Aptallar ucuz ve geçici zevklerin peşinden koşarlar
Ama bilmezler seçtikleri yolun karanlık ve tehlikeli olduğunu
Hayır, korkmuyorum varlığımın neden olduğu tehditlerden
Hükümdarımın arabası parçalanmasın diyeydi yaptıklarımın hepsi
Koştum, yetişemeyecek olsam da, onun yanı başında olmak için
Ama “Güzel Kokulu” reddetti beni, anlayamadı iyi niyetimi
Ve iftira attı üzerime, bana kulak verip nasihatimi dinlemek yerine**
Nasıl, beğendiniz mi? Ben yazdım yukarıdaki dizeleri. Çok mu
hüzünlü buldunuz? Küstürülmüş, huzurdan kovulmuş, haksızlığa uğramış birinden
daha iyisini beklemeyin lütfen. Sözü
dinlenmemiş bir devlet adamıyım ben, ne yazabilirim ki şikâyetten başka? Sızlanırım
işte böyle boyuna, yüzyılları aşan sesimle çağlarım tozlu kitapların
sayfalarında. Okuyun hikâyemi de hak verin bana, uğradığım adaletsizliğe bir de
siz tanık olun. Olmadı, başaramadım! Ne sözümü dinletebildim hükümdara ne de
haklı olduğumu görmeden ölüp ıstırabımı azaltabildim. Daha ne olsun? Ben öleli
neredeyse 2300 yıl geçmiş ama tarih bu, tekrar ederek akmaktan başka bir
seçeneği yok ki denesin, değiştirsin yatağını, yeni yollar ve yöntemler
keşfetsin. İnsan aynı, kaygıları ve zaafları aynı; hırsı, hevesi, şehveti aynı…
Onun yaratacağı ve yazacağı tarih neden farklı olsun, bir tane neden söyleyin
bana geri alacağım laflarımı… Bir tane gerekçe!
Kim miyim ben? Tanımışsınızdır herhalde yukarıdaki
sızlanmalarımdan. Müzmin ve haklı şair Qu Yuan’ım ben. Zhou
Hanedanına bağlı Chu Devleti’nde yaşardım. Hem şiirler yazardım hem de sarayda
danışmanlık yapardım hükümdara. Haktan ve hakikatten başka rehberim yoktu.
Gündelik basit çıkarların, dalkavukça pohpohlamaların, onun bunun
dedikodularının değil de sadece ve sadece hükümdarımız Huai’nin ve onun
hükmettiği topraklarda yaşayan halkların mutluluğuna harcardım enerjimi. Ama ne
oldu? Dinlemediler beni. Dedim onlara, yanaşmayın Qin Hanedanına. Niyetleri
baştan belli dedim, bizi zayıflatıp işgal etmekten başka bir amaçları yok
dedim, en büyük hedefleri etraflarındaki küçük devletleri bir bir yutup gelmiş
geçmiş en büyük imparatorluğu kurmaktır dedim. Ama dinletemedim kimseye. Benim
yerime yanındaki şakşakçılara kulak verdi hükümdar, açtı kapılarını Qin
Hanedanına, barış ve sevgi mesajları yolladı elçilerle, çürümesine izin verdi
Chu Devletinin kadim ve dayanıklı temellerinin.
Sonra ne mi oldu? Hükümdar Huai öldü, verdiği kararın
ülkesini ne tür bir felakete sürüklediğini göremeden göçtü gitti bu dünyadan.
Onun yerine geçen Qingxiang, başbakan olarak atadığı Zilan’ın sözlerine kandı
ve beni ihanetle suçladı. Güya, Qin Hanedanıyla yapılan anlaşmaya karşı çıkarak
ben devletimizin güvenliğini tehlikeye atıyormuşum. Öyle bir iftira ki sadece
haklı olanların uğrayacağı türden, sadece zamanın yargıcı olduğu kararların
sahiplerine nasip olacak nitelikte. Ardından sürgün yılları başladı tabii ki.
Yangtze Nehrinin güneyine, doğup büyüdüğüm köye gönderildim.
Sonra ne mi oldu? Haksız yere suçlanmış, okuyarak ve çalışarak
elde ettiği tüm yetkileri elinden alınmış ve bir de çok sevdiği ülkesine ihanet
ettiği iddiasıyla itham edilmiş bir şair böyle bir durumda ne yapabilirse o
oldu. Şiire, kelimelere, kelimeler arasındaki sihre, yani kendime döndüm. Çünkü
edebiyatın kadim bağrında ölümsüzlük ve onur birlikte yeşerir. Ben de
dizelerde, mısralarda aradım sarayların karanlık odalarında bulamadığım
sadakati. Yazdım yıllarca; acıyla, inatla; heves ve tutkuyla; hüzün ve telaşla.
Öyle ki kimi zaman kendimden utandım. Bir gün gelir de haklı olduğum meydana
çıkarsa gerçekleşecek felaketin bana hissettireceklerini hayal ettim kimi
zaman. Bunun suçluluğunu duydum iliklerimde, kanımın sinsi sinsi dolaştığı en
ince damarlarımda. Haklı bulunma isteğiyle haklı çıkmama arzusu çelişti içimde.
Doğruyu söylediğim bilinsin istedim evet ama söylediklerimin doğru çıkmasını
arzulamadım hiçbir zaman. Ve bu yakıcı ikilem sızdı kelimelerime, zehirli bir
yılan gibi ısırdı en can alıcı yerlerimi. Farkındaydım evet, zehir yaranın
içindeydi ve yara iyileşmeyecekti asla. Tarih, iyileşmeyen yaralardan sızan
zehirli irinlerin toplamından başka neydi ki zaten! Çelişkiler kemirdi beynimin
tüm guddelerini, güçsüz bıraktı beni kimi zaman. Tıpkı Xiangluping’deki
karanlık su kuyusu gibiydi durumum. Güneşi yutabilirdim istersem karanlığımla,
ama aynı güneşi kuyunun dibinde tutmam imkânsızdı, bunu ne kadar istiyor olsam
da. Eğilip suyun siyahlığına, yüzünün gitgide eriyen siluetine bakıp
yüreğindeki akrepleri beslenme kaynaklarından koparmaya çalışan şair olarak çok
iyi biliyordum bunu, bildiğim için de susuyor ve şiire veriyordum tüm
varlığımı. Adını Li Sao (Acıyla Yüzleşmek) koyduğum epik şiirime adadım gecemi
gündüzümü yıllarca, kinimi ve merhametimi işledim dizelere. Duyulmayan sesim
oldu kalemin kâğıtta çıkardığı cızırtı, görünmeyen yakınmalarım simsiyah
resimler çizdi ihanetle suçlanmış ruhumu aklamak uğruna.
Ejder başlı tekneler yarışa hazır. |
Maalesef ömrüm yetti haklı olduğumu görmeye, maalesef
zamanın beni haklı çıkardığına şahit oldum ve gerçeklerin arkasında dimdik
durmaya ant içtiğim günden beri çektiklerim yetmiyormuş gibi, bir de halkımın
katledilmesine tanık olmak zorunda kaldım. Tam yirmi sekiz yıl sonra Qin
Hanedanı saldırdı ülkemize, yakıp yıktı köyleri ve kentleri, taş taş üstünde
bırakmadı Qin’in azgın askerleri. Chu devleti ve onun sarayında yaşayan
hokkabaz kılıklı dalkavuklar tarih oldular arkalarında en ufak bir iz bile
bırakmadan. Ve ben fark ettim haklı çıkma korkumun ne kadar değerli olduğunun,
ezildim dökülen masum kanların kızıllığında, çaresizce attım yorgun bedenimi Milou
Nehri’nin baharla ılımış sularına.
Ben çamur renkli suyun dibinde ebedi huzura kavuşurken
köylüler teknelerle seğirttiler yeisle yıkılmış ruhumu kurtarmaya. Ellerini,
kollarını, gövdelerini soktular balıklarla yarışan gövdemi suyun derinliklerinden
çıkarmak için. Yetmedi köylülerin sevgileri ama, salıverdim canımı akıntıya ve
kurtuldum geride binlerce dizelik şiirler bırakarak. Ölerek verdim son dersimi
insanlığa, vatanına ve halkına sadık bir bilge olarak yaşadım hep. Bu çizgiden
bir adım bile sapmadan bitirdim yarışı.
Ben öldükten sonra adet oldu köylüler arasında. Bedenim
balıklara yem olmasın diye buharda pişirilip yumru haline getirilmiş nişastalı
pirinçler attılar nehre. Kimileri beni Su Tanrısı ilan etti, kimileri de suyun
ölümsüzleştirdiği büyükler listesine ekledi adımı. Ölüm yıl dönümümde, yani ay
takviminin beşinci ayının beşinci gününde zırnık şarabı içmek
gelenek oldu zamanla. Sadece bu mu? Nişastalı pirinçleri kırmızı fasulyeyle,
kıymayla, şekerle ve fıstıkla karıştırıp bambu ağacının yapraklarına sardılar
ve ardından buharda pişirdiler saatlerce. Ölüm yıldönümümde köylerde kentlerde,
her köşe başında zongzi
yapıp yediler. Baharın serinliğini yazın bunaltıcı sıcaklarına bıraktığı bu
günlerde ejder kafasıyla süslenmiş teknelere binip
yarıştılar. Her yıl bir daha denediler beni kurtarmayı, her yıl bir kere daha
başarısız oldular şairi kurtarma çabasında. Adımı her yıl biraz daha az anar
oldular, acılarla yoğrulmuş yaşamımı, sürgün yemişliğimi ve uğradığım
haksızlığı unuttular ya da getirmediler akıllarına pek. Rengârenk süslerle
bezenmiş teknelerde yaşıyorum ben artık, bardağa doldurulan kızıl şaraplarda,
ısırılıp dilin ucunda erimeye bırakılan zongzilerde, üç günlük tatili fırsat
bilip ören yerlerini dolduran kalabalıklarda, anne babaların önünde saygıyı
öğrenen çocuklarda, Duanwu Bayramı adı verilen eğlence dünyasının esintisinde…
Bayram günü yenmek üzere hazırlanmış zongziler |
Madem dizelerle başladım kendimi anlatmaya, yine birkaç
dizeyle bitireyim sözlerimi. Çünkü her şey ama her şey yanıp kül olmaya mahkûm
zamanın acımasız ateşinin yanında. Bir kâğıt nasıl kıvrılıyorsa köze
yaklaşınca, yaşanmışlıklar da aynen öyle buruşup kırışıyor zamanın
yörüngesinde. Oysa yazı; yani şiire işlenmiş kırık ruhlar, dizelere
raptiyelerle tutturulmuş bulutsu hayaller, mısralara karpuzun içindeki şeker
gibi karışmış o tatlı hevesler ezelden ebeden kadar kalıcıdır insanlığın kadim
zihninde. Bunun en büyük kanıtı değil miyim ben? Benim gibi nice şairler? Öyleyse
söyleyeyim son sözümü, zamanında beni dinlemeyip ülkesini felakete sürükleyen
hükümdar gibi olmayın siz, ders alın yılgı bilmez cümlelerimden, ders alın ve
ders verin sizden sonra gelecek nesillere.
Ne kadar da iyi bilirim sadakatin felaketleri getirdiğini!
Yine de dayanacağım, vazgeçmeyeceğim haklı davamdan.
Dokuz katlı cenneti kendime tanık olarak çağırdım, bak.
Tek talebim Adil’in dinlemesiydi beni, hepsi o kadar.
Eskiden benimle samimiyetle konuşur, kulak verirdi sözlerime
Sonra sırtını döndü bana ve izin verdi düşüncelerinin ele geçirilmesine
Benim cenahımda değişen bir şey yok, takmıyorum pek bu ayrılığa
Ama üzüyor ve endişelendiriyor beni, Adil’in bu derece tutarsız olması.
* Bu yılki Ejder Teknesi Bayramı 30 Mayıs’a denk
gelmektedir. Çin hükümeti 27 Mayıs 2017 Cumartesi’yi mesai günü haline getirip,
28-30 Mayıs tarihleri arasını üç günlük resmi tatil ilan etti.
** Yazıda geçen dizeler bu bayramın tarihiyle adı anılan Qu Yuan'a ait. Çevirileri David Hawkes'ın 1965 yılında yayımlanmış Anthology of Chinese Literature, Volume 1'den aldım. Türkçe çeviriler bana ait.