Bu Blogda Ara

06 Mayıs 2014

T. B.'ye Mektup 4.1 - Kelâm Kanıtı

Evrenbilimsel (Kozmolojik ya da Kelâm) Kanıt:

Tanrı kanıtlamaları içinde en sık rastlanılanlardan bir diğeri de kozmolojik (evrenbilimsel) kanıttır. Her ne kadar nizam (amaçbilimsel) kanıtıyla örtüşen yanları bir hayli çok olsa da ayrık yanları azımsanmayacak sayıdadır. İslam felsefesinde “kelâm kanıtı” adıyla bilinir ama ben daha Türkçe olması ve anlambilimsel olarak içeriğini çağrıştırması nedeniyle evrenbilimsel kanıt diyeceğim. Kökeni antik Yunan’a kadar gider. Plato ve Aristotales bu konuda ilk sistematik argümanları ortaya koyanlardır. Onların “İlk Hareket Ettirici” adını vermelerinden dolayı “İlk Neden” kanıtı olarak da bilinir. Yine Aziz Augustine bu kanıta Latince “primus motor” demiştir. Orta çağda formüle ettiği meşhur beş Tanrı kanıtından birisidir. Said Nursi, Risale-i Nur’da bu konudan bahsederken “Müsebbib-ül Esbab”, yani “Tüm Nedenleri Yaratan Baş Neden” ifadesini kullanır. Kim tarafından, ne zaman ve nasıl söylenmişse söylenmiş, günümüze kadar gelebilmiş ve tanrıtanırlar tarafından genelde ilk olarak öne sürülen kanıttır. Ayrıca, Türkiye’de geçen ay kurulan Ateizm Derneği’nin facebook sayfasında, tanrıtanırların “Küçücük bir dernek bile kurucusuz olamıyor, bu koca evren nasıl yaratıcısız olacak?” diyerek kendilerince tebliğde bulunurlarken, adını bilmeden de olsa kullandıkları argümandır evrenbilimsel kanıt.

Kanıtın mantıksal silsilesi şu şekilde özetlenebilir:

1.       Evrende var olmaya başlayan (hareket eden) her şeyin bir nedeni (hareket ettiricisi) vardır.
2.       Bir neden-sonuç zinciri  (a) sonsuza kadar süremez, (b) kısır döngüye giremez.
3.       Evren var olmaya (hareket etmeye) başlamıştır ve süreç devam etmektedir.
4.       O halde evrenin de bir başlatıcı nedeni (hareket ettiricisi) vardır. Bu başlatıcı neden (2a)dan dolayı kendisinden başka nedeni olmayan bir sonsuz güçtür ve (2b)den dolayı evrenin kendisi olmayandır.
5.       Kendiliğinden olan (hareket ettiriciye ihtiyacı olmayan) bu varlığa Tanrı deriz.

Kanıtı daha iyi anlayabilmek için basamaklarını tek tek inceleyelim.

Birinci ve ikinci basamaklar varsayımlarımızdır. Mantıkta öncül (premise) denilen önermeyi veya önermeler grubunu temsil ederler. Örneğin “Tüm insanlar ölümlüdür. Sokrat bir insandır. O halde Sokrat ölümlüdür.” tümdengelimsel çıkarımındaki “Tüm insanlar ölümlüdür” ifadesi bir öncüldür. Bunu doğru kabul ederek tümdengelimsel çıkarıma başlarız. Tüm insanların ölümlü olduğunu da şimdiye kadar doğmuş olan milyarlarca insanın ölmüş olmasından, kısacası tümevarımsal bir yöntemden çıkarsarız. Bu durumda evrenbilimsel kanıttan, bizi birinci ve ikinci öncüllere götürecek bir takım gözlemlerin veya deneylerin var olmasını bekleyebiliriz.

Üçüncü basamak evrenin ezeli olmadığı gerçeğini ifade etmektedir. Bilimsel verilere dayanarak bu ifadenin doğruluk değerini sınayabiliriz. Özellikle son elli yılın bilimsel çalışmalarını baz alırsak, Büyük Patlama (BP) kuramının, günümüzde baskın paradigma olduğunu söyleyebiliriz. Hemen hemen tüm bilim insanları BP’nin elimizdeki en iyi evrendoğumsal (kozmogonik) açıklama olduğu konusunda hemfikir. Bu durum bizi evrenin bir başlangıcının olduğu konusunda ikna edecek kadar yeterlidir.

Dördüncü basamakta sonuç önermesini görüyoruz. Eğer birinci ve ikinci basamaktaki öncüller gerçeklikle örtüşüyorsa (çelişmiyorsa) ve bunun üzerine üçüncü basamaktaki gözlem doğrulanabiliyorsa, sonuç önermesi doğru olmalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, bu çıkarımın mantıksal geçerliliğinin öncüllerin doğruluk değerine bağlı olmamasıdır. Çıkarım öncüller yanlış olsa da doğru olacaktır. Yalnız, bu doğruluk, çıkarımın yöntemini ilgilendirir, gerçekle olan ilişkisini değil*. Sonuç önermesinin gerçeklikle olan ilişkisinin sağlıklı olması için öncüllerin doğruluğu şarttır. Kısacası, eğer “Tüm insanlar ölümlüdür” öncülü gerçeklikle örtüşük olmasaydı bile bu durum “Sokrat’ın ölümlü olduğu.” çıkarımını yanlışlamayacaktı . Peki, bu sonuç önermesi gerçek mi olacaktı? Kesinlikle hayır. Eğer “Tüm insanlar ölümlüdür.” önermesi doğrulanamaz ya da tümevarımsal olarak doğruluğu kesinliğe yakın bir şekilde kanıtlanamazsa, Sokrat’ın ölümlü olduğu çıkarımı da doğru sayılamaz.

Beşinci ve son basamak ise bir çeşit adlandırma girişimidir. Mantıksal sürecin sonucunda ulaşılan varlığa Tanrı denilmesi gerektiği ifade edilir. Böylece kanıt sonlandırılmış olunur. Burada doğal olarak Tanrı’nın önemli birkaç vasfı da ön plana çıkmaktadır. Madem böylesi devasa bir evreni yaratabilecek kadar güçlü ve akıllıdır, o halde Tanrı her şeye gücü yeten (Kadir-i Mutlak, omni-potent) ve her şeyi bilen (Alim-i Mutlak, omni-scient) olmalıdır. Yine İslami gelenekten devam edersek, var olmak için başka kimseye muhtaç olmadığı için Tanrı’nın bir adı “Samed”dir. Bu işleri yaparken rakibi olamayacağına göre, bir adı “Ehad”dır. Yaratmış olduğu evren’den daha büyük olacağı için bir adı “Kebir”dir. 

Şimdi gelelim bu kanıta yapacağımız itirazlara. Aşağıya kanıtla ilgili her türlü itirazı yazacağım. Bunların bir kısmı mantıksal çıkarıma dair olacaktır. Diğerleri ise olası farklı açıklamalar üzerine.

Birinci İtiraz: BP’den önce ne vardı ve daha da önemlisi bu sorunun muhatabı kimdir?

Sorunun iki yönü var. Birincisi BP’den önce neyin olduğu, ikincisi de nasıl bir yanıtın tatmin edici olacağı. Benim amacım zaten BP’den önce ne olduğunu yanıtlamak değil, bu soruyu yanıtlayamamanın bize ne getirdiğini izah etmek.

Öncelikle; felsefeciler ve ilahiyatçılar istedikleri kadar tartışadursunlar BP’den önce ne olduğunu. Bu bilim insanlarını zırnık ilgilendirmez. Sorunun muhatabı kendisini bu konuya vermiş fizikçilerdir. Onların dışında söz söyleyenlerin ne söylediklerinin bir önemi yoktur. Dolayısıyla, evren hakkında nesnel sonuçlara ulaşmak isteyen insanlar olarak öncelikle şu konuda hemfikir olmalıyız. Evrenin var oluşu ve bugüne kadar varlığını sürdürüşü konusunda tek otorite bilim insanlarıdır. Çünkü gözlem yapan, gözlemlere dayanarak hipotezler üreten, bu hipotezleri laboratuvarlarda sınayan, kanıtları yeterli bulmayıp başa dönen, bu uğurda makaleler yazan, bilimsel tartışmalara girişen kişi bilim insanıdır. Bu konuda, oturduğu yerden ahkâm kesen ilahiyatçıya ya da felsefeciye göre çok daha fazla söz hakkı vardır.

Evrenbilimsel kanıta göre evrenin doğumundan önce, “nedeni olmayan bir neden” vardır. Bilime göre de bu nedeni olmayan neden BP’nin ta kendisidir.  Bu durumda BP’nin bir “ilk neden” olduğunu kabul edebiliriz. Sonuç olarak BP nedeni olmayan neden tarifine uymaktadır. Yalnız BP’nin nasıl oluştuğu muallaklığını koruyan bir sorudur. Bildiğim kadarıyla bilim insanlarının BP’yi neyi tetiklediği konusunda çok kapsamlı bir bilgisi yok. Bilinen şeyler mekânın ve zamanın BP ile başladığı ve patlamadan önce “singularity” diye adlandırılmış, zamansız ve mekansız bir fiziksel büyüklüğün var olduğu. Bu yüzden de “BP’den önce” ifadesi zaten oksimoronik (kendi içinde çelişkili) bir ifadedir. Bu tıpkı kuzey kutbunun kuzeyinde ne var demek gibi bir şeydir. Kuzey kutbunda kuzey yoktur çünkü kuzey tükenmiştir ya da kuzeyin kaynağına varılmıştır. Aynı şekilde, BP’den öncesi yoktur çünkü uzay-zaman BP ile başlamıştır. Ne olduysa olmuş ve BP meydana gelmiştir. Mekân ve zaman, BP ile ortaya çıkmıştır.

Bilim muhakkak ki önümüzdeki yıllarda (ya da yüzyıllarda) bu konuda ciddi aşamalar kat edecektir. Buna rağmen, yani henüz yanıtlanmamış bir soru olarak BP’yi tetikleyen iradeyi bulmaya çalışırsak, hipotezlerden ileriye gidemeyiz. Buna Tanrı demek zorunda mıyız? Bir bilim insanına sorarsak, kocaman bir “hayır” yanıtı alırız. “Dur daha yeni başladık.” diyecektir bilim insanı. “Şunun şurasında BP’nin elli yıllık bir geçmişi bile yok. Öyle her tosladığımız kayaya Tanrı adını vereceksek, bilimin ne anlamı kalır? Mutlaka BP’yi tetikleyen iradenin de bilimsel bir açıklaması yapılacaktır zamanla. Böylesi bir açıklama yapılamazsa bu açıklamanın neden yapılamayacağı açıklanacaktır ki bu da pek çok soruyu yanıtlayabilir tanrıtanır ilahiyatçılar ve felsefeciler için. Bilim iğneyle kuyu kazmaktır; sabır ister, metanet ister, azim ister.”  

Gelelim sorunun olası yanıtının felsefecilerde ya da ilahiyatçılarda meydana getireceği etkiye. Diyelim ki fizikçiler on yıllarca çalışıp, BP’yi tetikleyen iradeyi saptadılar. Dediler ki “BP maddenin şu ve şu durumları dolayısıyla gerçekleşmiştir. Başlangıçta bu ve bu vardı, ardından şöyle oldu ve şu matematiksel denklemlerde de görüldüğü üzere BP gerçekleşti.” Tüm bu bilimsel açıklama yine bilimsel temellere dayanacağı için BP’den önce ne olduğunu izah etmekten çok BP’nin nasıl oluştuğunu açıklamaya yetecektir. Daha doğrusu BP’nin nasıl oluştuğunu izah edecektir ama niçin oluştuğunu izah edemeyecektir. Peki bu açıklama, oturduğu yerden Tanrı hipotezleri üreten ve bilimin henüz yanıt veremediği her soruya vakit kaybetmeksizin “İşte Tanrı’nın kanıtı.” diye koşuşturan tanrıtanır ilahiyatçıyı ya da felsefeciyi ikna edecek midir? Kesinlikle hayır! Çünkü onların beklediği şey; yasalardan bağımsız, her şeyi izah edecek, tüm sorulara tek bir hamlede yanıt verebilecek, mükemmel bir yanıt makinesidir. Bilim bu görevi üstlenemeyeceği için, BP’nin oluşumunu izah eden bilim insanına hemen soruyu yapıştıracaklardır. “Peki, iyi güzel, çok iyi dedin; ama bana bir de şunu söyle; BP’den önce ne vardı?”

Döndük mü başa? Döndük; çünkü bilim, ilahiyatçının beklentisini karşılayamayacak durumdadır. Karşılayamayacak olması bilimin eksikliğini değil, tam aksine soruyu soranın peşin hükümlülüğünü gösterir. Çünkü bilim insanı BP’nin ötesinde ne olduğunu bilemez. Fizik bilimi için BP’nin ötesini gözlemlenemez, sınanamaz ve hakkında konuşulamazdır. Bilim insanı hakkında konuşamadığı noktaya gelince susar. İlahiyatçı için ise bu durum kaçırılmaz fırsattır. Bilim insanının sustuğu yerde istediği gibi kurgular yapabilecektir; kimsenin yanlışlayamayacağı (aynı zamanda doğrulayamayacağı) önermeler ortaya atıp, bunlar üzerinden asla algılanamayacak yeni bir evren kurabilecektir. Dolayısıyla, bilim istediği kadar BP’ye açıklama getirsin; inatçı ilahiyatçıyı ikna edemeyecektir. Bu ikna olamamanın tek nedeni de ilahiyatçının bilimden beklentisinin bilimsel bir istek olmamasıdır.

Burada ilahiyatçının tatmin olamaması kaçınılmazdır çünkü bilimsel olmayan bir hipoteze bilimsel bir kanıt aramakla meşguldür kendisi. Bilim insanı BP’nin başlangıcında “singularity” bulmuşsa ona Tanrı adını vermekte bir mahzur görmeyecektir. Tabii ki “singularity”, İbrahimi dinlerin önerdiği gibi bilinçli bir varlık değildir. Tüm evreni baştan planladığını, evrende insana özel bir yer hazırladığını, ölen insanları cennete ya da cehenneme gönderdiğini söyleyemeyiz. Sonlu da olsa çok büyük bir güç olduğunu ve bu gücün saçılmasıyla evrenin varlığa erdiğini söyleyebiliriz. Bilim insanı için de bu yanıt yeterli olacaktır. Bunun dışındaki sorulara; örneğin zamanın ve mekânın nasıl oluştuğuna, evrenin nasıl genişlediğine, canlı organizmaların nasıl ilk ortaya çıktıklarına yanıtlar arayacaktır. Bilim insanı için bilim zaten artan sorular demektir. Bir soruyu yanıtlarken on tane yeni soru çıkar ortaya, on tane yeni kavram belirir.

Kısaca özetlemek gerekirse; bilim insanının evrenbilimsel kanıta verebileceği bir yanıtı yoktur. Onun verebileceği kanıtın her bir aşamasına tanrıtanır, “Eeee, o neden vardı.” diye soracaktır. Bilim insanı için kendiliğinden var olan bir cisim başlı başına bir çelişki içermez. Bunu çelişki gibi gösteren tanrıtanırın evrenin dışında bir anlam arayışının ortaya çıkardığı beklentidir. Bilim insanından da bu beklentiyi karşılamasını ummak bilimdışı bir eylem olur.

İkinci İtiraz: Öncüller evrenin dışında geçerli midirler?

Evrenbilimsel kanıta yapılacak ilk itirazın, tanrıtanırın beklentisini karşılama adına işe yaramayacağını gördük. Yalnız bu, kanıtın doğru olduğunu (ya da Tanrı’nın var olduğunu) değil, tanrıtanırın bilimsel kanıtlarla tatmin olamayacağını gösterir. Peki biz, evrenbilimsel kanıtın yöntemine yönelik bir eleştiri yöneltebilir miyiz? Şimdi de bu soruyu yanıtlayalım.

Kanıtın ilk öncül önermesini anımsayalım:

1.       Evrende var olmaya başlayan (hareket eden) her şeyin bir nedeni (hareket ettiricisi) vardır.

Evrende var olan her şeyin bir nedeni vardır. Nedensellik yasası da denilen bu önerme aslında bilimin en önemli ilkelerinden birisidir. Kant’ın haklı olarak metafizik kategorisine aldığı nedensellik ilkesi evreni anlamamızı sağlayan çok güçlü bir araçtır. Bir silsile olarak yazıldığında karşımıza şu çıkar:  A’nın nedeni B’dir, B’nin nedeni C’dir, C’nin nedeni D’dir… Bu şekilde gidebildiğimiz yere kadar gideriz. Evrenin içerisinde kaldığımız sürece nedensellik yasası geçerliliğini korur çünkü bilimsel kuramlar, insanın bitmez tükenmez bilme iştahını karşılayacak nedenler keşfetmek zorundadır.

Son cümlede geçen “evrenin içerisinde kaldığımız sürece” ifadesinin altını çizmek istiyorum. Nedensellik ilkesi evrenle birlikte var olan, evrenin doğasının bir sonucudur. Nereden ve nasıl çıktığı sorusuna üçüncü itirazda değineceğim için şimdilik bu soruyu bir kenara bırakalım. Bizim için önemli olan nedensellik ilkesinin bu evrenle birlikte var olmaya başlamış olmasıdır. Dolayısıyla nedensellik ilkesini evrenin dışındaki bir varlığa doğru uzatmak, sanki evrenin dışında da aynı yasa geçerliymiş gibi bir sonuca ulaşmak doğru olmaz. Bu evren içerisinde var olan şeyler nedensellik ilkesiyle izah etmek demek, bu evrenin varlığını da aynı nedensellik ilkesiyle izah edebileceğimiz anlamına gelmez çünkü evren burada yokken nedensellik de yoktu. Bu durumda evrenin de bir nedeni olduğu sonucu geçerliliğini yitirecektir.

Akla pek de yatkın gelmeyen bu çıkarımı basit bir matematiksel analojiyle izah edeyim. Cebirsel bir denklemin her iki tarafına da aynı sayıyı ekleyebileceğimizi ilkokul yıllarından beri biliyoruz. Örneğin, 5=5 ifadesinin her iki tarafına da 2 eklersek 5+2 = 5+2 ifadesini elde ederiz ki burada eşitliğin bozulmadığını görürüz. Bu kural sonlu olan tüm kavramlar (fonksiyon, seri, dizi…) için geçerlidir.  Yani, eşitliğin iki tarafına sonlu bir fonksiyon olan f(x) eklesem aynı kural geçerliliğini koruyacaktı. Bu kuralın bir uzantısı da eşitliğin iki tarafına farklı sayılar eklediğimde eşitliğin kesinlikle bozulacağı gerçeğidir.  Yani 5 = 5 eşitliğinin sol yanına 2, sağ yanına 3 eklersem; karşıma 7 eşittir 8 ifadesi çıkar ki biz bu ifadenin yanlış olduğunu biliyoruz.

Peki, bu kuralı sonsuz olan bir değere uyguladığımda ne olur? Kolaylık olsun diye sonsuzu “&” işareti ile göstereceğim. Sonsuz kavramından biliyoruz ki sonsuza ne eklersek ekleyelim sonuç yine sonsuz olacaktır. Dolayısıyla &+2 = & yazabiliriz. Dikkat edilirse bu işlemde yukarıdaki kuralı kullanmadım çünkü sonsuzda işlem yaparken yukarıdaki kural işe yaramayacaktır.  Şimdi de sonsuzda işlem yaptığımızı unutup yukarıdaki kuralı uygulamaya kalkalım ve eşitliğin iki tarafından & çıkaralım. Karşımıza 2 = 0 çıkacaktır. Sonucun yanlış olması bizim işlemlerde bir hata yaptığımızı gösterir. Buradaki hata, sadece sonlu kavramlara uygulanması gereken bir kuralı sonsuz kavramlara uygulama çabasıdır. Yani iki taraftan sonsuz çıkarma gibi bir lüksümüz yoktur çünkü sonsuz sayısal bir değer değildir. Sonlu kavramların birbirleriyle etkileşimini idare eden cebirsel kural sonsuz kavramlara gelince geçerliliğini yitirmektedir.

Tıpkı evrenin içerisinde var olduğunu kabul ettiğimiz nedensellik ilkesinin evrenin dışı için geçerli olmayabileceği gibi. Burada evrenin dışı derken sanki evrenin dışı varmış da orada nedenselliğin borusu ötmüyormuş gibi bir anlam çıkabilir. Kesinlikle hayır. Zaten bilim insanı için evrenin dışı diye bir şey yoktur. Bilinebilecek her şey evrenin içindedir. Evrenin dışı var demek evrenin başka bir şeyin içinde olduğunu kabul etmek demektir. Oysa evren, dışı olmayan bir mekândır dolayısıyla var olması için gereken koşullardan birisi olarak nedenselliği öne süremeyiz. Hem zaten evrenin de başka bir mekânın içinde olduğunu öne sürersek, bu mekânın da başka bir büyük mekânın içinde olduğunu söylemek zorunda kalırız. Gereksiz yere –kanıtımız da olmadan- bir ton evren üretmiş oluruz.

Bir başka analoji de şu şekilde yapılabilir. Bir okul düşünelim. Bu okulda yabancı diller öğretilsin. Okula gelen öğrenciler İngilizce, Fransızca, Almanca, Çince, Japonca, İspanyolca gibi dilleri öğrensinler. Herhangi bir okuldan beklenileceği gibi bu okulda da eğitimi ve öğretimi sorunsuz bir biçimde sürdürebilmek için bir takım kurallar olmak zorundadır. Zil çaldığında öğrencilerin hepsinin sınıfta olması, öğretmenin derse zamanında başlayıp zamanında bitirmesi, yemeklerin belli bir yerin dışında yenmemesi, öğrencilerin giyecekleri üniformaların renkleri ve modelleri ve sayısı artırılabilecek yüzlerce kural okulun yönetmeliğine yazılır. Öyle ki bir konuda sorun yaşayan müdür, yönetmeliği eline alır ve okur. Kurala göre karar verir. Bir gün okula gelen müfettiş okul müdürüne bu okulun binasının nasıl yapıldığını sorar. Okul müdürü önce afallar. Sonra aklına yönetmeliğe bakmak gelir. Oysa yönetmelikte okul binasının nasıl inşa edildiği üzerine herhangi bir bilgi yoktur. Öğretmenlere sorar, öğrencilere sorar ama kimse bu soruyu yanıtlayamamaktadır. Bu durumda müfettişe verebileceği yanıt "Bilmiyoruz. Biz geldiğimizde okul binası buradaydı. Biz de kuralları okul binasının odalarının birbirine yakınlığına, dersliklerin yemekhaneden uzaklığına, zil sesinin her yerden duyulabiliyor olmasına göre yazdık.Okul binası inşa ediliyorkenki koşullarla şu anki koşullar çok farklıdır." şeklinde olacaktır. Okulun eğitim öğretim yönetmeliği okul binasının inşaat yöntemini açıklayamaz çünkü inşaat yöntemi okul yapılmadan önce vardır (ya da yoktur, bilemeyiz!). Okulun kuralları ise okul var olduktan sonra ortaya çıkmış ve evrilerek bugünkü halini almıştır. 

Evrenbilimsel kanıtta kullanılan öncüllerin, kanıtın ileriki aşamalarında kullanılamayacağını gösterdik ama burada iş bitmiyor. Çünkü tanrıtanırcı bir insan ilk öncülde şöyle bir tamire gidebilir: “Evrende var olmaya başlayan (hareket eden) her şeyin bir nedeni (hareket ettiricisi) vardır.” cümlesinden “evrende” şartını çıkarır. Böylece öncül şu şekilde ifade edilir: Var olmaya başlayan (hareket eden) her şeyin bir nedeni (hareket ettiricisi) vardır. Böylesi bir tamir aslında tanrıtanırın başına daha büyük bir sorun açacaktır çünkü bu tamir sorunu çözmekten çok ertelemiş olacaktır.

Eğer her şeyin bir nedeni olduğunu kabul edersek, Tanrı’nın da bir nedeni (yaratıcısı) olup olmadığını sorabilmeliyiz. Çünkü sonuçta Tanrı da vardır ve varlığın bir parçasıdır. İlk öncülümüz doğruysa eğer Tanrı’nın da kendisini var eden bir nedene ihtiyacı olacaktır. Tanrıtanırcı bu noktada ikinci öncülü öne sürüp “İyi ama sonsuza kadar gidemezsin.” diyebilir. Tanrıtanımazın bu durumda tanrıtanıra vereceği yanıt şu olacaktır. “Sonsuza kadar gitmiyorum, gidebildiğim yere kadar gidiyorum.” diyebilir. Belki onuncudan sonra duracaktır, belki de yüzüncüden sonra. Hangi sayıda durursa dursun, hiçbir mantıksal çıkarım tek bir Tanrı’da durmamız gerektiği sonucunu vermez. Hem ayrıca yüzüp yüzüp en sonunda bir yerde duracaksak, neden bilim insanlarının vardıkları son yerde durmuyoruz?

Benim Cennet Muhabbetleri öyküsünde alegorik olarak ele aldığım bu konu aslında tanrıtanırların da üzerinde düşünmeleri gereken bir konudur. En azından, tanrıtanırlar kendilerine sormuyorlarsa bile Tanrı’nın  kendisine bu soruyu sorup sormadığını sorgulamaları gerekir. Yani Tanrı, ezeli ve ebedi olan varlığının nereden geldiğini sorgulamıyor mu hiç? Bir insan, sonlu fiziksel kabiliyetine ve sonlu hayal gücüne rağmen varlığının kaynağını sorgulayabiliyorsa bunu Tanrı neden yapmıyor? Sorgulamaması için bir neden var mı? Ben en büyüğüm, en bilgiliyim, en mükemmelim diyerek; belki de kendisini var eden gücü inkâr etmiş olmuyor mu? Bir insan “Tanrı yoktur, bu evrende yalnızız. Ne yaparsak yanımıza kalır. Bu yüzden iyiliği yayalım, barışı ve kardeşliği övelim.” dediğinde kibirli ve nankör yaftasını yiyorsa, kendisini var eden gücü aramayan, sorgulamayan ve her fırsatta insanlara ben en güçlüyüm mesajı veren Tanrı hangi sıfatı hak etmektedir?

Üçüncü İtiraz: Evrenin yasalarını Tanrı yapmadıysa kim yaptı?

Devam edecek… (Üçüncü İtiraz çok uzun olacağı için ayrı bir sayfayı hak ediyor.)


* Burada demek istediğim şey şu. “Bütün kuşlar uçar. Tavuk bir kuştur. O halde tavuk uçar.“ çıkarımı doğru bir çıkarımdır çünkü mantıksal ilkelere uygundur. (Modus Ponens: p àq ve p. Dolayısıyla q). Yalnız mantıksal çıkarımın doğru olması sonucun gerçeklikle örtüştüğü anlamına gelmez. Hepimiz biliyoruz ki tavuk uçmaz. Burada suçlanması gereken şey mantık değildir, öncül olarak öne sürülen “Bütün kuşlar uçar” önermesinin yanlış olmasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder