Bu Blogda Ara

02 Mayıs 2014

T. B.'ye Mektup (3) - Nizam Kanıtı

Teleolojik (Amaçbilimsel) Kanıt ve Bu Kanıta Getirilebilecek İtirazlar

Tanrı kanıtlamalarının en sık rastlanılanı amaçbilimsel kanıttır. Kökeni Yunan filozofu Aristotales’e kadar giden bu kanıt, hristiyan ve müslüman felsefeciler tarafından orta çağda yeniden yorumlanmış, bugün kullanılan halini almıştır. Son birkaç on yılda teleoloji teriminin yerini “akıllı nizam kanıtı” (intelligent design evidence) ya da kısaca “nizam kanıtı”(design evidence) almış olsa da kanıtın özünde herhangi bir değişiklik yoktur. Pek çok varyantı olan bu kanıtın hemen hepsinde temel olan tek bir düşünce savunulur. İster Said Nursi’nin 23. Lema’sını okuyun, ister Fethullah Gülen’in Darwinizm Konferansını dinleyin, ister Adnan Oktar’ın rengarenk kuşe kağıda basılmış kitaplarına göz atın; bu kanıtın özünde herhangi bir farklılık gözlemlemeyeceksinizdir. Kimisi fizikten, kimisi kimyadan, kimisi biyolojiden seçer örneklerini. İnsan bedeninde var olduğu iddia edilen hassas dengeden tutun da evrenin her yerini idare eden birimsiz sabitlere kadar yüzlerce, binlerce örnek verilir. Bütün bu örneklerde kullanılan argümanlar birbirinin aynısıdır. Temelde çıkarsama şu şekilde özetlenebilir:

1. Düzenli olarak işleyen bir sistemin, kendisinden üstün bir yapıcısı vardır.

2. Evren düzenli olarak işleyen, değişmez kuralları olan bir sistemdir.

3. O halde evreni yapan ve ona nasıl hareket etmesi gerektiğini öğreten bir yapıcı vardır. Bu yapıcıya Tanrı deriz.

Yani, bir ok hedefi vurmuşsa, öncesinde o oku atan deneyimli bir okçu var olmalıdır. Bir yerde ayak izi varsa, orada birisinin yürümüş olduğuna ikna oluruz. Bir makine eksiksiz çalışıyorsa o makineyi tasarlayan bir mühendisin var olduğunu biliriz. Aynı şekilde gözümüzün önünde her gün, her saat, her saniye bir kere bile aksamaksızın çalışan evrenin, muhakkak ki bir yaratıcısı; ona nizam veren bir ustası olmalıdır.  Bir sistem, bilinci olmaksızın kendi başına sorunsuz bir şekilde işliyorsa, bu o sistemi var eden bir düzen koyucunun varlığını zorunlu kılar. Kendi kendine var olacağını düşünmek tanrıtanırlara göre ahmaklık, kendisine yapılan telkinlere rağmen tanrıtanımazın kanıtları yetersiz görmesi de kibirliliktir.

Nizam kanıtında sıklıkla kullanılan bir örnek Paley’in saatidir. Bu örnek her ne kadar daha önce farklı düşünürler tarafından kullanılmış olsa da 1802 yılında William Paley’in yazmış olduğu kitaptaki haliyle günümüzde bilindiği için bu adı kullanacağım. Said Nursi Tabiat Risalesi’nde eczane örneğini verir, başka yazarlar Mars’ta bulunan uzay gemisi örneğini. Yukarıda da dediğim gibi örnekler farklılık gösterse de çıkarımda bir farklılık yoktur dolayısıyla örnekleri artırmanın kanıta bir yararı olmayacaktır.  Kolaylık olsun diye Paley’in saati örneğini inceleyelim ve bu örnek üzerinden gidip, analojideki eksik ve yanlış yönleri ortaya koyarak; nizam kanıtının nasıl olup da evrenin dışında, her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Tanrı’yı gerektirmeyeceğini izah etmeye çalışalım.

