01
Mavidir gök, camgöbeğidir,
bakanı içine çeker eritir; bulutlar dili, rüzgar sesidir; yüreğe serinlik, göze
ferahlık, ruha aydınlık getirir. Babadır, toprağın anneliğinin yanında. İnsan,
toprakla gök arasına, korktuğu için annesiyle babasının arasına sıvışan çocuk
gibi sıvışır, o umuk karanlıkta salt güven ve huzur vardır, hayatın mümkünlüğü
vardır, emek ve alınteri vardır. Uçsuz bucaksız genişliğiyle korur kollar
kubbesinin altına sığınanları, ayrım yapmaz eğer
insan aşırıya gidip hakkından fazlasını talep etmezse. Paylaşılmaz çünkü göğün
ıssızlığı; sınır konulmaz havanın boşluklarına; çitlerle çevrilemez görünmeyen,
dokunulmayan ama her yerde var olduğu bilinen o meçhul meşhur. Bu yüzden
üstündür topraktan, bu yüzden adil ve koruyucudur. Bundandır ovooların tepesine
ya da ağaçların dallarına bağlanan çaputların mavi oluşu. İnsanların
azgınlığından göğün merhametli kollarına sığınan ruhların yalnızlığı okunur
tepeleri fetheden taş yığınlarında, bayırları dikine kesen ağaçların
gövdelerinde. Ve yine bundandır ülkenin bir adının da Munkh Khukh Tengriin Oron
(Sonsuz Mavi Gökyüzünün Ülkesi) oluşu.
02
Moğolca adları Takhi. İngilizce'ye "wild
horse" diye çevirmişler. Türkçe'ye de birebir çeviri yapılırsa "vahşi
at" ya da "yabani at" olarak çevrilir. Sabahtan akşama kadar ot yiyip, akşam olunca yaşadığı
yüksek tepelerden dereye inip su içen bir hayvan nasıl vahşi olabilir? İnsanın,
evcilleştiremediği ya da bir anlamda kendisine benzetemediği her canlıyı vahşi
ya da yabani olarak adlandırması ne kadar da bencil ve küstahça! Bir çeşit
kıskançlık var bu yaftalamanın altında. Uzanamadığı
ete mundar deme marazı. Ben özgür değilsem, ben yerleşik hayatın kölesiysem,
ben sınırlarımı biliyorsam; başkaları da bana uymalı ve bana benzemeli.Tıpkı
Antik Yunanlıların diğer milletlerin insanlarına barbar, Çinlilerin yerleşik
hayatı reddeden Moğollar için medeniyetsiz demesi gibi. Günümüzden örnekler
vermek de mümkün tabii ki. Oysa bu atlara verilecek en güzel ad "özgür
at" olmalıdır. Diğerleri gibi dizginlenip, iple bir kazığa
bağlanamadıkları için. Eksi elli derece soğuğa rağmen kışları kendi başlarının
çaresine bakabildikleri için. Issız dağları kendisine mesken edindiği için.
Evet; Moğolistan sadece mavi göğün değil, aynı zamanda özgür atların ülkesidir.
03
Yol, gidenle gidileni kavuşturan en kısa ve zahmetsiz mesafedir
genelde. Önceden çizilmiştir, gidilmiştir, işlevi ve verimliliği
kanıtlanmıştır. Bu yüzden yolcu güvenir yola, gidilene varacağını bilir ve
zihnini yolun olası çağrışımlarıyla meşgul eder yolculuk sırasında.
