Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2014

Çin Mektupları 26 - Guan Li

Dün akşam evin yakınlarında bir yerde arkadaşlarla muhabbet ederken telefonuma gelen mesajla haberim oldu bu sabah gerçekleşecek olan törenden. Öğrencilerimden birisiydi mesajı gönderen ve üzerimde adımın yazılı olduğu bir davetiyeyle, beni, ertesi günün sabahında, okulun çok da uzağında olmayan Konfüçyüs Tapınağına çağırıyordu. Eve gidince biraz araştırma yaptım Çin’deki Ergenlikten Yetişkinliğe Geçiş Törenleri hakkında. Erkek çocukları için yapılana Guan Li, kız çocukları için yapılana Ji Li deniliyor. Literatürde genel olarak Guan Li adıyla geçince her iki cinsi de kapsadığı kabul ediliyor. Buradaki “Li” sözcüğünün Konfüçyüsçü metinlerde sıklıkla karşımıza çıkan ve Antik Yunanlıların “telos” diye adlandırdıkları, “ilke, amaç, yol, rasyonalite, ırmak yatağı” gibi anlamlara geldiğini belirteyim.

Tapınağın avlusunun kullanılmayan kısmı. 
Törenin yapılma amacı ergenlik çağını geride bırakan çocuğun, kendisini o günlere getiren anne babasına teşekkür etmesi ve sorumluluk sahibi bir birey olarak topluma karışması olarak özetlenebilir. Alabildiğine simgesel olan bu tören, doğal olarak ergenin zihninde herhangi bir devrime yol açmıyor. Yapılan şey daha çok, anne babanın çocuğuna “Sen artık bir çocuk değilsin, bundan sonra kararlarının ve eylemlerinin sonuçlarına kendi başına katlanacaksın.” gibisinden bir mesaj vermesi. Benzeri törenleri farklı kültürlerde de görebiliyoruz. Örneğin Japonya’daki Genpuku törenleri, Tayland’daki Bu’at törenleri benzer amaca hizmet etmektedirler.


Tören başlamadan önce. Anne babalar yerlerini almışlar. 
Tayland’dayken bir defa izleme olanağı bulmuştum Bu’at törenini. Genç erkek ailesi ile birlikte tapınağa gider, saçları ve kaşları rahiplerin duaları eşliğinde tıraş edilir. Ardından da bir ay sürecek olan tapınak hayatı başlar. Taylandlı halkın bu törenler ve devamında gelen tapınak hayatı için kullandıkları sözcük “pişmek” ya da “olgunlaşmak”tır. Tıpkı bizdeki sûfi dergahlarında çiğ olan insanın, şeyhin rehberliğinde pişip (Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözleri geliyor akla hemen.) hakiki insan olması gibi, Taylandlı Budist genç de bir ay tapınakta kalır; pişer, topluma karışmaya ve özellikle evlenip baba olmaya hazır hale gelir. Gerçi kentlerde yaşayan gençler için bu bir aylık süre, işten güçten ayrı kalmak anlamına geldiği için, bir haftaya indirilmiştir. Bildiğim kadarıyla minimum süre üç gündür.


Yakamıza taktığımız fuların üzerindeki amblem
Çin’deki törenler daha çok eğitimsel bir dönüşümü simgeliyor, çocuğun bir okulu bitirmesi ya da başka bir kente okumaya gitmesi gibi anne babayı hem gururlandıracak hem de ayrılıktan dolayı üzecek geçişlerden öncesinde yapılıyor. Konfüçyüs’ün klasik eğitime verdiği önemi düşünürsek, böylesi bir törenin aileler için ne kadar anlamlı olabileceğini daha iyi kavrayabiliriz. Gerçi bu törenlerin aslında Çin’de yeni yeni moda olmaya başladığını da belirtmekte yarar var. 20. yüzyıl boyunca çok da rağbet gören bir kutlama değilmiş Guan Li ve Ji Li. Bu unutuluş, Mao’nun “eskiye ait ne varsa yıkalım” ilkesine bağlanabileceği gibi modernizmin kendisinden önceki gelenekleri müzeleştirme ve toplumsal hayattan silme gücüne de bağlanabilir.

Erkek öğrenciler tapınaktan çıkıp, törenin yapılacağı avluda yerlerini alıyorlar. 
Bazılarına göre, Yetişkinliğe Geçiş Töreni, son on – on beş yılda, özellikle Hanfu hareketi tarafından teşvik edildiği ve Han milliyetçileri tarafından şov haline getirildiği için günümüz Çinlileri tarafından rağbet görmektedir. Hanfuculara göre; sokaklarda, iş yerlerinde, okullarda; Mançurya kökenli Çing hanedanlığının üç yüz yıla (1644 – 1912) yakın süren yönetimi sırasında yasaklamış olduğu Han ve öncesine ait geleneksel kıyafetler giyilebilmelidir. Böylesi bir teklif, doğal olarak adında “Halk Cumhuriyeti” geçen ve elli altı ayrı halktan oluştuğunu iddia eden bir ülke için kolay yutulabilecek bir lokma değildir. Örneğin; 2008 olimpiyat oyunlarının açılış ve kapanış törenlerinde hanfu kıyafetleri giyilmesi önerilmiş ama bu öneri Çin Olimpik Komitesi tarafından, “Hanfu Çin’deki elli altı etnik gruptan sadece birisidir.” denilerek reddedilmiştir.

Kız öğrenciler tapınaktan çıkıp, törenin yapılacağı avludaki yerlerini alıyorlar.
Gelelim törene. Sabah erkenden kalktım ve tapınağa gittim. Çanco’nun merkezinde, sinema ile kilise binalarının arkasında bir yerde, sessiz sakin bir mekan Konfüçyüs Tapınağı. Daha önce ziyaret ettiğim Tianning Tapınağına kıyasla çok daha küçük ve mütevazi bir görünümü var. Turistik bir yer olmadığı belli. İçeri girince gölgelik bir yere sığındım. Benden sonra diğer yabancı ve Çinli öğretmenler de gelince hep birlikte bize gösterilen rahat sandalyelere oturduk. Sandalyelere rahat diyorum çünkü anne babalar avlunun doğu ve batı duvarları boyunca sıralanmış olan tahta taburelere oturdular. Hem törenin gerçekleşeceği tapınağın ana kapısına uzaktaydılar hem de sandalyeleri bizimkiler gibi rahat değildi. İster istemez aklıma gelmedi değil, “Acaba, biz öğretmen olduğumuz ve Konfüçyüsçü öğretide öğretmen, bireyin hayatında çok önemli bir yer tuttuğu için mi bize bu kadar teveccüh gösteriyorlar?” diye.

Öğrenciler anne babalarının gelip, cüppelerini giydirmelerini bekliyorlar.
Tören tapınağın avlusunda yapılacak. Avlunun doğu kapısı töreni düzenleyen görevliler tarafından tutuluyor. Misafirler batı kapısından girip çıkabiliyorlar. Avlunun ortasına yirmi iki tane minder konmuş. Törenin öznesi olan öğrenciler, geniş merdivenlerle çıkılıp, yüksek kapıdan geçilerek girilen tapınağın içinde, tören için gerekli hazırlıkları yapıyorlar. Doğu kapısının dışında da törende görevli olan diğerleri var. Avlunun iki yanında da anne babalar oturuyor. Çocuklara en yakın olanlar onlar. Biz öğretmenler merdivenlerin bittiği yerdeyiz ama köşede kaldığımız için ve önümüzde foto-muhabirler dolandığı için görüşümüz arada bir kısıtlanıyor. Bu arada biz öğretmenlere üzerinde Çince olarak törenin adı yazılı mavi fularlar veriyorlar. Aynı fularları anne babalar da takmışlar. Öğrencilerimden birisinin annesi (JK’nin annesi) gelip benim fularımı yakama iğneliyor.   

Bir baba kızının kuşağını takarken. Anne de arkada kızının cüppesini düzeltiyor.
Kısa bir beklemeden sonra yavaş yavaş müziğin sesi yükseliyor, tören görevlileri doğu kapısından girip yerlerini alıyorlar. Onların ardından anne babalar giriyorlar doğu kapısından. Sonrasında da, tapınağın ana kapısı açılıyor ve on kız, on iki erkekten oluşan öğrenci grubu merdivenlerden aşağıya inip avluya geçiyor. Erkekler mavi beyaz bir elbise giymişler, kızlar ise pembe beyaz. Hepsi ağır adımlarla ilerleyip –zaten hızlı yürüyemezler bu elbiselerle-, minderlerin üzerine bağdaş kurarak oturuyorlar. Okul müdürü kısa bir konuşma yapıyor. Ardından tören başlıyor.

Oğullarına cüppelerini giydiren anne babalar.
Anne babalar ellerinde uzun beyaz bir cüppeyle çocuklarının yanına geliyorlar ve çocuklarına bu yeni cüppeyi, daha önceki elbisenin üzerine giydiriyorlar. Bu cüppeler daha çok mezuniyet törenlerinde profesörlerin giydiği; kolları geniş cüppelere benziyor. Erkekler cüppelerin üzerine bordo bir kuşak bağlıyorlar. Bu bordo kuşağın üzerine de kırmızı bir ip. Kızların cüppesi pembe çiçeklerle süslenmiş. Onların bellerine de pembe bir kuşak, ardından da bu kuşağın üzerine kırmızı bir ip bağlanıyor. Törenin simgeselliğinden yola çıkarak bu cüppeleri anlamak zor değil sanırım. Tapınaktan çıkan ergenler, bu cüppeleri giyerek ergenliğin üzerine erginliği eklemiş oluyorlar. Artık ergen tavırlarını, ergen başıboşluğunu ve sorumsuzluğunu bir tarafa bırakıp olgun birer erişkin gibi davranmaya başlayacaklar.

Oğlunun kepini giydiren anne baba
Anne babalar çocuklarının cüppelerini giydirdikten sonra eski yerlerine geri dönüyorlar. Ardından bir çift tapınağın ana kapısına yürüyor ve kapının önünde kendileri için hazırlanmış olan sandalyelere oturuyor. Onlar oturduktan sonra da oğulları avluda oturduğu minderden kalkıp, ağır adımlarla merdivenleri çıkıyor, anne babasının önünde secdeye gidiyor. Yalnız secdeye gitmeden önce belli adımları takip etmek zorunda. Önce dizlerinin üzerine oturuyor. Anne babası oğlunun başına siyah bir kep giydiriyor. Çocuk kepi giydikten sonra ayağa kalkıyor, kollarını açıp kendi ekseni etrafında 180 derece dönüyor. Bu anda yüzü bize dönük. Birkaç saniye bu şekilde durduktan sonra 180 derece daha dönüp, daireyi tamamlıyor. Anne babasının önünde secdeye gidiyor. Secdeden kalktıktan sonra anne babasıyla birlikte merdivenlerden aşağıya iniyor ve eski minderine oturuyor.


Kız öğrenci, anne babası karşısında secdeye gitmeden hemen önce
On iki erkek tek tek bu ritüeli gerçekleştiriyorlar. Ardından sıra kızlara geliyor. İnsan bu arada “Neden kızlar erkeklerden sonraya bırakılmış? Bari sırayı karıştırıp, ayrımcılığın önüne geçseydiniz! Bir erkek bir kız gitseydi. O kadar Neo-Konfüçyüsçü geçiniyorsunuz, bunu akıl edemediniz mi?” demeden edemiyor tabii. Zavallı kızlar güneşin altında, iki üç kat elbiselerin içinde, şapır şapır terliyorlar. Neyse ki hızlı ilerliyor tören, aksamadan, saat gibi.


