmış, “Ne bağırıyorsun be!” diye çıkışmak istemiş ama bu durumda
istediği balığı asla elde edemeyeceğinden endişelendiği için tutmuştu içindeki
seli. Hafiften geri çekilmiş, içinde dondurulmuş ithal etlerin olduğu bir
buzdolabına yaslanıp kadını izlemeye başlamıştı.
Görevli kadın XY’yi kontrol altına aldığından emin olduktan
sonra, akvaryumun altına sıkıştırılmış olan sekmeni yerinden aldı ve bir tavşan
çevikliğiyle üzerine hopladı. Bedeni hızlanmış, kollarının ve eldivenli
parmaklarının aldığı biçim işinin ustası bir balıkçıyı andırırcasına
serileşmişti. Gözleriyle yakaladığı balığı kepçenin içine yerleştirmesi ve
kaşla göz arası bir el çabukluğuyla yukarı çekmesi on saniye bile sürmemişti. Kepçeyi
tamamıyla suyun dışına çıkarmamış, balığın çıkmasını engelleyecek kadar bir
kısmı suyun içinde bırakmıştı. “Bak, gördünüz mü? Siz karışmayınca nasıl da
kolay oluyor bu iş?” derken kafasının içinde bir kişinin yapabildiği işi iki
kişi yapmaya kalktığında dört kişilik enerji gerektiği düşüncesi geziniyordu.
XY kepçenin içinde, hâlâ suyun içinde yüzen ama filenin iplerine çarptıkça
dönen, bu haliyle kuyruğunu kovalayan bir köpek yavrusuna benzeyen balığa
baktı. Evet, bu istediği balığın ta kendisiydi. Emin olmak için biraz daha
yaklaşmıştı ki balık ani bir hareketle olduğu yerde sıçradı. Havada yarım takla
attıktan sonra suyun içine düşeceği yerde önce akvaryumun kenarına, ardından da
XY’nin ayaklarının ucuna düştü. XY süpermarketin beyaz ışıklarının altında
ışıldayan ayakkabıları ıslanıp kirlenmesin diye hemen geri çekildi. Bu sırada
kahkahalar atarak sekmenden inen görevli kadın, eldivenli elleriyle tuttuğu
balığı önlüğünün cebinden çıkardığı bir poşete koymuştu. Yüzünde bir güleçlik,
XY’nin telaşından zevk alan bir ruh hali vardı. Elindeki poşetin içinde kıpır
kıpır zıplayan balığa aldırmayarak “Temizleyeyim mi yoksa siz mi temizlemek
istersiniz?” diye sordu. XY, çok önceden bildiği yanıtı nedense vermekte
gecikti. Aklı nedense bir anlığına onu terk etmiş, süpermarketin ortasında onu
yalnız bırakmıştı. Az önce büyük bir hevesle seçtiği; o sarı gözlü, mavi
yüzgeçli, güzeller güzeli balığın bu kadar hızlı bir şekilde beyaz bir poşetin
içine konup ölüme gönderilmesi düşüncesi ruhunu daraltmıştı. “Ev, eve, eve
götüreceğim.” dedi kısık bir sesle. “Onu ben de biliyorum.” dedi kadın. “Tasma
takıp gezdirmeyeceğinize göre. Temizleyelim mi onu soruyorum. Pullarını,
midesini falan…” XY yavaş yavaş kendine gelen bir ayyaş gibi kafasını kadının
arkasındaki balık temizleme tezgâhına çevirdi. “Ha, yok, temizlemeyin. Suyun
içine koyun. Taze kalsın, akşama daha çok var.” Görevli kadın bu sefer
kendisini tutamamış, kahkahayı basmıştı. “Suyun içine değil de buzun içine
koyabiliriz. Zaten birkaç saat sonra ölecek hayvan, suyu ne yapsın?” XY sesini
çıkarmadı. Sadece gülümsedi. Görevli kadını takip etti sadece. İçi buz dolu
poşete konan balığa baktı, poşetin ağzının bağlanmasını, sonra bu beyaz poşetin
ikinci bir beyaz poşetin içine konmasını, bu ikinci poşetin üzerine fiyat
etiketi yapıştırılışını ve eline tutuşturuluşunu izledi sessizce.