Moğolistan’da ise yol boş bir sayfaya yazılacak cümleler dizisi gibidir. Boş
bir sayfa evrenin en zengin kütüphanesidir aynı zamanda, tıpkı bozkırın ve
çölün sonsuz sayıda yola gebe olması gibi. Daha önce gidilmiş olan yol
çamurlanmışsa, koyunların istilasına uğramışsa ya da bakımsızlıktan çökmüşse;
beklenilmez. Yeni bir yol yapılır hemen. Etrafından dolanılır, bayıra doğru
sürülüp otların, taşların ve derelerin arasından, o güne kadar varlığından
kimsenin haberdar olmadığı sapa bir yol keşfedilir. Bozkırda, taşlıkta, dağda,
bayırda, çölde ve kumulda her yer yoldur. Bu yüzden yol yok demenin bir anlamı
da her yer yol demektir. Hatta tam olarak bu yüzden ulusal parkların
girişlerinde sürücülere “Yeni yol yapmayın. Mevcut yolu kullanın” uyarıları
yapılır.
04
Kaldırımlarda, ara sokaklarda, otobüslerin arka
koltuklarında, bina önlerinde ve müşterisi kalmamış barların karanlık
köşelerinde sızmış ya da sızayazmış sarhoşları gördüm. Ülkede alkolizmin sorun
olduğunu duymuştum da bu kadar bariz olacağını tahmin etmemiştim. Belki uzun
süren kara kışın getirdiği karamsarlıktan ve boşluk duygusundan, belki
etkisinde kaldıkları Rusya’nın yüzünden, belki de göçebelikten yerleşik hayata
hızlı geçişin neden olduğu baş dönmesinden… İkisi üçü bir araya gelip bir şişe
votkayı mideye indiriyorlardı, Barış Caddesi üzerindeki oturakların birinde. İçlerinden
birisinin eliyle yırttığı bira kutusunu bardak olarak kullandığını görünce çok
şaşırdım. Arkadaşının ağzı değdiği için aynı şişeden içmeyip, dudağını ve
dilini kanatma riskini alması sarhoşluğuna mı yoksa Cengiz Han’ın torunu
oluşuna mı verilmeliydi, bilemiyorum! Bir akşam da gece yarısına doğru otelime
dönerken yolumu kesti kafası güzel bir abi. “Nerelisin?” dedi bozuk bir
İngilizceyle. Aslında o pek bir şey demedi de ben anladım ne sormak istediğini.
“Türkiye” deyince dağılıverdi yüzündeki boz bulutlar. Sarıldı bana. “Sarhoştur,
beyninin içinde bilardo topları zıplıyordur, ne yapsa yeridir.” demek isterdim
ama adamın Türkiye’ye karşı bir sempatisi olduğu kuşku götürmez bir gerçekti.
Bir şeyler söylemek istiyordu ama İngilizcesi yetmiyordu. Bende de Moğolistanca
yok ki adamı rahatlatsam. Öyle, yol kenarında dikildik kaldık bir süre. Adam
“Turk” diyor, gülümsüyor, bana sarılıyor ve ardından da devamını getiremediği
için “I am sorry.” diyerek özür diliyordu. Bir çeşit ayyaş nezaketi, zararsız ve biraz
da saçma. Ürkütmekten ziyade insanda acıma hissi uyandıran bir sahneydi
bizimkisi. Bir süre takip etti beni, tekrar tekrar sarılmak istedi. Ben yoldan
karşıya geçince bıraktı peşimi. Karşı kaldırıma varınca ister istemez –ona
çaktırmamaya çalışarak- ellerim ceplerime gitti. Telefonum ve cüzdanım yerinde
miydi?
