Bu Blogda Ara

11 Ağustos 2011

Kırık Kalplerin Tarihi

Aşkı hayatın merkezine koyup yaşayanlar bilir ancak kırık kalplerin de bir tarihi olduğunu. Yalnız yaşayamayanlar ya da yanında birisi olduğu halde yalnızlık çekenler bilir en çok bunu. Her bir kırılmadan sonra daha bir güçlü hale gelen, her bir çatlaktan sonra insanı daha bir insan eden, som bir acıdır kalp burkuntusu. Geçmez üzerine uyuyunca ya da başkalarını sevmeye başlayınca. Ezeli bir ur gibi kalır orada, cepte saklanan ve varlığı her saniye ete saplanan sıcak bir mermi gibi...

Kırık kalplerin tarihi kimi zaman üzücü, kimi zaman gülünçtür. Aşk cesaret isteyen fiziksel bir eylem olduğu için, eylemi gerçekleştiremeyenin içine oturur ağır bir taş. Etrafındakilerin ne diyeceklerini umursamaktan mutlu olmaya vakit bulamayan insanlar için mümkün değildir aşk. Onlar günboyu sahilde çakıl taşlarıyla oynayan, ama bir türlü yüzmeye yeltenemeyen çocuklara benzerler. Ayaklarına su değdi mi hoşlarına gider, uzun uzun ıslanmak, denizin affedici serinliğinde kaybolmak isterler. Bunu öyle isterler ki ara sıra girerler suyun altına, nefeslerini tutarlar. Ayakları yerden kesildiği anda paniğe kapılıp, gerisin geriye sahile, ait oldukları güvenli limana dönerler. Sonrasında çakıl taşlarıyla oynamaya devam ederler. Oysa tatmıştır bir kere beden suyun altında kaybolmanın zevkini. Bir daha gitmek, bir daha yok olmak, bir daha öldürmek ister zamanı tıpkı akşam oyundan eve gelmeyen bir çocuk gibi. Gidemez! Eflatun’un mağarasındaki zavallılar gibi kandırılmıştır aşkın bir gölge olduğuna, gerçeğinin yakıcı ve kahredici olduğuna, onun yaşamak için değil yaşatmak için var olduğuna...

Kırık kalplerin tarihinde en çok rastlanan kara delik suçluluk duygusudur. “Öyle değil de böyle olsaydı nasıl olurdu?” sorusu sarıp sarmalar ıssız gecelerin karanlık parıltılarını. Orada bulutlardan örülme pişmanlıklar, orada korkaklığın ve ihanetin birer abide halinde insanın üzerine üzerine yürümesi söz konusu olur. Aşk hayata karşı bir yenilgidir kırık kalpler için. Maça yenik başlamak, attığın her gole karşılık iki gol yemektir. Güçlendin sanmaktır gücünü kaybederken. Akşamüstleri kızıl güneşin yokoluşunu izlerken hiç bitmeyen soruları tekrar tekrar sormaktır. Parçalanan kalbin açtığı çatlakta yaşamak, yaşıyormuş gibi yapmak, soluk alıp vermek ama hayatı yüzde yüz ıskalıyormuş hissinden kurtulamamaktır tarih olamayan bitmiş serüvenlerin kuyruğunda oyalananların öyküsü.

Bir de dostlar vardır, işin komedisi, zevki ve hatta en güzel ifadeyle “tuzu biberi”. “Dünyada 3 milyar kadın/erkek var, takma kafana!” derler en ücra bilgelikleriyle. Şarap bardaklarının, bira şişelerinin arkasında hep o unutulmak istenen anlar dururken sabah yalnızlıklarında sancının katlanarak arttığını hissetmektir dostların bir görünüp bir kaybolan yüzleri. Karın ağrısı olur ayrılık, kalp çarpıntısı, zihin depremi. Dostların eli yakar dokunduğu yeri, dili acıtır çoğu zaman acıyı dindireceğine. Her sabah “Nasılsın bugün?” dediklerinde soru işaretinin uzantısında kaybolan aşkın sinsi kırıntıları görünür. Bir ani ölüm gibi çözer bacakları, yıkar yıkılmaz denen ağacı. Gözlerinde o gizli delik, o delikten fışkıran geçmişin lacivert parıltıları, geleceğe yollanan içi boş şişeler...

Hayat devam ediyordur, her mutsuz anının yanına üç mutlu anı koyarsın, mutluluk oyununun bir parçası olarak. Dünyanın bir köşesinde birisi birisini öldürmüştür, şanslı hissedersin hayatta olduğun için. Afrika’daki aç annelerin, Irak’ta bir kızın eline elini dokundurmadan öldürülen gençlerin, Afganistan’da yüzlerine kezzap dökülen kadınların acılarını düşünür, kendini bencillikle suçlarsın. Bir yetimhaneye gidip, anasız babasız büyüyen çocukların gözlerindeki geleceksizliğe ağlar, onlara elini uzatır, onların acısının yanında seninkinin ne kadar yapay kaldığına inandırırsın kendini. Başkalarının senden daha çok acı çekiyor olması yalan da olsa dindirir bir süre alınganlığını. Unutursun kendini, başkalarında kaybolursun.

Ateş sönmez ama üzerine küller serpilir. Tıpkı magma gibi korur altta kalan köz kendisini tarihin acımasızlığına karşı. Direnir oksijensizliğe, direnir karanlığa ve sessizliğe. O küllerin üzerine yeni ateşler yakılsa da, o küllerin üzerinde yeni danslar edilip, yeni saraylar inşa edilip, yeni hayatlar kurulsa da değişmez kırık kalplerin tarihindeki kara yazgı. Orada kalır, bir doğumgünü partisinde unutulup, tavanda asılı kalan renkli bir balon gibi büzülür yavaş yavaş. Büzülür ama patlamaz, büzülür ama ölmez. İçine havayı çekeceği günü bekler o günün gelmeyeceğini bilerek... Hayalini kurar 5-10 yıl sonrasının, senede bir kere buluşmanın, Ediz Hun-Hülya Koçyiğit masumluğunda yaşlanıp, Zeki Müren’in sesi eşliğinde elele tutuşmanın...

Oysa gerçekler bulutların üstündedir. Güneştir gerçekler, altı ve üstü yoktur. Onarılmayacak olan unutulmaya, çöpe atılmaya mahkûmdür. Ne közü sıcak tutmanın ne de mecnunvari hayallerin bir anlamı vardır eller birbirini kaybettikten sonra. Tarih tarihtir. Ders alırsın ve devam edersin. Dostların utandıran bakışları haklıdır çoğu zaman.. O delikte oturup, zindanıyla barışanlar bir daha hayat yüzü görmezler. Şiire verirler, şiire yani sarhoşluğa. Oysa hiçbir sarhoşluk mutlu etmez insanı, en sarhoş olduğun zamanda bile. Çünkü sen de bilirsin klişe tedavileri üzerinde zar atar gibi deneyen dostların sözlerinin doğru olduklarını: Kırık kalplerin tarihi gerçek anlamda bir tarihtir ve bu tarihi yaşayıp, sabırla ve inatla düştüğü delikten çıkabilen insan güçlüdür, olgundur, daha bir insan, daha bir yaşam doludur. Gerisi hüzün, gözyaşı ve edebiyat...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder