Bu Blogda Ara

30 Ekim 2013

Başbakan Boğazı Yürüyerek Geçti

                                              Başbakan Boğazı Yürüyerek Geçti

Milyonların sevgilisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirmiş olduğu en büyük lider olan başbakan Eldoğan bu sabah boğazı yürüyerek geçerek tarihte bir ilke daha imza atmış oldu.

Uzun zamandır açılması beklenen, yıllardır yolları hasretle gözlenen, padişahlara ve onların cariyelerine nasip olmamış, cumhuriyetin kurucularının aklının ucundan bile geçmemiş olan, asrın projesi Marmaray nihayet İstanbulluların kullanımına sunuldu. Başbakan Eldoğan,  açılış öncesi yaptığı konuşmada Marmaray’ın asrın projesi olduğu gerçeğine bir kere daha parmak bastı. Konuşması yer yer alkışlar ve yoğun tezahüratla kesilen başbakan şunları söyledi.

“Onlar laf yapıyor, biz iş yapıyoruz. Onlar bağcıyı dövüyor, biz memleketin her yerini bağa bahçeye çeviriyoruz. Onlar yıllardır bu milletin parasını yiyerek keyif çattılar. Biz geldik ve milletin iradesine konan mühürleri tek tek söktük. İşte, Marmaray. Sadece bizim değil, Abdülhamit Han’ın da rüyasıydı bu proje. Ona nasip olmadı.  Arada gelen sarhoşlara ayyaşlara da nasip olmadı, olamazdı da zaten. Rabbim bekletti bugünü, işi ehline bıraktı, kendisini seven ve sayanlara bahşetti böylesi özel bir projeyi yapmayı ve açmayı.”

Konuşmasının sonlarına doğru heyecanlandığı gözlemlenen başbakan, açılışa birkaç dakika kala halktan ve arkasında bekleyen protokol üyelerinden alışılmadık bir ricada bulundu. Başbakan, pek de emin olmayan bir dille şunları söyledi. “Sevgili vatandaşlarım, sayın protokol üyeleri;  bugün burada önemli bir açılışı yapmak için toplandık. Biliyorum, Londra’yı Pekin’e bağlayacak olan bu yer altı köprüsünden hepiniz bir an önce geçmek ve adınızı tarihe yazdırmak istiyorsunuz. Yalnız, benim sizden küçük bir ricam olacak. Ben çocukluğumdan beri tren sürmeyi hayal ettim. Çocukken en büyük eğlencem kendimi uzun bir trenin lokomotifini sürüyor olarak düşlemekti. İşte bugün bu hayalimi gerçekleştirmek istiyorum. Yüksek müsaadenizle trene tek başıma bineceğim ve bir sefer ben gidip geldikten sonra, yine hep birlikte binip gideceğiz. Bunu yapmak istememin nedeni tren sürme konusunda çok deneyimli olmamam. Kartal-Kadıköy metrosunu açarken oradaki vatmana sormuştum. -Başbakanım, koca ülkeyi sürüyorsunuz siz, bir tren ne ki! Zaten rayın üzerinde gidiyor. -demişti. Ben yine de siz değerli halkımı ve arkadaşlarımı böylesi bir denemeye dâhil etmek istemiyorum. Yolcu taşıma riskini üzerime alamam. Hem zaten bu projeyi zamanında bitirerek yeteri kadar risk aldık.”  dedi.

Bu ricayı “Başbakan kırılmaz, vatan bölünmez” nidalarıyla karşılayan halka protokolden de yoğun destek geldi. Başta söz sultanı Arinç, sonra da Japon başbakanı Abel alkışlarla tüm protokole öncelik ettiler. Böylece başbakan sabah yapılan ilk seferi tek başına yaptı.

Alkışlar ve besmelelerle kesilen kurdelenin ardından başbakan tek başına vatman koltuğuna oturdu. Millet karar değiştirir de, arada kaynayıp binmeye kalkar diye kapıları hemen kapattı. Birkaç saniye sonra gözden kaybolan başbakan Sirkeci durağında durmadan devam etti. Olaylar da bundan sonra gerçekleşti.
Tren yer altına girip, denizin dibindeki yolculuğuna başladıktan bir süre sonra sistemin elektrikleri kesildi.

Merkezdeki memurlar, “Biraz bekleyin, gelir” dedilerse de geçen dakikalar herkesi tedirgin etti. Kendisinden uzun süre haber alınamayan başbakan, yarım saat sonra Üsküdar’daki çıkış noktasında üstü başı kirli halde belirdi. Kendisini bekleyen halkı daha fazla bekletmemek için 500 metrelik mesafeyi rayların üzerinde yürüyerek kat eden milyonların sevgilisi başbakan gün ışığına kavuştuğunda, halkın sevgi dolu bağrına da kavuşmuş oldu. Kendisini özlemle bekleyen halkın büyük sevgi gösterileriyle karşılaşan başbakan, yorgunluğuna ve yüzünden anlaşılan kızgınlığına rağmen halkı selamlamayı ihmal etmedi. Bu sırada kalabalığın arasında hızla yayılan “Bizim başbakanımız boğazı yürüyerek de geçer” pankartları göze çarptı. Bir başka pankartta da “Hz Musa (AS) yardı geçti, Eldoğan deldi geçti.” yazıyordu.

İki saat sonra arızanın giderilmesiyle normal seferlerine tekrar başlayan Marmaray treni, öğleden sonra gerçekleşen bir kapı problemi nedeniyle tekrar kapatıldı. Ulaştırma Bakanı Birali, yaptığı açıklamada, sabah yaşanan arızanın kaynağının Gezi Parkı eylemine katılan bir fabrika işçisinin yeğeni olan teknisyenin mühendis olan komşusunun dalgınlığı olduğunu söyledi. Marmaray projesinde görevli olan bu mühendisin komşusunun amcası hakkında soruşturma açıldığını belirtti. Birali, öğleden sonraki kapı probleminin İsrail’le ilgili olabileceği dedikodularına ise şimdilik ihtimal vermediklerini ifade etti.

Birali’den sonra basın toplantısına devam eden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Öpbaş, “Marmaray gelecek haftadan itibaren normal seferlerine başlayacak ama gelecek yıl mart ayına kadar Avrupa yakasında Sirkeci’ye kadar, Asya yakasında da Üsküdar’a kadar yolcu taşıyacaktır. Bu konuda vatandaşlarımızı uyarmak tüm basın ordusunun bir görevidir.” uyarısında bulundu.  


Yaman Gazetesi Muhabiri Nuh Şah Bilir 

* Bu bir yalan haberdir. Eğlence amaçlı yazılmıştır. Günün anlam ve önemini anlatması açısından önemli olabilir. Gün bitmeden sayfaya koyayım diye aceleyle yazdım. 



26 Ekim 2013

Çin Mektupları 15 - Lu Xun

Bir haftadır yazamadım ama bol bol okudum. Bir yandan 20. yüzyıl Çin tarihi okuyorum, bir yandan da Lu Xun (Lu Şun) hakkında ne bulursam topluyorum, notlar alıyorum. Yorulduğum zamanlarda da kadim dostum Sait Faik’e dönüp, onun “her yerinden hayat fışkıran”  öyküleriyle dinleniyorum. Böylece geçiyor günler.

Sabah altı, akşam altı okuldayım. Öğlen aralarını daha iyi değerlendirmiş olabilmek için koşularımı ve Çince derslerimi okul saatine aldım. Böylece ne koşudan dolayı ne de Çince derslerinden dolayı (şimdilik birer saatten haftada iki gün) zaman kaybım oluyor. Tüm düşünsel (okuma, yazma, plan yapma, not alma) ve yaşamsal (eğlenme, gezinme, arkadaşlarla takılma, eşle vakit geçirme vb) faaliyetlerimi akşam altı ile uyumaya gideceğim on iki arasında yapmam gerekiyor. Bu da haliyle zor oluyor tabii.

Bugün Cumartesi. Sabahtan beri aralıksız okudum. Şimdi de bilgisayarın başına oturdum. Çin’in 20. Yüzyılda yetiştirdiği en büyük yazarlardan birisi olan Lu Xun (LX) hakkında yazacağım. LX, biz Türkiyeliler için unutulması neredeyse imkânsız bir tarih olan 1881 yılında doğuyor. 1936 yılında da veremden ölüyor. Asıl adı Zhou Shuren ama annesinin soyadı olan Lu’yu kalem adı olarak kullanıyor. Doğum yeri Shaoxing, komünist parti lideri Zhou Enlai ve kadın devrim şehidi Qiu Jiu ile aynı memleketten. Varlıklı bir aileden geliyor ama maalesef çocukluğu sırasında ailesinin sosyo-ekonomik statüsünün düşüşüne bizzat şahit oluyor.

Babası devlet memurluğu sınavlarını (bildiğimiz KPSS) defalarca denemesine rağmen geçemeyince Qing hanedanlığında hatırı sayılır bir memuriyeti olan dedesi duruma el atıyor ve babasının sınavı geçmesi için (sadece oğlu için değil, kentte yaşayan diğer zengin kafasızlar için de) yerel yetkililere rüşvet veriyor. Rüşvet o devirde de bu devirdekinden daha az yaygın değil. O derece ki dede parayı kendisi doğrudan vermiyor, uşağıyla gönderiyor. Uşak da safın önde gideni olsa gerek ki (belki de o devirde işler böyle yürüyordu, bilemem!) verdiği rüşvet karşılığında makbuz istiyor. Yetkili şahıs da makbuz hazırlamak için defteri tekrar açtığında o sırada odada bulunan bir başka yetkili parayı görüyor ve rüşvet olayı açığa çıkıyor. Bundan sonrası hep felaket, hep baş aşağı!

Lu Xun - 1930 (Kaynak: Wikipedia)
Dede Pekin’de yargılanıyor ve idama mahkûm ediliyor. Yalnız idam tarihi sürekli erteleniyor. Her bir erteleme için LX’nun ailesi Pekin’deki yetkililere rüşvet ödemek zorunda. İronik bir durum bu! Adamı rüşvet vermekten idama mahkûm edin sonra da idam olmasın diye adamın ailesinden rüşvet talep edin. “Benim memurum işini bilir.” lafını ilk söyleyen Demirel olmasa gerek.

Tabii, dedeyi hayatta tutmak için harcanan paranın haddi hesabı yok. Baba tüm bu olaylardan sonra iyice hayattan soğuyor, kendini içkiye veriyor, yataklara düşüyor. LX o zamanlar daha çocuk. Yaşı 5-6 falan. Babası ölmesin diye sürekli evdeki eşyaları mahalledeki tefeciye ipotek olarak veriyorlar. LX o günleri çok iyi hatırlıyor çünkü pek çok kere kendisi gidiyor tefeciye. Evdeki eşyaları satarak elde ettikleri paralarla geleneksel Çin ilaçları alıyorlar ama doğal olarak babanın sağlığı hiç de iyiye gitmiyor. Bir süre sonra da ölüyor. LX yıllar sonra yazacağı bir öyküde, tefecinin dükkânına giden bir çocuğu anlatmış ve yaşadığı utancı dile getirmiştir.

Bundan sonra LX bir süre klasik Çin eğitimine devam etse de gençlik yıllarını Nanjing’deki teknik lisede geçiriyor. Burada Huxley’in “Evrim ve Ahlak” kitabını okuyor. Kitaptan o kadar çok etkileniyor ki dağda bayırda her yerde bu kitabı okuyor. Ayrıca Mill’in “Özgürlük Üzerine”si ve devrin ilerici Çinli yazarları, genç LX üzerinde büyük bir etki bırakıyor.

Liseden sonra Qing hanedanının bursu ile Japonya’ya tıp eğitimi almaya gidiyor. İlk yıl Japonca hazırlık okurken sınıf arkadaşlarının sorumsuz ve lakayt davranışlarından çok rahatsız oluyor. Gittikten bir süre sonra da Mançurya izi taşıyan at kuyruğu saçını kesiyor. Malum, Qing hanedanı Çinli memurlara zorunlu kılıyordu bu at kuyruklarını ve sırf Japonya’daki Çinli öğrencileri izlesin diye memurlar gönderiyordu Japonya’ya . LX bu memur gittikten sonra –memur başka bir skandala karıştığı için- kesiyor saçındaki kuyruğu. Ben bu gecikmeyi de LX’nun tarafsızlık bağımlılığıyla ilişkilendiriyorum biraz. Konuyla ilgili paragraf şöyle:

Not long after his arrival in Tokyo, but after Xu Shoushang 許壽裳, his good friend and a fellow Shaoxinger, LX cut off his queue. His relative reluctance to do so may have been because of Yao Wenfu 姚文甫, a Qing official whose job it was to oversee the Chinese students. However, Zou Rong and several friends caught Yao with one of the female students in a compromising position and cut off his queue. Yao was forced to return to China, and this may have saved LX from any reaction to his own queue cutting. (Kaynak: http://mclc.osu.edu/rc/bios/lxbio.htm)

Japonya’da bir yıl okuduktan sonra başından geçen bir olay LX’u hekimlik kariyerinden vazgeçirip, yazarlık serüvenini başlatıyor: LX, Japonya-Rusya savaşı sırasında Rusya adına ajanlık yaptığı iddiasıyla kafası kesilerek idam edilen bir Çinli’nin görüntülerinin arkadaşlarında hiçbir insancıl tepki ortaya çıkarmadığını görünce bu konuda uzun uzun düşünüyor. Çinli öğrenciler sanki sirkte gösteri yapan bir hayvanı izliyor gibi duygusuzca bakıyorlar, kendi topraklarından bir insan gözleri önünde öldürülürken. Şunları yazıyor yıllar sonra yayınlanan bir kitabının önsözünde:

At the time, I hadn't seen any of my fellow Chinese in a long time, but one day some of them showed up in a slide. One, with his hands tied behind him, was in the middle of the picture; the others were gathered around him. Physically, they were as strong and healthy as anyone could ask, but their expressions revealed all too clearly that spiritually they were calloused and numb. According to the caption, the Chinese whose hands were bound had been spying on the Japanese military for the Russians. He was about to be decapitated as a 'public example.' The other Chinese gathered around him had come to enjoy the spectacle." (Lyell , pp 23) (Kaynak: wikipedia.org).

Bundan sonra anlıyor ki Çin’in ihtiyacı olan şey bilim değil, sanattır. Ancak sanatın insan ruhunu yüceltici gücüyle Çin halkı hak ettiği çağdaş insan seviyesine erişebilir. Bu nedenle yazmaya daha çok vakit ayırmaya karar veriyor. Tıp eğitimini yarıda bırakıp –Sevdiği ve saydığı hocasını kırmamak için ona biyoloji çalışacağım diyor.- Çin’e geri dönüyor. Bu arada Jules Verne’in romanlarını ve Rusya-Doğu Avrupa kökenli öyküleri çeviriyor. Bu çeviriler hiç satmayınca ve çıkardığı dergi istediği başarıyı elde edemeyince umudunu yitiriyor. Çin’in geleceği ve batılılaşması konularında denemeler kaleme alıyor. 1908’de Mançu hanedanını devirmeyi amaçlamış Guang Fu Hui örgütüne üye oluyor. (Gerçi bu iddiayı kabul etmeyen tarihçiler var.) 1909’dan itibaren okullarda öğretmenlik, yöneticilik, devlet memurluğu (eski metinleri kopyalama) işleri yapıyor. Bir yandan da öyküler ve denemeler yazıyor.

1911 devrimiyle umutlanıyor fakat bu umudu yavaş yavaş yerini yeise ve çaresizliğe bırakıyor. Bakıyor ki tek umut bağladığı cumhuriyet, istediği insan modelini yaratmakta pek etkili değil. Çin, politik devrime rağmen, insanları yine aç ve çaresiz, hayat nüfusun çoğu için yine çok zor. 1919’da göstericilerin vahşice öldürülmelerine şahit olunca (O kadar çok öğrenci tutuklanıyor ki hapishaneler dolduğu için üniversiteleri nezarethaneye/işkencehaneye çeviriyorlar.) artık tamamıyla vaz geçiyor cumhuriyetçi geçinenlerin vaatlerinden. Bu umutsuzluğunu tarihçi J D Spence şu anektotla dile getiriyor: 


Lu Xun clearly believed that the New Youth editors and writers must be feeling that same loneliness he had experienced after his failures in Japan. Yet at the same time he was ambivalent about whether it was any service to jolt the Chinese masses out of the complacency that such escapist literature seemed able to induce, since the reality they would have to face was so appalling. As he put it in a conversation with one other editor of New Youth, “Imagine an iron house without windows, absolutely indestructible, with many people fast asleep inside who will soon die of suffocation. Since they will die in their sleep, they will not feel any of the pain of death. Now if you cry aloud to wake a few of the lighter sleepers, making those unfortunate few suffer the agony of irrevocable death. Now if you cry aloud to wake a few of the lighter sleepers, making those unfortunate few suffer the agony of irrevocable death, do you think you are doing them a good turn?” The editor replied that one must, nevertheless, make the attempt, for one could not be sure that there was no chance of escape whatsoever for those trapped in the iron house. (The Gate of Heavenly Peace: The Chinese and Their Revolution by Jonathan D. Spence)

Bundan sonra sol akımlara daha çok yaklaşıyor ama asla komünist partiye üye olmuyor. Yazmaya, eleştirmeye devam ediyor. Öykülerinde halkın kullandığı dili baz almasıyla halk tarafından da el üstünde tutulan bir yazar haline geliyor. Ayrıca, seçtiği konular, tıpkı kendisini etkileyen Rus yazarlar (Gogol) gibi, onu toplumsal gerçekçiliğe yakın bir konuma yaklaştırıyor. Yarattığı karakterlerde halkın ikiyüzlülüğünü, sistem tarafından ezilen insanın çaresizlikten nasıl birbirini yiyen bireylere dönüştüğünü, feodal (ağalık) sisteminin şeytana dönüştürdüğü köylüleri anlatıyor.

Toplumsal gerçekçiliği o kadar cesur bir şekilde ön plana taşıyor ki ölümünden yıllar sonra Mao, onun için “Kültür devriminin başkomutanı” ifadesini kullanıyor. Hatta mezar taşının üzerindeki kaligrafiyi Mao bizzat kendisi yazıyor. Buna rağmen Mao’nun LX’un dolaylı anlatımını eleştirdiği zamanlar da oluyor.  Örneğin LX’un denemelerinden söz ettiği bir yerde “Bizler onun gibi lafı dolandırma ihtiyacı hissetmeyeceğiz. Ciğerlerimizin tüm gücüyle haykıracağız gerçeği. Devrim sonrası Çin’de saklama ihtiyacı olmayacak.” diyor.    

LX’un öyküleri (okuduklarımdan yola çıkarak), yoğun sembolizm içeren öyküler. Okuldaki öğrencilerime sordum. “Anlamıyoruz, çok ağır yazmış.” dediler. Gerçi, bu zamanın çocuklarının 100 yıl önceki Çin’in sorunlarını deşen öyküleri anlamalarını beklemek biraz ham hayalce olur. Hem de bu çocuklar fabrikatörlerin, doktorların, mühendislerin çocukları. Buna rağmen okullarda LX okumaları zorunlu. Yalnız LX çevirmenlerinden birisinin söylemine göre son yıllarda (1997) LX’un bazı denemeleri okul müfredatından çıkarılmış. Çevirmen, Komünist Partinin bu sansürü, gençlerin LX’dan sivri dilli olmayı öğrenmemeleri için yaptığını iddia ediyor. Böylesi uçuk bir ilişkilendirme bana pek inandırıcı gelmedi. İsteselerdi yıllar önce de yaparlardı LX’u müfredattan çıkarmayı, neden şimdi yapıyorlar? Komünist Parti ilk defa mı yanlış iş yapıyor bu ülkede? Hem bunca şey yazılıp çiziliyorken ülkede!

LX’un dili sembolik demiştim. Ben bunu biraz da onun arada kalmışlığına bağlıyorum. Komünist partiye bağlanamadı, cumhuriyetçilerde umduğunu bulamadı, milliyetçilere hiç yanaşmadı… Arafta kaldı bir bakıma. Yazar olarak niyetini tam olarak ortaya koymak ortada kalan birisi için zordur. Bu noktada sembolizm renkli bir kapı yaratır yazar için. O renklerle yapıt hedeften sapmaksızın karmaşıklaşır, birden fazla anlama bürünür. Herkesi mutlu edecek bir ortak metne dönüşür. Ayrıca, metnin kendine ait bir niyeti olduğu konusunda okuyucu ikna edilirse, yazarın büyüklüğünün tescili kaçınılmaz olur.

LX hiç kuşkusuz bir edebiyat ve kurgu ustasıdır, ve eleştirel konumunu korumak için hiçbir tarafa yanaşmamıştır (ya da hapse girmemek için, ya da yazdıklarında çok iddialı olmadığı için, ya da bize anlatılan LX ile yaşamış olan LX aynı kişi olmadığı için). Haksızlığa şahit olduğu zaman meydana çıkmış ve destek vermiştir. Erken ölümüyle de kültür devriminin olası ağır hakaretlerinden kurtulmuştur. Bu da bugün var olan LX kültünü izah eden etkenlerden birisidir. Maalesef en az onun kadar büyük bir yazar olan Lao She uzun yaşamış, kültür devrimini görmüş ve devrimi “adam dövmek” olarak anlayan azgın gençler tarafından tahkir edilmiş, sopalarla darp edilmiş, sokaklarda devrim karşıtı diye yürütülmüştür. Resmi kayıtlara göre de tüm bu aşağılamalara dayanamayıp 1966 yılında Taiping Gölünde intihar etmiştir.    

Emre Demir, Lu Xun hakkında “www.chinainyourhead.com” sayfasında yazdığı denemede, onu Ahmet Hamdi Tanpınar’a benzetmiş. Ben okuduğum biyografilerden ve öykülerden yola çıkarak bu görüşe katılmadığımı söyleyeceğim. Tanpınar büyük bir yazardır ama toplumsal gerçekçi bir tarafı yoktur. En büyük romanı diye andığımız Huzur’daki karakterlerin hemen hepsi üst ya da orta sınıftan insanlardır. Tartışılan konular doğu-batı ikilemi, aşk, şiir ve musikidir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de konu doğu-batı arasında kararsız kalmış ülkemizin şaşkın halleridir. Oysa evine ekmek götüremeyen işçinin derdi ne doğu-batıdır, ne de saatin tam olarak kaç olduğu.

LX’nun yarattığı karakterler (Bu karakterlerde rahip Arthur Smith’in “Chinese Characteristics” kitabının etkisi de büyüktür.) ayağı çıplak dilencidir, oğlunu devrim kavgasında yitirmiş bir kadındır, her türlü işe koşan uşaktır, hasta yavrusuna kana batırdığı ekmeği yediren cahil annedir… LX bunların öykülerini yazarken “Çinli” karakterini incelemiş, bir insanı Çinli yapan özellikleri olabilecek en sivri dille eleştirmiştir. Bir çeşit toplumu kendisiyle yüzleştirme işine girişmiştir. Türkçe edebiyatta LX’a yakın bir yazar arayacaksak ben Orhan Kemal’i öneririm. Bir Murtaza’dır çünkü LX’un Ah Q’su, “Bereketli Topraklar Üzerinde”deki Pehlivan Ali’dir “Bir Delinin Hatıra Defteri”nin ana karakteri. Orhan Kemal ile Lu Xun’un aralarından en büyük fark Orhan Kemal’in sembolizme gerek kalmayacak derecede safını belli etmiş olmasıdır. Hapiste yatmış, fabrikada işçilik yapmış, oğluna Nazım adını vermiş bir yazardır Orhan Kemal. Ne diye uğraşsın sembollerle? Çat çat anlatıyor işte halkın dramını, trajedisini...

Gün neredeyse bitti. İyi de oldu. Çin'de yaşadığım bir günü de böylesi önemli bir yazar için harcamış olmak güzel bir duygu. İleride de fırsat buldukça yazarım LX hakkında. Öykülerini bu aralar okuyorum. İçlerinden beğendiklerimi Türkçe’ye çevirip sayfama koyacağım. 

Aşağıdaki ağbağlarına tıklayarak bu büyük Çinli yazar/düşünür hakkında daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz.

Ayrıntılı Hayat Hikayesi: http://mclc.osu.edu/rc/bios/lxbio.htm


Yapıtlarının Bazıları (İngilizce): http://www.marxists.org/archive/lu-xun/index.htm

Lu Xun'un etkilendiği yapıtlardan birisi olan, 19. yüzyılda Çin'de yaşamış bir misyoner rahip tarafından yazılmış  "Chinese Characteristics" kitabı: http://library.uoregon.edu/ec/e-asia/read/asmith.pdf

Emre Bey'in Lu Xun hakkındaki yazısı: http://www.chinainyourhead.com/tanpinar-turkiye-ise-lu-xun-cindir/

Türkçe'de yayınlanan öykü seçkisi "Çığlık": http://www.idefix.com/kitap/ciglik-lu-sin/tanim.asp?sid=RUF6WGKAML3K4HT50HPR

Çığlık üzerine yazılmış bir eleştiri yazısı: http://www.kitapkokusu.net/index.php/c1/62-clk.html





20 Ekim 2013

Çin Mektupları 14 - Kültür Klişeleri

Çin hakkında yazacaktım ama elmek grubundaki tartışma iyice alevlendi. İnsanlar birbirlerine “liboş”, “laf ebesi”, “o buna böyle posta koydu” gibi ifadeler içeren iletiler göndermeye başladılar. Gönderilen iletilerin her birisini en az iki defa okudum, yazan kişinin kimin hangi cümlesine ne yanıt verdiğini anlamaya çalıştım. Çıkardığım sonuç –eğer bir sonuç çıkarılabilirse tüm bunlardan- genel anlamda şu oldu: Tartışmanın asıl nedeni her ne kadar iletişimsizlik olsa da tartışmayı büyüten ve bugüne getiren şey “Türk kültürü” ifadesinin toplumumuzun büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilmiş ortak bir çerçevesinin çizilmemiş olmasıdır. Bu yüzden şimdi yazacağım mektupta kültür kavramını sarmalayan yanlış algılardan ve dillere pelesenk olmuş klişelerden söz edeceğim. Hem bu yazı, ileride Çin kültürü hakkında yazacağım yazılar için de referans olacaktır.

1.       Kültür eski olmalıdır: Bu genel bir kanıdır ve eski olan şeylere kayıtsız şartsız kültürel değer gözüyle bakılır. Oysa kültür nesnesinde aranması gereken şey eskilik değil, zamana karşı direnebilmiş ve halen yaşayabilmiş olmaktır. Zaten zamana direnemeyen kaybolur, yok olur. Nostaljiyle kültürü birbirine karıştırmamak gerekir. Kültür suni desteklerle yaşatılamaz. Meşhur “The Naked Ape” kitabının yazarı insanı anlamak için balta girmemiş ormanlarda yaşayan ilkel kabileleri araştıranları bu yüzden eleştirmektedir. Asıl araştırılması gereken kentlerde yaşayan, her sabah ava çıkar gibi işe giden, kent hayatından bunalınca pikniğe gidip tıpkı beş bin yıl önceki ataları gibi ateş yakıp, mangal yapan insanlardır. Çünkü zamana ayak uydurup, zihinsel ve teknolojik gelişmeyi kentlerde yaşayanlar sağlamıştır. Yani evrilebilme ve etrafa uyum sağlama kabiliyeti, aslında tüm diğer kültürlerin üzerinde, şemsiye gibi hepsini gölgeleyen bir üst-kültürdür.

 Kısa süreliğine tarih sahnesine çıkan ve arkada hiçbir iz bırakmadan yok olan şeyler birer kültür nesnesi olamazlar. Örneğin, İstanbul için son yıllarda kullanılan lale simgesi aslında anlamını yitirmiş bir kültürün, suni bir solunum cihazıyla diriltilme çabasından ibarettir. Laleler, bir zamanların İstanbul’una anlam katan; dönemin üst sınıflarının zevk ve sefasını simgeleyen, edebiyata ve özellikle şiire ilham kaynağı olmuş, kültür nesnesi olarak algılanması kaçınılmaz olan bir imgeydi. Oysa bugünkü laleler, kenti birkaç günlüğüne süslemek ve bu süslemelerden siyasi/ekonomik çıkar sağlamak amacını gütmektedir. Ne İstanbul halkı lalenin simgesel anlamıyla ilgilenmektedir ne de lale modern zamanlarda böylesi bir anlamı yüklenecek vasfı muhafaza edebilmiştir. Dolayısıyla lale herhangi bir çiçekten –gülden ya da sümbülden- daha önemli değildir İstanbul için.

Ayrıca, günümüzde, toplumsal olarak kabul gören ama kısa sürede tüketilip gözden düşen sanat ve kültür formları için “pop” sözcüğü kullanılmakta. Aslına bakılırsa; pop, sanat ya da kültür olma konusunda çaba sarf etmeksizin, salt tüketilsin diye ortaya konan ürünlere verilen addır. Bu yüzden de pop kültür ifadesi nereden bakılırsa bakılsın bir oksimoroni içermektedir. Pop olan kültür değildir, kültür olan da pop. Bu ikisini yan yana kullandığımız anda ciddi bir uçurumun kenarına gelmişiz demektir.

2.       Kültür; bir millete, bir ırka, bir kavme aittir: Hayır efendim. Kültür bir ırka ya da kavme ait değil, bir toprağa aittir. Muhakkak ki göç eden kavimler terk ettikleri toprakların kültürlerini yanlarında taşımışlar ve yerleştikleri topraklara yeni şeyler öğretmişlerdir. Yalnız getirilen şeylerin, yeni yerleşilen topraklarda öğrenilen şeylerle kıyaslandığında çok cılız kalacağını düşünüyorum ben. Neden mi? Çünkü insan her şeyden önce coğrafyanın ve iklimin kölesidir. Toplumsal kurallardan, yazılı hukuka, edebiyattan dinsel törenlere kadar hayatın hemen her katmanında coğrafyanın etkisi vardır. Bunu inkâr etmek insanı doğadan ayırmak anlamına gelir. Durum böyle olunca, yani insanı yaşadığı veya yaşayacağı çevrenin şartlarına uyum sağlamakla yükümlü hale getirdiğimizde; kültür nesnelerindeki mutasyonun da açıklaması kısa yoldan yapılmış olur. Örneğin; Türkler, Orta Asya’dan yola çıkıp yüzyıllar süren bir yolculuktan sonra Anadolu’ya girmişlerdir. Bu yüzyıllar süren yolculuk esnasında Orta Asya’dan getirdikleri kültür ciddi anlamda değişikliğe maruz kalmıştır. Şamanistliği bırakıp İslamı seçmişler –bir Şamanizm ve İslam karışımı olarak algılanabilecek olan Bektaşilik aslında kültürlerarası etkileşimin güzel bir örneğidir-, göçebe hayatı bırakıp yerleşik hayatı tercih eder olmuşlar, çölün ortasına çadırlar kurup yaşamaktan vaz geçip kentler inşa etmişler, devlet kurumlarında önemli noktalara gelecek kadar Abbasi hanedanında söz hakkı olmuşlar. Bütün bunları yanlarında getirdikleri Orta Asya kültürüyle yapamayacakları aşikârdır. Yol aldıkça öğrenmişler, öğrendikçe değişmiş ve değiştirmişlerdir.

1071’de Selçuklular Anadolu’ya girdiklerinde Anadolu’da yaşayan bir yığın millet vardı. Nereye gitti o milletler? Buharlaşıp, uçmadıklarına göre Türklerle karışmış olmalılar. Doğu Roma İmparatorluğu’na ait topraklar azalınca Romalıların nüfusu da azalmıyordu ki! Hem aynı Anadolu topraklarında Romalılardan önce Hititler, Frigyalılar, Asurlular, Lidyalılar yok muydu? Nereye gitti onların kültürleri? Hiçbir yere gitmediler, oldukları yerde kaldılar. Toprak kendini yeni sahiplerine sunarken, kültür de ağır aksak değişimler geçirerek yeni sahiplerine ulaştı. Bugün bizim Türk kültürü dediğimiz şey binlerce yıldır yüzlerce medeniyete ev sahipliği yapmış kadim Anadolu topraklarının kültürüdür. Bu kültürün içinde rakı da vardır, ayran da! Bu kültürün içerisinde kız kaçırmak da vardır tesbih çekmek de. Bu kültürün işinde yaşmak da vardır, eşek becermek de! Bu kültürün içinde gerdek odasına giren damadın sırtını tokatlamak da vardır, mutlu günlerde dansöz oynatmak da… İster beğenelim, ister beğenmeyelim. Bunlar toprağın sahiplerince yapılan şeylerdir. Kültür bunların hepsi olsa da herkes tarafından hepsinin kültür olarak algılanmaması gayet normaldir. Çünkü tek sorun Türk Kültür’ünü tanımlamak ve onu “etrafını cami ağyarını mani” bir çerçeveye sığdırmak değildir. Bir başka sorun da tanımlanan kültür nesnelerinin hangilerini yaşatmaya devam edeceğimize karar vermek ya da bu kararı kimin vereceğini tayin etmektir.
  
3.       Kültür siyasetten bağımsızdır: İşte bu noktada işin içine siyaset girer. Tarihin hiçbir devrinde kültür siyasetten bağımsız olmamıştır. Cumhuriyetin kazandırdığı toplumsal devrimler bize “kökleri doğuda ama dalları ve yaprakları batıda olan” bir medeniyet olduğumuz fikrini aşıladı. Yani aslen doğuluyduk ama ileride bir gün batılı olacaktık. Harf devrimi, kıyafet devrimi, kanunlardaki değişiklikler (İtalya’dan Ceza Hukuku, İsviçre’den Medeni Hukuk vb) hep bu yönelimin göstergesidir. Durum böyle olunca batı kültürüne daha yakın sayılan kültür nesnelerinin –içki, güzellik yarışmaları, balolar vb-, elimizdeki hazır havuzdan çekilip topluma sunulması da kaçınılmazdır. Cumhuriyet, kendi hazırladığı batı programına uygun olan kültür nesnelerini toplumun önüne koyup, onların alışkanlık halini gelmesini arzuluyordu.

Eğer 20. Yüzyıl Türkçe edebiyata biraz dikkatle bakarsak aslında hemen hemen tüm romanlarda tartışılan iki konudan söz edebiliriz: Aşk ve Doğu-Batı sorunsalı. Hadi aşk için edebiyatın, şiirin ve hatta hayatın yegâne bahanesidir deyip, onu şimdilik geçiştirelim. Doğu-Batı sorunsalı bir kimlik bunalımından çok bir aidiyet sorusunu getiriyordu aydınımıza. Sonuçta kimliğimiz belliydi. Müslüman-Türk toplumuyduk, kuşkumuz yoktu (aslında olmalıydı ama neyse, bu ayrı bir konu) . Asıl sorulması gereken soru nereye ait olduğumuzdu. Doğulu muyduk yoksa batılı mı? Yeni kurulan cumhuriyet Türkiye’yi bir batılı uygarlık olarak lanse etmeye çalışıyordu. Bunu yaparken ilk iş olarak, bu amaca ulaşmayı engelleyecek unsurları ortadan kaldırması gerekiyordu. Bunun için de doğululuğu anımsatan, doğuyu çağrıştıran kültür nesneleri mümkün olduğunca arkada bırakıldı. Siyasi rüzgar batılıların lehine eserken durum böyleydi.

Şimdi de bu durumun tersi gerçekleşiyor. Siyasi güç muhafazakâr bir partinin eline geçti ve kültür nesnelerinin seçimi farklı bir tercih cetveline girmiş oldu. Cumhuriyet’in batıya dönük icraatlarına karşılık olarak AKP hükümeti, hem kendisine oy veren kesime sus payı vermek için hem de çarkları tersine çevirme gücünü denemek için yeni kültür normları belirlemeye başladı. Geçen hafta dekolte giydiği için işinden atılan televizyon sunucusunun durumu aslında buna güzel bir örnektir. 90 yıl boyunca normal karşılanan ya da ses çıkarılmayıp hoş görülen şeyler, muktedirlerin toplum mühendisliğine soyunuşlarının ilk kobayları olmaya başladı. İçki alımına ve reklamlarına getirilen kısıtlamalar da aynı kefeye, kültürün siyasileştirilmesi kefesine konulabilir. Bu yüzden de bir zamanlar rakıya milli içki diyen devlet bugün ayran için aynı şeyi söylemektedir. Maksat kültüre müdahale etmek, onun akıp gittiği yatağı değiştirmektir. Bu da siyasilerin sıklıkla yaptığı bir iştir. Özellikle vatandaşlık haklarının anayasayla tam olarak korunmadığı ya da anayasanın çok kolay değiştirilebilir bir “arayasa” halinde algılandığı ülkemizde, kültüre müdahale kolaylıkla uygulanabilmektedir.

4.       Kültür ekonomiden bağımsızdır: Bir başka yanılgı da insanların kültürel seçimlerini parasal değerlerden bağımsız olarak yaptıkları düşüncesidir. Oysa hayatın hemen her kısmında olduğu gibi kültür nesnelerinin evriminde de ekonomik etkenler çok büyük bir rol almaktadır. Örneğin, Türkiye’de çayın kahvenin yerini alması ekonomik nedenlerle izah edilebilir. Kahve üretmeyen Türkiye, Karadeniz bölgesinde çay ekip biçmeye başladıktan sonra bakmıştır ki çayı halka çok daha ucuza verebilir. Dolayısıyla uzun vadede kahve ithalatı azalmış, onun yerini ucuza üretilen çay almıştır. Sonrasında da bir çay kültürü doğmuştur: ince belli bardaklar, altlı üstlü demlikler, küp şekerler, çay ocakları…  Son yıllarda Türk kahvesine doğru bir dönüş gözlemlense de bu dönüşün çayın tahtını sarsacağını hiç sanmıyorum.

       Ekonomik etkenleri göz önüne alınca aslında pek çok şeyin kültürümüze çok geç girdiği halde, insanımızın çabucak onları baş tacı ettiğini görürüz. Ucuz olup, rahat elde edilebilen, diğerinin yerini almıştır. Eğer kültür nesnelerinin ilk ortaya çıktıkları yeri göz önüne alıp, Türkiye topraklarında doğmamış olanları –ya da Türkler gelmeden önce Anadolu’da var olanları- Türk kültürünün dışına atarsak elimizde pek bir şey kalmayacağını görürüz. Örneğin, patatesin ve domatesin ana vatanı Amerika kıtasıdır. Gitti bizim bir ton patatesli yemek. Patlıcanın ana vatanı Hindistan’dır. Gitti musakkalar, imambayıldılar, karnıyarıklar… Mangal ve yoğurt dışında kalan baklava, lokum, kahve, rakı, dondurma, göbek dansı, hat sanatı, kitap süsleme sanatı ve benim şimdi aklıma gelmeyen yığınla kültür nesnesi ya Türkler Anadolu’ya gelmeden önce de bu topraklarda vardı ya da Türkler geldikten sonra ekonomik nedenlerle ithal edildiler. Buna rağmen, bu ürünleri içselleştirmiş, yeri gelince değiştirmiş, yerel şartlara göre şekillendirmiş olan halk Anadolu halkıdır. –Bu yüzden ben Türk kültürü demek yerine aslında Anadolu kültürü demeyi tercih ederim ama bu yazıya elmek gurubundaki tartışmadan yola çıkarak başladığım için Türk kültürü demek zorunda kaldım-. Dolayısıyla, toprağın bağrını açıp benimsediği, halkın gönüllerini açıp kucakladığı bir şeye; gerekçesi ister siyasi, ister dinsel olsun, hayır demek yanlıştır, insanlık adına işlenen bir suçtur.

5. Kültür nesnel bir bilgidir ve oradadır: Kültür insanın dışında var olmayan bir şeydir ve insan onu var ettiği sürece vardır. Dolayısıyla nesnel bir tarafı yoktur. Bir nazar boncuğu aslında mavi bir cam üzerine konmuş beyaz bir noktadan ibarettir. Onu bir kültür nesnesi haline getiren şey, tarihsel olan insanla olan bağıdır. Bu bağ olduğu sürece nazar boncuğu bir kültür nesnesi olabilir. Bu yüzdendir bir kültüre dışarıdan bakanların o kültürü başlangıçta tuhaf karşılamaları, anlamlandıramamaları ve kimi zaman hor görmeleri. Tarihsellikten arındırılmış bir nesne kültürün dışına itilmiş bir nesnedir. Aynı şekilde bir kültür nesnesinin değeri onun materyal varlığında değil, onun tarihselliğine önem veren insanların zihinlerindedir. Bu yüzden ben bir yabancı olarak bir pagadoya kültür nesnesi muamelesi uygulayacaksam, bunu aslında pagodaya değil, yerel Çinli halkın zihinlerindeki pagoda imgesine doğru yaparım. Nesnenin değeri zihinler arasında yolculuk yapar ve ancak yerel halk ona değer veriyorsa, dışarıdan bakan ona anlam verebilir. Aksi takdirde pagoda, kökeni Budist stupalara dayanan, aslen Hindistanlı olan bir ibadet yeridir. Bundan ne fazladır, ne de az. Çinli bunu alıp, içselleştirdiğinde ona tarihsel bir anlam katar. Bu anlam sayesinde pagoda bir değer kazanır ve kültür nesnesi olarak anılmayı hak eder. Onun bu değer verişini fark eden gezgin de aynı fark edişi yaşamak için o nesneye yönelir. Amaç, görmek ve fotoğraflamak değildir. Amaç, Çinli vatandaşın duyumsadıklarını duyumsamak, bu mümkün değilse en azından buna yaklaşmaktır.

               Bu konuda daha pek çok şey yazılabilir ama bundan sonra yazacaklarım da az çok bu minvalde şeyler olacaktır. Unutulmaması gereken en önemli şey kültürün halkların ortak bir ürünü olduğudur. Hiçbir millet safkan bir ırkın çocuklarından oluşmamaktadır. Tam tersine, tüm ırklar toprak ananın çocuklarıdır. Kültür de aynı toprağın, aynı suyun, aynı havanın çocuğudur. İnsanlar var oldukça siyaset var olacaktır. Kaynakların sınırlı olduğu dünyamızda paylaşmayı beceremeyen insanlar savaşlar çıkaracak ve her seferinde bu savaşlara paradan başka bahaneler uyduracaklardır. Din ve millet kavramları aslında bu kaynak savaşlarını örtbas etmek için kullanılan en güzel kamuflajlardır. Kültür bunların yanında değil üzerindedir, öyle olmak zorundadır. Onu orada tuttuğumuz sürece toprağın has çocukları olmaya devam edebiliriz. Aksi takdirde kültür de paylaşım savaşları için birer gerekçe haline dönüşür ve insanlığa hizmet yerine hezimet getirir. 

18 Ekim 2013

Çin Mektupları 13

Çin’e gelmeden önce buradaki Türkiyelilerin iletişimini sağlayan bir elmek grubundan haberdar olmuştum. Gruba üye olmak için başvurmuştum ama başvurum henüz Çin’de bir ikametgâhım olmadığı için yanıtsız kalmıştı. Gelir gelmez aynı gruba tekrar başvurdum. Daha önce üyesi olduğum gruplar gibi öyle “Ben burada yaşayan bir Türkiyeliyim. Beni de aranıza alın.” deyince almıyorlar gruba. Bir form dolduruyoruz, yaşadığımız kentteki adresi ve işimizi yazıyoruz. O formu gönderdikten sonra gruba dâhil olabiliyoruz. Dışarda kalanların yadırgayabileceği bir durum olsa da bu işi üstlenen konsolosluk –ya da elçilik- çalışanlarını anlayabiliyorum. Mutlaka daha önceki yıllarda Çin’de yaşıyorum yalanıyla gruba üye olup, kişisel reklamlarını yapmak isteyen fırsatçılar olmuştur. Böylesi bir önlem aksi takdirde alınmazdı.

Neyse, son günlerde bu grupta dönüp dolaşan bir tartışma var. Tartışmanın konusu Şanhay’da* geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Turkuaz Türk Kültürü ve Yemekleri festivali. Adından da anlaşılacağı gibi festivali düzenleyenler Fethullah Gülen cemaatine bağlı, zamanında buraya öğrenci ya da girişimci olarak gelmiş insanlar. Sadece addan değil tabii, festivalin web sayfasında TÜÇSİAD’dan ve PASİAD’dan beraber bahsediliyor. Yani bunlar kardeş kuruluşlar. Hatta bence PASİAD, TÜÇSİAD’ın abisi çünkü bildiğim kadarıyla PASİAD on üç yılı aşkın bir süredir var. Çin büyük bir ülke ve dev bir pazar olduğu için ayrılması münasip görülmüştür. Ayrıca sponsorların arasında Seyidoğlu, Güllüoğlu gibi adlar var. Bu sonuncusu Gezi Direnişi sırasında gazdan kaçıp dükkâna sığınan eylemcileri polise teslim eden meşhur baklavacıdır. Benim festivale katılmamam için yeter de artar bu neden.

Herhalde festivalin cemaat bağlantılı kurumlar tarafından düzenlendiğini bilen tek kişi ben değilimdir. Herkesin bildiği ama kimsenin söylemediği bir gerçektir bu. Belki insanlar kendi aralarında konuşurken daha rahat bir şekilde düşüncelerini söylüyorlardır. Belki de malumun ilanına gerek görmedikleri için mürekkeplerini boşa harcamak istemiyorlardır. Benim için ilginç olan festivalin kendisi değil zaten. Asıl ilginç olan festival sonrası yazılanlar ve bu yazılanlara sessiz kalan festival düzenleyicileri. Baştan alalım!

Cemaat bir festival düzenlemiş ve herkesi davet etmiş. Bu festivale hükümetten rical-i devleti de çağırmış. Ehh, hükümeti bildiğimize göre o cenahta bir sıkıntı çıkmayacaktır. Onlar da gelmişler. Çinli akademisyenleri, yazarları, gazetecileri ve Çin’de yaşayan Türkiye vatandaşlarını da davet etmişler. Kendi hallerinde yemişler, içmişler, konuşmuşlar, eğlenmişler. Tabii ki bu eğlenme faslı kendilerinin sınırlarını çizdiği “Türk Kültürü” diye tanımladıkları çerçevenin dışına çıkmayacaktır. İşte en büyük sorun da burada başlıyor. “Türk Kültürü” diye tanıtılan kültür Türkiye’yi ne kadar temsil ediyor? Yani onların çizdiği çerçeveye biz de sığabilecek miyiz?

İlk eleştirilerden birisi neden burada yıllardır yaşayan deneyimli girişimcilere böylesi bir festivalde rol verilmediği üzerineydi. Madem böylesi güzel bir etkinlik düzenliyorsunuz, bırakın biz de elimizi taşın altına koyalım. Biz de katkıda bulunalım, yemek yapalım, dondurma yapalım, çay yapalım... Ben böylesi bir teklifin cemaat tarafından kolay kolay kabul edileceğini sanmıyorum. Konusunu bile açmazlar haftalık istişarelerinde. Çünkü cemaat demek “sadakat” ve “itaat” demektir. Bu ikisi duvardaki tuğlaları birbirine bağlayan çimentonun ta kendisidir. Sadık değilsen, üssünün dediğini sorguyla sualle boğup akıl cenderesinden geçirmeye kalkıyorsan pek bir işe yaramazsın, geride kalırsın, asi olarak anılırsın. Cemaat üyelerinin sık sık okudukları “Ölçü ve Yoldaki Işıklar” kitabının 143. sayfasını (Bak hala hatırlıyorum bunca yıl geçmiş olmasına rağmen) herkese tavsiye ederim. Orada dava adamını anlatır FG.  Hatta bütün bir kitabı tavsiye ederim, eğer bulabilirseniz okuyun. Karşınızdaki –yanınızda da olabilir- insanı anlamanın en iyi yollarından birisi onun okuduklarını okumaktır.  

Cemaatin prensiplerine göre kör bir sevdayla bağlanmamışsan, bağlanmamışsın demektir. Önce sadakat, sonra itaat! Dolayısıyla cemaat kendi içinde gördüğü sadakati bulamayacağı kesimlerle mesafeyi korur. Onlara sempatizan adını takar. İşi düştüğü zaman onları kullanır, vitrinlerde gülücükler saçan tanınmış simalar bunlara güzel örneklerdir. Bu yüzden bir iş yapacakları zaman sponsorlar, destekçiler ayarlanır. Bunlar işi yapanların sadece kendileri olmadığını, yedi düvelin arkalarında olduğunu ima etmek içindir. Aynı zamanda başlarına bir şey gelirse topu birilerine atmak için –zaten biz bunu Kültür Bakanlığıyla birlikte yapıyoruz…- bahaneleri de hazırdır. Müspet olmayan kesimlere menfi der, bir kenarda bekletirler. Ayaklarının kayacağı günü beklerler ya da o günün çabuk gelmesi için çok gerilerden planlar yapar.

Bir başka nokta da cemaatin “İyi bir şey yapılacaksa onu biz yaparız.” tutumudur. Yıllar önce Tayland’dayken kendi başıma bir dergi çıkarmaya başlamıştım. Yazdığım öyküleri, Türkiye’de ve diğer dış ülkelerde yaşayan arkadaşlardan topladığım şiirleri ve yazıları derliyor,  dergi yapıyordum. İki ayda bir çıkardığım bu dergiye Orhan Veli’nin tek sayfalık dergisine ithafen, “Yaprak” adını vermiştim. Kendim yazıyor, topluyor, yazıcıdan çıkarıyor, fotokopicide çoğaltıyor ve tanıdıklarıma postalıyordum. Masrafları da cebimden karşılıyordum. Tabii o zamanlar –yıl 2004-  tanıdıklarımın hemen hepsi ehl-i cemaat. Ara sıra ziyaretlerine falan da gidiyorum. Kimse; ne dergiyi aldık, eline sağlık, şu yazı güzel olmuş diyor ne de biz de el atalım, birlikte çıkaralım diye teklif getiriyor. Dergiyi getirip dağıttığım akşamlarda bile büyükler burunlarını kıvırarak bakardı benim bu girişimime. Hani “Ne gerek vardı şimdi?” der gibi. Dergiyi eline tutuşturduğum bir “abi” şöyle bir baktıktan sonra bana dönüp, “Bak bu benim yeni cep telefonum. Nasıl, güzel mi?” demişti bir keresinde. Bir başka zaman da gümüş işiyle uğraşan birisinin evinde dergiyi ayakkabıların altına serdiklerine şahit olmuştum. İnsan bozuluyor tabii ister istemez. Sen uğraş didin çabala. Bir şeyler ortaya koy ama eski dostlarım dediğin insanlardan en basit bir desteği bile görme. Benimkisi saflık, biliyorum da! Onlarınkisi bu bahsettiğim şey.

O zaman anlamıştım cemaatin “eğer iyi bir şey yapılacaksa ya biz yaparız ya da yapılmasına vesile oluruz.” felsefesini. Çünkü cemaatin yapacağı işlerde yoğun kontrol ve sansür vardır. Söylenecek her kelime, yapılacak her eylem ciddi gözden geçirilmeli, birkaç kere büyüklere sorulmalıdır. Bunun yapılamadığı ya da yapılamayacağı ortamlar zaten dışarısıdır. Dışarısı da tekin değildir, sadık değildirler bir kere. Sadık olmadıkları için söz dinlemezler. Kafalarına göre hareket ederler. Bu ise en tehlikelisidir. Cemaat zaten kelime olarak bireyin karşıtıyken nasıl olursa üyelerine kafalarına göre hareket etmelerine izin verir? Vermez, verirse cemaat olamaz… Şu ifade yine yukarıda adı geçen kitaptan: Her şeyi tenkit, her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa, ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zira, yıkmaktan harabeler, yapmaktan da mâmûreler meydana gelir.  Ehh, yuh yani! Daha iyisini yapamayacaksak hiçbir şeyi eleştirmeyecek miyiz? O zaman para basamayacağıma göre Hazine Müsteşarlığının para politikasını eleştiremem, siyasete giremeyeceğime göre başbakanın sözlerini eleştiremem, daha iyisini yazamayacağım için okuduğum kitabı eleştiremem. Bu zihniyetle yetiştirilen bir gencin nasıl bir birey olacağını düşünebiliyor musunuz?  Ekrem Dumanlı yıllar önce yaptığı bir sohbette şakirtleri “fabrikadan çıkan standart ürünlere” benzetmişti. Aynı kitapları okuyan, aynı kasetleri dinleyen, aynı videoları izleyen bir topluluğun üyelerinin farklı olacaklarını düşünen ve aralarına girecek yabancıların yüzlerine hoş görüyle bakıp, arkalarından kendi planladıkları işleri yapmaya devam edeceklerine inanmayan insan yine onların tabiriyle “ahmak-ul hamakat” olmaz da ne olur?

Şunu da belirtmekte yarar var. Süreklilik açısından, en azından şimdilik, yurt dışında cemaatten daha iyi bir alternatif yok. Cemaat üyeleri bir yere gidip kök saldıktan sonra o ülkeyi terk etseler bile arkalarında daha kalabalık bir topluluk bırakıyorlar. Dolayısıyla işler, yani ilişkiler aksamıyor. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Sorumluluklar devam ediyor. Benzer bir uygulamayı başka birileri yapabilir mi? Liberal düşünceliler ya da sol görüşlüler bu işi uzun süre yürütemezler çünkü işlerin devamı için ciddi bir “insan” desteği gerekir. Ben bu yıl Çin’deyim, gelecek yıl kim bilir neredeyim. Kurduğum bağlantılar da, başlattığım dostluklar da burada kalacak ben gidince. Ama onlar öyle mi? Biri gidiyor, diğeri geliyor. Dawkins özgür düşünen insanları dindar muhafazakârlarla karşılaştırırken, birincisini kediye (nankör, kendi başına, birlik oluşturamayan), ikincisini köpeğe (sadık, laf dinleyen, ayağının dibinden ayrılmayan, sürü halinde gezen ve kimi zaman sürü halinde saldıran) benzetiyor. Sanırım doğru bir tespitte bulunuyor. Bu işi yapacak insanlar git dedin mi gidecek, gel dedin mi gelecek, kal dedin mi kalacak! Öyle, “ben de fikrimi beyan edeyim”, “ama bana kimse fikrimi sormadı ki” falan dersen işler yürümüyor. En azından gurbette böyle bu işin raconu! Neyle tutacaksın insanları, zaten bir avuç insansın? Hem başka nasıl döner bu çarklar, cemaatin dünyasına askeri bir disiplin havası hâkim olmasa? Peki benzeri burada yapılamaz mı? Yapılır ama uzun süre burada kalmaya ant içmiş, fedakar insanlar gerekli. Olur mu olur, neden olmasın? Yeter ki isteyelim. "If there is a will, there is a way" yani :) .

Bir eleştiri festivalde yemek yapan kadınların hepsinin başörtülü olduğu üzerineydi. Başörtüsü konusu bireysel özgürlükleri ve aydınlanma felsefesini yakından ilgilendiren, hem hassas hem de derin bir konu. Yalnız, oradaki kadınların Türk kadınını temsil etmediği doğruysa, oradaki erkekler de Türk erkeğini temsil etmiyordur. Bu ikincisini anlamamızı sağlayacak, zihinlerdeki örtüyü gösterecek bir aletimiz henüz yok. Bu durumda kadınlara başörtülü oldukları için ayırım yapıp, en az onlar kadar örtülü olan erkeklere yol vermek ayrımcılık olur. Ayrıca başı açık olup da bin bir türlü hurafeye inanan pek çok kadın biliyorum ben. Fal baktıranlar, astrolojiye bel bağlayanlar, kurşun döktürenler… Başın açık olması da zihnin açık olmasını garanti etmiyorken başörtülü kadınları sırf bu yüzden eleştirmek karmaşık bir hal alıyor demektir. Tabii, buradaki eleştiri başörtülü kadınlara değil. Başörtüsüz kadınların orada yer almayışına. Bence bu gayet tutarlı bir soru olabilir. Başörtüsüz kadınlar da Türkiye’nin bir parçası olduklarına göre onlara neden yer verilmemiş? Bildiğim kadarıyla cemaatteki abilerin bazılarının eşleri başlarını bağlamıyorlar. En azından onlar gelmiştir diyordum ama onlar da gelmediyse…

Bir başka eleştiri de festivalde Atatürk’ün herhangi bir resminin olmaması üzerineydi. Hatta, bu sorunu kendisine dert edinmiş Atatürkçü bir vatandaş, gitmiş ve kendi gayretiyle bir Atatürk resmi çerçeveletmiş. Resmi bir yere asmışlar ama yarım saat sonra resim ortadan kaybolmuş. Burada iki suçlama var: Resmin baştan beri hiç hesaba katılmaması ve var olan resmin bir üfürükten bir bahaneyle görünürden uzaklaştırılması. Kültür Bakanlığının yakinen katkıda bulunduğu bir etkinlikte Atatürk resminin olmaması tuhaf geldi bana ama devir AKP devri olduğu için çok da anormal bulmuyorum. İşin cemaat kısmına gelirsek, zaten böyle bir şeyi ummak abesle iştigal olur. Benim gördüğüm cemaat okullarının hiçbirinde sınıflarda ya da bilumum idari odalarda Atatürk resmi olmazdı. Soranlara “Mecbur değiliz ki” yanıtı verilirdi. Mecbur olmadığımız için koymuyoruz demek “istesek koyarız ama istemiyoruz” demekle aynı şeydir.

 Ben şahsen Atatürk'ün adının birleştirici bir unsur olarak, tüm yaşananlara rağmen ülkemizde halen geçerli olduğunu düşünenlerdenim. Dolayısıyla ülkeyi tanıtma amacı güden bir festivalde Atatürk’e ait, olabildiğince tarafsız bir köşenin olması bence çok isabetli olurdu. Hem tarihi anlamaları, hem de Çinlilerin kendi 1911 devrimlerine bakmaları açısından iyi sonuçlar doğurabilirdi. Sonuçta Kang Youwei’nin dediği gibi Qing hanedanı zamanındaki Çin ile gerileme zamanındaki Osmanlı, o devirde birbirine en çok benzeyen iki ülke. Kang Osmanlı’nın Avrupa’nın hasta adamı benzetmesini Çin için de kullanıyor ve reformu (tanzimatı) şart koşuyor. Ehh, fena mı olurdu Türk siyasi tarihiyle Çin siyasi tarihini benzeştiren bir güzel köşe yapılsaydı, değerli insanlar değerli yerlerine konsaydı…  

Aynı vatandaşın ısrarla sorguladığı diğer konuya ise değinmeye hiç gerek yok. Adam gitmiş, emek vermiş, bir resim yaptırtmış. “Resimdeki Atatürk’ün kravatı yamuk” deyip resmi ortadan kaldırmak da nasıl bir şeydir anlamış değilim. Böyle bir saçmalık olabilir mi?

İşin tuhafı, bütün bu eleştirilere rağmen festivali düzenleyen Turkuaz Türk Kültürü ve Yemekleri Festivali düzenleyicileri gruba mesajlar gönderip, ne kadar büyük bir işi başardıklarını anlatıyorlar. Hiçbir eleştiriye de yanıt vermiyorlar. Sanki onca şey hiç söz edilmedi, hiçbir eleştiri yapılmadı. Herkese mesut ve memnun!!! Dün uzun bir mesaj göndermişlerdi yapılanları anlatan –insanların tepkisi yapılanlara değil, yapılmayanlara zaten!- bugün de Türkiye’deki ve Çin’deki gazetelerde festivalle ilgili çıkan haberleri göndermişler. Türkiye’deki haberler bildiğimiz yandaş medyanın gazetelerinde yayınlanmış. Alıp okuduğum gazeteler olmadığı için –Radikal’e bazen bakarım ama Eyüp Can geldiğinden beri ondan da soğudum-, Türkiye’de olsam haberim olmayacaktı bu festivalden. Buradaki gazetelerin de zaten gruba yazılan eleştirilerin seviyesini anlayamayacakları muhakkak. Onlar için bu bir festivaldi, yedik içtik eğlendik; semazen gördük, kebap yedik, çay içtik… Yabancıya misafir muamelesi çekmek, bir daha gelin, yine bekleriz demek ama hepsinden de önemlisi haber yapmış olmak.

Bu kadar yazmışken bir de kendi eleştirimi yazayım. Türk Kültürü Festivali demişler ama edebiyatla ilgili hiçbir etkinlik düzenlememişler. Yapmışlarsa bile dün gönderilen mesajda hiç sözü geçmemiş. Hadi, Nazım Hikmet’i, Aziz Nesin’i, Sabahattin Ali’yi sevmezsiniz de -işinize gelen şiirleri, öyküleri yeri gelince yayınlamanın dışında- bari ortada gezinenlerden bir derleme yapaydınız. Ne bileyim, aruzcuların sonuncusu Yahya Kemal mesela, huzursuzluğun romanını yazan Tanpınar mesela (bildiğim kadarıyla Çinceye çevrildi)…  Onlar da yok! Kültür deyince ebru, mehter, ipek yolu, semazen, Karagöz Hacivat (en muhafazakârlarından).  Bir de bastonlarla yürüyen iki buçuk metrelik canlı bir maskot. Ehh yani, ses getireceğiz diye adamcağızı Doğu Nanjing yolunun kalabalığına sokmak, sonra da bunu reklam olarak kullanmak… Pes yani diyorum pessss ve esefle kınıyorum. Kınasam ne olacak ki zaten! Duyuyorum ben sizleri, “İt Ürür Kervan Yürür” deyişinizi… Deyin bakalım. 

Şimdilik bu kadar yetsin.


*Bu arada Çinli birkaç arkadaşa sordum. Şanhay diyorlar. “g” sesi neredeyse hiç çıkmıyor. Dolayısıyla artık ben de Şanhay diyeceğim.

13 Ekim 2013

Çin Mektupları 12 - Şangay ve Düşündürdükleri

İki haftadır yazamadım. Araya bir haftalık tatil girdi. Tatil bitti, okul başladı. Başlar başlamaz da bana yeni verilen bir dersin hazırlıklarıyla boğuştum. Sınıf listeleri, dersi bırakan öğrenciler, müfredat, ders hazırlıkları falan derken akşamları eve yediden önce gelemedim. O yorgunlukla da bilgisayarın başına oturup ciddi bir şeyler yazamazdım.

Tatilden sonraki ilk cumartesi de çalıştığımız için dün yazılması gereken yazı pazara kaldı. Malum, ÇHC resmi tatilleri olabildiğince birbirine bağlayıp halka uzun tatiller verme eğiliminde. Bu büyük bir olasılıkla halkı mutlu etmek için yapılan bir icraat değil. Uzun tatili görenler başlıyorlar seyahat planı yapmaya, para harcamaya, normal zamanlarda almayacakları şeyleri almaya. Kısacası, gelsin vergiler, tüketim ekonomisi.   

Yalnız bu fazladan tatil gününü verirken Türkiye’deki gibi bedavadan vermiyor. Örneğin, resmiyette dört gün olan bir tatili, arada kalan bir günü de tatil ilan ederek hafta sonlarıyla birlikte dokuz güne çıkarırsa, tatil dönüşünde halktan bir cumartesi çalışmasını istiyor. Böylece bedavadan verilen o tatil geri alınmış oluyor. Ben ilk geldiğimde bu tarz bir idarenin bizim okula has olduğunu sanıyordum. Ne güzel bir okul idaremiz var diyordum. Meğer tüm ülke bu şekilde yönetiliyormuş.

Neyse, bu sıkıcı muhabbeti bırakıp asıl konuya, yani Şangay’a geleyim. Tatilde beş günlüğüne Şangay’a gittik. Başlamadan önce bir dil sorunundan bahsetsem iyi olacak. Türkçe’de Şangay’ın nasıl yazıldığı konusunda sanırım ihtilaf var. Ben kolayıma geldiği için Şangay olarak yazıyorum ama ara sıra takip ettiğim Çin odaklı Türkçe web sayfaları “Şanghay” yazıyorlar. Bir de bu ikisinin yanında Şangay konsolosluğunun kullandığı “Şanhay” yazımı var. İngilizcesi “Shanghai” diye yazılan bir adı Şangay ya da Şanghay diye çevirmek bana mantıklı geliyor ama dilimize girmiş yabancı kökenli sözcüklerin hepsi İngilizce vasıtasıyla gelmiyor. Öyle olsaydı Almanya’ya “Germanya” derdik. Bir de Mao’nun gerçekleştirdiği dil devrimi (Basitleştirilmiş Çince) sonucunda Çince kökenli sözcüklerin Pinyin’de farklı yazılmaları konusu var. Yani dil devriminden önce Shanghai yine Shanghai mı yazılıyordu İngilizce’de? Birileri beni aksi konusunda ikna edene kadar “Şangay”ı kullanacağım.

Babasının omuzlarında kalabalığı yaran bir çocuk. Elinde ÇHC bayrağı, bayramı kutluyor. 
Şangay’a varınca insanın fark ettiği ilk şey kalabalık. Sürekli hareket eden, dört bir yana koşuşturan binlerce, yüzbinlerce insan… Öyle ki kalabalığın içine girince yürümüyorsunuz, sadece sürükleniyorsunuz. Kaybolmak ya da aynı yerde dolanıp durmak, birilerine çarpmak, tökezleyip yere yapışmak, araba ya da e-bisiklet kazasına kurban gitmek gayet olası. Sürekli birilerinin nefesini ensemde hissederek yürüdüm yollarda. Önümde, arkamda, sağımda, solumda ve hatta neredeyse tepemde sürekli başkalarının gölgesi vardı beş gün boyunca. Çanco gibi sakin bir kentten çıkıp Şangay’a gelince sanırım ilk şok böyle yaşanıyor. Metro kolaylığı da olmasa kesinlikle gelmezdim. Neyse ki metro her yere gidiyor. Gideceğimiz her noktaya hangi metro istasyonunda inip, hangi çıkıştan çıkacağımızı bilerek gidiyoruz. Böylece kalabalıklar görünmez hale geliyor. Fakat bu görünmezliğe gölge düşüren bir şey var. İnsanların çoğunun en temel görgü kurallarını hiçe sayması ve fütursuzca davranması.

Kalabalık yollara taşmasın diye el ele tutuşarak zincir yapan polis. East Nanjing Yolu 
Metroda çocuğunu çöp tenekesine işeten annelerden tutun, temizlediği boğazından çıkardığı balgamı şılaap diye tren durağının ortasına tükürenlere kadar bin bir çeşit insan var. Bu konudan daha önce de söz etmiştim. Çin son yirmi yılda büyümüş, gelişmekte olan bir ekonomi. Bugün büyük kentlerde, koca koca binaların içindeki küçük dairelerde yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu 20-30 yıl önce köylüydü, tarlada mısır yetiştirip, ahırda süt sağıyor, bahçede domuzlara bakıyordu. Görüntüyü değiştirmek içeriği değiştirmekten çok daha kolaydır. Tıraş olursun, takım elbise ve kravat giyersin, kente taşınırsın ve olursun kentli. Oysa köyde bulduğun o rahatlıkları da bırakmak istemezsin. Sonuçta hangimiz köyde umumi tuvalet arar, hangimiz tükürmek için cebinden mendil çıkarır? Böyük şeherde gördüğü umumi helayı köyüne getirmek isteyen Kibar Feyzo’yu anımsayın J  


Köydeysen dağ bayır her yer tuvalettir. Köylü bunu bilir, buna göre ihtiyacı olduğu an bulduğu ilk çalılığa koyuverir. Aynı köylü kente geldiğinde de zorlanacaktır doğal olarak? Hoş, ÇHC ciddi olarak emek harcıyor bu konuda halkı eğitmek için. Yapılan yanlışları da kabul ediyor. Çanco’da (Şangay’da da) yol işaretlerinin yanlarında tuvalet işaretleri de var ve tuvaletler bedava.(Çin’de şimdiye kadar umumi tuvalete bir kuruş bile vermedim.) Düşünün, Balbaros Bulvarı’ndan aşağıya indiniz, yol ikiye ayrıldı. İşaretlerin birisinde Eminönü yazıyor, diğerinde Sarıyer. Bir diğer işaret de en yakın tuvaletin yerini gösteriyor. Daha ne yapsın hükümet. Eminim okullarda, bilumum eğitim kurumlarında bu konulara ağırlık veriliyordur.       

Kültür öyle bir günde elde edilen bir şey değildir ki hükümet he demekle 1,3 milyar insanı kültürlü hale getirsin. Kent kültürü “şimdi” ve “burada”nın cazibesine hayır diyebilen insan yetiştirir. Köyde yaşayan insan için böylesi bir nefis idaresi şart değildir çünkü doğayla iç içe yaşayan insanın sadece doğaya hesap verme zorunluluğu vardır. Kentlerde yaşayan insanların toplumsal, yani kendi bireyselliklerinin dışında kalan herkese karşı sorumlulukları vardır. Kentler büyüdükçe sorumluluklar artar. Trafik lambasına uymak güvenlik amaçlı olmaktan çok ahlaki bir prensip halini alır.  Yolda birilerine çarpmadan yürümek, nadir de olsa çarparsan özür dilemek bir ahlaki zorunluluk olur.
Çocuk bir sevip çıkacak işte, hayvan sevgisini nasıl öğrenecek başka? 
Gezdiğim müzelerde, parklarda hep bu düşünceler dolandı kafamda. Ne zaman bir tuhaflık görsem gülümsedim. Sun Yat Sen’in şimdi müze haline getirilmiş olan evinin bahçesine işeyen küçük çocuğu görünce de, bilim müzesinde girilmemesi gereken yerlere çocuklarını sokan anne babaya şahit olunca da aynı şeyleri söyledim kendi kendime. Kim ne derse desin, Çin de öğrenecek adâb-ı muaşereti. Zaman alacak ama öğrenecek. “Köyden indim şehre” neslinin çocukları daha olgun davranacak ebeveynlerine kıyasla. Bir sonraki nesil ise tam kentli olacak. Üç bin yıllık bir medeniyetin onca badireyi atlattıktan ve ilk defa dünyaya meydan okuma fırsatını elde ettikten sonra böyle ufak tefek şeylere takılacağını sanmak saflık olur.

Çin Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Sun Yat Sen'in şimdi müze olan evinin bahçesine su döken bir çocuk. Annesi de arkasında ama resimde görünmüyor. Oysa on metre ileride tuvalet var.  
Sanılanın aksine teori pratikten sonra gelir. Düşmeden, kalkıp tekrar yeltenmeden, tekrar düşmeden (bu defa daha iyi düşmüşüzdür mutlaka), tekrar yeltenmeden ve her seferinde biraz daha mükemmel hale gelmeden bilginin ve toplumun evrimi gerçekleşemiyor. Çin’in modern zamanlar için gereken ahlaki yetkinliğe erişmesi için modern zamanların olgularıyla (ve sorunlarıyla) karşılaşması gerekiyordu. Son yirmi yılda bu olgular birkaç elitin avucundan çıkıp büyük bir çoğunluğun kullanımına açıldı. Dolayısıyla emekleme dönemi başladı. Devamı da gelir.

Nehrin öteki yakası, bilim-kurgu filmlerini andırıyor.  
Kalabalıkların ve ”köyden indim şehre”cilerin dışında biraz da gördüklerimden söz edeyim. Çanco’da görmeyip burada gördüğüm ilginç bir görüntü kıçları açık bırakılmış pantolonlar giymiş bebekler oldu. Sanırım çocuğun çişi ya da kakası gelince hemen en yakın uygun yere götürüp ihtiyaç giderecekler. Amaç bu. Pratik açıdan güzel bir düşünce –aynı zamanda bebek bezinden tasarruf sağlıyor- ama görüntü baya bir komik oluyor. Yani yarısı açık kaldıktan sonra hiç giydirmesen de olur aslında. Hele sıcak havalarda, çocuk zaten kısa pantolon giyiyor, onun da yarısı yok. Eeee, ne gerek var o zaman? Hiç zahmet etmeyeydin J

Arkası olmayan bir pantolon örneği. 
Şangay’da trafik kurallarına daha fazla uyuyor insanlar. Bunda, Şangay’ın büyük kent olmasının payı yüksek tabii. Kolay değil 20 milyon insanı beslemek, taşımak, barındırmak, kavgasız belasız bir arada tutmak. Yalnız yine de kuralları hiçe sayan insanlar var. Özellikle elektrik harcamasın diye farlarını kapatıp trafiğe çıkan –ve kimi zaman ters yönde giden- e-bisiklet sürücüleri en tehlikeli olanı. Trafik lambalarının diplerinde ise ciddi bir kalabalık oluyor genelde. İnsanlar bekliyorlar yeşili. Çanco’da bekleyen daha az.  

Kentin caddelerinden birisi. Bol ışıklı, ultra-modern. 

Yollarda dilenci çok ve bu dilencilerin hemen hepsi yaşlı insanlar. Ayrıca çöplerden kâğıt ve plastik şişe toplayanlar da genelde yaşlı insanlar. Bu işi bir meslek olarak değil de dilenciliğe alternatif olarak yapıyorlar sanırım. ÇHC’de bildiğim kadarıyla genel halkı kapsayan bir emeklilik politikası yok. İnsanlar ya çalışırken ölecekler –bu şekilde kimseye yük olmayacaklar- ya da çocuklarının ellerine bakacaklar. Konfüçyüsçü anne-baba sevgisi/saygısı aslında bu noktada sistemin işine geliyor. Anne-babaya kusursuz saygı, bir çeşit emeklilik ve sağlık sigortası haline dönüşüyor. Gittikçe yaşlanan nüfus –tek çocuk politikası kırsal kesimde yaşayanlar için yapılan gevşemelere rağmen halen geçerli- devletin sunacağı emeklilik fonlarına değil de çocukların omuzuna yükleniyor. İnsanlar ben yaşlanınca çocuğum bana baksın diye çocuk yapmak zorundalar. Bu çocuk iyi para kazansın ki ileride ebeveynlerine bakarken zorluk çekmesin. Bu durumda çocuk iyi okullara gitmeli, en iyi eğitimleri almalı, iyi beslenmeli, iyi bir çevrede büyümeli. Bunlar da para kazanmayı ve harcamayı teşvik eden diğer unsurlar.  
Bilim ve Teknoloji Müzesi: Hayatımda gördüğüm en büyük müze. İçerisi bir binanın içi gibi değil, tam tersine dışarısı gibi. Yalnız burada da yürüyen merdivenler ve alışveriş mekanları müzeye AVM havası katıyor. Giriş 60 RMB.
             
Şangay Müzesi adeta bir AVM gibi inşa edilmiş. İçerisinde barındırdığı tarihi eserlere rağmen müzenin işletim sistemi ve binanın iç tasarımı beni haklı çıkaracak kanıtlar barındırıyor. Örneğin ben hayatımda ilk defa içerisinde yürüyen merdivenleri olan bir müze gezdim. Üst kattan bakıp, harıl harıl çalışan o yürüyen merdivenleri görünce insan hakikaten şaşırıyor. Bunun yanında hemen her katta satış yapan dükkânlar mevcut. Normalde bir müzenin çıkışında ufak bir dükkân olur ve bu dükkânda müzedeki eserlerin bazılarının maketleri ya da turistlere yönelik incik boncuk türü şeyler satılır. Şangay müzesi durumu abartmış. Buradan neden bilete para vermediğimiz anlaşılıyor aslında. Böylesi bir müzenin ücretsiz olması şaşırtmıştı beni içeriye girerken. Demek kapıda değil içeride para harcamamızı bekliyorlar. Hoş, benim yaptığım gibi bir şey almadan çıkmak da mümkün. Dolayısıyla genel halk için güzel bir uygulama aslında. Parası olan harcasın, parası olmayan kültürel etkinlikten eşit miktarda faydalansın.

Şangay Müzesi: Giriş ücretsiz.
Müze bedava ama ne hikmetse parklar paralı. Kentin merkezindeki Century Park’a giriş 10 RMB. Kocaman bir park, gez gez bitmiyor. Biz girdik, bir-iki saat yürüdük. Gölün kenarına oturup, bir şeyler atıştırdık. Kimileri çadırlarıyla gelmişler, kamplarını kurmuşlar, çoluk çocuk oynuyordu çimlerin üzerinde. Her yerde olduğu gibi burada da aşık çiftler kendilerine kuytu köşeler bulmuş, oynaşmak için fırsat kolluyorlardı. Frizbi oynayanlar gördüm, bebek gezdirenler, kayığa binenler, fal baktıranlar…

Century Park'da kamp yapan vatandaşlar. 
Şangay’da gördüğüm bir başka ilginçlik de kız arkadaşlarının çantasını taşıyan erkeklerdi. Bir iki olsa anlayacağım da yüzlerce gördüm. O anda kafam basmadı ama sonra düşününce taşlar yerine oturdu. Bu kadar çanta taşıyan erkek olmasına rağmen el ele tutuşmuş çift görmek pek mümkün değildi Şangay caddelerinde. Tek tük el ele, kol kola girmiş çiftler vardı tabi ki ama böylesi bir tatil gününde olması gerekenden çok daha azdı. Dolayısıyla çanta taşımanın aslında simgesel bir anlamı olduğu çıktı ortaya. Erkek, henüz elini tutacak seviyeye getiremediği –belki hiçbir zaman o seviyeye gelemeyecek- ilişkisinin en azından başlamış olduğunu bu şekilde ilan ediyor ve dışarıya bir çeşit “Bu kız benim oldu ya da olacak.” mesajı veriyor. Aynı şekilde kız da çantasını erkeğe taşıtarak ona, “Bak sana değerli eşyalarımı emanet ediyorum, onlara iyi bak. Yarın bir gün sana kalbimi teslim edeceğim. Ona göre.” diyor.  Tabii, el ele tutuşmaları henüz hoş karşılanmadığı için ya da buna hazır olmadıkları için bu simgesel paylaşım aslında el ele tutuşmuşlar gibi algılanıyor. Pek çoğu için ilişki ilerledikten sonra da sanırım bu alışkanlık devam ediyor. Dolayısıyla evli erkekleri bile eşlerinin rengârenk çantalarını taşırken görmek mümkün. Vietnam’da da benzer bir simgesellik motosikletler üzerinde olurdu. Sokakta el ele tutuşmuş çift göremezdiniz ama motorların üzerinde birbirine sarılmış çiftleri görmek sıradan bir şeydi.
Bu resmi ben çekmedim. İnternetten buldum. Çanco'da Şangay'daki kadar çok yok böylesi çiftler. 
Tutuculuk böyle bir şey işte. Bir yerden sıkıyorlar, sıkıştırıyorlar, yasaklıyorlar ama o şeyin başka yerden ortaya çıkmasına engel olamıyorlar. Çanco’ya geldiğimin ilk haftasında müdürümüz yaşadığımız kentin çok tutucu bir yer olduğunu söylemiş ve bu yüzden hareketlerimize dikkat etmemizi salık vermişti. Evet; sokağa çıkınca öpüşen çiftler görmüyoruz, televizyonda ve internette her türlü cinsellik engellenmiş durumda. Cinsellik çağrıştıran belli kelimeleri “Google”da arayamıyoruz. –Buna “rubber duck” da dahil ama bu yasağın gerekçesi başka. Sonra anlatırım.- Bunun yanında bizim binanın 500 metre ilerisinde yer alan ve içinde tek bir bar dahi olmasa da “bar street” diye anılan cadde geceleri fahişe kaynıyor. Ben caddeden gündüz geçtim, bir akşam da J ile birlikte yürüdük. Hepsi pahalı kulüpler, zengin gençlerin gittiği türden üst sınıf eğlence yerleri. Bunun yanında caddenin sonunda masaj dükkânları var. Asya’da azıcık da olsa yaşamış herkes bilir bu masaj dükkânlarının hangi amaca hizmet ettiklerini.

Benim akşamları koştuğum Hong Mei parkında hava karardı mı çiftleri oturakların üzerinde, birbirlerinin dizlerinin üzerinde görmek mümkün. Oğlan oturuyor, kız da onun kucağına oturuyor. Bir de karanlık yerleri seçiyorlar ki kimse bunları görmesin. Bir keresinde az daha çarpıyordum bir çifte. Zaten ağaçlardan bir şey görünmüyor, patikalar ıssız… Kız oturmuş oğlanın kucağına, telefonda konuşuyor. Artık nasıl bir fanteziyse bunlarınki! Keşke üzerlerinde bir baskı hissetmeseler de ışığın olduğu yerde yaşasalar aşklarını. Biz de rahat rahat koşabilsek. Hayır, ben utanıyorum onları görünce, ben onlarla göz göze gelince rahatsız olacaklar, durduk yere suçluluk duygusuna kapılacaklar diye.

Bir başka örnek de tren istasyonuna giden yol üzerindeki “sex shop”lar. Sıra sıra dizilmişler; kuru yemiş satar gibi dildo, vibratör, plastik kadın satıyorlar. Kim alıyor bunları? Herhalde büyük kentten gelenler ya da dış ülkelerden gelen “ahlaksız” yabancılar almıyor. Çanco’nun halkı alıyor. Alsınlar da zaten, sorun değil. Yalnız bu kadar ortalıkta olması hem şaşırtıcı hem de yanlış geldi bana. Herhangi bir gizlenme, çekinme yok. Bildiğin giriş katı dükkânı, kapısı açık, içeride orta yaşlı bir kadın oturuyor. Zaten önünden geçerken ister istemez gözün takılıyor. Annesinin elinden kurtulan bir çocuk oyuncak dükkânına dalıyorum diye rahatlıkla bu dükkânların birine girebilir. Sonra elinde ışın kılıcıyla çıkar J Nasıl izin alıyorlar, nasıl halk tepki göstermiyor anlamış değilim.

Tutuculuk böyledir işte. Bir yerden hortlar, hiç farkına varamazsın. Hayatı boyunca kadına dokunmayan adam oğlancı olur çıkar (Bakınız Katolik kilisesi), hayatını darmaya (Buda’nın aydınlık yolu) adar ama BMW arabası ve o arabayı garajında sakladığı kocaman bir villası vardır (Bakınız Tayland’daki rahip skandalları). Yirminci yüzyılın başlarında ütopik kitaplar yazan Budist-Konfüçyüsçü reformcu Kang Youwei bile bu örneklere eklenebilir. Adam reform yapacağım, Mançu krallığını ikna edeceğim, Çin’i değiştireceğim diye destekçilerden bir ton para topluyor. Macao’dan, Hong kong’dan, ABD’den, Japonya’dan bir sürü insanı peşine yakıyor. Sonra da yanına 17 yaşında bir kız alıp, dünyayı geziyor. Çin tarihçisi Jonathan D Spence durumu şu cümlelerle anlatıyor:

One cannot calculate the costs of Kang Youwei’s peregrinations between 1904 and 1910, but they must have been enormous: Herculaneum, Pompeii, and Rome; Milan, Paris, Berlin, Copenhagen; West Point, Yellowstone National Park, Salt Lake City, Monte Carlo, the Alhambra, Fez; Uppsala and Trond heim; Kandy, Luxor, Jerusalem, Constantinople—these are only a fraction of the places he visited, and in many of them he stayed in the most luxurious hotels. Why did he travel so much? Partly because he felt homeless and restless, as he admitted to Liang Qichao. Partly because as of 1907 he had a new companion, a seventeen-year-old Chinese girl from Guangdong province who had settled with her family in the United States. With delightful candor (in the very spirit that Kang Youwei had exhorted the world’s women to adopt) she had offered herself to Kang as consort (his third) companion, and secretary, after being passionately impressed by his photograph. (They traveled everywhere together, lingered awhile on a little island Kang had bought off the Swedish coast, and had a son in December 1908.

Ehh, sen gezmeye bu kadar para harcarsan Çin’de reformu kim yapacak? Bir de gittiği yerlerde romantik şiirler yazıyor, yanında da 17 yaşındaki saf karısı. İstanbul’a vardığı gün ikinci Meşrutiyet ilan ediliyor. Hüzünleniyor tabii Kang, bizde neden olmuyor diye! Ben de soruyorum işte, neden acaba? Hakikaten neden acaba! Neyse ki Kang’ın düşperest yorumları rafa kaldırılıyor ve Sun Yat Sen taraftarları reform falan dinlemeyip, Mançuların kıçına tekmeyi 1912’de vuruyor. Yoksa Kang’a kalsa Çin daha yüz yıl cumhuriyet yüzü göremezdi.

Şangay'da gördüğüm bir başka ilginçlik de bekar pazarıydı. Müzmin bekarların ya da onların anne-babalarının geldiği bir pazar burası. Bir çeşit çevirimdışı arkadaşlık sitesi. Profilini bırakıyorsun, talibin çıkana kadar bekliyorsun. Malum, Çin'de aile çok önemli. Gençler bir an önce evlenmeli, anne-babaya torun vermeli. Bu yüzden eğitim ve meslek gibi "malayani" dünya işlerine dalıp, evlenmeyi unutan gençler için, anne babaları, kentin göbeğindeki Halk Parkına (İngilizcesi People's Square olan bu mekanı nedense Halk Meydanı diye çevirmek istemedim çünkü meydandan çok parka benziyor.) gelip, çocuklarının profillerinin yazılı olduğu büyük kağıtları parkın içindeki panolara asıyorlar ya da yanlarında getirdikleri şemsiyelerin üzerine koyuyorlar. Bazıları bu işten para da kazanıyor. Komisyonla çalışan bu çöpçatanlar binlerce profili duvarlarında barındırıyorlar. Profiller Çince olduğu için anlayamadım ama birkaç tanesi İngilizce yazılmıştı. Onlarda gördüklerim: Yaş, boy, kilo, aylık maaş ve hukou. Bilmeyenler için Hukou'yu kısaca izah edeyim. Çin'deki ikametgah sistemine verilen ad. Atılan demokratik atılımlarla her ne kadar gevşemiş olduğu iddia edilse bile Şangay'lı bir aile kolay kolay Şangay'da ikametgahı olmayan birisine kız vermez diyorlar. Çocuklarının gideceği en iyi okullar Şangay'dayken, en iyi imkanlar bu kentteyken, buralı birisinin kolay kolay bu kenti bırakıp başka bir kente gitmesi pek düşünülemez. 
Komisyonla çalışan çöpçatanlar ve potfolyolarındaki profiller. 

Bunlar da çaresiz ebeveynler. Şemsiyeye sığdırdıkları evlatları. Satışa hazır bir el işi gibi. 

Şangay’ı yazacaktım yine nelerden bahsetmiş oldum. Şangay’ın da adı ara ara geçmiş oldu. Hoş, bu düşüncelerin çoğu ben Şangay’dayken ya da Şangay vesilesiyle geldi aklıma, oradayken küçük defterime notlar aldım. Bu yüzden Şangay başlığı altında olmayı her şeye rağmen hak ediyorlar. Bana sen neden gezi yazısı yazmıyorsun diyenler de anlamışlardır benim neden öyle şeyler yazamadığımı. Kafası dağınık bir insanım ben. Görüntüler değil, o görüntülerin arkasındaki tarih, kültür, ekonomik ve toplumsal nedenler ilgilendiriyor beni. Gezecek adam alır Lonely Planet’ı gezer. Ben bile öyle yapıyorum. Orada her şey yazıyor zaten, gezilecek yerler, yenilecek yerler, tarih ve kültürel zenginlik dahil. Ayrica Şanghay'da yaşayan bir Türkiyeli olan Dinçer Mola Bey'in hazırlamış olduğu Şangay Rehberi sayfası Türkiyeli gezginler için eşi bulunmaz bir kaynak. 

Aşağıya kalan resimleri ekliyorum. Şangay defterini bu şekilde kapatıyorum.

Çay matarasını önüne koymuş, manzaranın fotoğrafını çekiyor. Bund'da, nehrin kenarında. 

4 saati 100 Yuan'dan bir otel. Yürümekten yorulup, birkaç saatliğine dinlenmek isteyenler için :)

Jackfruit satan bir kadın. 

Epeski usule göre yapılmış yepyeni bir bina. 

Bir AVM'nin en üst katından bakınca görünen lambalar. 

Jing'an Tapınağı'nda dua eden Budist kadınlar. Nedense dua eden tek bir erkek görmedim bu tapınaklarda. 

Jing'an Parkı

Century Park - Yüzyıl Parkı: İnsanlar parkı çevreleyen nehircikte kayıkcıklara biniyorlar.

Yuyuan Bahçesi

Konfüçyüs Tapınağı - Konfüçyüs'ün heykeli

Konfüçyüs Tapınağı

Jing'an Heykel Parkı: Kesinlikle gezilmesi gereken bir yer. 

Jing'an Heykel Parkı

Jing'an Heykel Parkı

Jing'an Heykel Parkı

Jing'an Heykel Parkı

Jing'an Heykel Parkı

Jing'an Heykel Parkı

Sun Yat Sen ve devrin diğer siyasi simaları

Sun Yat Sen'in Heykeli. Şangay'daki evinin önünde. Evi şimdi müze. 

Elektrik tellerine asılmış ıslak çamaşırlar. 

Şangay'daki parklardan birisi. Büyük olasılıkla Halk Parkı.

Şangay Çağdaş Sanat Müzesi: Şangay'a yakışmayacak kadar küçük ama tasarımı güzel. Sergi berbattı, hiç sözünü etmeyeceğim.