05
Rehberimiz Hristiyan olarak doğup, sonradan düşünüp
taşınıp Budist olmaya karar vermiş, tıp fakültesinden yeni mezun olmuş bir genç
kızdı. Doğu ve Güney Asya’da cirit atan misyonerler sayesinde Budistlikten
Hristiyanlığa geçeni çok görmüştüm de Hristiyanlığı bırakıp Buda’nın yolunu
tercih edeni ilk kez gördüm. Şaşkınlığımı gizlemedim –Jon da şaşırdı ilk
duyduğunda, hatta eski bir Hristiyan olarak sevindi içten içe-, sormadan
edemezdim. Zaten akşam yemeğine kadar olan vakti öldürmek için yakınlardaki en
yüksek tepeye çıkmaya karar vermiştik. Otlara, çiçeklere, marmot deliklerine,
civarda otlayan yarı evcil atlara, kutsal oldukları için gömülmeyen at
kafalarından kalan kemiklere bakarak tırmanıyorduk dik bayırı. Hedefimiz
tepedeki ovooya varmaktı. “Neden Budizm?” diye sordum hafif bir çekinceyle. “İnsanın iç sıkıntılarını ve bu sıkıntılara
bulacağı sorunları inceleyen en güzel din Budizm’dir.” dedi. Ailesi –ya da
abileri ve ablaları- Hristiyan olduğu için küçükken kiliseye gidermiş ama
Hristiyanlığın kafasında oluşan sorulara yanıt veremediğini anlaması uzun
sürmemiş. Sorguladıkça –biraz da aldığı tıp eğitiminin sonucunda olsa gerek-
kopmuş ve en sonunda, 16. yüzyıldan beri Moğolistan’da en yaygın din olan Budizm’de
karar kılmış. Yokuş bitene kadar konuşuyoruz din konusunda. Anatman doktrininden, şanghadan, darmadan,
tipitakadan, günümüz Budizm’inin Buda’nın miras bıraktığı eşitlikçi ve adil
düzenden çok farklı olduğundan söz ediyorum.
Ben Tayland’da yaşadığım kısa tapınak maceramdan bahsediyorum. O benim
böyle bir şeyi deneyimlemiş olmama şaşırıyor. Açıkçası kafasını karıştırıyorum
biraz. İçimdeki rasyonel öğretmenin durdurulamayan dersleri yayılıyor benim
kontrolümün dışında… Soluk soluğa tepeye vardığımızda, civardan bir taş bulup
ovoo’nun üzerine bırakıyor. Sonrasında da saat yönünde üç defa dönüyor koni
şeklindeki, tepesindeki çubuğa mavi çaputlar bağlanmış taş yığınının etrafında.
Bir dilek tutuyor –TOEFL’da yüksek not alıp, göz alanında uzmanlık için ABD’ye
gidebilmek en büyük rüyası- ve ellerini birleştirip tepedeki ruhlara
saygılarını sunuyor.
06
Tepeden aşağıya inerken Cengiz
Kağan’ı sordum rehberimize. “İleri görüşlü, adil, cesur ve yardımsever bir
liderdi.” dedi. Yanıt beni şaşırtmadı tabii ki. Hatta bu yanıtı almak için
sordum bile diyebilirim. Ülkedeki en büyük meydanın adı Cengiz Kağan Meydanı
–ülke nüfusunun yarısını alabilecek kadar geniş bir alan-, başkentteki
havaalanının adı Cengiz Kağan Havaalanı, ülkenin en sevilen birası Cengiz, en
kaliteli votkası Cengiz, Ulanbator’dan azıcık dışarıya çıkınca bir tepenin
yamacına işlenmiş dev resim Cengiz Kağan’a ait. Ulusal bir lider, bir
kurtarıcı, Orta Asya’ya dağılmış olan Moğol kavimlerini birleştiren güçlü bir
irade; kısacası Moğol kimliğinin yaratıcısıdır Cengiz Kağan. Durum böyle olunca
Cengiz Kağan’ın hayatı ve yaptıkları hakkında biz Türklere okullarda
öğretilenlerle Moğolistanlılara öğretilenler arasında dağlar kadar fark
olacaktır. Biz Cengiz Kağan’ı; fethettiği şehirleri yakıp yıkan, masum
insanları acımasızca öldüren gözü dönmüş bir cani olarak tanırız. Kolay değil,
az çektirmemiştir Müslümanlara Buhara’da ve Semerkant’ta. Sadece Müslümanlara
da değil, önüne çıkan ve boyun eğmeyen kim varsa ezip geçmiş, karşısında duran
halkları acımasızca cezalandırmıştır. Taş taş üstünde bırakmamıştır adeta.
Bizim tarih yazıcılarımız doğal olarak bu zulümleri ön plana çıkaran bir tarih
yazımını tercih edecektir / etmiştir. Hangi mağdur sevmez kendisini yenen gücü
zulümle, adaletsizlikle, barbarlıkla suçlamayı? Bizim yazım doğrudur, onlarınki yanlıştır
demiyorum. Tam aksine, tarih yazımının ulusal kimlik oluşturmada ne kadar
hassas bir araç olabileceğine parmak basmak istiyorum. Moğollar için Cengiz
Kağan ulusal kimliğin oluşmasına en büyük katkıyı sağlayan kişidir. Dolayısıyla
yaptığı zulümler unutulabilir, ihmal edilebilir, görmezden gelinebilir. Tarih,
yarattığı kahramanların zaaflarını, zayıflıklarını, kötü yanlarını örtmekte her
zaman başarılı olmuştur. Hatta kahramanın genel tarifi de budur. İnsan değildir
onlar; Tanrı tarafından özel bir görevle gönderilmiş, üstün kabiliyetlerle
donatılmış varlıklardır. Çünkü onlar çocukların zihinlerini kaplamak, o
zihinleri başka görüşlere kapatmak için vardırlar. Bu sadece Cengiz Kağan için
değil, tarih tarafından yaratılan ve resmi görüşle beslenen tüm kahramanlar
için doğrudur. Bir çocuğa “Cengiz Kağan büyük kumandandı. Biraz zalimdi,
çocukları ve kadınları diri diri yakmıştı ama bunu büyük Moğolistan ideali için
yapmıştı.” diyemezsin. Zaten o tarihi yazan kişi de inanmıştır Cengiz Kağan’ın
büyük bir kahraman olduğuna. Bu yüzden yaratılmasına yardımcı olduğu tarihsel
imge hakkında söylenen kötü şeylerin, düşmanlardan duyulması normal olan
kıskançlık söylentileri olduğunu düşünür. Hangimiz severiz çocukluktan beri
kafamıza kazınan bir kahramanın eleştirilmesini, ona toz kondurulmasını? Öyle
ki bu kahramanın askeri bir lider olması bile gerekmez. Kimi zaman edebi bir
kimlik, kimi zaman bir felsefeci ya da müzisyen de olabilir. Birileri
tarafından bize öğretilen ya da okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde,
katıldığımız söyleşilerde anlatılanların tek gerçek olduğuna inandırırız
kendimizi. Bunun işimize gelmesinin nedeni biraz fiziksel / zihinsel tembellik
gibi görünse de aslında gerçek neden rahatımızın kaçmasını istemememizdir. Var
olan düzen, içinde yaşadığımız toplum / topluluk bir kahramanın yüce
kişiliğiyle ayakta durabiliyorsa, ne gereği vardır o kalın ve güçlü sütunu
yıkmanın? Geçmiş zaten geçmiştir, yüzyıllar öncesinin intikamını mı alacaksın cılız
sözlerinle?... Bu ve benzeri düşüncelerle susmaya devam ediyorum ben, Cengiz
Kağan hakkında bildiklerimi ya da bildiğimi sandıklarımı kendime saklıyorum. Çünkü
ilginç ve öğretici olan şey kahramanların yenenlerin yazdığı tarih tarafından
yaratıldığı değil –bu zaten fazlasıyla klişe olurdu böylesi bir anı yazısı
için-, bu sürecin farkına varmamız için başkalarının kahramanlarını görmemizin,
iç geçirmemizin ve yeri geldiğinde onlarınkini bizimki karşısında
küçüksememizin gerekli olmasıdır… Karşılaşma yapmadan duramayan insanın
karşılaştırma yapar yapmaz boyunu yükseltmek için ayağının altına koyduğu
taburenin farkına varması durumu bu. Susmaya, sessizce kendime konuşmaya devam
ediyorum. Jon’la rehberin aralarındaki konuşmalarını duyunca ben de katılıyorum
onlara, aniden bastıran bir ikindi uykusundan uyanır gibi açıyorum gözlerimi
etrafımdaki dünyaya. Çadırkente (Ger-camp) varana kadar civardaki hayvanlardan,
parkın içerisinde yaşayan göçebe ailelerden ve yarın sabah görmeye gideceğimiz
Türk kavimlerinden kalma şölen yerinden söz ediyoruz.
07:
Bütün gün güneşin altında yürüdükten sonra yorgun argın odamıza gelmişiz, duş
almışız. Jon, duvar kenarındaki yatakta, ben camın yanında. İki yatağın
arasında binanın sütunlarından birisi var, somuna çakılmış duvar çivisi gibi
odaya yabancı bir cisim. Ben hemen uyuyamayacağımı bildiğim için oyalanacak bir
şeyler arıyorum. Jon ise gözlerine uçak yolcularına verilen gözbağından takıp
uyku moduna geçiyor hemen. Okuyacak bir şeyler bakıyorum bir süre. Telefonun
hafızasından birkaç ay önce Yaratıcı Okuma Grubu’nda okuduğumuz, Nabokov’un
“İşaretler ve Simgeler” başlıklı öyküsünü –bana göre bir başyapıttır- bulup
okumaya başlıyorum. Yaşlı çift aklı hastanesindeki oğullarını ziyarete
giderler, tüm gün bir sürü olumsuz olay gelişir. Oğullarının intihara kalkışmış
olduğunu öğrenirler, ölü bir kuş görürler, otobüste gürültü yapan liselilerden
rahatsız olurlar, bozulan metroda beklemek zorunda kalırlar, çamurlaşmış toprak
yolda yürürler, oğullarıyla görüşmelerine izin verilmez. Akşama doğru tedirgin
bir halde eve dönerler. Öykünün yarısına geliyorum ki otel odamızdaki telefon
çalıyor. “Allah Allah, ne iş!” diyorum içimden. Telefon Jon’un tarafında ama
adamın oralı olduğu yok. Kafası yukarıya çevrili, ağzı hafif açık; sanki 3D
gözlüğünü takmış, apayrı bir dünyada geziniyor. Ya çoktan uyudu –bu kadar hızlı
uyumuş olamaz değil mi?- ya da benim uyumadığımın, hatta uyumaya
yeltenmediğimin farkında olduğu için numara yapıyor. Kalkıp telefona yanıt
veriyorum mecburen. Genç bir kadının sesi, Moğolca bir şeyler söylüyor.
İngilizce “Anlamıyorum.” diyorum ama kadın ısrarla devam ediyor konuşmaya.
Sonra da telefon kapanıyor. Ben de ahizeyi yerine koyup yatağıma dönüyorum.
“Herhalde resepsiyonu arayacaktı, yanlışlıkla bizim odayı aradı.” diyorum
içimden. Nabokov’un öyküsüne geri dönüyorum. Yaşlı çift evin içinde dolanıyor.
Adam, ”Oğlanı eve getirelim, burada ona daha iyi bakarız.” diyor. Yaşlı kadın
kuşkuyla yaklaşıyor bu teklife. Telefon çalıyor tekrar. Jon’da yine ses yok. Bu
kadar mı yorulur bir insan! Bütün gün beraber gezdik, aynı miktarda yorulmuş
olmamız lazım. Kalkıp telefona yanıt veriyorum. Yine aynı ses, ısrarla bir şeyler
anlatıyor. Ben yine “Anlamıyorum. Yanlış numarayı arıyorsunuz sanırım.
İngilizce konuşun lütfen. Bu şekilde anlaşamıyoruz.” gibi bir şeyler
söylüyorum. Kadın konuşmaya, heyecanlı bir şekilde bir şeyler anlatmaya devam
ediyor. “Şikâyet edecek ne buldu acaba!” diyorum içimden. Bu sefer telefonu ben
kapatıyorum, onun sözlerini bitirmesini beklemeden. Öyküye geri dönüyorum. “Hem
hastane masrafları da azalır.” diyor yaşlı adam. Yaşlı kadın yine sessiz, belki
de alışkın kocasının bu lüzumsuz mırıldanmalarına. Telefon tekrar çalıyor,
ağlaması durmayan bebek gibi inatçı. İçimden belli belirsiz bir küfür ediyorum
ama yine de kendimi alamıyorum telefonu yanıtlamaktan. Genç kadının sesi bu
sefer biraz daha yumuşak, daha alıngan, şikâyetini duyurmanın tekniğini değiştirmiş
gibi. “Bakın hanımefendi, Moğolca konuşmuyorum. Yanlış numarayı arıyorsunuz.”
diyorum ve telefonu kapatıyorum. Artık resmi olarak kızgınım. Bir daha ararsa
ben resepsiyonu arayıp, şikâyette bulunacağım. Yatağıma, daha doğrusu öyküye
geri dönüyorum. Tam kaldığım yerden okumaya başlayacağım, yan yataktan
hırıltılı bir ses geliyor. Üzerine atılan toprağı alttan yukarı eşeleyip ışığa
kavuşan bir yaralı gibi gözbağını açıyor Jon. “Yanıt verme şu telefona. Sen
yanıt verdikçe o aramaya devam edecek. Anlamadın mı hâlâ; müşteri arayan bir
hayat kadını ya da en iyi ihtimalle bir masör, bizim burada olduğumuzu anlamış.
Masaj ister misin diye soruyor.“ Yastığımın üzerine kafamı koyup, şaşkınlıkla
Jon’un yüzüne bakıyorum. “Telefondakinin kadın olduğunu nereden anladın?” diye
soruyorum. Yanıt vermiyor. “Işığı kapat da uyu, yarın dört müze, bir tapınak
gezeceğiz.” diye söyleniyor. “Tamam” diyorum cahilliğimden ve naifliğimden
utanarak, dilime yapışmış soru işaretleri rahatsız ediyor aklımı. Haklı
olabilir mi, Jon? Tuhaf bir ikilem, hangi tarafta olmam gerektiğine karar verememek
en ilginç yanı. “Bir şeyler okuyorum. Bitince uyuyacağım ben de.” Cep telefonun
ekranını açıyorum tekrar. Yaşlı adam çay demliyor, karısı pijamalarını giyiyor.
Öykünün son cümlelerini okuyorum. İçimde biriken bir heyecan, patlamaya hazır
bir yanardağ gibi. Telefon tekrar çalıyor.
08
Havaalanından
çıkar çıkmaz bindiğimiz arabanın şoförüne sormak aklıma gelmişti ama gecenin
karanlığında oteli bulma telaşıyla –bizim değil, şoförün telaşı- unutmuştum. Moğolistan’da
trafik sağdan aktığı halde neden araçların çoğunda direksiyon sağ tarafta? Bir
istatistik öğretmeni olarak çoğunluk ifadesinin spekülatif kalmaması için bir
sabah –Jon daha uyanmamışken- oturdum saydım, otelin penceresinden aşağıya
bakarak. Kuzey güney yönünde hareket eden 100 aracı gözlemledim. Sadece 19
tanesinin direksiyonu soldaydı. Hemen basit birkaç işlemle %95 güven aralığını
(%11, %27) olarak hesapladım. Yani %95 kesinlikte eminim ki Ulanbator’daki
taşıtların doğru yönde hareket edenlerinin –ya da direksiyonu doğru tarafta
olanların- oranı sadece %11 ile %27 arasında. Hadi iyimser bir tahmin yapalım
ve bu orana en fazla %30 diyelim. Kalanının, yani en az %70’inin direksiyonu
olması gerekenin ters tarafında. Tabii burada almış olduğum örneklemin
geçerliliğini ve popülasyonun tek-tip (iid: identically independently
distributed) oluşunu varsayışım göz ardı
edilmemeli. Örneğin, direksiyonu sağda olan taşıtların hemen hepsi arabaydı.