Kollarını iki yana açmış erkek çocuk. 
Kızlar da birer birer, tıpkı erkekler gibi merdivenleri tırmanıyorlar, anne babalarının önünde secdeye varıyorlar. Yalnız bu secdeden önce kızların başına kep giydirilmiyor, saçının topuzuna başı süslü uzun bir toka –yemek çubuğunu andıran bir şey- geçiriliyor. Secdeden sonra kız çocuğu da anne babasıyla birlikte minderine dönüyor.
Bütün çocuklar secde ritüelini tamamladıktan sonra sıra öğretmenlere saygıya geliyor. Yabancı ve Çinli öğretmenler sandalyelerimizi merdivenlerin önüne taşıyoruz ve oturuyoruz. Arkamız tapınağa dönük, yüzümüz öğrencilere. Çocuklar oturdukları minderlerden ayağa kalkıp, önümüzde üç defa rükuya gidiyorlar. Biz yerimize geçtikten sonra da önlerindeki metinleri okumaya başlıyorlar. Sonradan öğrendiğime göre bu metin binlerce yıllık geçmişe sahip Konfüçyüsçü bir ant. Anne babaya saygıda kusur etmeyeceklerine, topluma yararlı bir insan olacaklarına, Konfüçyüs’ün öğretilerine sadık kalacaklarına dair hep bir ağızdan ant içiyorlar.

Kız öğrencinin saçının topuzuna takılan uzun toka. 
Söz verme ritüeli de bitince tören resmi olarak bitiyor. Önce bir alkış kopuyor ailelerin olduğu yerden. Ardından çocukların son bir saattir, sıcaktan ve can sıkıntısından dolayı somurtan yüzleri gülmeye başlıyor. Çocuklar ayağa kalkıyorlar, kimisi anne babasının yanına gidip fotoğraf çektiriyor, kimisi bizim yanımıza gelip elimizi sıkıyor. Yirmi dakika kadar sürecek bir bayram havası yaşanıyor avluda.

Ben tapınaktan ayrılıp eve doğru pedal çevirirken düşünüyorum bu töreni ve getirdiklerini. Anne babaya saygı güzel bir şeydir ama Çin gibi geleneği otorite kurmak için kaçırılmaz bir fırsat olarak gören ülkelerde bu güzel şey rahatlıkla su-i istimal edilebilir. Öyle ki Çin’de birey kavramı Konfüçyüsçü saygı kavramı yüzünden bir türlü olgunluğa erişememektedir. Anne babaya saygısızlık yapmayacağım diye pek çok genç geleceklerinden, hayallerinden ödün vermek zorunda bırakılıyor.

Ant içme töreni
Örneğin, birkaç gün önce karşılaştığım öğrencim T. Felsefeye, psikolojiye ve sosyolojiye çok meraklı olan T sürekli bu konularda kitap okur, hatta zaman zaman benimle tartışır. Kafede sıra beklerken gördüm kendisini ve sordum; ne okuyacaksın üniversitede?. Yanıt “İş idaresi”. Yani iş adamı olacak ya da babasının şirketini devam ettirecek. Ben şaşırıyorum tabii, felsefe, antropoloji, sosyoloji gibi bir yanıt beklediğim için. Neden diye soruyorum yanıtı az çok tahmin etsem de. “Annem babam öyle istiyorlar.” diyor. Tamam; sosyal bilimlerden mezun olan bir insan kolay kolay zengin olamaz ama insan çok para kazanmak için de istemediği bir bölümde okumaz ki! Maalesef öğrencime hiçbir tavsiyede bulunamıyorum. “Umarım, yüksek lisansını ya da doktoranı sevdiğin bir alanda yaparsın.” diyorum. Utangaç bir gülümseme beliriyor yüzünde, umutsuzca dudaklarını büküyor. O da biliyor anne babasına asla karşı gelemeyeceğini, okulu bitirince iş hayatına atılacağını ve hiçbir zaman sevdiği konularda okuma ve araştırma yapmak için yeterli zamanı bulamayacağını…  


Yukarıdaki videoda anne baba karşısında secdeye varan çocuğu ve tüm ritüeli izleyebilirsiniz. 

Aklıma ister istemez Halil Cibran’ın anne babalara verdiği öğütler içeren şiiri geliyor. Antoloji.com sayfasında buldum çevirisini ama çeviren kişi adını yazmamış.

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.

Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.

Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.

Halil Cibran

İngilizcesi de çok güzel. Bildiğim kadarıyla Halil Cibran “The Prophet” kitabını doğrudan İngilizce yazdı. Aşağıdaki şiir çeviri değil yani.

Your children are not your children.
They are the sons and daughters of Life's longing for itself.
They come through you but not from you,
And though they are with you yet they belong not to you.

You may give them your love but not your thoughts,
For they have their own thoughts.
You may house their bodies but not their souls,
For their souls dwell in the house of tomorrow,
which you cannot visit, not even in your dreams.
You may strive to be like them,
but seek not to make them like you.
For life goes not backward nor tarries with yesterday.

You are the bows from which your children
as living arrows are sent forth.
The archer sees the mark upon the path of the infinite,
and He bends you with His might
that His arrows may go swift and far.
Let your bending in the archer's hand be for gladness;
For even as He loves the arrow that flies,
so He loves also the bow that is stable.

Khalil Gibran


* Yazıda geçen fotoğrafların bazılarını ben çektim ama konumumdan dolayı benim çektiğim fotoğraflar pek net değiller. Bu yüzden AP Merkezi müdürümüz Michael Larsen'dan ödünç aldığım fotoğrafları kullandım. Kendisine buradan bir kere daha teşekkür ediyorum. (Thanks to Mr Michael Larsen for letting me use the photos he has taken during the ceremony.)

Kaynakça:








Diğer resimleri de aşağıya ekliyorum:






C14'den Ryan ve ben. Umarım hayal ettiğin gibi  iyi bir aktüer olursun. 


29 Mayıs 2014

Çin Mektupları 25 - Kang Yauvey

Kang Yauvey1: Konfüçyüsçülüğün Martin Luther’i mi yoksa Kültürel Milliyetçiliğin Babası mı?

J. D. Spence, yirminci yüzyıl Çin tarihini anlattığı The Gate of Heavenly Peace adlı kitabını, Kang Yauvey’in Japonya’dan Çin’e yaptığı gemi yolculuğu sırasında, Japon askerlerin Çin bandralı gemiyi aramak için gemiye girmeleri olayıyla başlatır. Yıl 1895’tir. Çin, Japonya’ya yenilmiştir ve barış adı altında masaya konan tüm koşulları kabul etmek zorunda kalmıştır. Ülkesinin bu acınacak durumu Kang Yauvey’e çok ağır gelir, kendisini ve halkını hakarete uğramış görür. Guangşi (Guangxi) okulundan öğrencilerine verdiği derste ülkesini, zamanın Osmanlı İmparatorluğuna benzetir. İkisi de büyük ve hasta milletlerdir. Her ikisi de gururlu bir tarihe sahip olmalarına rağmen dış güçlerin elinde oyuncak olacak kadar zayıflatılmışlardır.



Kimdir Kang Yauvey? Kimilerine göre Konfüçyüsçülüğü reforme edip, onu modern zamanlara uyarlamak isteyen bir Martin Luther, kimilerine göre dini kendi kişisel amaçları uğruna kullanan bir fırsatçı şarlatan, kimilerine göre din ile millet kavramlarının arasındaki ince nüansı kullanarak Çin kimliği konusunda yeni açılımlar yaratmak isteyen bir kültür milliyetçisi, kimilerine göre ise Eflatun, Campanella, Moore, Gillette silsilesinin son ütopyacısı. Bu yazıda Kang’ın bu tanımların hem hepsine birden uyduğunu hem de hiçbirine tam olarak uymadığını savunacağım.

İlk Yıllar

1858 yılında, Guanşi eyaletinin Nanhai kentinde doğuyor. Küçük yaşlarda Konfüçyüsçü klasik eğitimle tanışıyor. On bir yaşında babasını kaybedince dedesinin himayesinde eğitimine devam ediyor. 1876 yılında merkezi devlet sınavlarında başarısız olunca sekiz-kademeli klasik deneme yazım yöntemine karşı çıkıyor ve bu yöntemin gerçek Konfüçyüsçülükle bir ilişkisi olmadığını iddia ediyor. Böylece bir ömür boyu sürecek muhalif karakterinin2 ilk tohumları ruhuna serpilmiş oluyor. Bu muhalif karakterin ortaya çıkışında, Konfüçyüs yorumlarını değil de doğrudan eski Konfüçyüs metinlerini kendisine okutan öğretmeni Zhu Chiqi’nin rolü büyük. Yıllar sonra öğretmeni hakkında şunları yazıyor Kang:

Geçmişte yaşamış azizlerin yaşam felsefelerinin özünü öğrenmem ve insanları kendimi sevdiğim gibi sevebilmeyi özümsemem için Han ve Song dönemlerinin öğretilerini bir tarafa bıraktı ve doğrudan Konfüçyüs’e başladı. Sığınacak yer arayan bir gezginin güzel bir hana yerleşmesi ya da doğuştan kör birisinin ışığı ilk defa deneyimlemesi gibiydi durumum. O zaman anladım ki otuz yaşıma gelmeden yeryüzündeki tüm kitapları okuyup bitirebilirim. Ardından kendime hayatta bir yer edinip dünyayı yeni baştan şekillendirmeye başlayabilirdim. Böylece vaz geçtim sırf sınav geçip zengin olmak için yazılan denemelerden. Kendimi geçmişte yaşamış büyük dimağların yanında görmeye başladım. Yüksek erdeme sahip bir azizin başka insanlara örnek olacağı gerçekten çok doğruydu.

Manevi Uyanış

1877 yılında dedesini de elim bir kazada kaybedince dünyası baştan aşağı sarsılıyor. Kendisini iyice Budist sutralara ve klasik metinlere veriyor. Hatta evinden uzaklarda bir tapınağa kapanıp aylarca kimseyle görüşmüyor, tüm vaktini dinsel metinleri anlamaya ve dışarıda kendisini bekleyen vahşi dünyayı kavramaya harcıyor. Bu münzevi hayat3 tarifi olanaksız bir özgüven getiriyor genç Kang’a. Kendisini “sıradan insanların önünde ayakta duran, başı gökleri delen bir lider” olarak görmeye başlıyor. Bununla da kalmıyor tavan yapan özgüveni. Kendisini geçmişte yaşamış tüm büyük liderlerle ve azizlerle aynı kaderi paylaştığını düşünmeye başlıyor. Daha sonra yazdığı satırlarda şu ifadelere rastlıyoruz.


 “Tam bir ay boyunca her gece uyanık kaldım, zihnimin özgürce gezinmesini sağladım. İnsanlığın en büyük kederlerini ve en büyük sevinçlerini hayal ettim. Sık sık cenneti ve yeryüzünü düşündüm. Önceleri şeytani düşünceler işgal ettiler zihnimi ama zamanla kâbuslar sona erdi ve ruhsal olarak aşkın (transcendental) bir olgunluğa ulaştım. İnsanların hayatlarında karşı karşıya kaldıkları zorlukları ve sefaleti düşündükçe, göklerin bana bu sorunlarla başa çıkmam için gerekli olan yeteneği ve zekâyı verdiğini düşündüm. Yüzümü insanlara dönmeye ve onların sorunları için çözümler üretmeye karar verdim. Bu bana verilmiş bir görevdi.”

Yirmi iki yaşındayken Xiqiao dağlarına gidip, hem oradaki doğal güzelliklerin zevkini çıkarıyor hem de Taoist ve Budist metinlerle daha derinden haşır neşir olma olanağını elde ediyor. O aylarda ruhunun bedeninin dışında nasıl da özgürce hareket eden üstün bir varlık olduğunu duyumsuyor. Bedeni için “bir cesetten farkı yok” tabirini kullanıyor yeri geldiğinde. Yine daha sonra yazdığı yazılarda o günleri şu şekilde anlatıyor:

Orada geçirdiğim her yeni günde; toplumun kurtuluşuna dair düşüncelerim daha bir pekişti, insanların huzuru hayatımın amacı oluverdi. Bu amaç için kendimi kurban vermeye hazırdım. Yardıma muhtaç pek çok dünya olduğu için ben, bana en yakın olan ve benim rahatlıkla bulabileceğim dünyayı kurtarmalıydım. Her gün yanlarına gidip, beni dinleyeceklerini umaraktan, bıkmadan usanmadan kendimi anlatacaktım.

Burada bir parantez açıp önemli bir noktaya parmak basmak istiyorum. Kang’ın sözünü ettiği Konfüçyüsçülüğün batılıların “dışlamacı olmayan din” ya da kimi zaman “din değil, yaşam felsefesi” olarak algıladıkları kavram değildir. Kang, düpedüz Konfüçyüsçülüğün göksel/tanrısal yönünü kullanarak başarmak istiyordur Çin üzerinde gerçekleştirmek istediği yenilikçi hareketi. Çok baskın olmasa da Konfüçyüsçülükte de “tien”4 (gök ya da gök tanrı) kavramı vardır ve “tien li” sözcüğü “göklerin yasası” anlamına gelir. Bu mutlak güç kavramı Taoizm’de daha net görülür ve gücün aile ve kraliyetle temsil edilmesi Konfüçyüsçülükte sıklıkla rastlanılan bir durumdur. Bu ise bizi Konfüçyüsçülüğün aslında İbrahimi dinlerden sanıldığı kadar farklı olmadığı sonucuna götürür. 

Konfüçyüsçülükte de bir çeşit kurtuluş (salvation) önerilir ve bu kurtuluş için yapılması gerekenler genelde aileye saygı, otoriteye baş eğme, toplum düzenini bozmama gibi pasif eylemlerle özetlenir. İnsanın içsel yolculuğuyla toplumsal sorumluluğu arasında kopmaz bir bağ vardır. Bu bağın gücü kişinin klasik eğitimden aldığı payla ölçülür. Bu yüzden de Çin’de ahlaklı, topluma faydalı ve mutlu bir insan olmak için klasik Çin kültürünü / edebiyatını iyi öğrenmek şart koşulmuştur. Burada öğrenilen şey bilgi değildir, inançtır. Kang’ın içinde hissettiği ruhsal uyanış, bu tür bir dinsel uyanıştır.

Kang, 1879’da Hong Kong’a gidiyor ve orada gördüğü ihtişamla şaşkına dönüyor. 1842’den beri bir İngiliz sömürüsü olan Hong Kong’daki binaların güzelliği, yolların temizliği ve güvenlik güçlerinin pratikliği genç Kang’ın üzerinde çok olumlu etkiler bırakıyor. Hong Kong’un ardından Şanhay’ı ziyaret edince şaşkınlığı iyice artıyor ve bu iki kentteki gelişmişliğin kaynağını anlamak için batı uygarlığının temel taşı olarak sayılabilecek kitaplara yöneliyor. Özellikle bilimsel ve tarihsel kitapları okuyarak batının uygarlık basamaklarını nasıl hızlıca aştığını, Çin’in neden bu yarışta geri kaldığını anlamaya çalışıyor.


Tabii ki Çin’in geri kalmışlığını dile getiren ve bu konuda batıdan medet uman ilk düşünür değil Kang ama sunduğu çözüm önerisiyle diğerlerinden farklı bir konumda bulunuyor. Devrin ilerici düşünürleri ya imparatorluk sistemini reforme ederek batıyı yakalamayı öneriyor ya da sosyalist/sosyal bir devrimle imparatorluğa son verip yerine cumhuriyet/halk cumhuriyeti kurmayı öneriyorlar. Kang, bu iki öneriden birincisine yakın olmakla birlikte onun önerisi özde ciddi bir farklılık içeriyor. Kang’a göre Çin’in geri kalmışlığının nedeni Konfüçyüsçülüğün kendisi değil, yanlış uygulanıyor olması. Gerçek Konfüçyüsçülük zaten içerisinde ilerici dinamikleri barındıran bir sistemdir. Bu yüzden eğer Çin batı uygarlığıyla arasındaki uçurumu kapatmak istiyorsa bunu özlerine dönerek, yani Konfüçyüsçülüğü bin yıllık süreç içerisinde üzerine sülük gibi yapışan siyasi değerlerden temizleyerek yapacaktır. Bir çeşit laiklik denilebilecek bu yöntemle Kang, alışılmış laikliklerin tersine “dini devletten korumaya” çalışıyor. Dinin üzerindeki devlet örgüsünü kesip attıktan sonra elde edeceği saf Konfüçyüsçülükle topluma istediği şekli vereceğine inanıyor. Kang bu düşüncelerle,1800’lü yılların ortasından itibaren, ruhsal dönüşümünden elde ettiği gücü ve etkiyi Çin’in toplumsal reformu için harcamaya başlıyor.

 Manevi Uyanıştan Maddi Uyanışa Kanatlanma

1884-1898 yılları arasında Kang’ı pratik anlamda hayatın içinde görüyoruz. Eski mistik yaşantısını geride bırakmış, Çin’i değiştirmek için kolları sıvamıştır. Yapılması gereken ilk iş Konfüçyüsçülüğe bulaşmış olan otorite kaynaklı siyasi lekeleri temizlemektir. Kang’ın en sadık öğrencilerinden Liang Qichao’nun deyimiyle Konfüçyüs’ün bozulmamış olan öğretisi zaten “ilerici” öğeleri içerisinde barındırmaktadır ve tutuculuğa terstir. Bu yönüyle yapılması gereken şey Konfüçyüsçülüğü reforme edip, zamanın koşullarına uydurmak değil; bilakis aslına döndürüp özündeki ilerici dinamiği yakalamaktır. Kang’ın yapmak istediği şeyin, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl İslam düşünürlerinin  rücu (asla dönüş) diye adlandırdığı hareketle olan paralelliğini de gözden kaçırmamak gerekir. Bu noktadan bakınca Kang, bir nebze Cemaleddin-i Afgani’ye, ama daha çok Said-i Nursi’ye benzemektedir.



Kang öze dönüşü gerçekleştirirken yeni bir takım metinlere ihtiyacı olacağının farkındaydı. “Bir Yenilikçi Olarak Konfüçyüs” adını verdiği kitabıyla da bu eksiği gidermiştir. Bu kitapta Dong Zongshu gibi Konfüçyüs’e aşkın nitelikler yakıştıran düşünürlere yakınlık duyduğunu göstermiştir. Yani Konfüçyüs’ü sıradan bir bilge insan olarak değil de Musa, İsa, Muhammed gibi göklerden aldığı emirlere göre hareket eden bir peygamber olarak lanse etmeyi uygun görmüştür. Kang’ın batı uygarlıklarına duyduğu hayranlığın, onun Konfüçyüs’ü aşkınlaştırma girişiminde ısrarcı yapmıştır. Kang büyük bir olasılıkla aşkın olmayan bir dinin Çin gibi büyük bir milleti aynı çatı altında toplayamayacağını, toplasa bile bu durumun ya kısa zamanda çözüleceğini ya da diğerkâmlık, fedakârlık, şehitlik gibi batı dinlerinde temel olan ahlaki / toplumsal öğretilere yol açamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de Konfüçyüsçü düşünceye, tanrısal bir momentum kazandırmaya kararlıydı.

Kang’ın Felsefesi ve Da Tong Şu:

Kang, yenilikçi felsefesinin merkezine “ren” (insan, insan olma) kavramını koyar. Ren, tıpkı Hegel’in Geist’i  (ruh) gibi evrimleşen ve evrimleştikçe ileriye doğru kademeler atlayan bir ruhsal varlıktır. Ren’in İngilizce çevirilerde “inayet” ya da “merhamet” diye yansıtıldığı da görülür. Ren’in kaynağı göklerdir ve dolayısıyla “ren insanı” olmak demek göklerle yekvücut olmak demektir. Başyapıtı olarak anılabilecek Da Tong Şu (Da Tong Shu: Yüce Birlik) kitabında şöyle yazar.Ren, tüm varlıkla birleşip tek bir beden oluşturabilmektir. İnsanın ruhu başkalarınınkiyle ayrılamaz hale geldiğinde, her şey tek bir şeye dönüştüğünde ve merhamet duygusu gönüllerde tomurcuklanmaya başladığında; insan “ren”e giden kısa yola ulaşmış demektir.

Kang, Da Tong Şu’da kendisine merkez olarak seçtiği insanın özünü Budist sutralardaki insan tanımına göre seçer. Bu yüzden “ren”in dinamizminde “ıstırap” vardır. İnsan ıstırap çeken bir varlıktır ve hayat bu ıstırapları durdurmak için insana verilen mühletten ibarettir. Kang, insanın maruz kalacağı ıstırapları sınıflara ayırır. Örneğin, fiziksel hayatla ilgili olan ıstıraplarımız yedi tanedir: ana rahminde yaşamak zorunda kalmak, erken ölmek, kolunu ya da bacağını yitirmek, bir barbar gibi yaşamak, Çin dışında yaşamak zorunda kalmak, köle olmak ve kadın olmak.  Bir başka ıstırap sınıfı da insan ilişkileriyle ilgili olandır. Bunlar şu şekilde sıralanır: dul kalmak, yetim kalmak ya da çocuksuz olmak, hasta olmak ya da bakacak kimseye sahip olmamak, yoksulluktan çekmek, zor hayat koşullarıyla savaşmak. Toplumla ilgili ıstırapları da şu şekilde listelemiş Kang: Fiziksel ceza ve hapishaneler, vergilendirme, mecburi askerlik, sosyal sınıflar, baskıcı siyasi kurumlar, devletin varlığı, ailenin varlığı. Ayrıca Kang’a göre Hristiyanlık ve İslam aşağı seviyede dinlerdendir. Uzun erimde Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Budizm gibi yüksek seviyeli dinlere mağlup olacaktır ve yeryüzünden silineceklerdir.

