Evin arkası çıplak bir tepe olduğu için, yatarken perdeyi çekmeyi unuttuğumu sabah uyandığımda ancak fark edebildim. Gün ışığı, açık bulduğu kapıdan içeri girip evde ne var ne yoksa dağıtan vahşi bir ayı gibi çullanmıştı üzerime. Zar zor açtım gözümü, erimiş balmumu gibi yapış yapış olmuş kirpiklerim uçlarına renkli balonlar takılmış ince çubuklar gibi tiril tiril dans ediyorlardı. Bir elimle gözümü ovuştururken diğer elimi belime destek verip yataktan doğruldum. Yumuşak döşeğin ortasında, vücudumun meydana getirdiği çukurun en dibindeydim. Sanki birisi üzerime bastırmış da olduğum yere ağır ağır gömülmüşüm. Babam nasıl yatıyormuş bu yatakta Alla’şkına! Tevekkeli değildi beni her gördüğünce belim ağrıyor diye yakınması rahmetlinin. İnsan böyle bir yatakta uyur da belini ağrıtmaz mı? Zaten laf dinlemezdi, yaşlanınca iyice inatçı olmuştu. Benim alıp işçilerle köye gönderdiğim ortopedik döşek evin altındaki odunlukta duruyor. Kurtlanmış sağı solu, çürümeyen yerlerini de rutubetten dolayı mantar kaplamış. Temizlesem bile kokusundan uyutmaz adamı geceleyin. Vay, vay, vay, nasıl da büktü belimi. Babamın yatağında bir gece yattım, babam gibi oldum. Yavaş yavaş, ağır bir yükü taşıyan vinci taklit edercesine doğrultuyorum belimi. Kapının askısına astığım pantolonu ve gömleği hızlıca üzerime geçiriyorum. Telefonu yatarken kapatmıştım, tam açacaktım içeriden bir ses geldi.
“Uyandın mı abi?”
Derya’nın sesiydi bu. Yanıtını öğrenmek için değil de sessizliği bozmak
için sorulmuş bir soru olduğu belliydi. Rahmetli annemin beni kapıdan içeri
girerken gördüğünde “Geldin mi oğlum!” demesi gibi.
“Derya, ne zaman geldin sen?”
Yatak odasından çıkıp hole geçtim. Salonun kapısı da, diğer odanın kapısı
da kapalıydı. Mutfak tezgâhına, sarı bir leğenin içine domates, salatalık ve
biber konmuştu.
“Çok geç geldim abi. Sen uyumuştun ben geldiğimde.”
Salonun kapısı açıldı. Derya, üzerine alelacele geçirdiği hırkanın sağını
solunu çekiştirerek çıktı kapıdan. Başında annemin yazmalarından birisi,
kenarları pembe oyayla işlenmiş, tepesinde solgun bir gül resmi olan. Bendeki
uyku mahmurluğunun kırıntısı bile yoktu onda. Sanki saatler önce uyanmış, elini
yüzünü yıkamış, sabah sporunu yapmış, dinç bir şekilde eve geri gelmişti.
“Başımız sağ olsun”
Hiç beklemediğim bir şekilde bana yanaştı, önce elimi tuttu, sonra da
kucakladı. Yüzüne yakından bakınca seçebildim, gözlerinin altındaki soluk
karartıları. Derya, en son ne zaman benimle konuşmuştu ki? Telefonda ettiğimiz
kavgaları, kısık sesiyle savurduğu tehditleri, ağlamaktan anlaşılmaz hale gelen
laflarını biliyorum ben en çok. Anamın babamın hatırına susuyorum diyerek
bitirmek istediği ama bir türlü bitiremediği uzun cümleleri var bir de aklıma
kazınmış olan. Şimdi karşımda bu halde, kedisi ölmüş çocuk gibi dikiliyor
oluşu, fırtına öncesi sessizlik değilse neydi. İnşallah yanılıyorumdur,
inşallah. Yüzüne bir daha bakıyorum dikkatle, intikam arzusundan eser yok, tam
tersine elinin tersiyle silindiği için gözünün altından başlayıp elmacık
kemiklerine doğru uzanan, hafif ışıltılı, saydam ıslaklıklar var.
“Ağladın mı sen?”
Sesini çıkarmadı. Omuzlarıma ellerini koyup kendisini geri çekti. Islak
gözleri karanlıkta parıldayan boncuklar gibi parıldadı bir anlığına.
“Biraz. Televizyon dolabının altındaki çekmecede eski albümlerden birisini
buldum. Uyandığımdan beri onlara bakıyorum. Çocuklar uyanmasın diye de elimle
ağzımı burnumu tuttum sürekli.”
Kıyışık kalan kapıdan içeriye baktım. Pencere kenarındaki çekyatın üzerinde
Süleyman’ın kafası görünüyordu. Yanında da kardeşi Hüseyin vardı. Televizyon tarafında
kalan diğer çekyatta ise yüzüstü yatan Şule’nin kıvırcık saçları yayılmıştı
sarı çarşafın üzerine.
“Yengen nerede?”
Bir elimle diğer kapıyı hafifçe iteledim ama Fadime bu odada da yoktu.
Teyzemle eniştem yatıyordu büyük yatakta. Diğerinde de dayımın oğlu.
“Bahçeye indi galiba. Baksana domates biber toplamış, getirmiş mutfağa.
Suyu açayım da sebzeler ölmesin diyordu.”
Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.)