Bu Blogda Ara

10 Haziran 2021

Bir Avuç Hayat Yayımlandı

Yeni öykü kitabım "Bir Avuç Hayat" adıyla Cinius Yayınları tarafından yayımlandı. Kitapta birbirine zayıf düğümlerle bağlı dokuz öykü var. Öykülerin hepsi sekiz yıldır yaşadığım kent olan Changzhou'da (Çanco) geçiyor. Sıradan insanların sıradan yaşamlarının hiç de sıradan olmayan hikâyelerine ve bu hikâyeleri var eden ince detaylara eğilmeye çalıştım elimden geldiğince. Ne kadar başarılı olduğumu okurlar ve zaman gösterecek. 


                                         

Bu kitabın daha önce yayımlanmış altı kitabımdan iki farkı var. Birincisi kapak fotoğrafının bir öğrencim tarafından sağlanmış olması. Kitap yayına hazırlanırken lise sonların katılabileceği bir fotoğraf yarışması düzenlemiştim. Katılım çok olmadı ama katılanlar arasından birinciyi seçmemiz yine de pek kolay değildi. Sonuçta, beraber çalıştığım yabancı öğretmenlerin de yardımıyla fotoğrafların birisini seçebildik. Kapakta resmedilen yer aynı zamanda kitabın adını taşıyan öykünün geçtiği meydan, Tianning Tapınağının önü. Sarı duvarın arkasında dünyanın en yüksek pagodası ve ahşap yapısı unvanını taşıyan Tianning Pagodası'nın tepesi görünebilir. Zeminin metrik karelere bölünmüş olması benim için modern Çin'in rasyonelliğinin bir simgesi, pagodanın duvara tırmanmış yaramaz bir çocuk gibi başını göstermesi ise bir türlü yok edilemeyen, insanın olduğu her yerde bir şekilde varlığını sürdüren akıldışılığın / akılüstülüğün bir göstergesi.  Yüksek duvarların ve dev kulelerin önünde ağır ağır yürüyen yaşlı adam ise her tarafımızı kuşatıp bizim hakkımızda her şeyi bilen ve biz farkımıza varmasak da bizi her daim yönlendiren sistemin ağındaki bireyi temsil ediyor.  

                                        

İkinci fark ise her bir öykünün başında bulunan kare kodlar. Eğer okuyucu bu kare kodları telefonuyla taratırsa, öykünün geçtiği sokakların görüntüsünü içeren kısa bir videoyu izleyebilecek. Bu videolar benim cep telefonumla çekildi ve alabildiğince amatörce kalitedeler. Yine de Çin'in orta ölçekli bir kenti hakkında Türkiyeli okuyucuya az çok bir bilgi verebileceklerine inanıyorum. 

                                          


Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Umarım kitap hak ettiği ilgiyle karşılanır. Şu ölümlü dünyadan göçmeden evvel gök kubbenin altında hoş bir sada bırakabilirsem ne mutlu bana...  :) 

Saygılar, sevgiler...

AA


15 Mart 2021

BİR DAL ÖYKÜ

 


Yazmak; hayata atılan gizemli bir çelme, yeknesaklığa çakılan kalın bir kazık, umutsuzluğa verilen insancıl bir yanıttır. Ama bir de gündelik yazı programından sıyrılıp ufak kaçamaklar yapmak ve bu kaçamağın sınırları dahilinde meta-kurgu yoluyla saçmalamak vardır ki bu kısacık anların tadına -kış ayında dondurma yemek gibi- doyum olmaz.    

                             Naci Azra Arılı, 1989, Gurbetten Mektuplar, cilt 3, sayfa 341

                             
             Eşsiz güzellikteki Atillo romanının yazarı Vivian Darkbloom'a

Sıradan bir ilkyaz günüydü, ustura ağzı serinliğindeki kuşluk vakti kentin uzak semtlerine doğru çekingen bir edayla ilerliyordu. Sabahın erken saatlerinde başlayan koşuşturmaca iyice seyrelmiş, yerini sakin haftaiçi günlerine yakışan türden bir dağ gölü sükunetine bırakmıştı. Caddenin kenarındaki dar kuytulukta; elli - elli beş yaşlarında bir seyyar satıcıyla, öğrenci olduğu özensiz kılık kıyafetinden belli olan tıraşsız bir genç koyu bir sohbete dalmıştı.

