Bu Blogda Ara

24 Eylül 2007

24 Eylül 2007 – Ev

Dün Don Khoi’de gezinirken her zaman gittiğim, sadece iki kişinin aynı anda kahve içebildiği dükkana girdim. Aslında dükkanın para kazandığı iş kuru kahve satımı ama yine de dükkanın ortasına koydukları ufak masa gelen müşterilere taze kavrulup, taze taze pişirilmiş kahve içebilme imkanı veriyor. Ben dükkana girdiğimde kimse yoktu. Masaya oturdum. Kahvemi söyledim. Dükkandaki tek müşteri ben olduğum için bir sonra gelecek olan müşteri mecburen karşıma oturacaktı. Dükkan o kadar ufaktı ki ayakta durmak bile dükkanda çalışan iki genç kızın işini zorlaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. İşin tuhafı içeriye giren uzun boylu, güzel yüzlü genç bayanı görene kadar bu durum aklımın ucundan geçmemişti. Bayan önce oturmak istemedi ama sonunda başka yer olmadığı için ya da ayakta durmak yakışık olmayacağı için karşıma oturdu. Belki de benim karşımdaki sandalye boşken ayakta durması kabalık olur diye düşünmüştü. O sandalyeye oturunca ben masaya yaydığım kitaplarımı toparladım. Hatta biraz da kızdım masaya hatta tüm dükkana sorumsuzca yayılan varlığıma! Tanışmamak ayıp olur diyerek söze girdim. “Buranın müdavimisiniz galiba? Ağzınızı bile açmadınız ama kahveci kız sizin kahvenizi hazırlamaya başladı.” Benim söze başlamama şaşırmamıştı. Belki de geç kaldığımı ya da neden bu kadar geç kaldığımı düşünüyordu. Gülümsedi! Ön dişlerindeki çarpıklığın ilk o anda farkına vardım. Ama yine de bu yüzüne simetrik olarak yayılan şirinliği bozmuyordu. Saçları dalgalı ve tokasızdı. Gözlerinde Çinlilerde görmeye alıştığım siyah bir ışık vardı. “Evet, her gün uğrarım buraya. Belki bir hafta daha geleceğim.” ‘Belki’ deyişinde hüzün değil sevinç ya da umut vardı. Sanki sevmediği bir yerden kurtuluyormuş, sevdiği, özlediği yere gidiyormuş gibi. Beklemediğim bu yanıt karşısında ister istemez sormam gereken soruyu sordum. Nasıl o dükkana girdiğinde çaresizce karşıma oturmak zorunda kalmışsa ben de mecburen nereye gideceğini sormalıydım. “Bir hafta sonra bir yere mi gidiyorsunuz?”. Cevabın evet ya da hayır olması beni hiç ilgilendirmiyordu. Nedense herhangi bir beklentim yoktu. Ya da öyle olmasını istiyordum. Bir kere nehre düştükten sonra kuru kalmış olmayı dilemek ne işe yararsa! Sonra bir daha düşündüm. Benim isteksizliğimi yanlış anlayabilirdi. Hem ben gerçektenden de isteksiz miydim? Ne olmuştu bana! Ahlak küpü olmanın zamanı mı şimdi? Yanlış anlamışımdır ya da yanlış anlatmıştır gibi temennim olması gerekmez mi bu durumda? Ama onun yanıtı tereddütlerimin gereksiz hatta beklentilerden yoksun olmamın doğru seçenek olduğunu gösterdi bana. “Evet! Ben Malezyalıyım. Bir IT şirketinde danışmanlık yapıyorum. Çalıştığım şirketin bir yetkilisinin tayini başka bir yere çıktığı için boşluğu doldurmak üzere buraya birkaç aylığına geldim. Bu ayın sonunda işim bitiyor ve geri dönüyorum.” Konuşmasındaki netlik ve özgüven içimi acıtacak kadar sertti. Sanki bana karşı, beni boynuzlamak için bu şekilde konuşuyor, benim özgüvenimi parçalara ayırmak için çaba sarfediyordu. Oysa bu acı günlük hayatta bu denli kendine güvenen kadınların pek sık karşıma çıkmamasının bir sonucuydu. Bunu biliyor olmam beni rahatlatmamıştı. Birincisi neden günlük hayatımda bu derece kendine güvenen ve bu güveni sesine yansıtan kadınlar yoktu? İkincisi böylesi bir kadının birdenbire karşıma çıkması neden dengelerimi altüst etmişti? Hem bir de IT şirketinde danışmanlık yapan birisi tam olarak ne iş yapar? Konuşmaya buradan devam edebilmem için onun mesleği hakkında birşeyler söyleyebiliyor ve bunları söylerken gülünç duruma düşmeyecek olmam gerekiyordu. En iyisi konuyu en iyi bildiğim bir konuya, derinliğinden ve sıcaklığından emin olduğum sulara çekmekti. Böylece ilerisi için büyük bir kapı açmış olurdum. “Vietnam’ı özleyeceksiniz herhalde! En azından kahveyi.” Bunu söylerken ben de gülümsedim. En azından onun artık ulaşamayacağı bir şeye rahatlıkla ulaşabilecektim. Yarışta önde başladığı için önde olanın buna sevinememesiydi benim durumum. Ne olacaktı sanki onun artık içemeyeceği kahveyi içebilsem? “Mutlaka! Belki de en çok bu dükkanı özleyeceğim. Siz ne iş yapıyorsunuz?” İşte ilk sorusunu sormuştu. Ya da ben öyle işittim! Gerçekten de sordu mu ne iş yaptığımı. “Ben öğretmenim. Özel bir üniversitede İstatistik öğretiyorum.“ demek istedim ama diyemedim. “Ben bir yazarım. İşim sokaklarda gezip karakter avlamak” dedim. Yalan söyledim sayılmaz. İnsanın mesleği yapmaktan zevk aldığı iş değil midir? Bunu duyunca gözleri kocaman açıldı, az önce saklayarak göstermek istemediği dişlerini şimdi ‘senden saklayacak birşeyim kalmadı’ dercesine cömertçe gözlerimin önüne seriyordu. Neden yazar deyince bu kadar şaşırmıştı? Yoksa kitap okumayı seven ve ara sıra da olsa defterine notlar alan birisi miydi? “Öyle mi! Ne yazıyorsunuz?”. Az önce söylediklerimi işitmemiş zannettim. Karakter avlamak deyince anlaşılmıyor muydu ne yazdığım? Biraz daha açayım, ona mesleğimin sırlarından bahsedeyim. Bu işi yapmayanlara yazarlık mesleğinin sırlarını dinlemenin ne kadar sıkıcı geldiğini bildiğim halde anlatmak, onun tarafından bilinmek istiyordum. Oysa adını bile sorma imkanım olmamıştı henüz. Kırk yıllık ahbabım gibi beni dinlemesini, sonunda beni alkışlamasını istiyordum. “Kurgu yazıyorum efendim” dedim şaşkınlığını arttırmak için. “Hayal kuruyorum ve kurduğum hayallerin gerçek olduklarına kendimi inandırmaya çalışıyorum. Bir kere kendimi inandırabilirsem, hemen ardından başkalarını da inandırmak için derin ve yoğun bir çabaya girişiyorum. İşim bittiğinde ortaya çıkan ürüne öykü ya da roman diyorlar. Benim için bir rüyanın, anlık bir hayalin harmanlanmış, detaylandırılmış ve inandırıcı hale getirirmiş halidir bu ürün. Başkaları ne düşünür onu bilemem... Zaten hiçbir yazar beklediği eleştiriyi almaz kitaplarına. Hep anlaşılmamaktan şikayet ederler...” Ben son cümlemi söyleyince telefonum çaldı. O eski şarkı, o sırada başımdan geçenlerden habersiz, mırıldanmaya başladı. “How many roads must a man walk down...” “Alo”, “Alo, Ali. Ben Parkson’dan çıktım, köşedeki alışveriş merkezine girdim. Oraya gelebilir misin?” Tabii hayatım, şimdi geliyorum”. Telefonu kapattım, gülümsedim. “Şimdi çıkmam gerekiyor. Sanırım bir daha görüşmemiz mümkün olmayacak. Size iyi yolculuklar.” O sırada bir elinde garson kızın verdiği kahve bardağı vardı. Diğer elini de bana doğru uzatarak, “Tanıştığımıza memnun oldum! Bir daha görüşemeyecek olmamız üzücü. Yazdıklarınızı okumak isterdim.” dedi. Bunu derken samimi olduğuna beni inandırmıştı. Elini hafifçe sıktım. Masanın üzerine içtiğim kahvenin ücretini bıraktım. Cüzdanımı açmışken bir da kartımı çıkartıp, ona uzattım. “Bana bir merhaba mesajı yazarsanız size yazdıklarımdan birkaç örnek gönderirim. Ben şimdi acilen çıkmalıyım!” dedim. Dükkanı tek ederken uzun saçlı bir adamla, hafif şişman zenci bir bayanı içeriye girmek için kapıdan içeriye göz atarlarken gördüm. Ben ayrılıyordum ama yeni tanıştığım Malezyalı arkadaşım kahvesini bitirene kadar orada olduğuna göre bu çiftin uzun süre kapının ağzında bekleyeceklerini düşündüm. Çalan telefona “Geliyorum, az kaldı!” diye geçiştirici bir yanıt verirken son bir defa dükkana baktım. Uzun saçlı adamla zenci arkadaşı dükkana girmiş, karşılıklı sandalyelere oturmuşlardı. Zenci kadın elindeki beyaz karta bakıp, hiçbir şey anlamamış gibi dudak bükerek, karşısında oturan arkadaşına bir şeyler anlatıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder