Bu Blogda Ara

17 Mayıs 2010

Kore Günleri - Üçüncü Gün - 1

Sabah geç uyanıyorum ama yine de aşırı uykum var. İnsan dışarının soğuk olduğunu bilince daha iyi biliyor yorgan altının değerini. İlk iki geceyi geçirdiğim konukevinin resepsiyonundaki görevlilerden birine yakınlardaki otelleri soruyorum. Hani kendi odamın olacağı, tuvaletimin ve banyomun sırf benim tarafından kullanılacağı bir yer. Çok şey mi istiyorum? Bana Hapjong tarafına gitmemi, oradaki istasyonun civarında aradığım türden otelleri bulabileceğimi söylüyor genç çocuk. Teşekkür ediyorum, bana geldiğim gün verdikleri şemsiyeyi de ayakkabılığa bırakıp kapıya yöneliyorum. Sırt çantamı yüklenip, çıkıyorum yola. Dışarıda hafif hafif –lapa lapa değil, çivi gibi ama ağır çekim- kar yağıyor, bu yüzden hava biraz ılık. En azından kar öncesi esip insanın iliğini donduran o korkunç rüzgar yok. Kar sonrası buzların erimek için güneşten çaldıkları ısıdan geride bıraktıkları don da yok. Kar sessizleştiriyor kenti. Sanki tüm insanlar işi gücü bırakıp gökten düşen bu pamuk parçalarına bakıyorlar. Oysa kimsenin taktığı yok olup bitene. Büyük bir olasılıkla sövüyordur evsiz barksız, şişe ya da kağıt toplamak zorunda kalmış, sistemin altında kalmış pek çok zavallı insan. Yürüyerek metro istasyonuna varıyorum. Buradan da bir durak ilerideki Hapjong’a gidiyorum. Ne de olsa artık metronun ehli oldum! Neredeyse yolunu kaybeden Japonyalı ve Avrupalı turistlere rehberlik edeceğim metro duraklarında.

Hapjong durağı küçük de olsa bir meydancığın etrafında. Sağda solda pastane, eczahane ve elbise satan dükkanlar görüyorum. Bir de ortada bırakılmış hayvan maketleri. Yol kenarında girdiğim ilk otelin resepsiyonunda kimsecikler yok. Masada zil de yok ki bassam! –Bir film çekiyor olsaydık, zil olmadan da çaldırırdık ama burada sökmüyor o numaralar- Bir süre bekliyorum birilerinin gelip bana ne istediğimi sormalarını ama nafile. Şanslarını kaybediyorlar –Ya da ben şansımı kaybediyorum!- ve aynı yol üzerindeki bir başka otele yürüyorum. Burasının bir otelden çok bir sığınağa benzediğini söyleyebilirim. Hadi sığınak olmasa bile en iyi ihtimalle askeri bir binaya benziyor. Kirli yeşil bir bina, ufacık camları ve küçücük bir girişiyle adeta korkutucu bir şato görünümünde. Kapıda 18 yaşından küçüklerin girmemesine dair bir işaret var. Allah Allah!!! Otel mi, gazino mu yoksa kerhane mi belli değil! Öğreniriz birazdan deyip dalıyorum içeri. Resepsiyon masası falan yok. Etrafta kameralar var. Işıkları göz kırpar gibi bir yanıp bir sönüyor. Bir de bozuk plak gibi ‘anniyon haseyo’ diyen kapıdaki otomatik teşrifatçı. Gelip giden de yok ama o durmuyor, her ihtimale karşı beş saniyede bir merhaba, hoş geldiniz anlamında bir şeyler mırıldanıyor. Böyle otomatik teşrifatçıların olduğu otellere robot müşteriler göndereceksin, görecekler günlerini. Ne yani şimdi! Kapıda kurulmuş bir makine ben içeri girince bana “merhaba, hoşgeldiniz” deyince daha mı az yalnız hissedeceğim kendimi?

Resepsiyon yok ama girişin solunda üçgen şeklinde bir delik var. Bu ufacık delikten içerde televizyon izleyen bayanla konuşuyorum. Kadın bir bana bir de televizyondaki güldürü programına bakıyor. Boş odanız var mı?, Vaaar. (Sesinin tonundan beni takmadığı anlaşılıyor. Ehh, takmasınlar daha iyi. Böyle bir otelde takılmamak daha iyi!!!) Ne kadar? 40,000 Wong. (Çok para yani! Var mı paran, delikanlı? Ödeyemezsen mafyaya verirsin hesabı ha!) Odayı görebilir miyim? Tabii, bir saniye! (Bak paran yoksa uğraştırma beni. Şunun şurasında ağız tadıyla televizyon izliyorum.) Kadın nerede olduğunu bilemediğim –kaldığım süre içerisinde de görmedim ben kapıyı- bir kapıdan çıkarak yanımda beliriyor. Şato halleri deyip geçiyorum! Birazdan orko gelecek, hiimen ile şiiila satranç oynarken gargamel taşlara hokus pokus yapacak ama biz çocuklar bunu normal karşılayıp oyunu mahvettiği için gargameli yuhlayacağız...

Önümdeki orta yaşlı bir kadınını takip edip üst kata çıkıyorum. Merdivenler, duvarlar, hemen her yer beton rengi. Adım başı kameralar var. Sanki CIA’in merkezine geldim ve devlet sırlarını ifşa edeceğim. Hiçbir yerde pencere yok. Dolayısıyla baştaki şato benzetmem daha bir yakışıyor. Bu ülkede tüm oteller böyle olsa Kore’de intihar oranının niye bu kadar yüksek olduğunu kolay yoldan izah etmek için elime muhteşem bir koz geçmiş olurdu. Ama belli bu otelin ne tür bir otel olduğu. Sanırım kaçamak yapan erkeklerin işten sonra birkaç mutlu saat geçirip, ardından hüzünlü aile ortamlarına döndükleri bir yer burası. Kapıdaki uyarının da anlamı bu. Getirdiğiniz kızlar 18’den yukarı olsun ayarı çekiyorlar. Odanın kapısı elektronik bir anahtarla açılıyor. Bip bip... Kapıdan girince de ışıklar otomatik olarak yanıyor.

İçerisi en fazla 8 metre kare. 2 metrekare de banyoyu eklersek eder 10. Alan hesabı yaparsak metrekare başına 4000 wong vermiş olacağım. Lüks bir otelde kalmış olsaydım yaklaşık elli metrekarelik bir odaya 200 bin wong verecektim. O da 4 bin dong/metrekare ediyor. Bu durumda kalacağım bu müzmin mekanın da lüks otel şartlarına yakın şartlar sunmasını bekleyebilirim. Kadın odaya girer girmez bana kahve yapmam için yere konmuş su ısıtıcısını gösteriyor. Bir de tabii üçü-bir-arada kahve paketlerini. Sonra duvar kenarını boydan boya kaplayan geniş yatağımı. Aslına bakılırsa yatak geniş değil ama odanın üçte birinden fazlasını kapladığı için insanın gözüne kocaman görünüyor. Ardından duvardan aşağıya sarkan dev bir örümceği anımsatan yatağımın yarısı büyüklüğündeki televizyonu açıyor. Bir an benim yüzümden kaçırdığı güldürü şovunu burada izleyecek korkusuna kapılıyorum ama korkumun yersiz olduğunu hayvan gezegeni kanalında karar kılınca anlıyorum. Ehh, ne de olsa güvenli liman hayvanlar.

Beni en çok şaşırtan şey televizyonun büyüklüğü. Modern yaşamdaki pek çok şeyi anlarım da şu büyük televizyon fetişini bir türlü anlayamam. Bizim Tayland’daki Çinli kiracı bile benim 2001 yılında, bekarken aldığım televizyonun çok ufak olmasından şikayet etmişti. Ben de “İzleme o zaman.” demiştim. Şimdi bile kadına ve çocuğuna iyilik yaptığımı düşünüyorum. Televizyon büyüdükçe, evimiz küçülür, yani yaşamımız küçülür. Çocuğuna, eşine, kitaplara, öğrenmeye ayıracağın zaman küçülür. Gerçi günümüzde televizyon evin en önemli ferdi artık. O olmazsa çocuklar eve gelmez, koca akşam evde oturmaz ya da otursa vaktini öldürecek bir şey bulamayacağı için hırgür çıkarır, kadın ırmak gibi kıvırtarak uzayan Brezilya dizileri izleyip, günlük hasılatını televizyon karşısında boşaltamayınca, gündüzlerini alışverişlerde geçirip aile ekonomisini Yunanistan’ın eşiğine getirir vesselam... Neyse!!! Vaazı bırakayım.

Televizyonun altında bilgisayar var ve sürekli internete bağlı. Bilgisayar masasının altında bir mini buzdolabı var. Karşısında da tahtadan bir perdenin arkasında –Isı yalıtkanlığı için sanırım- ufak pencerem, yola, yani kışın solduramadığı manzarama bakıyor. Bütün bu eşyaları 8 metrekarelik alana sıkıştırmalarına rağmen yine de yürüyecek bir adımlık arazim var. Jig-saw oyuncaklarında olduğu gibi, manevra için bir kare boş bırakılmalı! Isınma yerden sağlanıyor ve televizyon kumandası hem televizyonu, hem ısıtma sistemini, hem ışıkları hem de suyu kontrol ediyor. Kumandayı da ben kontrol ediyorum. Banyoya bakıyorum. Siyah fayansların kararttığı –İnsan burada temizlendim hissine de kapılamaz.- kapkara bir yer banyo. Ben böyle zevkin içine... Ama duşun muslukları yeni ve kullanışlı. Tabak kadar geniş su fışkırtıcının ağzı. İnsan bu duşun altına girse muson yağmurlarına yakalanmış gibi hisseder. Ayrıca lavabo temiz, ayna kocaman. İnsan böyle aynanın karşısında kirli elbiselerle, dağınık saçla durmaya utanır yahu! Zemin temiz ve buz gibi. Terlikler yumuşak, hani şu tabana masaj yapan cinsten. Etrafı bir daha gözden geçirip, tamam diyorum. Verdiğim paraya değecek bir yer burası. Bir insan başka ne isteyebilir ki? İnternetim var, sıcak suyum var, televizyonda bilmem kaç yüz kanalım var –zaten hepsine birkaç saniyeliğine bakayım desem yorgunluktan uyuyakalırım-, rahat ve büyükçe bir yatağım var, kahve yapmak için su ısıtıcım, kahve içmek için kağıt bardaklarım var ve hatta hiç kullanmayacak olsam da bir saç kurutma makinem bile var... Bunların hepsini bu fındık kadar odaya koymalarına hayran kalmamak elde değil tabii... Eee, ne demişler: Boyu değil, işlevi önemli. İşte de size kanıtı...

Odanın ilk iki gecelik ücretini ödüyorum ve tahtadan perdemi çekip yatağa uzanıyorum. İçerisi zifiri karanlık. Televizyonu açıp, uykuya dalana kadar Avrupalı bir Zen Budistin meditasyon ve doğa üzerine artık harc-ı alem olmuş laflarını dinliyorum. Masal dinleyen ufak bir çocuk gibi hiç hesapta olmayan bir uykuya dalıyorum.

*** Maalesef otelin tek bir fotoğrafını bile çekmek aklıma gelmedi. Ya da geldi de sonra çekerim deyip geçiştirdiğim için önce ihmalkarlığa, ardından da unutkanlığa kurban oldu...