Direksiyonu solda olanlar ise ya kamyondu ya da eski otobüs. Ve yine
direksiyonu sağda olanların hemen hepsi Japonya yapımı arabalardı. Demek oluyor
ki Japonya, Moğolistan için özel araba üretmiyor. Doğrudan kendisi için
ürettiği arabaları Moğolistan’a satıyor. Nüfusu az olduğu için Moğolistan’ı
yatırım yapmaya değecek bir ülke olarak görmüyor olabilir? O kadar ki tur için
bindiğimiz cipin GPS’i bile Japonca konuşuyordu. Ne şoför ne rehber ne de
yolcular Japonca anladığına göre arabanın bu ısrarcılığını, anavatan özlemi
olarak nitelemek zorunda kaldım. Gerçi, benzeri bir durum Burma’da da vardı.
Orada da İngiliz sömürüsü olmanın getirdiği trafiğin soldan akma durumuna
karşın, çoğunluğu Çin’den gelen direksiyonu solda taşıtlar vardı. Biz, Ulanbator’dan
çıkıp, dar yollarda ilerlerken bu durumun ne kadar ciddi sorunlara yol
açabileceğini fark ettim. Ne zaman önümüzde yavaş ilerleyen bir kamyon belirse,
şoför yanındaki rehbere karşı taraftan araba gelip gelmediğini sormak zorunda
kalıyordu. Çünkü trafik sağdan akıyor ve kendisi arabanın sağ ucunda. Sollama
yapması için yolun sol tarafını görmesi gerekiyor ama bu neredeyse imkânsız.
Dolayısıyla, karar vermesi, kendine güveninin kazanması ve gaza basması zaman
alıyor. Yol gereksiz yere uzuyor, bir de üzerine kamyonun egzozundan çıkan
dumanı ciğerlerimize çekiyoruz. Çayırların ve otlakların, yani temiz hava
cennetinin ortasında, olabilecek en pis havayı soluyarak Moğolistan maceramıza
devam ediyoruz.
09
Moğolistan
topraklarında yaklaşık üç milyon insan yaşıyor ve bunun iki milyona yakını
Ulanbator’da. Türkiye’nin sahip olduğu arazinin iki katına sahip olan
Moğolistan bu yönüyle dünyada nüfus yoğunluğu en az olan ülkelerden birisi.
Buna rağmen Ulanbator’da trafik sıkışıklığı ve trafikten kaynaklanan hava
kirliliği yaşanıyor. Sıkışıklığın nedeni şehirde yaygın bir ulaşım sisteminin
kurulmamış olması. Gördüğüm tek raylı sistem Barış Caddesi boyunca gidip gelen
bir tramvaydı. Onun dışında toplu taşımacılık eski otobüslerle sağlanıyor. Bu
otobüslerin çoğu Rusya’dan temin edilmiş. Moğolistan’da yapılmış olan bir
otobüsün üzerinde İngilizce “Made in Mongolia” yazıyordu. Otobüslere birkaç
defa bindik. Sadece sabah ve akşam saatlerinde değil, neredeyse günün her
saatinde ciddi bir yoğunluk oluyor. Şoförlerin resmi bir kıyafeti yok. İstanbul’daki
minibüs şoförlerine benziyorlar. Sıcaktan bunalmış yüzleri, akşama kadar
trafikle cebelleşmekten yorulmuş bedenleri, ter içinde boğuşuyorlar trafikte.