Dikkat ederseniz benim Tanrı’nın yokluğunu kanıtlamak gibi bir derdim yok, olamaz da! İlk yazıda belirttiğim gibi iddia sahibi iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Ben tanrıtanırların ortaya koydukları kanıtın yetersizliğini ortaya koymakla yükümlüyüm. Onlar savcıysa (kanıt geliştirmekle yükümlü), ben avukatım ve müvekkilim aleyhindeki kanıtların yeterli olmadıklarını savunuyorum.

Paley’in saati örneği şu şekilde özetlenebilir: Diyelim ki çölde yürüyorsunuz. Bir anda yerde, kumların arasında bir saat görüyorsunuz. Saati elinize alıp inceliyorsunuz; mükemmel bir şekilde çalıştığını fark ediyorsunuz. Sonra merak edip içine bakıyorsunuz. İçindeki çarkların, vidaların, yayların muhteşem bir hassasiyetle yerleştirildiğini; her şeyin olması gerektiği yerde olduğunu görüyorsunuz. Saatin, saniyeler boyunca hiç şaşmadan çalıştığına, çarklarda ve yaylarda eksiksiz bir ayarın işlemekte olduğuna tanıklık ediyorsunuz. Ardından içinde bulunduğunuz çöle bir kere daha bakıyorsunuz. Ortada bu saati yaptığını iddia edecek birisini göremiyorsunuz ama saatin kendi kendine oraya gelmiş olabileceği hipotezi de size makul gelmiyor. Buradan yola çıkarak, bu saatin mutlaka usta bir saatçi tarafından incelikle tasarlandığını kabul ediyorsunuz. Bu öyle bir saatçi ki hem mekanik biliminin en ücra ayrıntılarını çözmüş hem de saati çölün zor şartlarına dayanıklı yapmış.

 Bu örnekten (ya da benzerlerinden) yola çıkan tanrıtanır şu çıkarsamayı yapma hakkını kendinde buluyor. Evren de tıpkı bu örnekteki saat gibi işleyen bir makinedir. İnsan bedeninden tutun da gökteki yıldızlara kadar tüm varlık, tıpkı bir saatin çarkları gibi uyum içerisinde çalışmaktadır. Varlık sürekli olarak bir değişim ve dönüşüm sürecini yaşamaktadır. O halde tüm bu var oluşun, bu değişimin, bu muhteşem düzenin bir yapıcısı, bir yaratıcısı, bir mimarı olmalıdır. Bu yaratıcı hem sonsuz güçlüdür (Kadir-i mutlak)* hem de sonsuz bilgilidir (Alim-i Mutlak). 

Nizam kanıtına yaptığım bu kısa girişten sonra artık eleştirilerime başlayabilirim. Aşağıda üç madde halinde yapacağım itirazlar aslında birbirinden tam bağımsız değiller. Ortak yanlarından çok ayrık yanları olduğu için birleştirmemeyi tercih ettim. Benzeşen yanlarına değil de ayrışan yanlarına odaklanınız:  

Birinci İtiraz: Evren bir saat değildir.

Evrenin saat gibi düzenli işleyen bir düzeneği olduğunu iddia edemeyiz. Var olan ya da olduğunu var saydığımız düzen doğal ayıklamadan arta kalandır. Canlılar gibi cansızlar da bu ayıklamaya maruz kalırlar. Gözlemlediğimiz bir evrenin var olma olasılığı çok düşük görünebilir ama şunu ifade etmeliyiz ki evren bir önceki halinden aldığı bilgiyle hareket eden, tek-bellekli bir sisteme benzetilebilir. Bu durumda bir çeşit Yakınsak Markov Zinciri’ni andırır. Evrenin matematiksel** yasaları (bu yasaların nasıl ortaya çıktıklarını kozmolojik kanıtlarda inceleyeceğim), sürekli bir seçim yapılmasını zorunlu kılar. Matematiksel yasaların varlığını şimdilik kabul edersek önümüze şöyle bir tablo çıkar. Gözlemleyebildiğimiz ve deneyimleyebildiğimiz evren milyarlarca yıllık bir serüvenin ürünüdür. Örneğin, “Eğer yer çekimi ivmesi 9,8 m/s2 olmasaydı hayat mümkün olmazdı.” ya da “Atmosferdeki sürtünme kuvveti olmasaydı göktaşları yeryüzüne bütün olarak düşerdi ve canlı hayatı olanaksız hale getirirdi.” gibi ifadeler tamamıyla soruya yanlış yönden bakıyor olmanın neticesidir.

Öncelikle, yerçekimi ivmesi daha büyük ya da daha küçük olsaydı boyumuz bugünkünden farklı olurdu, organlarımız farklı gelişirdi, ağaçlar farklı şekilde büyürdü, kuşlar ya hiç uçamazdı ya da kuş olmayanlar da uçardı. Yerçekimi çok çok büyük olsaydı, belki yeryüzünde hayat hiç başlamayacaktı ve bu soruyu da soramayacaktık. Ayrıca yerçekiminin farklı olmasının nedeni ya yerin kütlesinin farklı olmasıdır ya da evrensel çekim sabitinin farklı olması. Birinci durumda yeryüzü daha büyük olacaktı, belki daha fazla kaynak olacaktı ve hayatı besleyebilecek farklı ürünlere yer açılacaktı. İkinci durumda ise evrendeki tüm olaylar baştan sona değişecekti ki böylesi bir senaryoyu hayal etmemiz mümkün değildir.

Kısacası hangi yöne gidersek gidelim sorundan kurtulamayız. Argümanın sunuluş biçiminde mantıkta Argumentum Ad Speculum denilen yanılgı vardır. Daha önce çevirdiğim Aşk Bir Yanılgıdır öyküsünden olduğu gibi alıntılıyorum.

“Şimdi de Argumentum Ad Speculum'u inceleyeceğiz."

“Ohh ne hoş!” dedi Polly.

“Dinle: Eğer Madam Curie fotoğraf plağını siyah mineralli taşların arasında unutmasaydı, bugünkü modern bilim halen radyumun varlığından haberdar olmayacaktı.“

“Haklısın, evet” dedi Polly, başıyla tasdik ederek. “Filmi izledin mi? Ben izledim. Acayip etkiledi beni!”

 “Ben yine de bunun bir yanılgı olduğunu söyleyeyim, Pollyciğim. Belki Madam Curie radyumu birkaç yıl sonra keşfedecekti. Belki de başka birisi bulacaktı radyumu. Pek çok hayal edemeyeceğimiz şey olacaktı, kim bilir. Doğru olmayan bir hipotezle yola çıkıp, doğru sonuçlara varamayız.“

Evrenin mükemmel şekilde tasarlanmış bir saat olarak algılanmasındaki yanılgıyı başka bir örnekle izah etmeye çalışayım. Diyelim ki Ali’nin dedesi, yirmi yaşındayken, kendi ailesine kıyasla çok daha zengin olan bir ailenin güzel kızına aşıktı ve fakir olduğu için aşık olduğu kızla evleneceğine pek inanamıyordu. Garson olarak çalıştığı lokantada aynı günde iki tabak ve bir bardak kırdığı için işten atılan dede kendini bir anda sokakta buldu. Otobüs durağına doğru yürürken bir yankesici buna çarptı ve cebindeki son parayı çaldı. Dede mecburen eve kadar yürümek zorunda kaldı. Yürürken kaldırımda bir piyango bileti buldu. Bulduğu piyango biletini hiç düşünmeden cebine attı.

Piyango biletinin üzerinde 10 basamaklı bir sayı olsun. Bu durumda büyük ikramiyenin bu bilete çıkma olasılığı 0,0000000001’dir. Şans bu ya, büyük ikramiye Ali’nin dedesine çıkmış olsun. Bir anda zenginleyen dede ilk iş kendisine ev ve araba alsın. Ardından da hiç vakit kaybetmeden, annesini babasını yanına alıp, sevdiği kızı istemeye gitsin. Sevdiği kızla evlensin, çocukları olsun. Yaptığı yatırımlar iyi ürünler verdiği için çocukları rahat bir hayat sürsünler. Sonra Ali doğuversin ve çok da zeki olmayan Ali yirmi yaşına geldiğinde özel bir üniversitede zorunlu istatistik dersini alsın. Babasının ona anlattığı hikâyeye göre dedesinin piyangodan çıkan ikramiyeyle zenginlemiş olduğunu öğrensin ama böyle bir olayın gerçekleşme olasılığı çok düşük olduğu için buna bir türlü inanamasın. Ali kabaca şöyle bir hesap yapsın.

Bir kere herhangi bir garsonun bir gün içinde iki tabak ve bir bardak kırma olasılığı çok düşüktür. Ali buna 0,001 diyor. Ayrıca eğer dedesi parasını çaldırmamış olsaydı otobüse binecekti ve bileti asla bulamayacaktı. Bir insanın yolda yürürken parasını çaldırma olasılığına da 0,001 diyelim. Bir de bunun üzerine 0,0000000001’lik ikramiyenin herhangi birisine çıkma olasılığı ekleniyor. Bunlar bağımsız olaylar oldukları için çarpılmaları gerekiyor. Ortaya çıkan sonuç 0,0000000000000001 gibi uçuk bir sayı. Aynı gün gerçekleşen tüm olayları sayarsak olasılık iyice düşecektir. Ali bu çok düşük olasılık değerlerine bakıp kendisine piyango hikayesini anlatan babasını yalancılıkla suçluyor.

Burada Ali’nin yaptığı hata aslında yukarıda sözünü ettiğim “argumentum as speculum” ile aynı. Öncelikle dedesi o ikramiyeyi kazanmamış olsaydı sevdiği kızla evlenemeyecekti. Başka birisiyle evlenecekti. Bu durumda doğacak çocuklar en azından yarı yarıya farklı genler taşıyacağı için, büyük bir olasılıkla onlar da farklı eşlerle evleneceklerdi. Bu durumda torun olan Ali’nin tam olarak bu genlerle dünyaya gelmesi bile olanaksızlaşacaktı çünkü sonuç olarak genlerinin %25’i piyango kazanan dedesinden gelmişti. Böylece o küçük olasılığın kafasını karıştırdığı Ali de var olmayacaktı. Ali’nin yerine adı X (adı yine Ali olabilir) olan başka bir torun olacaktı ve bu torun dedesinden gelen yüklü bir mirasa konmadığı için özel bir üniversiteye gidip, olasılık hesaplarını öğrenmeyecekti.  Kısacası, o gün meydana gelen olaylar meydana gelmemiş olsaydı Ali var bile olmayacaktı. Bu durumda Ali’nin kendisinde sorma hakkı bulduğu soru da var olmayacaktı.

Kısaca özetlersek, evren ustaca tasarlanmış bir saattir benzetmesi doğru değildir. Onun yerine, evren doğal elemelerin sonucunda bugüne ulaşmış bir süreçtir. O bu şekilde var olduğu için biz var olduk ve bugün bu soruları sorabiliyoruz. Aksi halde sorular da olmayacaktı. Çölde gezinen Ali kumların arasında saate rastladıysa bunun tek açıklaması saatin ve Ali’nin aynı kaynaktan beslenen iki ürün olmalarıdır. Bu spekülatif tezi üçüncü itirazda ele alacağım.

İkinci İtiraz:  Evren çölde bir saat değildir.

Paley’in örneğinde gözden kaçan önemli bir nokta saati bulan kişinin neden bir usta saatçi sonucuna varmak zorunda olduğudur. Böyle bir sonuca varmak için iki neden olabilir.