- Beni Ali Rıza Bey tuttu, evladım. Başkasını tanımam. Maaşımı o ödüyor, yemek paramı o veriyor. Sağ olsun! Başta biraz işkillendim tabii ama her ay zamanında ödeme yapınca inancım arttı. Demek dürüst adammış, kandırmadı benim gibi cahil bir garibanı. İleride sigortamı da ödeyecekmiş. Öyle dedi, bugüne kadar yalan söylemedi bana, bugünden sonra da söylemez herhalde. Adım, benim adım mı? Ne yapacaksın benim adımı? Deftere mi yazacaksın? Ha, tamam! Ben Canali Irazarı. Canali birleşik yazılıyor, sakin ayrı yazma. Soyadımı mı tekrar edeyim? Irazarı evladım, ı-ra-za-rı! Ver ben yazayım! Bilmiyorum ne demek! Uyduruk bir şey dediydi rahmetli dedem vakti zamanında sorduğumda. Babama kalırsa nüfus müdürlüğündeki memurların pişkinliği. Değiştirmeye de üşendim. Zaten doğum tarihimi de yanlış yazmışlar, anam perşembe günü ajans haberlerinden hemen önce doğduğumu söyler. Bak bakalım takvime 23 Temmuz 1977 hangi güne denk geliyor. Perşembe olmadığı kesin! Al defterini, yazdım oraya adımın yanına. Gazeteci mi olacağım dediydin? Ödev mi yapıyorsun? Hayırlısı olsun, ben okumadım ama çocuklarımı okuttum. Biri Amasya’da öğretmen oldu. Yeni daha, bu yıl stajyer. Gider gitmez nankörleşti. Kış tatilinde de çalışacağım, yanına gelemem dedi. Yeme yedir, giyme giydir, sonra böyle olsunlar... Kızım burada yanımda, muhasebecilik okulunu bitirdiydi, çalışıyor şimdi evin yakınlarında bir şirkette. O işi de sağ olsun Ali Rıza Bey ayarladı. Tuhaf adamdır; biraz geçimsizdir, aksidir, hafiften kaçık ve gevezedir ama yüreği geniştir. Yardım edebileceği bir konu oldu mu elinden geleni ardına koymaz. Bu iş mi? Ne olsun işte, ekmek parası evladım. Yaşlandım, inşaatta çalışamıyorum artık. Sabah alıyorum arabayı Ali Rıza Bey’den. Eskiden simit satılırmış bu arabada. Bak, burada belediyenin amblemi var. Bilmiyorum nereden aldı. Vardır tanıdıkları sağda solda, eli kolu uzundur onun. Otuz yıldır devlette memur sonuçta, sırtı sağlam! Almış işte bir yerden, sağını solunu tamir ettirtmiş, lastiklerini yenilemiş, camlarına yazılar yazdırtmış. Bu hale getirmiş. Hah evet, sabah alıyorum arabayı. Sokaklarda, caddelerde ağır ağır yürüyorum. Kendini yorma dedi, Ali Rıza Bey. Yorulunca dinlen, soluklan, su iç, etrafı gözetle, kendini geliştirmek için yöntemler ara, daha az emek harcayarak daha çok kitabı nasıl satarım sorusuna yanıt ara dedi. Önemli olan her gün az az yapmakmış. Kendisi de öyle yapıyormuş, her gün yarım sayfa, her gün yarım sayfa... İki yılda bir roman bitermiş... O böyle diyor ama ben yine de bildiğimi okumaya devam ediyorum. Ekmek aslanın ağzında, çalışmadan, terlemeden, bacaklar titreyene kadar kendini zorlamadan olmuyor. Hep aynı yerde durunca para kazanılmıyor. Günde 20 kilometre yapıyorumdur İstanbul’un sokaklarında. Arada da bağırıyorum. “Öykücü geldi, öykücüüü…. Öykülerim var, kısalar var, uzunlar var, hüzünlüler var, mutlu sonla bitenler var, aşk öyküleri, masallar, modernler, postmodernler, realistler, romantikler, sosyalist realistler, efsaneler, metaforlar, kendi içine kıvrılanlar, kuyruğunu ısıranlar, var olmadığını iddia edenler, başka kitaplara başka dünyalara gönderiler yapanlar. Var oğlu var, gel vatandaş geeeel!” Bak burada, nasıl bağıracağımı yazdı Ali Rıza Bey. On beş farklı seçenek var, içlerinden rastgele seçip okuyorum. Biri gelip sorunca kitapları gösteriyorum. Alan oluyor, alay eden oluyor, küfredip giden oluyor, dudak büküp gözüyle kaşıyla hafife alan oluyor. Kimisi de üşenmeyip soruyor. Bu kitapların yazarı neden kitaplarını sıradan kitapçılarda satmıyormuş, kendisi neden uğraşmıyormuş da benim gibi bir zavallıyı çalıştırıyormuş, bu devirde seyyar satıcıdan mal alan mı kalmış, kitap dediğin bu kadar ayak altına düşmemeliymiş, dilimlenmiş hıyarı tuzlayıp satsam daha çok para kazanırmışım… Milletin ağzı torba değil ki büzesin! Dilim döndüğünce izah ediyorum ben de! Kolay değil tabii, Sabahtan akşama kadar kimler geliyor kimler bir bilsen. Dur telefon çalıyor. Ali Rıza Bey arıyor. Bekle azıcık.

-Buyurun Ali Rıza Bey. Bir durum mu var? Ha, buraya mı? Ben nerede miyim? Şu anda Çeliktepe’nin girişinde, otobüs duraklarının yanındayım. Evet, evet, geldi gazeteci genç. Eh işte, sorular soruyor, ben de dilim döndüğünce… Adı mı ne? Adını hiç sormadım. Siz dün ondan bahsedince gerek… Tamam sorayım efendim. Adın ne senin genç?

- Naz Rica

- O nasıl ad öyle ya! Tombaladan çıkmış gibi! Neyse, Naz Rica’ymış adı çocuğun. Soyadı mı? Soyadın ne genç?

- Arıalı

- Arıalı’ymış. Evet, Naz Rica Arıalı. Tamam, tamam, yazıyı yazacak ama gazetede yayımlamadan önce size mutlaka gösterecek. Olur söylerim şimdi. Başka bir emriniz var mı? Haaa, öyle mi, buraya mı? Buyurun gelin. Lahmacun mu? Olur, neden olmasın. Ben üç tane yerim, bu genç de dört tane yese toplam yedi eder. Siz de kendi açlık durumunuza göre... Tamam. Anlamadım? Haaa, yeni öykü var. Bu sabah bitirdiniz düzeltileri. Tamam getirin, satalım Ali Rıza Bey. Bu sabah iki kitap, dört tane de tek dal öykü sattım. İyi başladı gün, devamı de gelir inşallah. Tamam, bekliyoruz burada. Durakların bitip, ana caddenin başladığı yerdeyiz. İyi lokasyon tabii Ali Rıza Bey, ayıp ettiniz. Geleni geçeni avlıyorum burada. Hadi kapattım, görüşmek üzere…

- Gerçekten de kendisi miydi? Buraya mı geliyor şimdi? 

-Kapattı. Evet, ta kendisiydi. Buraya geliyormuş. Bize öğlen yemeği de getirecek. Az çekil oradan, şu lastiği sileyim. Yokuşu çıkarken çamura battıydı teker. Görmesin Ali Rıza Bey, kızmasın boşuna! Nasıl bir insan mı? Ehh, gelince görürsün evladım. Bu arada adın da fena değilmiş. Neydi? Naz Rica? Nereden buluyorlar böyle adları, bilmem ki. Neyse, bana kalırsa gayet sıradan bir adam. Karısı var, kedileri var. Bir köpeği vardı, birkaç yıl önce öldü, çok üzüldü. Şaka yapmayı, boş konuşmayı, çay içip muhabbet etmeyi sever. Ama çalışırken rahatsız edilmekten nefret eder. Komşuyuz ya, sen bana sor neler çektik onun titizliğinden. Evde iki çocuk, gürültü yapmadan oluyor mu? Zırt pırt kapıya gelir. Elinde bir tas çorba ya da meyve olur. Rüşvetini hazırlamıştır yani. Mahcup bir sesle "Biraz sessiz olur musunuz?" der. "Öykülerimi öğlen paydosunda, yemekten hemen sonra yazıyorum ama düzelti yapmak için akşamları bu vakitten başka vaktim olmuyor" diye mırıldanır ardından. Dilenci gibi büker boynunu. O mahcup ben ondan mahcup… Nasıl mı yazar? O kadarını bilemem evladım. Birkaç kere lafı geçmişti aramızda ama her seferinde yuvarlak cevaplar verip geçiştirmişti. Bana kalırsa o da bilmiyor nasıl yazdığını. Tek sırrı her gün, aynı saatte ve aynı yerde, işbaşı zili çalınca makinenin başına geçen bir işçi gibi çalışmaya başlamasında sanırım. Dedim ya; her gün azar azar, cümle cümle, kelime kelime, iğneyle kuyu kazar gibi yazıyor. Damlaya damlaya göl oluyor senin anlayacağın. İnattan, sabırdan ve hikâyenin bir gün biteceğine dair duyduğu inançtan başka bir şeyi yok elinde. Bunların dışında gayet sıradan bir vatandaştır kendisi. Yolda görsen torna dükkânında usta sanırsın ya da emekliliğine gün sayan bir banka müdürü. Dur azıcık, bak müşteri geldi, ilgileneyim. Sen de dikil orada izle beni. Bakalım satabilecek miyim?..

-Buyurun hanımefendi? Ne bakmıştınız?

-Ne satıyorsun sen burada bey amca.

-Kitap satıyorum hanımefendi, belli olmuyor mu?

-Kitap mı? Ne kitabı ayol. Portakal mı bu sokak sokak geziyorsun, seyyar arabayla kitap... Hiç görmedim daha önce! 

- En az portakal kadar yararlı kitaplar bunlar. Vitamini, proteini, minerali bol hepsinin. Bence bir bakın, okumayı seviyorsanız alırsınız. Ruhunuzun da gıdaya ihtiyacı vardır sonuçta.

- Ha ha, sen de az değilsin ha! Radyo spikeri gibi konuşuyorsun. Dur bir bakayım, belki sevdiğim bir yazar vardır. Sait Faik var mı sende, Sait Faik? Bizim oğlana okuldan ödev vermişler. Anne Beşiktaş'a inince al demişti. Sende varsa bir daha uğraşmam orada.

-Yok, o dediğin yazar yok.

- Eeee, buradaki kitapların hepsi tek bir yazara ait.

- Evet hanımefendi, doğru bildiniz. Ali Rıza Canarı’nın kitapları hepsi.

- Evet, adını görüyorum kitapların üzerinde. Daha önce hiç duymamıştım. Kim o?

- Bizim komşu!

- Ha ha ha ha, hiç güleceğim yoktu sabah sabah. Senin komşun kitap yazıyor, sen de satıyor musun?

- Evet, ne var bunda!

- Ay yok, ne olacak. Biraz saçma geldi.Ya da ne bileyim, saçma değil de başka bir şey... Ay kelime bulamadım şimdi.

- Niye saçma olsun hanımefendi. Satan memnun, alan memnun, ticaret başka nasıl olacak. Alın bir kitap okuyun, beğenmezseniz bir daha almazsınız. Bir kitap alanlar geri gelip diğerlerini de alıyorlar, benden söylemesi.

- Hakikaten mi? Peki beğenmezsek geri getirebiliyor muyuz?

- Bir gün içinde iade alıyoruz. Kitap zarar görmemişse paranızın tamamını geri alabilirsiniz.

- Şimdiye kadar parasını geri isteyen oldu mu?

- Valla ne yalan söyleyeyim, arada çıkıyor ama genelde giden geri gelmiyor.

- Şu kâğıt tomarları ne?