XY, annesinin elinden tutmuş yaramaz bir çocuk gibi hoplayıp
zıplayan balığın hareketlerine o kadar alışamamıştı ki süpermarketten çıkıp, uç
noktaları likenlerle kaplanmış koyu yeşil kaldırıma ayak bastığında, yüzüne
çarpan soluk eylül güneşinin neşesini ve o içinde olmadan da tüm taşkınlığıyla
akmaya devam eden hayatın şaşkınlığını; uzun süren bir filmden sonra sinemadan
çıkmış gibi çalkantılı bir denge bulma arayışıyla yaşamıştı. Kasadaki kadının
yanağındaki kiremit kırmızısını, sırada beklerken kasanın yanına konmuş
çikolataları deviren çocuğun yüzündeki soluk pembeyi, çıkıştaki el arabalarını
iç içe koyan yaşlı adamın çenesinin altından gülümseyen büyük beni ve yürüyen
merdivenlerdeki genç kızın kırmızı mokasenlerini; çok uzun zaman önce yaşanmış
ve unutulmaya yüz tutmuş anılar gibi anımsıyordu şimdi. Balık poşetin içinde
adeta dans ediyor, ne teslim oluyor ne de uygun bir delik bulup kaçabiliyordu.
İçi buz dolu bir balık kaç saat dayanabilirdi ki oksijensizliğe ve soğuğa? Ya
da balık için gerçek sorun soğuk değildi de içinde oksijen bulunan suyun azlığı
mıydı? Sonuçta akvaryumdaki su da çok sıcak değildi herhalde. Ne olur ne olmaz
diye çıktığı kapıdan geriye girip, üst kattaki tuvaletlerden birisine attı
kendisini. Bir an önce balığa istediğini vermeli, onu rahatlatmalıydı. Neyse ki
tuvalet boştu, “Bu balıkla tuvalette ne yapıyorsun be kadın, çıldırdın mı sen?”
diyen bir arsız yoktu görünürde. Lavabonun kenarına koyduğu elleriyle balığın
içinde bulunduğu poşetin altında ufak bir delik açıp ne kadar buz varsa bu
delikten aşağıya döktü. Ardından da çeşmeyi açıp dış poşetin içine su doldurdu,
iç poşetteki deliği büyüttü. Eve gidene kadar balık sorun yaşamazdı herhalde.
En azından ölmezdi. İçi su dolu poşetin ağzını kapattığında, balığın eskisi
gibi hoplayıp zıplamadığını fark etti. “İyi” dedi içinden, “yol boyunca
haytalık yapmaya devam etseydin, kaldırım taşına kafanı vurup oracıkta
öldürebilirdim seni.”
XY’nin yüzü gülmüştü. Poşete doldurduğu musluk suyunun
içinde sakinleşmiş olan balık, onu da sakinleştirmiş, sabahtan beri zonklayan
başının ağrısını unutturmuştu. Annesinin elinden tuttuğu halde hoplaya zıplaya yürüyen
küçük kız olma sırası poşetin içindeki buzların arasında ölüme direnen balığın
hücrelerinden taşmış; XY’nin eline, koluna, gövdesine ve nihayetinde yüreğine
bulaşmıştı adeta. Çok büyük bir iyilik yapmıştı da bunun karşılığında gökler,
sıkı yapraklı ağaçların serin gölgelerinin ortasından fışkıran berrak bir pınar
bahşetmişlerdi ona. Küçük bir çocukken, ne zaman ailenin başı derde girse ya da
evde birileri hastalansa, annesi onun elinden tutar, sabah daha güneş doğmadan
evden çıkıp, yakınlardaki bir Budist tapınağına giderlerdi. Nehrin kenarındaki
bu tapınağa gelen, her biri başka bir dertten mustarip insanlar, süslü dev
kapının az gerisinde satılan uzun boyunlu siyah kaplumbağalardan alır,
tapınağın arkasına dolanıp satın aldıkları bu kaplumbağaları nehrin sularına
bırakırlardı. Sabahın ilk ışıklarının kırık aynadan yansıyan huzmeler gibi
havaya karıştığı o anlarda, XY küçücük göğsünün ortasında, asansör aniden
yukarıya çıkmaya başlamış da içi bir tuhaf olmuş gibi, dayanılmaz bir hafiflik
hissederdi. XY, kendisi suya düşmesin diye kolundan sıkı sıkıya tutmuş annesinin
bu iyilikten aldığı zevki sezer, bir canlıya canını bağışlamanın ya da en
azından bağışladığını sanmanın ne büyük bir ruhsal zenginleşme sağlayacağını
küçük aklıyla çözmeye çalışırdı. Böyle sabahlardan sonra eve döndüklerinde ise
manzara pek değişmezdi. Çanco’nun en iyi liselerinden birisinde Fizik
öğretmenliği yapan babası, annesinin bu hareketini alabildiğine küçümser, “Bari
çocuğu alıştırma şu saçma sapan hurafelere. Sen cahilsin, yapıyorsun anladık.
Çocuğu ne diye kandırıyorsun, kafasını karıştırıyorsun. Ben kızım bilim
okuyacak, babasının gidemediği üniversitelere gidip araştırmacı olacak, ileride
Nobel alacak diye uğraşıyorum, bir de senin şu yaptığına bak. Hadi yaptığının
bir işe yaramayacağını hesaba katmıyorsun, peki ya bir gören olur diye de mi
hiç korkmuyorsun? Komşular ne der diye düşünmüyor musun? Fizik Öğretmeni KR’nin
çocuğu tapınakta derdine derman arıyor, aklın ve bilimin yolunu bırakmış; yozlaşmış,
içi boşaltılmış, hiçbir işe yaramayan geleneklerin peşinden gidiyor demezler
mi?” Babası bir başladı mı kolay kolay susmazdı. Ne hafta sonu gazetesindeki
eğlendirici bulmacalar ne de öğretmenliğin getirisi olan ve hiç bitmeyen ödev
kâğıtları babasının önünde set olabilir, onun yaylı bir sistem gibi hareket
eden çenesini durdurabilirdi. Tüm bu laf kalabalığına ve zan altında
bırakılmaya rağmen annesi güler geçerdi söylenenlere. Evdeki işlerle ilgilenir,
mutfağın sağını solunu siler, çok çok nadiren babasına yanıt verirdi. Her
seferinde aynı şeyleri duyduğu için alışmıştı da artık duymaz mı olmuştu yoksa
annesinin bildiği ama kimseye söylemediği bir şey mi vardı, XY bu sorunun
yanıtını hiçbir zaman öğrenemedi. Bildiği tek şey çocukluğu boyunca –üniversite
sınavından birkaç gün önce gidişleri son olmuştu- defalarca aynı tapınağa
gittiği ve onlarca kaplumbağaya, birkaç gün sonra tekrar aynı satıcı tarafından
yakalanacaklarını bile bile, özgürlük bağışladıklarıydı. Şimdi ise, akşamleyin
türlü soslarla bezenmiş halde kocasının, kayınvalidesinin ve oğlunun önüne
koyacağı kocaman balığın ömrünü birkaç saat uzatmış olmanın buruk sevincini
yaşıyordu. Süpermarketteyken aklına gelen ama bir türlü tam olarak ifade
edemediği soru bu sefer net bir şekilde belirdi zihninin boşluğunda: Yaraladığı
ceylanın yanına gidip yarasını saran, onun başını okşayan ve ölümünü
geciktirmek için çabalayan avcı aslında, kendisi istediği kadar inkâr etse
bile, avın ta kendisi olmuyor muydu?
Acele adımlarla aldı eve giden yolu XY. Ayaklarının altından
kaymıştı neredeyse ıslak kaldırım taşları. Taksi tutup daha hızlı gitmek geldi
bir ara aklına ama trafiğe yakalanıp tersi bir durumla karşılaşmamak, arabanın
içinde beklerken metro inşaatının dev vinçlerinin gürültüsünü dinlemek zorunda
kalmamak için vazgeçti. Kafasının karışıklığı ayaklarını da birbirine
doluyordu. Sanki iki yıl önce gittikleri o sahil kentinde, gecenin bir vakti
yaptıkları plaj yürüyüşündeydi şimdi. Kafasının üstünde yıldızlar, ayağının altında
kayıp duran ıslak kum taneleri, karanlıkta bir panterin siyah gözleri gibi
parıldayan deniz, uzaklarda zayıf ışıkları ışıldayan balıkçı tekneleri; başı
dönmüş, dengesi sarsılmış, biraz endişelenmiş, kendisinin hangi dünyaların
arasında kaldığını ayırt edemeyeceği hale gelene kadar bu sarsıntılı bedenine
hükmetmesine izin vermişti. Şimdi ise kalbi ikirciklikten çatlayacak halde,
sadece göğsünün sol yanında değil de her yerinde atıyordu. Ne olmuştu da bu
kadar kısa bir süre içerisinde bu kadar yumuşamıştı içindeki sert kayalar?
Balığı yerde çırpınırken gördüğü için mi olmuştu bu? Ya da özellikle bu balık
olacak diye ısrarcı davrandığı için mi? Yoksa, balık daha kepçeye girmeden önce
aralarında duygusal bir yakınlaşma mı olmuştu? Bu son ihtimali düşününce
kahkaha atası geldi XY’nin. Köpek mi ki bu insan duygusal yakınlık hissetsin?
Hele ki kendisi, kedileri bile sevmeyen, oğlunun ısrarlarına rağmen eve kedi alınmasına
izin vermeyen birisiyken! Süs balığı olsa belki biraz anlardı içindeki
bulamacın nedenini ama her zaman aldığı cinsten, sıradan bir …. balığıydı bu. Tamam diğerlerine göre biraz daha
dolgun, biraz daha güzel ve alımlı görünebilirdi ama hepsi o kadar. Birdenbire
kendisini yaşadığı sitenin giriş kapısında bulunca şaşırdı. İstemeyince ne
kadar da hızlı geçebiliyordu zaman, yollar nasıl da kısalabiliyordu yolu
unuttuğun zamanlarda! Asansörün zeminine atılmış sigara izmaritleri ve köşeye
konmuş iki adet kâğıt kahve kupası başka zamanlarda olduğu gibi sinirlerini
zıplatmamıştı bu sefer. Asansörden çıkıp eve doğru adımlarını atarken içinden
bir ses eve gitmeyi geciktirmesini söylüyordu. Ev, kararın verileceği yerdi ve
mutfağa girdiğinde kafasının karışıklığının sonlanacağından, çıkacak kararın
balığın aleyhine olacağından endişe ediyordu. Uzun yolculuklarda uykuya
daldığında, yolculuğun bitmemesi –varılacak yerde kendisini bekleyen daha rahat
bir yatak olmasına rağmen- için yüreğinin derinliklerinde hissettiği türden
arzuya benziyordu bu.
Anahtarı deliğe sokup çevirdiğinde artık dönülmez bir yola
girdiğinin farkındaydı XY. Sandalyenin kenarına bıraktığı terliklerini giyer
giymez mutfağa yöneldi. Poşet, içindeki su boşaltılınca patlak bir balona,
hatta ezik büzük bir deriye benzemişti. Sıkı sıkı tuttuğu balığın bir gevşeyip
bir kasılan bedeni kış günlerinde nadiren girdikleri küçük odadaki nemli döşeği
andırıyordu. XY’nin gözü istemsizce kaydı aşağıya doğru, parmaklarının arasında
kıpır kıpır oynamak için can atan ama ıslak poşetten dolayı ne gövdesi ne de
gövdesini kaplayan o güzelim pulları görünen hayvanın cüssesinin büyüklüğünü
hesap etti kafasının içinde. Bu irilikte bir balığı parçalamadan pişirecek bir
tenceresi var mıydı ki? Olmazsa komşulardan alırdı, daha önce yapmadığı şey
değildi ne de olsa! Şimdi halledilmesi gereken ilk iş bu balığı öldürmekti. Bir
kere öldükten, yani balık da geri dönüşü olmayan yola girdikten sonra, her şey,
hem de her şey çok daha kolay olacaktı. Başparmağının altında kesik bir damar
gibi titreyen yüzgeçleri biraz daha sıktı. Balığın gözü, ıslak poşetin altından
az çok belli oluyordu, iri bir misket gibi parlıyor, ortasındaki siyah nokta
suçlayıcı imgelerle dolup taşıyordu. “Göz kapağı da yok ki kapatıversin zavallı
hayvan!” diye geçirdi içinden. Kendi gözünü kapattı bu düşünceden sonra, eliyle
yokladığı poşeti mutfaktaki lavabonun ortasına yerleştirdi. “Burada uslu uslu
kal, yavaş yavaş öl, tamam mı? Senin diğer balıklardan bir farkın yok. Akşama
benim ve ailemin karnını doyurarak, oğlumun ödevlerini daha hızlı yapmasını
sağlayarak, kayınvalidemin benim hakkındaki olumsuz düşüncelerine dev bir darbe
vurarak ve en çok da kocalık görevini yapmamak için türlü bahaneler uyduran
kocacığımın aklını başına getirerek bu dünyaya geliş amacına fazlasıyla ulaşmış
olacaksın.” Bu sırada farkında olmadan kendi gözlerini açmıştı XY. Balığın
gözünü aradı kendisini inkâr ede ede ama bulamadı. Ellerini hafifçe gevşetti,
hareketsiz kalmış olan balığın bu ani durgunluğu XY’yi inandırmamıştı. “Hiçbir
balık elle sıkıldığı için ölmez.” dedi sesine alaycı bir kıvrım vererek. Poşeti
iki ucundan tutup ağzı aşağıya gelecek şekilde salladı. Balık, döne döne, tıpkı
yüksekten havuza atlayan profesyonel yüzücüler gibi düştü lavabonun gri
zeminine. Solungaçları inip kalkıyor, kuyruğu belli belirsiz oynuyor, gözleri
kar tanesi gibi bir solup bir parıldıyordu. “Gücü tükendi herhalde, birazdan
ölür.” dedi içinden. Buzdolabının kapısını açıp sebzeleri çıkardı. Ortasında
Tom ve Jerry resmi olan küçük leğenin içine elindekileri boşalttı. Leğenin
altını balığa dokundurmamaya özen göstererek –tekrar canlanacak diye
korkuyordu- leğenin içine su doldurdu ve iyice ağırlaşan leğeni lavabonun
yanına, pencereyle bulaşık selesi arasında kalan yere koydu. Akşama daha çok
vardı. En iyisi salona geçip biraz oturmaktı. Ellerini bulaşık sepetinin
köşesindeki beyaz havluya silip mutfağı terk etti ama kapıdan çıkarken yine de
kendisini alamadı, dönüp baktı balığın uslu durup durmadığına. Hoş, neden
endişelendiğini kendisi de bilmiyordu. Ne yapacaktı balık, kanatlanıp
uçmayacaktı ya!
Salondaki L şeklindeki koltuğa uzandı, sehpanın üzerine
koyduğu çantasından telefonunu çıkardı. Bir iki arkadaşından gelen mesajlara
sırf yanıt vermiş olmak için gülücükler gönderdi. Canı hiç de birileriyle
konuşmak, ezelden beri mutsuz yaşamaya alışmış arkadaşlarının gündelik
şikâyetlerini dinlemek istemiyordu. Aklına kocasını aramak geldi ama ararım da
açmaz sonra yüreğim gereksiz yere sıkışır diye vaz geçti. Şu hayatta yanıtsız
bırakılan mesajlardan, geri dönülmeyen aramalardan, kısacası takılmamaktan,
varlığıyla yokluğu bir kabul edilmekten, yokluğunda özlenilmemekten, varlığında
rahatsızlık duyulmasından daha utanç verici, daha yerin dibine geçirici ne
olabilirdi? Kocasıyla da ilişkisinde son zamanlarda bunu hissetmeye başlamıştı.
Özellikle son bir hafta içinde, yani o ateşli sevişme akşamından sonraki
günlerde, kafasında kurup kurup bozduğu oyunlar, bir punduna getirip kocasının
ilgisini çekme ve ona kendi kafasında geçen şeyleri anımsatma girişimleri,
fazlasıyla vaktini alır olmuştu. Neredeyse günün yirmi dört saatini, nasıl
yapayım da o akşamı kendime bir daha yaşatayım, nasıl yapayım da kocamı tekrar
bana âşık edeyim, ne yapayım da o gecenin bir rastlantı değil de uzun sürecek
bir yangının ilk kıvılcımı olduğunu ona bir daha asla aklından çıkmayacak
şekilde anlatayım? Bunun bir yöntemi var mıydı bilemiyordu ama mutfakta yavaş
yavaş ölen balık bu tereddütlü sorulara bir yanıt vermek için çırpınıyordu.
Balık aklına gelir gelmez kuyruğunda sallanan sorular da dökülüverdi XY’nin
başından aşağıya. Neden süpermarketteki görevliden rica etmemişti balığı
temizlemesini? Hadi balığı canlı aldı, neden yolda ölmesin diye poşete su
koymuştu? Hiçbir şey yapmasaydı balık çoktan vermişti son nefesini. Balığı iki
defa ölümden kurtardıktan sonra şimdi neden onu lavabonun ortasında ölüme terk
etmişti? Bütün bunların, bu tereddütlü ve ikircikli tavırların kocasının aşkını
geri kazanmakla ne ilgisi vardı? Var mıydı? Yoksa tüm bu hafakanlar kendi
kafasının, kendi takıntılı aklının, direksiyonu kilitlendiği için kontrolden
çıkmış bir üçteker gibi kendi etrafında dönen şapşal hayallerinin kaçınılmaz
bir sonucu muydu? En kötüsü de ne zaman aklı bu derece karışsa, ne zaman
yaptıklarıyla yapmadıklarının muhasebesine girişse, bu muhasebenin sonucunda
kendisini ezilmiş ve geride bırakılmış hissetse, ne zaman yaşadığı hayatın
kendisine ait değil de dışarıdan ithal edilip üzerine giydirilmiş bir
sahtekârlık olduğuna inanmaya meyil gösterse; çözüm olarak kaçabildiği tek
nokta kendi elleriyle kendisini tatmin etmek oluyordu. Uzun ince parmaklarının
dokunduğu her yer, kocası tarafından ihmal edildiği için kurumuş bir bahçeye
dönmüş o güzelim teni, uzun süren kuraklık döneminden sonra hayata dönüyor ve
canlanıyordu. Bir çeşit intikam alıyordu XY; aklının eremediği, değiştiremediği
ve değiştiremeyeceğine inandığı, kendisine büyük gelen hayattan. Ne kadar büyük
olursa olsun her zaman için bir çıkış noktası vardı kendisi için. Kocası ve
oğlu gündüzleri evde olmazdı. Kayınvalidesi de sık sık dışarı çıkar olmuştu son
zamanlarda. Böyle yalnızlıkların ona getirdiği iki şeyden birisi suçluluk
duygusu oluyorsa diğeri bu suçluluğu bastırmak için icat ettiği kendi kendisini
tatmin etmek oluyordu. Bir kere de o yola girdi mi, namluda ilerleyen kurşun
gibi durdurulamaz bir eylemin içinde buluyordu bedenini. Suçluluk duygusu ve
zevkperestlik, kendi yarattıkları fasit dairede göğe doğru uzanan bir spiral gibi
şiddetini arttırıyor, içinden çıkılmaz bir döngünün yıkıcılığını getiriyordu. Böylesi
döngülere kapılıp aklını ve bedenini ellerinin hünerine terk ettiği zamanlardan
sonrasında ise, yani o tensel zirveye ulaşıp yorgunluktan bitap düşünce derin
bir pişmanlık sarıyordu ruhunu. Sanki ayıp bir şey yapmış gibi, suçu yanlış
yerde arayıp yanlış kişiyi idam etmiş gibi, kendi kendisini mağdur ilan edip
mağduriyetin hem avcısı hem de kurbanı olmuş gibi ciddi olamayacak kadar laçka,
şaka olamayacak kadar da gerçekçi bir duygu bataklığının ortasında buluyordu
ruhunun en rafine olmuş, en kırılgan halini. Karanlık bir gölge üzerine
çöküyor, özgür iradesine el koyup varlığını esir ediyordu.
DEVAM EDECEK