1.       Daha önce gördüğü tüm saatlerin bir saatçi tarafından yapıldığını gözlemlemiş ya da deneyimlemiştir. Saatçi olmaksızın saatin var olabileceği olasılık dışıdır çünkü böylesi bir durumu asla deneyimlememiştir.
2.       Daha önce gördüğü, saat olmasa bile ona benzeyen tüm mekanik sistemlerin, birer usta tarafından tasarlandığını gözlemlemiş ya da deneyimlemiştir. Mekanik bir sistemin bir ustasız var olamayacağı sonucuna bu saati bulmadan önce ulaşmıştır. Bunun yanında, neden-sonuç ilişkilerini kurabilen ve gördüğü olaylara bu ilişkiler uygulayabilen bir zihne sahiptir.

Yani, saati bulan kişinin kafasında, var olduğunu kabul ettiğimiz bir nedensellik ilkesi vardır.  Saati bulan kişiye göre her saat bir saatçiyi gerekli kılar. Ya aynı örnekleri ya da benzer örnekleri gördüğü için böyle bir sonuca ulaşmaktadır. Peki, evren bir saat midir? Daha doğrusu evrenin karşısındaki insanın konumu, çölde saat bulan adamın konumuyla aynı mıdır? Bildiğimiz kadarıyla evren bir kere var olmuştur. Daha önce, bu evrenin dışında bir evrenin, bir evrenci tarafından yapıldığına şahit olmadık. Bu ya da benzeri bir evrenin var olması için gerekli şartların ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yok. Bize bu konuda fikir verebilecek, kıyas yapmamızı sağlayacak bir eş evren de yok. Daha önce kaç evren gördük yanında evrencisiyle birlikte ki bu evrenin de bir evrencisi olduğunu iddia edebilelim?

Belki de içinde bulunduğumuz evren olası milyarlarca evrenden sadece birisidir. Böyle olması bizim açımızdan bir şey değiştirmez çünkü sonuçta diğer evrenleri deneyimleme ya da kanıtlama şansımız en azından şimdilik yok. Buna rağmen, içinde yaşadığımız ve parçası olduğumuz evreni replikasyonu olmayan bir deney olarak algılayabiliriz. Replikasyonu olmadığı gibi gözlemlerimizi denetleyen bir kontrol mekanizması da yoktur. Dolayısıyla bulduğumuz düşük p-değerlerinin istatistiksel anlamları geçersizdir. İşin istatistiksel kısmı kozmolojik kanıtta detaylı inceleneceği için şimdilik Paley’in saati örneğine dönüyorum.

Çölde bulduğumuz şey bir saat değil de herhangi bir kaya parçası ya da diğerlerinde pek de farkı olmayan bir kum tepesi olsun. Bu durumda, önemsemeden kayanın yanından geçip gidecektik çünkü biliyoruz ki kaya parçaları rüzgâr ve yağmur gibi bilinci olmayan doğal güçlerin sonucunda şekil alırlar. Kayaların var olmaları için bir bilince ihtiyacı olmamaları bizde herhangi bir hayranlık uyandırmaz çünkü çöle varmadan önce edindiğimiz deneyimler bizi bu konuda bilgilendirmiştir. Biz şekilsiz kayaya bakarken rastgele oyuklar, hiçbir plana ve programa uymayacak inişler ve çıkışlar görürüz. Eğer ciddi bir jeoloji eğitimi almamışsak bu oyuklardan tek bir sonuç bile çıkaramayız. Eğer jeoloji eğitimi almışsak, oyukların ne tür yağmurlar tarafından oluşturulduğunu, rüzgârın hangi yönde estiğini, yağmur suyunun pH derecesini, kum fırtınalarının kayalara nasıl etkide bulunduğunu, çölde hangi hayvanların yaşadığını ve benzeri pek çok bilgiyi kayaya bakarak çıkarsayabilirsiniz. Birisi için gözümüzün önündeki cisim rastgele oyukların ve kabarıklıkların bir araya gelmesiyle oluşmuş kaya iken, bir diğeri için bilimsel bir hazine haline gelmiştir.