Tarihsel Determinizm ve Sosyalist Görüşler:

Kang’ın “ren”inin tarihsel oluşumu üç kademeden geçmektedir. İlk olarak Düzensizlik Çağı gelir. Bunu Yaklaşan Huzur Çağı takip eder. En son olarak da Evrensel Huzur Çağı tarihi sonlandırır. Bu üç kademe arasında nasıl bir geçişin olacağı, hareketin dinamiklerinin nasıl şekilleneceği hakkında Kang pek bir bilgi vermez. Hegel’de gördüğümüz kapsayıcı diyalektik değişim Kang’da yoktur. Düzensizlik Çağı, Konfüçyüs’ten önceki çağlardır. Kaos vardır, insanlar başıboştur. Konfüçyüs geldiğinde bir kıpırdanma olmuş ama zamanla devletin otoritesi ile karıştırılan din bozulmuştur, içine biatlar karışmıştır, saflığını yitirmiştir. Kang’ın görevi de son kademeye, yani Evrensel Huzur Çağına açılacak kapıyı aralamaktır. Son kademeye ulaşırken “ren”; cinsiyet, ırk, milliyet, sosyal sınıf gibi yapay sınırları ortadan kaldırır. Bir çeşit ütopik dünyaya ulaşırız sınırların ortadan kalkmasıyla. Örneğin, farklı ırklardan insanlar birbirleriyle evlendirilerek ırk kavramı ortadan kaldırılacaktır5. Böylece tüm insanlık aynı ırka, aynı zekâya, aynı boya ve beden yapısına sahip olacaktır. Kadın ve erkek eşitliği tartışmasız kabul edilecek, evlilikler bir yıllık sözleşmeler6 üzerinden yapılacaktır. Aile kavramı ortadan kalkacaktır. Çocuklar ve yaşlılar evlerde değil, devletin ücretsiz olarak sağladığı yerlerde bakılacaktır. Kişisel mülkiyetin yerini ortaklaşmacı bir toplumsal yaşam alacaktır7.



Kang’ın sınıfsız toplum hayali ilk görünüşte Marx’ın “tarihin sonu” öngörüsüyle örtüşüyor olsa da arada yöntem açısından çok büyük bir fark var. Marx’ın tarih felsefesi temelini Hegel’in diyalektiğinden almıştır ve insanın ekonomik değişimlere verdiği tepkilere göre ilerleyen seküler bir dinamiğe sahiptir. Kang’ın tarih felsefesi ise salt aşkın bir iradeye dayanır ve yine aynı aşkınlıktan aldığı güçle ilerler. Kang’ın öne sürdüğü sistemin temelinde Marx’ın tarihsel materyalizminden çok Comte’un tarihsel determinizmi vardır dersek çok da yanılmış olmayız çünkü Comte’un pozitivist tarihsel sürecinde de bilimin sürekli ilerleyeceğine ve insan bilincinin asla geriye gitmeyeceğine dair metafizik diye sınıflandırılabilecek bir inanç vardır.

Ve Kavga Başlar:

Kang 1891’de zamanın Konfüçyüsçülüğünün bozulmuş olduğunu iddia eden kitapları öne sürdüğü için saldırıya uğruyor ve bu olay elinden alınan kitapların yakılmasıyla sonuçlanıyor. Bu ilk saldırı, vereceği savaşın kolay kazanılmayacağının ve ileride davası uğruna pek çok kurban vereceğinin de habercisidir aslında. Bu yıllarda Kang, Çin’deki bin yıllık sistemin yenilenmesi için çalışmalar yapıyor, öneriler yazıyor. Bunlardan bazıları demiryollarının yenilenip ülke içinde ulaşımın hızlı ve etkili bir şekilde yapılmasını sağlamak, ulusal post servisinin yenilenmesi, askeri eğitim sistemini modernleştirilmesi ve ordunun modern silahlarla donatılması, imparatoriçe Sişi’nin (Cixi) gereksiz saray harcamalarını kısıp halkına yatırım yapmasını gibi pek çok çeşitli konuda mektuplar yazıyor. Hatta yaşadığı kentin dışındaki dağlarda konuşlanmış, ıssız yollardan geçen masum köylüleri soyup öldüren eşkıyalarla savaşması için sürdürülebilir nitelikte (sustainable) küçük bir çete bile kuruyor.

Sadık öğrencilerinden Liang
Burada değinmeden geçemeyeceğimiz bir başka nokta da Kang’ın yenilikçi düşüncelerinin Meiji dönemi Japonya’sından etkilendiğidir. Nasıl ki Meiji döneminde Japonya ciddi kalkınma hamleleri gerçekleştirmiş ve batı uygarlığını yakalama konusunda büyük adımlar atmıştır, Kang benzeri bir uygulamanın Çin’de de işe yarayacağına inanıyordu. Bunun için anayasal monarşi, Kang’a ve Kang gibi düşünen aydınlara, denenmesi gereken ve başarı olasılığı yüksek bir siyasi devrim olarak gözükmekteydi.

Kang, 1895’te en yüksek memurluk sınavına girmek için Pekin’e gittiğinde bir kere daha sarsılır. Pekin sokaklarında sefaleti, yoksulluğu, adamsendeciliği gözlemler. İnsanların açlıktan yol kenarlarında öldüğü ama yanlarından geçen süslü at arabalarının bir tanesinin bile durup bu insanlık ayıbına dur demediğini fark eder. Etraf evsiz dilenci kaynamaktadır. Devlet memurluğu sınavları bile gözünde bir şakadan farksız hale gelir bütün bu gözlemlerden sonra.

1895 Nisanında Çin, Japonya ile barış anlaşması imzalayınca Kang’ın tepkileri artık durdurulamaz hale gelir. Zaten 1894 yenilgisi ilk değildir. Japonya’ya 1894’te yenilmeden önce, 1842’de İngilizlere, 1856’da ve 1860’da Fransız-İngiliz ortaklığına, 1884’te tekrar Fransızlara yeniliyor Çin.  Bu yüzden ülkenin dört bir yanından imparatoriçe Sişi’ye öneriler yağmaktadır. 1895’te Japonya’yla yapılan anlaşmanın şartları Çinli aydınlara o kadar ağır geliyor ki 18,000 karakterli (Çince karakter) bir itiraz yazıyorlar. Binlerce genç insan günlerce süren protestolara başlıyor. Kang bu günleri anılarında anlatırken şöyle yazıyor: Binlerce okumuş insanı bu şekilde bir yerde toplamak bu hanedanlıktan öncesinde asla görülmemiş bir olaydır.

Modern Çin'de bir Kang Yauvey Heykeli
Japonlar gemiye kontrol için girdiklerinde Kang’ın yanında olan sadık öğrencisi Liang hayatının yönünü o kargaşalı günlerde bulduğunu söylüyor. Kang’ın erkek kardeşi ise o günlerde abisine yazdığı bir mektupta “Artık bu zamandan sonra öğrencilik hayatımın bittiğini söyleyebilirim.” diyor. Kang son rötuşlarını yaptığı reform önerisini imparatoriçe Sişi’ye veriyor. Amacı imparatorluğu yıkmadan, yenilikçi adımlar atmak ve anayasal bir monarşiye geçmek. Doğal olarak kimse takmıyor Kang’ı. Üç aylık Pekin ziyareti sırasında defalarca saray erkânıyla görüşüyor ama istediği sonuçları alamıyor. Kasım ayında tekrar memleketi Guangco’ya (Guangzhou) dönüyor.

Saraya Davet ve Karşı Devrim:

Kang, Pekin’den döndükten sonra uzun bir süre yetkililerle kayda değer bir ilişkiye girmiyor. Bu süre zarfında daha önce yazmış olduğu kitapları düzeltiyor, batı bilimi üzerine okumalar yapıyor ve Çin eğitim sistemine batı kökenli bilgilerin nasıl enjekte edilebileceği üzerine projeler geliştiriyor. Sessiz hayatı 1898 yılının ocak ayında, Sişi’nin yeğeni, tahta yeni geçmiş olan imparator Guanşi’den (Guanxi) gelen çağrıyla bozuluyor. Ülkenin en etkili devlet erkânıyla yüz yüze gelecek ve fikirlerini savunacaktır. Oysa mülakat daha başlamadan devlet görevlilerinden birisi Kang’a “Atalarımızın koyduğu yasalar değiştirilemez.” diyerek, peşin bir lafla önünü kesmek istiyor. Kang’ın yanıtı ise vaz geçmeyeceğinin göstergesi olması açısından manidar, “Atalarımızın yasaları atalarımızın sahip olduğu toprakları korumak ve yönetmek içindir. Biz daha atalarımızdan bize kalan toprağı düşmana karşı koruyamıyorken, yasaları korumaktan nasıl söz edebiliriz?”

Kang, mart ayına doğru bitirdiği öneri mektubunu imparator Guanşi’ye veriyor ve sürpriz bir şekilde Guanşi’nin hayranlığını kazanıyor. Guanşi, hem halası Sişi’nin itirazlarına hem de Pekin yönetiminin tutucu baskılarına rağmen Kang’ın görüşleri doğrultusunda yenilikler yapmaya, genç ve yenilikçi memurları atamaya başlıyor. Yalnız imparatorluk yanlısı tutucu kesimin tepkisi durulmuyor ve Sişi eylül ayında karşı bir devrimle sarayı ele geçiriyor, içlerinde Kang’ın kardeşi Guangren’in de bulunduğu altı yenilikçi memuru idam ettiriyor. Kang için “ağır ağır kesilerek idam”8 kararı çıkartıyor. Kang her ne kadar karşı-devrim haberini erkenden aldığı için kaçmayı başarıyor.

Sürgün Hayatı ve Son Yıllar:

Bundan sonrasında Kang için bir kaçak hayatı başlıyor. Önce Tianjin’e, oradan da Şanhay üzerinden Hong Kong’a kaçıyor. Oradan ayrılıp Avrupa’ya ve Amerika’ya sayısız seyahatler düzenliyor. Kardeşinin idamı Kang’ın zihninde kapanmaz bir yara açıyor. Babasının kendisine emanet ettiği kardeşini koruyamamış olmanın verdiği suçluluk duygusuyla kendisini yine şiire ve yalnızlığa veriyor. Yeni evlendiği genç karısı (üçüncü) ile Avrupa’nın hemen hemen tüm kentlerine (İstanbul dâhil) gidiyor, en pahalı otellerde kalıyor, en lüks muameleleri talep diyor. İstanbul’a vardığında Meşrutiyetin ilan edildiğini duyuyor ve iç geçiriyor. “Osmanlı yapıyor da biz neden yapamıyoruz.” gibisinden hayıflanıyor.  Bu seyahatler sırasında yazdığı yazılarda romantik bir havaya büründüğü söylenilebilir. Gittiği kentlerin güzelliklerini, insanların davranışlarını, tozpembe bir dille anlatıyor anılarında. Öyle ki uzun süre ne Çin’den ne de Çin’deki yenilikçi hareketten söz ediyor.  

1908’de genç karısından bir oğlu doğuyor. 1912’de Sun Yat Sen imparatorluğu sonlandırıp, Çin Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra bile yeniliklerle değiştirilmiş bir monarşiyi geri getirme çabalarından vaz geçmiyor. Sürekli mektuplar yazıyor, Konfüçyüsçülüğü Çin’in resmi dini yapmak için lobi faaliyetlerinde bulunuyor. Bir çeşit Çin milliyetçiliğinin de destekçisi oluyor bu faaliyetleriyle.

Kongjiao Hareketi:

Kang’a göre Konfüçyüsçülük Çin milletinin ruhudur ve onsuz bir Çin düşünülemez. Bu yüzden Kang, Konfüçyüs’ün doğum gününün tatil olmasını öneriyor, imparatorluk takviminden vaz geçilip Konfüçyüsçü takvimi esas alan bir düzenlemeye geçilmesini istiyor, her köye bir tapınak yapılmasını ve en yoksulundan en zenginine herkesin asıl Konfüçyüs’ü öğrenmelerini sağlayan bir eğitim reformunun yapılmasını talep ediyor. Bu önerileri başlangıçta masum görünse de gittikçe sertleşiyor Kang. Örneğin, Konfüçyüsçülüğü Hristiyanlığın sömürgeci unsurlarıyla savaşmak için kullanmayı önerirken, tıpkı Hristiyan misyonerler gibi dışlamacı bir tavır takınmaya başlıyor. Konfüçyüsçü olmayan tüm tapınakların (Taoist, Budist, Müslüman) kapatılmasını ve Konfüçyüsçülüğe dönüştürüldükten sonra tekrar açılmasını talep ediyor. Kısacası Hristiyanlığın kurumsal gücünü alıp, içeriğini Konfüçyüsçülükle dolduracak ve böylece Çin halkının hem zihnini hem de kalbini fethedecek bir formül geliştirmeye girişiyor. Hatta Konfüçyüs için, tıpkı Hristiyanlıktaki İsa’nın “Tanrı’nın Oğlu” olarak anılmasından ilham alarak, “Göklerin Oğlu” simgesel ifadesini yaymaya çalışıyor.

Meşhur Eve Dönüş Şiiri
Bütün bu uğraşılar bir bakıma Kang’ın zayıf bulduğu ulusal kimlik (gongde) kavramını tamir etme çabası olarak görülebilir. Zamanın diğer aydınlarının (Lu Şun, Mao Dun, Çü Çüibay vb) sanatla, bilimle ve edebiyatla yapmaya çalıştığı kimlik oluşturma girişimlerine karşılık olarak Kang, ilerici olarak gördüğü ama aslında moderniteden bakılınca gerici olarak yaftalanabilecek bir öneriyle geliyor. İmparatorluk ailesinin Çin halkını temsil etmesinin yerine Konfüçyüs’ün bu işi yapmasını öneriyor ama bu durumun nasıl olup da halkı safaletten ve cehaletten kurtaracağını açıklayamıyor. Doğal olarak da imparatorluk ailesinin desteğini alamıyor ve asla başarılı olamıyor.    


Yıllar sonra Çin’e döndüğünde geniş ailesi (eşleri, çocukları ve torunları) için büyük bir ev tutuyor. Masrafları karşılamak için bir yandan emlak işleriyle uğraşıyor, bir yandan da ideolojisini yaymak için öğrencilerini ülkenin farklı yerlerine gönderiyor. Maalesef tüm uğraşlarına rağmen Çin onun istediği kıvama bir türlü gelemiyor. 1927’de hayata gözlerini yumduğunda geride ütopyacı hayallerden başka Konfüçyüsçü idealler ve dine dayalı bir milli kimlik anlayışı bırakıyor. Ardında bıraktığı Çin, Sun Yat Sen’in Çin Cumhuriyeti’nden Mao’nun Çin Halk Cumhuriyeti’ne doğru yol alırken, kimliği de dini de milleti de onun hayal edemeyeceği yeni kalıplar içinde tanımlayacaktır.


Kang'ın Evi 
Sonuç:

Günümüzün modern ÇHC’sinde her ne kadar Konfüçyüsçü anlayış9 el üstünde tutulan bir toplum felsefesi olsa da gelinen durum aslında Kang’ın önerdiği “Konfüçyüs’e rücu” kavramından çok uzaktadır. Kang, günümüz araştırmacılarınca biraz çılgın, biraz yenilikçi, biraz çıkarcı, biraz cumhuriyetçi, biraz hümanist, biraz sosyalist, biraz kültür milliyetçisi, biraz romantik, biraz şarlatan ve biraz da ikiyüzlü olarak anılır. Fredric Wakeman, Kang için, Çinli düşünürler içinde en tutarsız ve en karmaşık olanı nitelemesini yapar. Tutarsızlığının kaynağı bazı düşünürlere göre fikirlerinin kaynağına oturttuğu metafizik “ren” kavramıdır. Çekeceğin her yöne gidebilecek olan ve kesinlikle bilimsel olmayan bu kavramdan dolayı Kang’ın hayatı rüzgârda titreyen bir yaprak gibi, devrin siyasi atmosferiyle birlikte, aralıksız sallanmıştır. Modern bilime ve bilimsel düşünceye yüzünü çevirip, geride kalan her şeyi (özgürlük, demokrasi, halkların kardeşliği, inançlara saygı) reddederek; İslam’daki “Batının bilimini alalım, ahlâksızlığını almayalım.” diyen yarım porsiyon aydınlara10 benzemiştir. Ülkesindeki sefalete rağmen yaşadığı lüks hayat tarzı ve kadınlarla girdiği ilişkilerde neredeyse “harem” kurma noktasına gelmiş olması, böylesi bir "yarım porsiyon aydın" etiketine doğal olarak kapı aralamaktadır. Belki de yaşadığı hayatla insanlara önerdiği hayat arasındaki kapanmaz uçurum yüzünden, imparatoriçe Sişi ve taraftarları onun için Vahşi Tilki lakabını uygun görmüştür.    

-       -    -  

Dipnotlar:

 1.     Pinyin yazım şeklinde Kang Youwei olarak geçiyor adı. Türkçeleştirirken okunuş durumuna uydurmaya çalıştım.

2.     Kang 25 yaşındayken, kadınların ayaklarını bağlamaları geleneğini sonlandırmak için bir dernek kuruyor. Yaşadığı kentte çeşitli etkinlikle düzenliyor ve kadınları bu konuda eğitmeye, ayak bağlama geleneğinin saçmalığı konusunda onları ikna etmeye çalışıyor.

3.     İlginçtir. Sidarta ormanın ıssız bir köşesinde yalnız başına meditasyon yaparken ulaşır aydınlanmışlık (Buda) makamına. Musa, Tur dağına çıkıp Tanrı ile görüşür ve geri döndüğünde İsrailoğulları’na on emri takdim eder. Meryem, (Kur’an’a göre) mağarada yalnızken Rabb’in izniyle İsa’ya hamile kalır. Muhammed, Hira mağarasında yalnız başına günlerini geçirirken Cebrail “Oku, yaratan Rabbinin adıyla oku.” ayetleriyle belirir karşısında. Bu benzerliklerin, günümüzde de sosyal hayattan kopan insanlarda görülen nevrotik belirtilerle bir ilişkisi var mıdır? Freud’a göre evet vardır. Dinin kendisi nevrotiktir ve ortaya çıkışlarında din kurucularının münzevi yaşantılarının rolü azımsanmayacak düzeydedir. Jung’a göre hayır, böyle bir ilişki yoktur. Hatta, nevrotik davranışlar inançsızlarda daha sık görülür.

4.     Çincede “göklerin kanunu” anlamına gelen “tien li” sözcüğünün Orta Asya Türklerindeki “teng-ri” ile aynı kökten geldiğini iddia eden etimologlar vardır. İnsan şaşırmıyor değil bugünkü Türkçe’de sıklıkla kullandığımız Tanrı sözcüğünün Çince kaynaklı olabileceğini öğrendiğinde. Gerçi, “Türk” sözcüğünün bile aslında Çinlilerin batıdaki göçmen kavimlere verdikleri ad olduğu iddia ediliyor. Bir iddiaya göre “güçlü”, bir başka iddiaya göre “başa takılan demir kask” anlamına geliyor “türk” sözcüğü. Bu durum Antik Yunanlıların kendilerini “Helen” diye çağırmalarına karşın günümüzde Romalıların onlara verdikleri ad olan “Greek” adıyla bilinmelerine benziyor.

5.     Burada Kang’ın ırkçı bir yöntem izlediğini söylemeden geçemeyiz. Çünkü önerdiği yöntemde asıl amacının siyah ve kahverengi ırkı ortadan kaldırmak olduğunu saklamaz. Beyaz ve sarı ırk hem zeka hem de karakter bakımından üstün ırktır ve bu yüzden dünyaya hakim olmalıdır.

6. Sözleşmeli evlilik düşüncesi bana yıllar önce yazdığım bir öyküyü anımsattı. Üçüncü öykü kitabımda da yayınlanan “The Contract” adlı öykü salt diyaloglardan oluşur. Bu yüzden bir akşam tanıştığım amatör tiyatro oyuncuları, bulunduğumuz lokantanın ortasında oyunun provasını yapmışlardı.

7.     Kang’ın bu sosyalist görüşleri nereden aldığına dair tartışma derindir. Bazı araştırmacılar Kang’ın ütopyacı görüşlerinin kökeninin klasik Çin metinlerine bağlasa da yaygın olan görüş Kang’ın Japonca’dan çevrilen Fourier ve Saint Simon kitaplarından etkilenmiş olduğudur. Belki de sosyalist görüşündeki yöntem eksikliğinin nedeni Engels’i ve Marx’ı okumak yerine; günümüzde “ilk sosyalistler” ya da “ütopyacılar” diye andığımız Fourier gibi yazarları okumuş olmasındandır. Yalnız buna rağmen, Kang, Mao’nun ilgisini çekmiş ve hayranlığını kazanmıştır. Günümüzde Kang’ın Da Tong Şu’su tarihte yazılmış en etkili 100 Çince eserden birisi olarak kabul edilir.   

8.     Çin’de halk önünde yapılan bir idam şekli. Cellat mahkûmun bedeninden et parçaları keserek ölümü geciktirir. İdam edilen kişi acıdan bayılmasın diye bedenine morfin enjekte edilir ve saatler süren bir işkenceyle öldürülür.

9.     Komünist hükümetin Konfüçyüsçülükle barışık politikalar izlemesinin altında yatan nedenleri ayrı bir yazıda inceleyeceğim. Kısaca söylemek gerekirse Konfüçyüsçülükte temel esas kabul edilen “harmoni” ilkesinin komünist hükümet tarafından da sosyal bir kült haline getirilmesi aslında aradaki paralelliğin doğurabileceği en güzel meyvelerden birisidir.

10. Burada Edward Said’in aydın kimliğini hak etmek için “muhalif” ve “halkçı” olma koşullarını öne sürmesinden söz ediyorum. Muhalif ve halkçı olmayan bir insan yazar olabilir, düşünür olabilir, bilim insanı olabilir ama aydın olamaz. Einstein’ın bu konuda çok güzel bir lafı vardır. Bilim insanları atomu parçaladıkları zaman değil, atom bombasının kullanılmasına karşı geldikleri zaman aydın olurlar. Ayrıca “yarım porsiyon aydın” ifadesi Cem Karaca’ya aittir. Şarkısı Cem Karaca klasikleri arasında ölümsüz yerini almıştır.  

Kaynakça:

J. D. Spence, The Gate of Heavenly Peace, Birinci ve İkinci Bölümler








25 Mayıs 2014

T. B'ye Mektup 5 (Son) - Ahlâk ve Estetik Kanıtı

Tanrı kanıtlamaları içinde diğerlerine göre pek sık olmasa da sosyolojik ve antropolojik tartışmalarda sıklıkla öne çıkan bir tanesi de ahlâk kanıtıdır. Bu kanıta göre insan ahlâklı olmak için değişmeyen bir referans noktasına muhtaçtır. Mutlak iyiyi ve doğruyu ona telkin edecek bir yol gösterici olmadan toplumsal varlığını devam ettiremez, iyi olamaz, iyilik yapmak için bir gerekçeye sahip olamaz. Demek ki mutlak iyiyi ve mutlak doğruyu temsil eden bir Tanrı vardır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta ahlâk kanıtının ahlâkın kaynağını değil, Tanrı’nın varlığını kanıtlama amacı güdüyor olmasıdır. Aynı düşünce silsilesini tersinden yürütürsek, yani Tanrı vardır öncülünden başlayıp Tanrı’nın mutlak iyi olması gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. Böylece de ahlâkın kaynağının Tanrısal bilgi olduğu sonucuna varırız.

Bu kanıtın en büyük sorunu baştan sona sorunlu olmasıdır. Daha önce incelediğim iki kanıtta nesnel bir takım öncüllere dayandırılan sonuç önermelerine yaptığım itirazları yazmıştım. Bu kanıtta öncülün kendisi de yanlış olduğu için kanıt baştan sona sorunludur. Önce mantıksal bir silsile olarak çıkarımı görelim.
1.       İnsan iyi olmak için mutlak bir iyiye muhtaçtır.

2.       İnsan iyi olmak zorundadır ya da içinde iyi olmak için yanan bir kıvılcımla yaşar.
3.       O halde içimize bu mutlak iyi düşüncesini koyan mutlak iyi bir Tanrı vardır.

Şimdi de itirazlar:

Birinci İtiraz: Ontolojik olarak Tanrı mı yoksa İyi mi önce gelir?

Bu çok önemli bir itirazdır çünkü birazdan da göreceğimiz üzere bu soruya verilebilecek iki yanıt da bizi kaçınılmaz bir çelişkiye götürmektedir.

Birinci Yanıt: Tanrı, İyi’den önce gelir ve dolayısıyla Tanrı İyi’yi yaratmıştır: Eğer bu yanıtı kabul edersek iyi düşüncesinin Tanrı’nın herhangi dayanak noktasına gerek duymadan, rastgele var edildiği sonucuna ulaşırız. Çünkü eğer ontolojik olarak Tanrı önceyse, bu, Tanrı’nın eylemlerini ve söylemlerini bağlayan bir iyilik sınırlaması yoktur demektir. Bu da “Karşıdan karşıya geçen yaşlı amcaya yardım etmek iyidir” demekle “İyidir çünkü onu Tanrı öyle istemiştir” demekle aynı şeydir. Bu durumda eğer Tanrı “Öldürmek iyidir.” demiş olsaydı, Tanrı böyle dediği için öldürme eylemini iyi olarak kabul edecektik.  Bu ise iyilik kavramının içini boşaltmaktan başka bir şey değildir. Bu çelişkiden kurtulmak için şu söylenebilir. “İyi ama Tanrı mutlak aklıyla iyiyi ve kötüyü bildiği için asla kötüyü emretmeyecektir.” Böyle bir kaçış bizi ikinci seçeneğin kollarına bırakır.

İkinci Yanıt: İyi, Tanrı’dan önce gelir ve Tanrı iyidir:  Bu yanıtı kabul ettiğimiz anda başka bir çelişkinin içinde buluruz kendimizi. Eğer ontolojik olarak İyi önceyse, Tanrı’nın, söylemlerini ve eylemlerini, kendisinden önce var olan İyi kavramının sınırlarına göre seçmesi gerekirdi. Bu ise Tanrı’nın her şeye gücü yeten ve kimseye hesap vermeyen kimliğiyle çelişmektedir. Karşımızda, İyi’nin kurallarına uymak zorunda kalmış, eli kolu bağlı bir Tanrı resmi vardır ki bu baştan sonra İbrahimi dinlerin önerdiği Tanrı anlayışına terstir. Tanrı iyidir demek Tanrı’yı kendi tanımıyla çatıştırmaktır.

Tanrı iyiyse eğer iyi olmak için referans aldığı İyi kavramını kim yarattı diye sorabiliriz. Eğer bu iyi kavramı Tanrı’dan bağımsız olarak varsa zaten vermiş olduğumuz yanıtın yanlış olduğu sonucuna varırız. Yok eğer İyi kavramını Tanrı yarattıysa birinci çelişkiye dönmüş oluruz. Kısacası her halükârda Tanrı ile İyi arasında mutlak gücü garanti altına alan bir bağ kurulamamaktadır.

İkinci İtiraz: İnsan iyi olmak için mutlak iyiye muhtaç mıdır?

James Rachel, “The Elements of Moral Philosophy” başlıklı kitabının on dokuzuncu sayfasında ahlâkı şu şekilde tanımlamış: Minimalist bir tanım verecek olursak, ahlâk, bir insanın herhangi bir eylemi gerçekleştirirken aklını kullanıp, kişinin hem kendisinin hem de eylemden etkilenecek olan diğerlerinin çıkarlarını eşit şekilde gözeterek, eylemi gerçekleştirmesini sağlayan kurallar bütünüdür.

Bu tanımda eşit derece ifadesinin altını çizdim çünkü işin en zor kısmı bu eşitliği sağlamakta. Şöyle bir örnek verelim. Bir kamyonun frenleri patlamış ve yokuş aşağıya iniyor. Önünde bir panayır var ve panayırda on kişilik bir grup alışveriş yapıyor. Şoför panayıra girmek istemiyorsa direksiyonu sağa kırmak zorunda kalacak ama bu durumda da kaldırımda bekleyen bir adamı ezecek. Böyle bir durumda şoförün ne yapması gerekir? Panayıra dalıp on kişiyi öldürmemek için yol kenarında duran bir kişiyi öldürecek. Bir kişiyi öldürmek on kişiyi öldürmekten daha iyidir diyorsak yukarıdaki tanımdaki eşitlik ilkesini çiğnemiş oluruz.  

Benzer bir çelişki dilenciye para verme konusunda da çıkar karşımıza. Dilenciye para vermek iyi midir ya da dilenciyi görmezden gelmek kötü müdür? “Dilenciye para vermek iyidir çünkü yardıma muhtaç birisine yardım etmek evrensel anlamda iyidir.” diyebiliriz. Ya da “Dilenciye para vererek aslında iyilik yapmıyorsun, onun dilenci olarak kalmasını sağlıyorsun.” da diyebiliriz. Ya da “Aslında dilenciye para vererek dilenciye değil kendine iyilik yapmış oluyorsun çünkü sırf kalbindeki suçluluk duygusunu bastırmak için yardım ediyorsun dilenciye.” de denilebilir. Ya da “Her insan istediğini yapmakta özgürdür ve insanlar genelde kendilerini mutlu eden eylemleri gerçekleştirirler. Sen kendini mutlu etmek için dilenciye para veriyorsan bunun neresi iyiliktir.” denilebilir. Kısacası onlarca farklı açıdan yaklaşabiliriz dilenciye para verme sorununa.

Çalıştığım okulda Yeni Zelanda’lı bir arkadaş var, kadın öğlen yemeği arasında dışarı çıktığı her gün alt geçitin merdivenlerinde bekleyen dilencilere para verir. Bunu büyük bir içtenlikle yapar, onlara selam verir, gülümser, “Bugün nasılsın, iyi misin?” diye sorar. Bozukluğu yoksa 10 Yuan verir (yaklaşık 4 TL), bazen elindeki yemeği paylaşır. Şimdi böylesi bir samimiyetle davranan bir insana “Sen bunu suçluluk duygusundan kurtulmak için yapıyorsun. Aslında sen de bencilin tekisin. Sırf daha iyi hissetmek için, gösteriş için dilencilere iyi davranıyorsun.” diyebilir miyiz? Bence diyemeyiz. Sonuçta dilencinin karnı doymaktadır, kucağındaki çocuğunun boğazından sıcak çorba geçecektir. Bütün bunları görmezden gelip, dilenciye yardım eden insanı bencillikle suçlayarak nereye varırız? Bana göre lafazanlık dışında hiçbir yere! Yalnız burada benim ne düşündüğümün pek bir önemi yok çünkü büyük bir olasılıkla dilencilere para veren birisi olduğum için ve kendi davranışımı haklı çıkarmak için böyle düşünüyorum. Buradaki asıl sorun, dilenciye para vermek gibi basit bir gündelik bir eylemin bile ahlâki açıdan tek bir çıkış noktasının olmamasıdır.

Ahlâk felsefesi kitapları bu tür örneklerle doludur ve aynı soruya verilen onlarca farklı yanıt vardır. Kimisi psikolojik egoizm prensiplerine dayanarak yanıt verir, kimisi utilitarianist prensiplere göre, kimisi Kant’ın evrensel imperatiflerine göre. İstediğin prensibe dayanarak yanıt ver, sonuç değişmeyecektir. Bir şekilde birilerinin hakkı yenecektir, bir şekilde birileri bencil damgasını yiyecektir, diğerleri iyi kalpli diye göklere çıkarılacaktır. Gerçek hayatta bu kadar dramatik olmasa da benzer durumlarla sıklıkla karşılaşırız. Genelde bir karar verir, “Ölen öldü, kalan sağlar bizimdir” deyip yola devam ederiz. Mutlak bir doğru arayarak geçiremeyiz ömrümüzü çünkü mutlak bir doğru çoğu zaman yoktur. Pratik olmak zorundayızdır ve klişe bir söylemle ifade edecek olursak “Hayat her şeye rağmen devam etmektedir”.

Bu örneklerden şu sonuca varmak istiyorum. Hayatımızı sorunsuz bir biçimde devam ettirmemiz için mutlak iyiye ve mutlak doğruya muhtaç değilizdir. İyi ve doğru olan eylem çoğu zaman toplumlara, kimi zaman da bireylere göre değişebilen bir kavramdır. Bu görecelilik mutlak olma zorunluluğuyla açıklanamayacağına göre daha insan merkezli bir hipoteze gereksinim duyarız. İnsanın idealden uzak olması yönüyle eksik olması gibi onun ahlâki değerleri de eksiktir. Ahlâki değerler değişkendir ve coğrafi, iklimsel ve ekonomik koşullara göre şekillenir. Nasıl ki biyolojik bir evrimin sonucunda canlılar içinde bulundukları ortama uyum sağlıyorlar, ahlâk yasaları dediğimiz prensipler de aslında insanın toplumsal yaşama uyum sağlamasının bir sonucudur. Farklı toplumlarda farklı yasaların olması da bu toplumlardaki koşulların farklı olmasından dolayıdır. 

Örneğin Eskimolar, yaşlanan insanları, yerleşim merkezlerinden uzaklarda bir yerde ölüme terk ederlermiş. Düşünsenize; nineniz yaşlandı, iş yapamaz hale geldi. Bu yüzden ninenizi öldürüyorsunuz. Bizim toplumumuzda cinayet diye adlandırılabilecek bir eylemdir bu. Peki, aynı şeyi soğuk havaya, şiddetli kar fırtınalarına, tarım arazisinden yoksun hayat koşullarına karşı direnen Eskimolar için söyleyebilir miyiz? Nine, ekonomik olarak aileye ve topluma bir yarar getirmediği gibi tüketmeye devam ettiği için topluma zarar vermektedir, yeni yetişen neslin boğazındaki lokmayı çalmaktadır. Bir insan olarak zaten hayatının amacını gerçekleştirmiştir. Çocuklarını büyütmüş, genlerini yeni nesillere aktarmıştır. Bundan sonra yaşaması için çok da bir neden yoktur. İnsanın birey olarak var olamadığı Eskimo kültüründe ninenin ölüme terk edilmesi ahlâksız bir davranış olarak görülmez. Hatta tam tersine, nineyi öldürmeyip yeni doğan bebeklerin yemeğini nineyle pay yaparak ahlâksızlık yapmış oluruz.  

Kaynakların sınırlı oluşuna çözüm olarak üretilmiş bu ahlâki yasa / geleneksel töre, kaynakların bollaştığı zaman ortadan kalkacaktır ya da başka formlara bürünecektir. Değişen zamana direnemez hiçbir töre. Tabii ki değişim kolay değildir ve kurbanlar verecektir. Özellikle dünyanın gittikçe küçüldüğü günümüzde, ekonomik olarak güçlü olan toplumların zayıf olanlara yardım edebileceklerini hesaba katarsak, böylesi yasaların bir an önce ortadan kalkması için insanlık el ele verip, sorunları kökünden kazımalıdır. Örneğin namus cinayetleri, örneğin Hindistan’da ölen kocalarıyla birlikte yakılan kadınlar, örneğin din değiştirdi diye idama mahkûm edilen insanlar, örneğin Afrika'da sünnet edilip sakat bırakılan kız çocukları… Bilimin ve nesnel bilginin yaygınlaşmasıyla insanlar daha ortak bir ahlâki bütünlüğe doğru yol almaktadırlar. Dünya küçüldükçe, iletişim ağlarıyla daha bir donatıldıkça; farklar ortadan kalkacaktır.

Yukarıda ahlâk yasalarının tıpkı biyolojik evrimle gelişen canlılar gibi geliştiğini ve değiştiğini iddia etmiştim. Bunu da bir örnekle izah edeyim. Kelam kanıtında verdiğim örneğin aynısını vereceğim. Geniş bir yolda tek başınıza araba kullanıyorsanız sizi sınırlayan bir yasa yoktur. Ne zaman ki yolda başka arabalar belirir, o zaman mecburen arabanızın hızını, yönünü, şeridini diğer arabalara göre ayarlamak zorunda kalırsınız. Kendinize ve diğerlerine zarar vermemek gibi basit “hayatta kalma” prensibinden başka bir prensibiniz yoktur ama zamanla bu basit prensipten karmaşık kurallar doğar. Örneğin, şerit değiştirirken sinyal vermeniz gerektiği sonucuna varırsınız ya da yolun ortasında kafanıza göre duramayacağınızı bilirsiniz. Trafiği var eden siz ve arabanız, yarattığınız trafiğin kurallarının esiri olursunuz. Döngüsel bir süreç vardır. Süreç döngüseldir ama yerinde saymaz, bir spiral gibi düzensizden düzenliye göre entropinin tersine bir yönde ilerler. Çünkü sisteme dışarıdan enjekte edilen enerji (insan ömrü ve rasyonalitesi) uzun erimde sistemin içerisindeki entropiyi azaltır.

Buradan yola çıkarak “öldürmeyeceksin” ya da “çalmayacaksın” gibi ilkelerin kaynağına ulaşabiliriz. Öldürmeyiz çünkü öldürürsek bir başkası da bizi öldürebilir. Oysa hayatta kalma ve üreme dürtüsü hayatın en dinamik kuralıdır. Hayatta kalmak zorunda olduğumuz için öldürmeme kuralına sahibizdir, Tanrı on emire “öldürmeyeceksin” diye başladığı için değil. Aynı şekilde mülkiyetin kutsal olarak kabul gördüğü toplumumuzda çalmayız çünkü biz çalarsak ve çalmayı meşru sayarsak birilerinin bizim malımızı çalmasını engelleyemeyiz. Toplumsal barış uzun erimde bireylerin huzur içinde yaşamalarını sağlamak için vardır ve bu varlığını sürdürmesi için herkes tarafından kabul gören ahlâki prensiplere dayanmak zorundadır.

Kant’ın “Ahlak Metafiziğinin Temelleri” kitabında sözünü ettiği ve günümüzde de geçerliliğini koruyan ilkesini anımsayalım: “Öyle davranmalısın ki seçtiğin eylemin aynı zamanda evrensel bir doğru olarak kabul görmesini istiyor olmalısın.” Bu ne demektir? Eğer kırmızı ışıkta geçiyorsan, kırmızı ışıkta geçmenin evrensel bir doğru olduğunu kabul ediyorsun demektir. Yok eğer bunu kabul etmiyorsan kırmızı ışıkta geçmenin ahlâki anlamda yanlış olduğunu kabul ediyorsun demektir. Çünkü Kant’ın yukarıdaki ilkesine göre kırmızı ışıkta geçerek eyleminin evrenselliğini onaylıyorsundur. Onaylamıyorsan zaten ahlâksızsındır.  Burada Kant’ın kullandığı “evrensel” sözcüğünü çıkarıp “toplumsal sözleşme” ifadesini koyarsak daha modern bir ahlâki ilkeye ulaşmış oluruz. Öyle davranmalısın ki seçtiğin eylemin aynı zamanda toplumsal sözleşmeye uygun bir doğru olarak kabul görmesini istiyor olmalısın.

Üçüncü İtiraz: Ahlâkın kaynağı Tanrı’ysa tüm tanrıtanımazlar ahlâksız, tüm tanrıtanırlar ahlâklıdır.

Böyle bir iddianın doğru olmadığını hepimiz biliyoruz. Tarih bunun aksini kanıtlayacak örneklerle dolu. Ne Tanrı’ya inanmak bir insanı iyi yapar ne de Tanrı’ya inanmamak bir insanı kötü yapar. Tanrı’ya inanç pratik bir sorunun yanıtıdır. Hayatı düzenlemede çok ciddi bir rolü yoktur. Tanrı inancının İnsanlara belli davranışları telkin etmesi yönüyle güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunu iddia edebiliriz. Örneğin, savaşlarda insanları cepheye göndermek için dinsel inanç eşi bulunmaz bir araçtır. Aynı şekilde bağış yapmak istemeyen bir insanı ikna etmek için cennet mükâfatını öne sürmek büyük bir olasılıkla işe yarar bir yöntemdir. Her iki durumda da ahlâklı davranışın kuramsal bir temelini savunmuş olmuyoruz aslında. Pragmatik bir araçtır din ve yeri geldiği zaman tersi yönde de kullanılabilir. Örneğin, Haçlı seferlerinde amaç doğunun kıymetli hazinelerini ele geçirmek olduğu halde Avrupalı halk cennet rüyasıyla kandırılmış ve sefere gönderilmiştir. Oysa tarihteki tüm savaşlar gibi Haçlı seferlerinin arkasında da ekonomik nedenler yatmaktadır.

İnsanlar iyi ya da kötü davrandıklarında bunun arkasında yatan nedeni inancında değil de onu bu davranışı yapmaya sürükleyen ekonomik ve toplumsal nedenlerde aramalıyız. Bir tanrıtanımaz cinayet işlediğinde bunu Tanrı’ya inanmadığı için değil, öldürdüğü kişinin parasını çalmak için yapmıştır. Aynı şeyi bir tanrıtanır da yapabilirdi. Cinayetin nedeni inançsızlık değildir; parasızlıktır, hırstır, açgözlülüktür…

Uzun uzun yazdım ama daha estetik kanıta gelemedim bile. Aslında estetik kanıtın ahlâk kanıtından pek farkı yok. İnsandaki güzellik algısının bir kaynağının olması gerektiği ve bu kaynağın Tanrı olması gerektiği üzerine kuruludur estetik kanıt. Ahlâk kanıtına getirilen tüm itirazlar estetik kanıta da getirilebilir. Sonuç olarak estetik ölçütlerimiz de tıpkı ahlâki ölçütlerimiz gibi toplumdan topluma değişen, insanın doğayla ilişkisinden kaynaklanan, evrimsel süreçle gelişen değerlerden oluşur. Örneğin kıtlığın hakim olduğu bir ülkede kilolu kadınlar güzel kabul edilirken (Yirmi otuz yıl öncesine kadar Hindistan, Türkiye, Çin), yiyecek sorunu olmayan bir ülkede zayıf kadınlar güzel olarak görülebilir. Ayrıca, estetik kavramının da tıpkı ahlaki doğruluk kavramı gibi siyasi bir yanı vardır. Siyasi, ekonomik ve askeri yönden baskın olan kültürlerin sanat formları, aynı yönlerden pasif olan kültürlerin sanat formlarını bastırır. Bu durumda güzel kavramı güçlünün tarafına doğru kayar.

İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan post-modern akımın dünyaya bir yararını sayacaksak herhalde kültürler arası geçişkenliği ve göreceli eşitliği sağlamış olmasını sayabiliriz. Post-modernizm bu noktada büyük işler başarmış olsa da bu sadece insanların farklı kültürlerin sanat formlarına saygı duymalarını sağlamıştır, onları anlamalarını değil. Örneğin, Çin’de bir sanat dalı olarak çok rağbet gören kaya figürleri, Çin kültürünü özümsememiş insanlarca anlamsız bulunacaktır. Aynı zamanda Çin ekonomik ve siyasi gücünü arttırdıkça günümüzde sadece Çinlilerin sevip hayran kaldığı sanat dalları diğer ülkelere yayılacak, bu ülkelerdeki insanlar tarafından da güzel olarak nitelendirilecektir. Çünkü güzele olan hayranlık o kadar basit bir iş değildir. Eğitim, kültürel özümseme ve anlama gayreti gerektirir. Gelelim konunun bizi ilgilendiren kısmına.

Amorfik bir kaya parçası mı yoksa güzelliğiyle göz kamaştıran bir sanat eseri mi?
İnsanda bulunan güzel olana duyulan eğilimi Tanrı’nın varlığına kanıt olarak görenler olabilir. “Madem güzel olana yönelik bir hayranlık besliyorsun, bu hayranlığın bir kaynağı vardır? Bu kaynağı evrende bulamadığımıza göre bu duygu bize evrenin dışından verilmiş bir yetenektir. O halde Tanrı vardır.” şeklinde özetlenebilecek bu tez Paley’in saati örneğinde de karşımıza çıkmaktadır. Çölde gezen adam sadece mekanik olarak mükemmel şekilde çalışan bir saat bulmakla kalmamıştır, aynı zamanda bu saatin, çok değerli taşlarla, çok kabiliyetli olduğu sanatından belli olan bir sanatçı tarafından, özene bezene süslendiğini gözlemlemiştir. Bu durumda saati yapan saatçi aynı zamanda renklerin uyumlarını bilen, değerli taşların dengesini anlamış, doğadaki ahengi çözmüş bir sanatçıdır.

Öncelikle şunu ifade edeyim. İnsanların sanat adı altında ürettikleri eserlerin hepsi duyulara hitap ederler. Beş duyumuzu ve aklımızı kullanarak güzel olan bir esere hayranlık besler, onu yapan sanatçıyı tebrik ederiz. Resim sanatı görme yetimize hitap eder, müzik sanatı duyma yetimize. Eğer bedenimiz termal kameralar gibi ısıyı algılama olanağına sahip olsaydı, termal kameraların ekranlarında oluşan görüntülere benzer resimler yapar, bunları sergilerdik müzelerde. Çünkü termal kamera görüntüleri aşina olduğumuz algısal dünyada yaşıyor olurduk. Dolayısıyla, güzellik algımızın beş duyumuzla sınırlı olduğunu ifade edebiliriz. Güzel bulduğumuz şeyler beş duyumuzla algılamaya aşina olduğumuz şeylerdir.

Uzayın başka bir köşesinden ve evreni bizim beş duyumuzdan çok daha farklı duyularla algılayan dünyadışı varlıkların güzel anlayışı bizimkinden çok farklı olacaktır. Benim saatlerce bakıp da hiçbir şey anlamadığım biçimsiz kayalar, Çin’de fahiş fiyatlarda alıcı buluyor. Tıpkı Andy Warhol’un milyon dolarlık tablolarının bana saçma gelmesi gibi. Ahlâk yasalarında olduğu gibi estetik ölçütlerimiz de doğayla ve içinde yaşadığımız toplumla olan etkileşimimizden kaynaklanır. Evrenin kendisi ne güzeldir ne de çirkin. Toplumsal koşullanmışlığımızın sonucu olarak masmavi bir denizde parıldayan yakamozları görünce “Ahh ne güzel!” diyor oluşumuz manzaranın kendiliğinden güzel olmasından değildir. Bizim böylesi bir manzaraya duyduğumuz özlemdir içimizdeki hayranlığın kaynağı, mavinin çocukluğumuzdan beri özgürlükle özdeşleştirilmesindendir, suyun serinliğine duyduğumuz aşk derecesinde hissettiğimiz tutkudur. 

Geçenlerde izlediğim bir Kazak filminde filmin başkahramanının en büyük hayali kız kardeşinin yakınında bir yere yerleşmek ve hayvancılık yapmaktı. Oysa bunu yapmak istediği yer çölün ortası, bildiğimiz Orta Asya stepi. Hiçbir şeyin ortası, kum fırtınalarını ve susuzluğu saymazsak. Benim gibi kentte doğup büyümüş bir insan için alabildiğine çirkin (zor, çetrefilli, anlamsız) olan bu hayat tarzı filmdeki kahraman için en güzel hayal niteliğinde. Bu basit örnek bile güzellik kavramının içinde doğup büyüdüğümüz koşullar tarafından nasıl şekillendirildiği sorusuna verilebilecek güzel bir yanıttır sanırım. Öyle gökten zembille inen bir güzellik kavramı yoktur. Mutlu olmak, hayatına anlam katmak isteyen insanlar vardır. Güzellik de hayata anlam katan renklerden birisidir.

---

Böylece Tanrı kanıtlamaları yazılarının sonuna gelmiş oldum. Şaka maka yaklaşık 16.000 kelime yazmışım. Umarım okuyanlara bir faydası olur yazdıklarımın. Son olarak şunları da ekleyeyim.

Bu dünyayı bir gemi gibi düşünün. Bizler de o gemideki yolcularız. Yolculuk sırasında yapılması gereken en önemli şey huzuru bozmamak ve elimizden geldiğince yardıma muhtaç olanlara yardımcı olmaktır. Amaç yolculuğu kazasız belasız atlatabilmektir. Kimseye zarar vermeden, kimseye kötülük yapmadan, kimsenin hakkına tecavüz etmeden yolculuk tamamlanmalıdır. Geminin bir kaptanının olması ya da olmaması bizim iyi bir yolcu olarak tutumumuzu değiştirmemelidir. Kaptan varsa ve siz onun varlığına inanmamışsanız, size sırf bu yüzden bir ceza vermesi mantıklı değildir. Kaptan yok deyip diğer yolculuklarla iyi geçinmek, onların ihtiyaçlarını gidermek, gemiye katkıda bulunmak mümkündür. Aynı şekilde kaptan vardır deyip gemiye zarar vermek, birilerinin hakkını yemek de mümkündür. İkinci durumun birinci duruma göre çok daha esaslı bir cezayı gerektirdiği aşikârdır. Kaptan, siz onun varlığına inanmıyorsanız, en kötü olasılıkla sizi gemiden aşağıya atar. Böylesi bir durumda bile ceza sonsuz değildir. Bir süre bocalarsınız, ya boğulursunuz ya da balıklara yem olursunuz. Sonuçta acınız sonludur. Kaptan size sonsuz bir ceza vermez. Niye versin ki? Böylesi bir cezanın kime ne yararı vardır? Bunun yanında, kaptanın varlığına inananlar, bu inanca rağmen gemideki düzeni bozdularsa, gemiye zarar verdilerse, onların cezası ne olacaktır? Onların sizinkine kıyasla daha hafif bir cezayla cezalandırılmaları kaptanın “adil” vasfına zarar vermiyordur de ne yapıyordur? Geminin bir sınav meydanı olması da bu cezayı gerekçelendiremez çünkü gemideki yolcuların gemide olmama şansları yoktur. Seçerek gelmemişlerdir oraya, zorla getirilmişlerdir. Getirildikleri gibi de sınava sokulmuşlardır. Siz okulun ilk günü yapılan sınavda başarısız olan çocukların okuldan atıldığını gördünüz mü hiç?

Örnekler çoğaltılabilir, sorular sonsuza kadar arttırılabilir. Bütün bu sorular bir Tanrı’nın var olduğunu kabul etmekle aslında soruların bitmediğini, bilakis katlanarak arttığını gösterir. TB’ye mektuplar dizisindeki tüm çabam klasik Tanrı kanıtlamalarına itiraz etmekten ibaretti, gerisini kurcalamaya pek niyetim yok. Kanıtların geçersizliği Tanrı’nın var olmadığı anlamına gelmez, yok olduğu anlamına da gelmez. İnsanların büyük bir çoğunluğu herhangi bir kanıta ihtiyaç duymaksızın, toplumsal veya ailevi geleneklerden dolayı inanırlar Tanrı’ya. Gerisini pek düşünmezler. Amacım Tanrı vardır diyenlere yanıt vermek değildi, tam tersine Tanrı var olmayabilir diyenlerin boş olmadıklarını göstermekti. Eğer tanrıtanırlar kendi inançlarına saygı bekliyorlarsa aynı saygıyı tanrıtanımazlara karşı göstermek zorundadırlar. Tanrıtanırlar nasıl ki kendilerince Tanrı’nın var olduğuna dair kanıtlar ortaya koyabiliyorlarsa, tanrıtanımazlar da aynı şekilde karşı-argümanlar geliştirebilirler. Tanrı’nın varlığı hipotezi bilimsel bir hipotez olmadığı için ne varlığı ne de yokluğu bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilir. İnsanların inanma özgürlükleri gibi inanmama özgürlükleri vardır. Aynı şekilde, inandıklarını ifade etme özgürlükleri varsa inanmadıklarını ifade etme özgürlükleri de vardır. Kimsenin inançsız olduğu için bir insanı hor görmeye, haklarından mahrum etmeye, işinden atmaya hakkı yoktur.

Birileri bana “Gel bu görüşlerini televizyonda tartış, karşında da ünlü tanrıtanır XYZ olsun.” dese ben kesinlikle reddederim çünkü ortada tartışılacak bir konu yoktur. Benim bu yazılara başlarkenki isteksizliğimin nedeni de biraz buydu. Tanrı’ya inanan bir insan inandığı dinin tüm ilkelerini Tanrı’nın sonsuz hikmetiyle izah edebilecektir çünkü Tanrı’nın varlığı sadece doğrulanamayan değil, aynı zamanda yanlışlanamayan bir hipotezdir. Dolayısıyla ben desem ki “Madem Tanrı var, neden adaletsizlik var dünyada?”, karşımdaki insanın her zaman dayanacağı son direk “Tanrı’nın sonsuz hikmetini sorgulayamayız. Her şeyin en iyisini o bilir. Senin adaletsizlik olarak gördüğün şey aslında sonsuz adaletin ta kendisidir.” olacaktır. Eeee, yapacağım her itiraza böylesi bir ad hoc hipotezle yanıt verilebilecekse ben neyi tartışacağım?

İnsanların bir Tanrı’ya inanmalarının farklı nedenleri olabilir ama tanrıtanırların büyük bir çoğunluğu kolaylarına geldikleri için inanmaktadırlar. Tanrı hipotezi öylesine güçlüdür ki tüm soruları basit bir yanıtla geçiştirir ve bu geçiştirme insanların hoşuna gider. Hayat zaten zordur, geçim derdi, çocukların eğitimi, kazalar, ölümler, acılar… Bunlarla baş edebilmek için kafanın sağlam olması gerekmektedir. İnanmak insana bu yararı sağlar. Bir kere inanırsın ve yoluna devam edersin. Tanrıtanımazlık ise zor yolu seçmektir. Evrendeki yalnızlığımıza, hayatın kendisinin dışında bir anlamının olmamasına inanmaktır. Bu yüzden tanrıtanımaz hayata anlam katmak için sanata, bilime, eğitime, insanlara yararlı olacak eylemlere sarılmak zorundadır. Hayatın kendisinin dışında bir anlamı yoktur ama hayatın içine anlam enjekte edecek olan bizlerizdir. Hayatı anlamlı yaşamak, arkamızda güzel eserler bırakmak, sonlu da olsa arkamıza güzel anılar saçarak ilerlemek hayatının amacıdır. Tanrıtanırın cennetle, Tanrı’yla hallettiği anlam verme işini tanrıtanımaz çok daha çetrefilli bir yolla halletmek zorundadır. İşi zordur ama yapılamayacak bir şey değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Gelecekte de aynı örneklerin tekrar etmeyeceğine inanmamız için bir neden yoktur.


Bu satırları okuyan genç zihinlere tavsiyem Tanrı var mıdır yok mudur sorusuyla hayatlarını zehir etmemeleri olacaktır. Yanıt öyle birkaç okumayla, üç beş günde karşınıza çıkmaz. Yıllar sürer. Bol bol okuyun, düşünün, hayatın içine dalın, tartışın. Tanrı’ya inanmanız ya da inanmamanız hiç önemli değil etrafınızdaki insanlarca. Önemli olan iyi bir insan olmaktır, anlamlı bir hayat yaşamaktır. Tanrı sorusu bir gün kendiliğinden çözülecektir. Vereceğiniz yanıt her ne olursa olsun, önemli olan bu yanıta kendi başınıza; okuyarak ve düşünerek ulaşmış olmanızdır. Toplumsal baskılardan uzaklaşıp, kendi kimliğinizle baş başa kaldığınızda vereceğiniz yanıt sizi tatmin ediyorsa başkalarının ne dediğinin bir önemi yoktur. Ayrıca, soruya vereceğiniz yanıtı kimseyle paylaşmak zorunda değilsinizdir.  Zaten sizler iyi ve üretken bir insan olduğunuz sürece neye inandığınız hakkınızda sorgulanacak en son şeydir.