Havadaki azıcık da olsa hissedilen kirliliğin nedeni taşıtlar. Şehir, dağların
arasına sıkışmış bir ovada kurulu olduğundan egzozlardan çıkan duman şehrin
içine hapsoluyor. Son yıllarda yapılan yüksek binaların da buna etkisi olduğunu
söyleyebiliriz. Hava kirliliğinin tek nedeni taşıtlar değil tabii ki. Çin’de
olduğu gibi Moğolistan’da enerji ihtiyacının büyük bir bölümü kömür yakılarak
karşılanıyor ve bu güç kaynakları şehrin merkezine çok ama çok yakın. Yaz
olduğu için büyük bir olasılıkla bu santraller tam kapasite çalışmıyordur ama
kışları hava kirliliğinin ciddi boyutlara ulaşacağını anlamak için dahi olmaya
gerek yok. Jon ara sıra havadaki egzoz kokusundan memnuniyetsizliğini belirtse
de aslında ben durumdan memnunum. Yaşadığımız şehir olan Çanco’da hava çok daha
kirli. En azından burada gökyüzünün mavisini arada hiçbir perde olmaksızın görebiliyoruz,
en azından sabahları pencereyi açıp henüz kirlenmemiş havayı içimize çekebiliyoruz,
en azından yüksek bir noktaya çıktığımızda çok çok uzakları net bir şekilde
görebiliyoruz. Çanco’da bunların hiçbirisini yapamıyoruz.
10
Ulanbator; otelleri, barları, lokantaları, kafeleri, sinemaları, meydanları ve
merkezdeki opera salonuyla gelişmiş bir şehir ama nedense taksi konusunu pek
düşünmemişler. Şehirde taksi ya hiç yok ya da yok denecek kadar az. Bu yüzden
vatandaşlar taksiye ihtiyaç bırakmayacak bir sistem geliştirmişler. Yol
kenarında dikilip, herhangi bir araca el sallıyorsunuz. Birinci, ikinci değilse
bile üçüncüsü duruyor. Kapıyı açıp nereye gideceğinizi söylüyorsunuz. Eğer
şoför de o istikamette bir yere gidiyorsa ya da her ne olursa olsun biraz para kazanmak
istiyorsa fiyatta anlaşıp arabaya biniyorsunuz. Bunu yapan o kadar çok insan
gördük ki tek kelime Moğolca konuşmasak bile denemeye karar verdik. İki ayrı
akşam, şehrin merkezindeki barların birinde yorgunluk attıktan sonra otele
dönmek için karşı kaldırıma geçtik ve el salladık. Daha elimizi havaya kaldırmıştık
ki bir araba önümüzde U dönüşü yaptı. Kapıyı açtık, direksiyon koltuğunda
oturan genç adama –daha sonra Japonca öğretmeni olduğunu öğreneceğiz- otelin
kartını gösterdik. Yaklaşık 6 TL gibi bir fiyat söyledi. Ellilik, Cengiz marka fıçı
bira fiyatından biraz fazla bu fiyat. Atladık gittik. Aynı noktadan otele
ikinci gidişimizde biraz daha fazla para verdik ama gece yarısını geçmiş bir
saatte böyle ufak tefek şeylerin hesabını yapamazdık. Hem zaten o saatte taksi
dışında başka bir seçenek de yok. Yürümek hariç tabii ki! Bu tuhaf sistemin
şehirdeki taksilerin azlığından dolayı hâlâ yürürlükte olduğunu düşünüyorum. Su-i
istimale oldukça açık bir yöntem. Ayrıca her şey sözlü olduğu için ve ortada
yazılı bir kanıt olmadığı için anlaşmazlıklara neden olabilir. Bir de güven
sorunu var tabii ki! Gerçi gece geç vakitlerde bardan çıkan kadınların bile tek
başlarına, kendinden gayet emin bir şekilde, yoldan geçen bir aracı durdurduklarına
tanık oldum. Demek ki güvenlik konusunda pek endişeleri yok Moğolistanlı
kadınların. Türkiye’de böyle bir şeyin gerçekleşebileceğine ihtimal vermiyorum
ben.
-- Devam edecek --
Keske gidip görebilsem oraları dedim içimden...
YanıtlaSil