- Onlar yazıcıdan çıkarılmış öyküler. Kitap almak istemezseniz öyküleri tek tek de alabiliyorsunuz. Ya da isterseniz size özel bir paket yapabiliyoruz.

- Bu ne böyle bey amca? Züğürt tiryakilerin yol kenarlarından bir dal sigara almaları gibi. Gerçi fikri beğenmedim diyemem. Orijinal bir adammış bu senin Ali Rıza Bey.

- Öyledir. Alacak mısınız bir kitap?

- Yok.

- Neden?

- Benim aradığım yazar yok burada. Ben Sait Faik’i arıyorum.

- Olsun, çocuğunuz bir de Ali Rıza Canarı’yı okusun.

- Öyküler tek tek ne kadar?

- En ucuzu 2 TL. En pahalısı 5 TL.

- İyi ver bakalım bir tane 2 TL’lik öykü. Yenilerden ver ama, dili eski olmasın, anlayacağım bir şey olsun.

- Seçmek ister misiniz?

- Yok, rastgele çek o tomardan. Otobüste okurum. Eve varınca da oğlana veririm.

- Tabii ki!

- Beğenmezsek geri getiririm, ona göre!

- Tek tek satılan öykülerin iadesi yok hanımefendi. İade sadece kitaplar için geçerli.

- Şaka yapıyorum şaka. Nerden bulacağım ben seni bir daha. Hadi acele et, otobüsü kaçırmayayım. Kalkış saatine beş dakika var.

- Tamam. Aaaa, bakın ne kadar şanslısınız. Kitapların yazarı Ali Rıza Bey de geldi.

- Bu o mu?

- Evet, ta kendisi. Yolun karşısından buraya doğru gelen.

- Çok da zayıf, çelimsiz biriymiş. Ben daha iri yarı, heybetli biri sanmıştım. Televizyona çıkan sanatçılar gibi. Dur ama duymasın dediklerimi.

- Ali Rıza Bey hoş geldiniz. Bakın ben de tam şimdi bu hanımefendiye sizin bir öykünüzü satmıştım. Şuradan rastgele bir öykü çekeceğiz. Sizin tavsiye edeceğiniz bir şey var mı? Buyurun siz seçin isterseniz. Nasıl? Haaaaa! Yeni öyküyü mü? Olur, neden olmasın. Bu mu yeni öykü?

- Ne o? Ne verdi sana?

- Bu öyküyü dün yazmış, bu sabah da düzeltileri yapmış. Fırından çıkmış taze ekmek gibi, bakın sıcacık. Kıpır kıpır harfler, yerlerinde duramıyorlar, zıplayıp sayfanın dışına çıkmak istiyormuş gibi bir halleri var. Belki de ilk okuyan siz olacaksınız. Bunu almak ister misiniz?

- Oluuuur, benim için fark etmez. Otobüste okuyabileceğim bir şey olsun yeter. Dili bana ağır gelmez herhalde.

- Tamam, sarıyorum hemen. 

- Dur, dur, sarmadan önce yazarından bir imza alsak mı? Hazır buradayken yani...

- Olur tabii, neden olmasın, değil mi Ali Rıza Bey? 

- Adım Nazlı. Nazlı Hanım'a diye imzalayabilir.

- Tamamdır, Nazlı Hanım. Buyurun, bakın imzaladı sayfanın sol üst köşesini. Rulo haline getirip, üzerine lastik geçireceğim.

Kadın rulo halindeki kâğıdı eline aldı, lastiğini çıkarıp kırıştırmamaya özen göstererek ağır ağır açtı. Mürekkebi kurumamış imzanın siyah ışıltısını görünce hafiften heyecanlandı. Hemen sonrasında bu nedensiz heyecanı bastırıp kendisini toparladı. Gitmeye hazırlandı. Bir yandan da yeni satın aldığı öyküyü merak ediyordu. Bir gözüyle kendisine selam bile vermemiş olan Ali Rıza Bey’e kuşkuyla bakarken, diğer gözüyle kâğıdın en üstündeki, epigrafın hemen altında yer alan ilk cümleyi mırıldanarak okudu. 

Sıradan bir ilkyaz günüydü, ustura ağzı serinliğindeki kuşluk vakti kentin uzak semtlerine doğru çekingen bir edayla ilerliyordu."

 

        Ali Rıza Arıcan  - 15 Mart 2021 - Changzhou

13 Ocak 2021

"Tokcay'ın Son Günü" Yayımlandı

        



Doğu ve Güneydoğu Asya üzerine yazdığı öyküleriyle tanınan Ali Rıza Arıcan’ın yeni kitabı “Tokcay’ın Son Günü”, Cinius Yayınları tarafından yayımlandı. Daha önceki beş öykü kitabıyla son yirmi yıldır yaşadığı coğrafyayı, günlük yaşamın küçük ayrıntıları üzerinden anlatmış olan yazar; bu kitabında dürbününü, ilk kitabı Pasifik Öyküleri’nde olduğu gibi tekrar Tayland’a çeviriyor ve ülkenin kuzeydoğusundaki sıradan bir köyde yaşayan yaşlı ve hasta bir köpeğin son gününü, köpeğin diliyle okurlarına aktarıyor. Tokcay’ın Son Günü dokuz bölümden oluşan bir kısa roman (novella). Her bölümde Tokcay’ın hayatından bir kesit sunuluyor ve ömrünü  çeltik tarlalarında, köydeki evin geniş bahçesinde ya da okuldaki sıraların altında geçirmiş olan bir köpeğin gözünden insanlara ait değerler tartışılıyor. Bu noktadan bakınca, arka kapaktaki ilk paragrafın kitabın içeriğini özetleme konusunda iyi bir iş çıkardığını söyleyebiliriz.

On dört yıllık yaşamında pek çok şey görmüş ve geçirmiş olan Tokcay, ömrünün son günlerinde hasta, kör ve bir nebze topaldır. Köydeki evin bahçesinde uyuklayarak geçirdiği bu son günde, bir yandan geçmişin tatlı anılarıyla kendi kendisini eğlendirmeye çalışırken bir yandan da anlam, bilinç, dostluk, aşk, sadakat gibi konularda derin düşüncelere dalmaktadır...  

Hikâye, köyde yaşayan Patthanachai ailesinin tek çocuğu olan Tossapol’un tatil için köyüne dönmesiyle başlıyor. Kitabın ilk cümlesi olan “Sen daha ölmedin mi?” sorusu, hikâyenin istikameti konusunda da az çok bilgi veriyor okuyucuya. Tokcay’ın artık iyileşemeyecek derecede hasta olması ve ailedeki herkesin onun ölümü için gün sayıyor olması okuyucuda hüzünle karışık bir heyecana sebep oluyor. Tokcay’ın da durumun farkında olması ise bizi onun ölüm ânı ile ilgili buruk dileklere sürüklüyor.

Son nefesimi, uzaktan da olsa onların gündelik konuşmalarını dinlerken vermek şimdilik en büyük dileğim. Evet, ben ölürken gündelik hayatın sıradan işlerini konuşuyor olsunlar. Ne bileyim işte! Birisi “Uzun zamandır yağmur yağmadı, barajlardaki su seviyesi biraz daha düşerse tarladaki pirinç hiç olacak.” desin mesela, bir diğeri “Som-o  Festivalinde camışların çektiği arabanın üzerinde karşı komşunun kızı oturacakmış.” desin. Hatta eğlensinler, müzik çalsınlar, şarkılar söylesinler, Tossapol’un küçük amcası bira içip çok sevdiği İsan  türküleri söylesin yanık sesiyle. Onlar böyle şeylerden konuşurlarken, sevinerek ve dans ederek ölüme en güzel yanıtı verirken, ben usulca kapayayım gözlerimi ve vereyim son nefesimi. Evden çıktığı belli olmayan ya da gittiği çok sonra anlaşılan bir misafir gibi sıvışayım yokluğa doğru.


Bundan sonrasında Tokcay, bir yandan bahçenin içinde dolanıp evdekilerin konuşmalarına kulak misafiri olurken bir yandan da bulduğu gölgeliklerde uyuklayıp geçmişin anılarında teselli arıyor. Onun için artık aşk, dostluk, amaç, sadakat, bilinç gibi kavramlar üzerinde düşünülüp kendince gurur kaynağı haline getirilebilecek büyük anlatılar anlamına gelmektedir. Bu derin dalınçlar sırasında Tokcay insanın bilincini ve bencilliğini de masaya yatırır. Şöyle diyor örneğin Tossapol’un onu bilinçsiz bir varlık olarak yaftalaması karşısında:

İnsanın bilincinin bu derece bencilleşmesi ve kendisini evrenin seçilmiş varlığı olarak görmesi, o bilinci var eden tarihsel mekanizma olan evrimin intiharından başka bir şey değildir. Bunu da yazın bir yere! Yaşlı ve emektar köpek Tokcay’dan yolunu şaşırmış insanlığa ufak bir ders olsun. İnsanın kendi zekâsını, mutlak bir zekâ olarak görmesiyle başlıyor tüm kusur. Oysa milyonlarca olası zekâdan birisidir insanın zekâsı. En akıllıen üstün ya da en kıvrak değildir insan; farklıdır sadece. 

Bu cümlelerden Tokcay’ın insanlara yukarıdan bakan bir züppe olduğu sonucu çıkarsanabilir olsa da hikâye Tokcay’ın eleştiri oklarını kendisine çevirmesini es geçmiyor. Kamboçya’ya giden bir kamyonetin arkasında onlarca başka köpekle birlikte balık istifi bir halde ilerlerken şu sözleri işitiyoruz, Tokcay’ın da daha sonra hemfikir olduğu Pi Dam’dan.

Burada şu anda esir bulunup da özgürlüğü, köpek kimliğinin aslına dönmeyi, vahşi doğanın güzelliğini arzulamış olan var mı? Hiç sanmıyorum. Hepimizin keyfi yerinde. Ev sahiplerimizin verdikleri yemek artıklarıyla bir değil iki köpek besleneceğini bildiğimiz halde paylaşmayı değil de hırlamayı seçmedik mi bahçeden boynunu uzatan sokak köpeklerine? Bak, az önce derdini anlatan Sarı’yı bile susturmadık mı? Onun yerine kendimizi koyma konusunda başarısız olmadık mı? Bırakın empati yapmayı, dinlemeye bile tahammülümüz yok. Adını bile bilmiyorsunuz, aranızda Pasaklı diye çağırıyorsunuz. Sonra gelmiş burada köpeklik kimliği, köpeklik onuru diye bık bık ötüyorsunuz. Size verilen yemeğin üzerinde hak iddia edip sokaktaki köpeği açlığa mahkûm ederken neredeydi o köpeklik onurunuz?


Hikâye anıların acı ve tatlı görüntüleriyle ilerlerken tabii ki eski aşklara da uğruyor. Tokcay, biricik aşkı Kahve’yi anımsadığı satırlarda modern aşk kavramını ve onun yalnızlaştırıcı / bencilleştirici yönünü de ele alıyor.

Âşık olduktan sonra; âşık olmadan önceki hayatında nasıl mutlu olduğunu, günlerini nasıl geçirdiğini, kendini nelerle meşgul ettiğini unutuyorsun. Aşk kendisinden önce yaşanmış mutsuzlukları değil de mutlulukları siliyor, onları görünmez hale getiriyor, bencilce bir sahip çıkışla aşksız yaşamlara yukarıdan bakıyor. Öyle ki kendisinden önceki hayat, lambanın yanına konmuş, yanıp yanmadığı bile kimsenin umurunda olmayan bir mum gibi cılız ve ezik kalıyor.

Hikâyenin sonunda kendisini sevenlere elveda diyen Tokcay, güzel yaşadığını ve güzel öldüğünü, hayatın bundan daha yüce bir anlamının da olamayacağını bir kere daha vurguluyor. 132 sayfaya sığdırdığı kısa hayat öyküsüne her yaştan okuruna ders olacak nitelikte pek çok güzelliği işleyen Tokcay kendisine yakışan kahramanca bir hoşçakalla perdeyi bir daha açmamak üzere kapatıyor. 

                                                                                           İpek Ağgez / 08.01.2021