Aynı şey saat örneği için de geçerlidir. Nasıl ki kayanın üzerindeki oyuklardan sistematik bilgiler çıkarabilmek için daha önce kayaları çalışmış bir jeolog olmak gerekiyor, saate bakıp da saatçiye varmak için de mekanik sistemler hakkında en temel düzeyde bir bilgi sahibi olmak gerekir. Hayatında hiç saat görmemiş, hiç zamanla işi olmamış, nedensellik ilkesini deneyimlememiş birisi saati gördüğünde; jeoloji eğitimi görmemiş insanın kayayı gördüğünde vereceği tepkiyi verecektir. Çünkü başka bir alternatifi yoktur. Saatten saatçiye çıkan yolda, saatle saatçi arasında mecburi bir ilişki kurabilen yetişkin insan zihni vardır. Maalesef, nedensellik ilkesini deneyimlememiş yetişkin birisini bulmamız olanaksızdır çünkü homo sapiens dediğimiz modern insan türü nedensellik ilkesini bebek yaşlarında edinir ve hayatı boyunca da bu ve benzeri ilkelerin yönlendirmesiyle hareket eder. İlla bir deney yapılacaksa, bir bebeği çöle bırakırsınız. Bebek saati bulunca önce eliyle yoklar, saatçiyi falan düşünmez. Henüz oral düzeyi atlatmadığı için saati ağzına atar, yeni çıkan dişlerine sürter, belki emer. Baktı annesinin memesinin yerini tutmuyor, atar saati bir tarafa ve süt arayışına devam eder. Bebeğin zihninde saatten saatçiye gidecek donanım henüz yoktur. Yetişkin bir insanda böylesi bir donanımın var olması ise analojiyi başarısız hale getiren unsurun ta kendisidir.

Üçüncü İtiraz: Evren çölde bulunan bir saat değildir.

Saatle saati bulan aynı bütünün, yani çölün, bir parçasıdır. Sonuç olarak saati bulan kişinin beyni de çöldeki kumlar gibi atomlardan meydana gelmiştir. Dolayısıyla insan zihninin doğaya bakıp doğada bir düzen görmesi kaçınılmazdır. Aynı evrenin parçaları olduğumuza göre ve aynı matematiksel yasalarla idare edildiğimize göre, aramızda ortak noktalar bulmamız doğaldır. Kısacası evren, çölde bulunan bir saatten ziyade, içinde bulanı ve bulunanı barındıran bir çöldür. Çölün özelliklerini gösterirler. Görüntüde farklı olmaları onları farklı yapmaz çünkü sonuçta aynı matematiksel yasalara uyarak var olabilmişlerdir.  Bizim bilinç dediğimiz şey aslında evrenin matematiksel yasalarının sonucu oluşan göreceli düzene adapte olmuş içsel bir gözden başka bir şey değildir. Biraz tümtanrıcı (panteist) gibi görünen bu görüş aslında tam tersine tümevrencidir.

Evreni bir simülasyon olarak algılarsak insan zihni onun içinde kendine has rolü olan bir öğeden ibarettir. Evreni anlamak için değil, evrenle birlikte var olmak için vardır. Dolayısıyla insan, dinlerin önerdiği gibi, özel olarak yaratılıp, evrene efendilik yapsın diye gönderilmiş bir tür değildir. Tıpkı diğer türler gibi evrenin bağrında yeşermiş, onunla büyüyen ve gelişen bir parçadır. Saati bulan kişiyle saat aynı bilinçsiz evrenin içerisinde gerçekleşen yansımadan ibarettir. Şöyle ki, insan zihni ayna gibi bir görev üstlenip, evrendeki matematiksel yasaları içselleştirir. Bu şekilde yasaların evrenin bile ontolojik olarak öncesinde olduğu gerçeğine ulaşır. Yine kozmolojik kanıtta ayrıntıyla inceleyeceğim ama burada da kısaca değineyim.

Ben, evrenin yasalarının fiziksel değil de matematiksel olduklarını düşünüyorum. Yani, yasalar olasılıksal bir sistemde, evrenden bağımsız olarak vardırlar. Uzun erimde, milyarlarca milyarlarca milyarlarca kere süren kesintili Markov durumlarının birbirini takip etmesi sonucunda, olasılıksal değerler 1’e yakınsamış ve bizim fizik yasaları dediğimiz belli kesinliği olan ilkeler ortaya çıkmıştır. Benim fizik yasaları demekten kaçınmamın nedeni fizik yasaları teriminin evrenin içinde ya da dışında bir yerden desteklenmesi koşulundan paçayı sıyırtamamamızdır. Oysa matematik için aynı şart yoktur. 1=1 önermesi olası tüm evrenlerde doğrudur.  

Çünkü ne bir sayısı ne de eşitlik kavramı evrenle ilintilidir. Evrende bir tane olan tüm nesnelerin tek ortak yönü 1 sayısıdır. İki küme arasında birebir ve örten bir bağıntı kurabilirsek, o iki kümedeki eleman sayıları eşittir. Görüldüğü gibi her iki durumda da evrensel bir imgeyi kullanmadık. Dolayısıyla matematiğin büyük patlamadan önce de var olduğunu iddia edebiliriz. Hatta Tanrı var olsa bile bu gerçek değişmeyecektir çünkü Tanrı da bir olmakla kendisini vasıflandırır. İslam’ın Tanrı’sının bir adı da “Ehad” (Bir)’dır. Bunun yanında birin dışında diğer sayıların var olduğunu ama kendisinin diğer sayılarla ilişkilendirilemeyeceğini ifade etmek için bir başka adı da “Vahid” (Tek)’dir.  

Başlangıçta verdiğim hedefi bulmuş ok örneğine dönersem, evren hedefi 12’den vurmuş bir ok değildir. Ok tahtayı bulduktan sonra, dairelerin okun ucunu merkez alarak çizildiğini de iddia etmiyorum. Okun ve iç içe geçmiş dairelerin birlikte yeşerdiklerini, birlikte var olduklarını ve bir gün yok olacaklarsa yine birlikte yok olacaklarını iddia ediyorum. Yani başlangıçta bir tahta vardı. Zamanla bu tahtanın herhangi bir yerinden bir ok yeşerdi. Okun yeşerdiği noktanın etrafında da eşmerkezli daireler oluştu. Sonradan tahtanın başına gelenler (burada Paley’in saati örneğine geri dönüyoruz), o oku oraya atan kartal gözlü okçuyu aramanın derdine düştüler. Kimileri de dairelere hayran kalıp, daireleri çizen ressamı aramaya başladılar.  Bu ressam benzetmesini bilinçsizce yapmadım. Sırası gelince estetik/etik kanıtı da burada tartışacağım.

---

Vakit geç oldu (2:22 am), yoruldum. Yazıyı baştan sona bir kere daha okuyup sayfaya koyacağım. Şu anda okumakta olduğum kitabı bitirir bitirmez, kozmolojik kanıt üzerine yazacağım.  
---
Sonlu bir evrenin neden sonsuz güçte bir Tanrı gerektirdiği sorusunu ilk olarak David Hume sorar. Eğer evren sonluysa onu yapan Tanrı bu sonlu yükten on kat, yüz kat ya da ne bileyim bir milyon kat güçlü olsun. Bu durum hiçbir şekilde Tanrı’nın sonsuz güçte olmasını gerektirmez. Sonsuz kavramındaki çelişkiye ileride değineceğim.


** Yukarıda hafiften değindim. İleriki yazılarda yasaların neden matematiksel olduklarını detaylarıyla inceleyeceğim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder