Bu Blogda Ara

25 Eylül 2013

Çin Mektupları 11 - Okulum (2)

Okul hakkında düşündükçe yeni şeyler geldi aklıma. Biraz daha yazmam gerektiğine karar verdim. Sonuçta günümün neredeyse on saatini okulda harcıyorum. Mesai sabah 7:15’de başlıyor. Ben genelde saat 7’de varıyorum ofise. İlk iki hafta 6:45’te evden çıkıp, yürüyerek 25 dakikada varıyordum. Sonra bisiklet aldım. On dakika sürüyor kapıdan kapıya yolculuğum. Yolculuk vakti 15 dakika kısaldı ama ben evden çıkış saatimi o kadar değiştirmedim. Rutine girmiş şeyleri değiştiremiyorum ben, otomatiğe bir kere bağlandı mı hep öyle gitsin istiyorum; ta ki önüne ciddi bir engel çıkana kadar.

Saat 7:00 gibi ofiste oluyorum. Mesai 17:15’te bitiyor. Gün uzun ama bana yine de yetmiyor. İş çok, hem zaten çok olmasa da yetmezdi bana zaman. Ben kendi halimde oturduğum koltukta kendime iş çıkarmaya bayıldığım için iş olmasa bile “haddimi de aşarak” başkalarının işlerini de yapıyorum. Böylece sessiz sakin küçülüyorum olduğum yerde, küçüldükçe sessizleşiyorum, sağırlaşıyorum, körleşiyorum. Bunların hiçbirisi benim için sorun değil, yeter ki birileri gölge etmesin. Zaten takım halinde iş yapmaktan nefret eden birisiyim ben. Zorunda olmadıkça yanaşmam. Bu yüzdendir zaten okumayı, yazmayı, koşmayı ve matematiği sevişim. Bu saydıklarımın hepsi yalnız başına yapılan işler. Birisi benim hazırladığım işe burnunu soktu mu tüm büyü bozuluyor sanki, tüm gizem gidiyor, sinir oluyorum.

Dedim ya, gün uzun ama onu uzun yapan çalışma saatleri değil, günün ortasına konmuş iki saatlik öğlen yemeği molası. Bunca yıldır öğretmenim ve bugüne kadar yarım düzine okulda çalıştım, hiçbirinde bir saatin üzerinde yemek molası görmedim. Hem zaten okulların çoğunda yemek molası da olmazdı. Öğretmensen, boş bir vakitte yemeğini yer, sonra da işinin başına dönersin. Oysa burada bize çalışmamamız öğütleniyor. İster sıranın altına hamak as, boylu boyunca uzan. İster evine git, yemeğini ye, üzerine de bir saat şekerleme yap. Zaten öğretmen arkadaşların bazıları yüzmeye gidiyorlar öğle arasında, kimisi de spor salonuna. Parka gidip koşan, sonra gelip duş alan bile var. Aslında bu iki saatlik süre resmi işleri halletmek için mükemmel ama bankalar, postaneler ve diğer bilumum resmi kurumlar da yaklaşık olarak aynı saatlerde kapalı olduğu için hiçbir şey halledemiyoruz. Ben şimdilik, yemekten sonraları ofise girip, Türk kahvesiyle birlikte Sait Faik’den öyküler okuyorum. Günde bir ya da iki öykü okuyorum ki hemen bitmesin kitap. Yanımda getirdiğim Türkçe kitaplar bitmek üzere. İktisatlı kullanmam gerekiyor.

Aslında kitabımı alıp, bahçede bir yerde okumak istiyorum. Maksat ofisten uzaklaşmak, temiz hava almak. Ama maalesef yapamıyorum. O kadar güzel bir bahçe yapmışlar, içinde nilüferlerin yeşerdiği, balıkların yüzdüğü havuzlar yapmışlar ama bir yere de oturak koymamışlar. Oysa ne güzel olurdu, Sait Faik’imi elime alıp, bir ağacın altındaki oturağa kurulup, şöyle yarım saat kitap okuyabilsem. Sessiz, sakin, ağırdan, sindire sindire… Hem onun için de değişiklik olur, sever Sait Faik açık havayı. Gerçi sıkılır o denizi olmayan kentlerden; bir Rum balıkçı yoksa etrafta, şöyle bir Marmara’nın soğuk sularına dalıp yosunların arasından bir mercan balığına bakamayacaksa, ne yapsın Sait Faik o kentin güzelliklerini. O zaman ben de kendisine demek isterim. “Ne yapalım paşam. Bize babamızdan miras kalmadı ev ocak. Para nerede biz orada! Buna da şükür.” Güler Sait Faik benim lafıma. Güler ve söylenir “Ne Lüzumsuz Adamsın Sen Be!” diye…

Hoş okul, kentin en büyük parkı olan Hong Mei (Kırmızı Erik) parkına yürüyerek beş dakika mesafede. Oraya gidip de okunabilir kitap ama kim çıkacak şimdi okulun kampüsünden. Otur oturduğun yerde. Ben parka akşamları koşmaya gidiyorum. Fizik öğretmeni arkadaş bana 2 km’lik bir koşu yolu gösterdi. Dolanıp duruyorum o yolda. Şangay yarı maratonuna hazırlanıyorum. Şunun şurasında iki ay kaldı. Haftaya 12 km yapacağım. Sorun çıkmaz herhalde. Tek korkum hava kirliliğinin dayanılmaz noktaya ulaşması. Kirli havada koşmak ve bundan yarar ummak demek, tertemiz süngeri pis suya sokup, süngeri sıktığımızda temiz su beklemekle aynı şey. Ehh, sünger burada ciğerlerimiz oluyor tabii. Pis hava derin derin içeri sızdıkça çıkması zorlaşıyor, yapışıyor her yere. Yarardan çok zarar veriyor bünyeye.

Okulun hemen karşısında bir kütüphane var. Çanco Kent Kütüphanesi diye geçiyor ama maalesef tek bir İngilizce kitap yok üç katlı binada. Bir defa gittim, görevli kız İngilizce kitapları bulacağım yeri tarif etti. Hevesle gittim ama bulduklarımın tamamı İngilizce öğrenme ve sınavlara hazırlık kitaplarıydı. Kırılan hayalimi cebime koyup, kimseye göstermeden çıktım kütüphaneden.

Öğlen arası yapılacak bir başka şey de ofiste uyumak. Birkaç defa uyumaya yeltendim ama olmadı. Öğrencilerin bu konuda maşallahı var. Hepsi sıralarına başlarına koyup, mışıl mışıl uyuyorlar. Dolayısıyla öğlen arasından hemen sonra dersim olunca ilk dakikalar çocukların mahmurluklarıyla mücadeleyle geçiyor. En az beş dakika erken gidiyorum ki dersin vakti çalınmasın. Yüzlerini yıkattırıyorum, sıralara vuruyorum, kırtasiyeden farkında olmadan aldığım müzikli kahve kupamı çocukların kulaklarına yaklaştırıyorum. Sonuçta hepsi çok da mızmızlanmadan uyanıyor.

Her katta tuvalet var. Öğrencilerin ve öğretmenlerin tuvaletleri ayrı değil. Bu nokta da ilginç! Sen gel, bir yandan öğretmeni tanrı yerine koy. Onları öğrencinin kayıtsız şartsız dinleyeceği ve itaat edeceği insanüstü varlıklar olarak lanse et. Sonra, öğrencilerle öğretmenleri aynı tuvalete gönder. Olacak iş mi? Benim için hava hoş ama Çinli öğretmenler için zor olmalı. Ne bileyim, adamlar her yerde otorite. Çocuklar Çinli bir öğretmeni görünce anında hizaya diziliyorlar, gıkları çıkmıyor. Sanki ordu komutanı her birisi, tümeni içtimaya çekiyorlar. Çocuklar bizi görünce de maymuna bağlıyorlar işi. “Hello, Mr Bean” diye bana selam vermeye bile başladılar. Demek yay o kadar sıkışıyor ki Çinli olmayan öğretmeni görür görmez tüm potansiyel enerjisini boşaltıyor üzerimize.

Bir sonraki teneffüste göz egzersizi var. Beş dakika boyunca, hoparlörlerden gelen tiz bir çocuk sesi eşliğinde, çocuklar göz egzersizi yapıyorlar. Aslında buna, göz egzersizi yerine, gözün etrafına yapılan hafif masaj demek daha doğru olur. Günde iki defa yapıyorlar ve zannedersem tüm Çin okullarında yapılan bir şey bu. Gerçi, şimdiye kadar beş dakika boyunca gözüne masaj yapan bir öğrenci görmedim. Çocuklar aşmışlar artık. Büyük bir olasılıkla ilkokuldan beri yaptıkları bir şey olduğu için yalama olmuşlar. Faydasına var mı bilmiyorum. Aşağıdaki videoda çocukları göz masajı yapıyorken görebilirsiniz. Videoyu ben çekmedim ama bizim okuldaki hoparlörlerden gelen tiz çocuk sesi de bu videodakinin aynısı. Demek merkezi bir yerden gönderiliyor bu beş dakikalık masaj yönlendirme kaydı.



Daha şirin bir video buradan izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=hPeMLeBvMEo

Bu göz masajı günde iki kere yapılıyor. İlki sabah üçüncü dersten sonra. Benim öğrencilerim her ikisini de takmıyorlar. “Yapın da bir göreyim” dedim, yanaşmadılar. Ben de üstelemedim.  

Derslerin saatleri tutarlı değil. Bir ders kırk dakika, bir başka ders kırk beş ya da elli dakika. Neye göre ayarlanmış bilmiyorum. Yalnız, ikinci teneffüs yarım saat sürüyor. Çocuklar genelde bu teneffüste bahçeye çıkıyorlar. Erkekler terden eriyene kadar basketbol oynuyorlar (sırılsıklam geliyorlar üçüncü derse). Kızlar ise evrensel yürüyüşlerini yapıyorlar kız kıza. Yalnız, erkeklerin ve kızların birlikte oynadıkları bir oyun da var ve çok popüler: Bedmintın. Herhalde erkeğin kızı fiziksel üstünlüğüyle ezemediği nadir sporlardan birisi bedmintın. Geçen baktım iki öğrenci oynuyor, koridordan başımı uzatıp izledim onları. Bir yandan kendi çocukluğumu düşündüm, gazoz kapağının peşinde futbol oynayan minik Ali’yi, bir yandan da onların güle oynaya mantarkuşa (shuttlecock)  vuruşlarını izledim. Oyun bir süre devam etti, sonra mantarkuş bahçenin kenarında yeni büyümekte olan bambu ağaçlarının arasına düştü. Çocuklar da oyunu bırakıp, dersliklerine döndüler. Bu bana biraz tuhaf geldi doğal olarak. Türkiyeli çocuklar olsa, ne kadar ucuz olursa olsun, oyuncaklarını ağaçta bırakmazlar. Onu oradan almak bir gurur meselesidir. Oysa bu çocuklar gayet sakinler. “Ohh, mantar kuş gitti, oyun bitti” modunda, neredeyse ruhsuz diyebileceğim bir halde oynuyorlardı. Zaten okul başladığından beri gözlemlediğim şeylerden birisiydi bu. Öğrencilerin dersler dışında hırs gösterdiği bir şey yok. Dersleri de başarı eşiğini aşacak kadar hallediyorlar. Gerisine karışmıyorlar. Göz masajında olduğu gibi okulla ilgili hemen her konuda bir yalama olmuşluk, bir bıkkınlık var.

İşte asıl yazılması gereken konuya vardım. Çocuklardaki hırs yoksunluğu sorunu. Derslerde aktifler, denileni yapıyorlar, uslular ama bu uslu duruşun götürdüğü, yok ettiği bir gençlik ruhu var sanki. Çocuk dediğin azıcık yaramaz olur çünkü o yaramazlığın arkasında keşfetme arzusu, kendi yolunu bulma tutkusu vardır. Bu yaramazlık olmazsa yaratıcılık da olmaz. Çocukları birer asker yapmak istiyorsak, onların itaatkâr, sadık ve düzenli bireyler olmasını isteyebiliriz. Eğer çocukların; özgürce düşünen, sorgulayan, üreten ve yanlış karşısında sesini yükselten bireyler olmasını istiyorsak, onların yaşlarına uygun bir şekilde davranmalarına izin vermeliyiz. Robot gibi davranan çocuklardan yaratıcı bireyler çıkarmak imkânsızdır. Tabii ki çocuğun taşkınlıklarının bir sınırı olmalı ve öğretmenler gerekli yerde müdahalede bulunmalılar. Orta yol ya da ortaya yakın yol bulunabilir gibime geliyor.

 Geçen yıl çalıştığım okulda öğrenciler aşırı derecede yaramaz, şımarık ve hatta çoğu zaman küstahlardı. Bunun yanında aynı öğrenciler kendi başlarına şiir akşamı düzenleyip, ezberledikleri şiirleri, işe biraz oyunculuk da katarak sergileyebiliyorlardı. Keman çalanlar, resim yapanlar, hikâye ve şiir yazanlar, web sayfası yapanlar, tiyatro oyununda oynayanlar… Şu anki okulumdaki öğrencilerin performansını izledim geçen akşam. Piyano çalandan şarkı söyleyene, hemen hepsi de bana “yapmış olmak için yapıyorum” mesajı verdiler, performanslarındaki heves ve tutku yoksunluğuyla.

 İnsan sormadan edemiyor tabii; sınır çizgisi nerede çizilmeli? Sınav canavarı yetiştirmek değil eğitimin amacı –aileler öyle istiyor ama- , küstah ve kendini bilmez insanlar yetiştirmek de değil. O halde çizgiyi nereye çizmeliyiz ki öğrenci kendi bireyselliğini –çocukluğunu ve gençliğini- gereğinden fazla terk etmeden, zihnini bilim aşkıyla doldursun, matematiği sevsin, edebiyata aşina olsun…  

Buna benzer bir başka sorun da çocukların İngilizceleri. Hemen hepsi Amerikalılar gibi konuşuyorlar. Ağızlarını sağa sola yamultup, o çıkması zor sesleri çıkarıyorlar. Konuşmalarının bir aksanın etkisi altında olmaması her ne kadar kayda değer bir başarı olarak görülse de gözden kaçan bir şey var: İçerik. Ben çocukları anlamakta kimi zaman zorlanıyorum ve zorlandığım nokta dillerine yapışan yerelliğin getirdiği aksan değil, söylediklerinin özde bir anlamı olmaması. Çocuklar boş konuşuyorlar, bir anlamı olmaksızın, sırf ağızlarını açıp Kuzey Amerika aksanını nasıl taklit edebildiklerini göstermiş olmak için konuşuyorlar. O kadar ki artık derslerde çocuklara tam cümle kurma zorunluluğu getirdim. Öyle, yarım yamalak ifadelerle yanıt veremeyecekler bana. Anlamıyorum yahu, kafam almıyor ne demek istediklerini. Ya da bir şey demek istemiyorlar! Bunca yıldır öğretmenim. Tayland’da yarım yamalak İngilizceyle konuşan ama konuşmak için bir derdi olan çocukları rahatlıkla anlardım. Vietnam’da da öyle. Çünkü çocuğun ağzından çıkan balonun içi dolu, balonun rengiyle, güzelliğiyle değil içeriğiyle meşgul. Ben buradaki çocuklara da dedim ilk girdiğim derslerin birinde: Benden sizin gibi konuşmamı beklemeyin. Ne dediğimi anladığınız sürece hedefe varmışız demektir. Ben de sizi anlayabiliyorsam iletişim amacına ulaşmıştır. Bunun dışında insanlar neden konuşur ki zaten.   

Bütün bunları yazdım, fazlasıyla müteşekki bir görüntü ortaya koymuş olabilirim. Aslına bakılırsa gayet memnunum okuldan. Sorunlar tabii ki olacak, sorunlar olsun ki biz de bir şeyler öğrenebilelim. Yerçekimi olmasaydı ağaçlar ne diye göğe doğru boy atarlardı ki, değil mi? Hem başka nerede bulacağım kravat zorunluluğu olmayan, sakal bırakmama izin veren, yakalı tişörte bile ses çıkarmayan okul? Üç hafta dönem arası tatili de var. Sırf bu tatil yüzünden Tayland’da ilk yarı maratonumu koşacağım.  Öpüp başıma koyuyorum, tüm öğrencilerimi ve öğretmen arkadaşlarımı.

Saat geç oldu. Yarın yine altıda kalkacağım. Dün sabah –yani bu sabah- saat beşte uyandım dışarıdan gelen havai fişek seslerinden ötürü. Yine birileri dükkân açıyordu sanırım. Sabahın beşinde kötü ruhları kovalamak için çıkmışlar yollara, bizim cengâver, halk sever vatandaşlarımız. Tam bir saat boyunca inlettiler kentin merkezini. Güm, güm, güm, güm… Güm de güm… Türkiye’de olsam darbe oldu sanırdım. Ya da Çarşı yönetime el koydu. Onların bile azıcık insafı olurdu. Buradakiler hiç dinlemediler benim küfürlerimi; millet uyuyordur, işe gidecek olanlar yorgundur diye. Bana sorsalardı ben onlara kentteki kötü ruhların nerede olduğunu söylerdim.

Herkese iyi geceler.

Au revoir


22 Eylül 2013

Çin Mektupları 10 - Okulum

Bir öğretmen olarak Çin’deki okullara dair gözlemlerimden başlamam doğru olur sanırım. Yalnız, daha önce de dedim, şimdi de diyorum, bundan sonra da diyeceğim; benim Çin’im Çanco’dan ve etrafta gördüğüm birkaç kentten (Wuxi, Yixing, Shanghai) ibaret. Bu kentlerden yola çıkarak tüm Çin hakkında ahkâm kesmek pek doğru olmayabilir. Yine de resmin bir parçası olması bakımından, her ne kadar ufak olsa da, yazdıklarımın bir değerinin olacağını düşünüyorum. Sonuçta sözünü edeceğim okullar ÇHC Eğitim Bakanlığı’na bağlı devlet okulları. Dolayısıyla özde (teoride) birbirlerine benzemelerini bekleyebiliriz.


Okulların dış görünüşünden başlayayım. Şimdiye kadar gördüğüm okulların hemen hepsi devasa alanlara kurulmuşlar. Bizim okul üç bin öğrenci kapasiteli. İçinde en az on tane bina var. Binaların ikisi öğrenci yurdu, birisi yemekhane. Kalanlar derslikler, konferans salonları, spor salonları falan. Ayrıca okulun gerçek boyutlarda bir futbol sahası, altı tane basketbol kortu, kapalı spor salonu (bedminton, masa tenisi gibi sporlar için), kocaman bahçeleri, bahçelerde okuldan yetişmiş düşünür/şair/yazar/bilim insanı olmayı başarmış ünlülerin heykelleri ve küçük havuzlar var.

Futbol sahasının etrafındaki koşu parkuru. Burada koşuyorum akşamları.
Wuxi’de konferans için gittiğimiz okul beş bin kişilikti. Okulun bahçesinin ortasından nehir geçiyordu. Görünce “Oha” demiştim.  Benim İstanbul'da okuduğum ortaokulun bahçesinde de hep kömür olurdu çünkü okulun kömürlüğü ya yoktu ya da çok küçük olduğu için okula gereken kömür kömürlüğe sığmazdı. Bahçeye yığılan kömürler yüzünden top oynayamazdık, üstümüz başımız kirlenirdi... Çin'deki okullar ise tam tersi, utanmasalar içinden tren geçirecekler. Bizde bu kadar araziye üniversite yaparlar, boş kalan yerleri de Starbucks’a falan kiralarlar. Beş bin lise öğrencisi bir arada, ne demek yahu! Tabii, bu yüksek sayılarda Çin’in devasa nüfusunun büyük payı var. Burada 4 milyon nüfuslu bir kent küçük sayılıyor. Büyük kentler 10 milyondan başlıyor. Şangay’ın nüfusu 20 milyon civarında. Eee, bu kadar insan doğuruyor, çocuk büyütüyor. Nereye gidecek onca çocuk.

Okulun binalarından birisi.
Bizim okul seçkin bir mekan olduğu için sınıf başına düşen öğrenci sayısı otuz civarında ama tanıştığım bir “özel” okul öğretmeni bana 68 öğrencisi olduğunu söylemişti. Youtube’da izlediğim bir belgeselde, orta Çin’deki bir kentteki okulun sınıflarında ortalama 120 küsür öğrenci vardı. Minik minik çocuklar, ufacık masalara sığışmışlar, kimisi de yerlerde... İnsanın aklı hayali almıyor, 120 öğrenciyle nasıl ders işlenir? Her birisine bir defa gülümsesen, şöyle bir soruyla yoklasan, adlarını sorsan zaten ders biter, yetmez bile ikinci derse sarkar iş. 

Okullar genel anlamda bakımlı ve temiz. Yalnız temizliğin en büyük sorumlusu öğrenciler. Günün her saatinde çocukları ellerinde süpürgelerle görmek mümkün. Özellikle yaprakların döküldüğü bu aylarda ha bire sonbaharı dolduruyorlar küreklere. Onlar temizledikçe ağaçlar tekrar döküyor yaprakları. Sisifos’un işkencesi işte. Ya da ev kadınlarının bitmeyen çilesi… Geçenlerde şöyle bir laf görmüştüm internette: Pırıl pırıl bir ev, mis gibi kokan bir banyo, tertemiz bir mutfak; boşa geçen bir ömrün göstergesidir. Hak vermemek elde değil, Türkiye'deki kadınların temizlik takıntısını düşününce.

Sadece bahçeyi değil sınıflarını da temiz tutuyor çocuklar. Yerlerde bir tane çöp yok. Sınıflarını süpürüyorlar, sıralarını siliyorlar, çöplerini akşamları döküyorlar. Geçen yıl Türkiye'de tanık olduklarımdan sonra -çocuk çöpünü yere atar, kendisini uyaran öğretmene de ekonomi dersi verirdi: Hademeler işsiz kalmasın diye hocaaaam"- bu öğrenciler melek gibiler gözümde. Çok da hoşuma gidiyor çocukları sınıflarını temizlerken görmek. Öğreniyorlar işte sorumlu birey olmayı. Öyle kırk dakika boyunca ozon tabakası nasihatı vermekle öğretilmez çevre bilinci. Çocuk elini değdirecek süpürgeye, küreğe. Temizliğin değerini bilecek. Türk ev kadınlarının çilesine geri dönersek, onların en büyük kabahati kocalarını kolaya alıştırmaları. Sen adama hiçbir ev işi yaptırmazsan, adam da bilmez temizliğin değerini.

Öğrenciler böyle de biz farklı mıyız? Yok, öğretmenler de aynı. Örneğin, bizim odaya şimdiye kadar herhangi bir hademenin girdiğini görmedim. Çöpümüzü kendimiz topluyoruz. Sebilin önündeki olukta biriken suyu kendimiz döküyoruz, altlığını kendimiz temizliyoruz. Masalarımızın altını akşamları çıkmadan önce temizliyoruz. Herkes kendi bardağını, çanağını yıkıyor. Kısacası odamızdan sorumluyuz. Tıpkı çocukların sınıflarından sorumlu olmaları gibi…

Sınıflar çok ufak değil, çok geniş de değil. Otuz öğrenciyi rahat ettirecek genişlikte. Daha fazlasını alırsak sıkıntı olur gibi. Her sınıfta ÇHC bayrağı ve SAAT var. Saati büyük harfle yazdım bilerek. Geçen yıl çalıştığım okuldaki sınıflara saat koyalım deyince, müdür başyardımcısı bana saatin dikkat dağıtacağını, öğrencilerin öğrenmelerini olumsuz yönde etkileyeceğini söylemişti. Oysa benim öğrenciler hiçbir sıkıntı yaşamıyorlar saat nedeniyle. Tam tersine faydası çok. Sınav sırasında zırt pırt "Kaç dakika kaldı?" diye sormuyorlar, öğretmen olarak basit bir göz kaydırmasıyla saati görebiliyor ve dersin kalan kısmı için gerekli planı yapabiliyorum. İstenirse sınıfın duvarına saat asılabiliyormuş demek ki, istenirse öğrenciler aptal yerine konmuyormuş… Bir de bahane üretmişti evlere şenlik, "Sınıf içi sıcaklıklar farklı olduğu için saatlerin bazıları hızlı, bazıları yavaş ilerliyormuş. Bu da sorun olurmuş." Bir Fizik öğretmeninden duyacağınız son sözler bunlar. Sanki atom saati istedim, altı üstü pilli bir saat. Madem piller sorun oluyor, fişli yap. Prize takalım çalışsın. Prizden gelen elektirk akımı da mı etkileniyor sınıf içi sıcaklıktan? Neyse... Çin'e geri dönelim. 

Öğrencilerin pek çoğu okula bisikletle geliyor ama okul kampüsü içerisinde bisiklet sürmeleri yasak. Kapıya kadar bisikletle geliyorlar ve kapıdan sonra bisikletleriyle yürüyorlar. Tabii bu teoride böyle. Gördüğüm kadarıyla bu yasağa uyan öğrenci yok. Girişte öğretmen olmadığı sürece çocuklar kafalarına göre takılıyorlar. Geçen gün kapıdaki hoca beni de durdurdu. Bana bisikletten nasıl ineceğimi ve bisikletle nasıl yürüyeceğimi uygulamalı olarak gösterdi. Adam İngilizce konuşmuyordu, ben de Çince bilmiyorum henüz. Anlaşabilseydik, okula arabayla gelen hocaların ne yaptığını soracaktım. Arabadan inip, itmiyorlar herhalde!

Hoş, yine burası iyi sayılır. Tayland’da da aynı kural vardı. Çocuklar motosikletlerini –kimi zaman ağır olur motosikletler, özellikle motor hacmi büyükse- sürükleyerek getirirlerdi kapıdan park yerine kadar. Bir de öğrencilerin sınıflara ayakkabıyla girememeleri vardı ki dillere destan bir durumdu. Çocuklar dersliklerin kapısında bırakıyorlardı ayakkabılarını ve derslikte beyaz çoraplarıyla geziyorlardı. Öğretmenin ayakkabısıyla gezdiği yerde onlar ayakkabısız durmak zorundaydılar. Öğretmenle konuşurken de dizlerinin üzerlerine çöküyorlardı. İnsanın onurunu çizen, çizmek ne kelime, parçalayan bir durum. Çocuğu adam yerine koymazsan çocuk da seni insan yerine koymaz –melek der, öğretmen der, süpermen der ama adam demez-. Gerçi Tayland kırallıkla yönetilen bir ülke olduğu için bu durumu yadırgamamak lazım. Kıral varsa zaten temelsiz bir bölünme başlamıştır toplumda, saygı kavramının rahatlıkla suistimal edileceği milyonlarca ortam yaratılabilir.

Öğrenciler, öğretmenlerine karşı alabildiğine saygılılar. Şimdiye kadar tek bir sorunla karşılaşmadım. Harıl harıl ders çalışıyorlar, ödev veriyorum ertesi gün hepsi yapmış olarak ödevlerini teslim ediyorlar –Bazıları kopya çekiyor tabii ama buna da şükür. Bu kopya meselesine sonra geleceğim.-  Sınıfta derse başladığımda, kimseye bağırmak çağırmak zorunda kalmıyorum. Zaten zil çalar çalmaz sıralarına geçiyorlar ve beni bekliyorlar. Nazar değecek diye korkar oldum, o kadar uslular, o kadar saygılılar. Bazen zombi gibiler dediğim oluyor, dostlara yazdığım mektuplarda onlardan bahsederken, ama şikayetçi değilim. Ayrıca iş matematiğe gelince meraklılar da! Soruyorlar, yorum yapıyorlar, dersle ilgileniyorlar. Bir matematik öğretmeninin hayalindeki okul diyebilirim burası için.

Bazı öğrenciler çok zeki, bazıları da ileri konuları çalışmış. Geçen olasılık ağacı çizerek çözülebilecek bir soru yazdım tahtaya. Çocuğun birisi Markov Zinciri yardımıyla, matriks çarpımı yaparak çözüme ulaşmaya kalktı. Ben Markov Zincirini aktüerya masterı yapıyorken öğrenmiştim. Bu liseli öğrenci nereden biliyor? Neyse, sordum neden Markov’u kullandığını. İşlemi yapabiliyor ama izah edemiyor. Sonuçta Markov’u kullanmak için çok özel belli şartların sağlanması lazım. Bu şartlar beni sorduğum soruda rastlantı eseri sağlanmıştı ama bu şartların nasıl sağlandığını izah etmeden yazacağın her çözüm eksik sayılır. Öğrenciyi, hevesini kırmamaya özen göstererek uyardım. Gösterdiğim yöntemle yapmasını söyledim. Zaten gireceği AP sınavında Markov'lu bir çözüm yazsa sıfır puan alır. 

Varyans'ın ikinci formülünü birinci formülden çıkarsamışız.
Öğrencilerin en büyük sorunlarından birisi de bu. Konuyu tam olarak kavramadan soru çözmeye başladıkları için çoğu zaman otomatiğe bağlamış olarak varıyorlar sonuca. Yazma zahmetine bile katlanmıyorlar. Neymiş, kafasından yapmışmış! "Yok, ben çözümü görmek istiyorum" diyorum. Hemen bir kâğıdın kenarına iki çiziktiriyor, cevabını da altına yazıyor. Ne çözümü yorumlayabiliyorlar ne de yöntemi var eden etkenleri farklı ortamlarda sınayabiliyorlar. Bu da bir öğretmen olarak üzüyor beni. Sırf bu yüzden haftada bir etkinlik yapıyoruz derslerde. Bozuk paralarla, zarlarla deneyler yapıp, tahtaya grafikler, tablolar çiziyoruz. Bir şeyleri deney yoluyla kanıtlıyoruz (doğruluğunu gösteriyoruz).  İyi de oluyor. Hem eğleniyorlar hem de bir şeyler öğreniyorlar. Matematiğin sadece sıralarda kös kös oturarak öğrenilen bir şey olmadığını kavrıyorlar en azından. Hepsini yerinden kaldırıyorum, kimse sırasında kalmayacak diyorum. Homurdanarak başlıyorlar ama sonunda eğleniyorlar. Damarlarına azıcık kan gidiyor. 

Öğrenciler Büyük Sayılar Kanununu bozuk paralar ve zarlar yardımıyla kanıtlıyorlar (doğru olabileceğini gösteriyorlar).

Okulun yemekhanesi üç katlı ve yemeklerin kalitesi iyi değil. Birkaç defa gittim oraya ama her gün gidemiyorum. Yemekler paralı ama fiyatlar çok ucuz. Üç çeşit yemeğin yanında haşlanmış pirinç 5 Yuan falan (1,7 TL). Üçüncü katta öğretmenler için klimalı özel bir oda var. İki defa da oraya gittim. Orada da fiyatlar pek farklı değil, yemeğin kalitesi biraz daha iyi. Ayrıca meyveler ve tatlılar ücretsiz. Yalnız buraya erken gitmek gerekiyor. Yemek çabucak bitiyor, masa bulmak da sıkıntı. 

Okulda yemediğim zamanlarda 100 metre ilerideki "esnaf lokantası"nda yiyorum.
Kopya sorunu burada da ciddi bir sorun. Yalnız Çin gibi bin yıllık bir sınav sistemini içselleştirmiş bir toplumda tuhaf karşılamıyorum bu durumu. Adamlar bin küsür yıldır bildiğimiz KPSS, LYS yapıyorlar. Çanco müzesine gittik. Müzenin girişinde bu kentten kaç öğrencinin imparatorluk sınavlarında başarılı olduğu yazıyordu. 1546 kişi başarılı olmuş bu zor sınavlarda. Yani sınav geçmek ve önemli noktalara gelmek yüzyıllardır halkın kanına işlemiş bir yetkinlik, ana babaların çocukları üzerindeki hakları. Durum böyle olunca bu sınavlarda kopya çekmek ya da çekme kabiliyetini geliştirmek de zamanla evriliyor, gelişiyor, mükemmelleşiyor.

Örneğin, ABD merkezli SAT sınavı Çin topraklarında yapılmıyor. Daha önce yapılıyormuş ama SAT yetkilileri ciddi kopya skandallarını ortaya çıkarmışlar. Skandalın içinde öğretmenler de olduğu için iş iyice çığırından çıkmış. Sınavın geçerliliği, itibarı yerle bir olmuş. Bu yüzden benim öğrencilerin hepsi haftaya Hong Kong’a gidecekler SAT sınavına girmek için. Bir ülke adına ne kadar utanç verici bir durum, değil mi? Ülke olarak uluslararası bir sınavdan men edilmek ve buna neden olarak, yabancı öğretmenlerin (sınav gözetmenlerinin), senin ülkenin yetiştirdiği öğrencilerin ve öğretmenlerin dürüst olmamasını göstermeleri. Ürküyor insan… 

Çanco Müzesinin girişindeki yazı. Sınav geçenlerden övgüyle bahsediliyor.
Bir yandan aileden gelen baskı, bir yandan başarısız olma korkusu. Çocuklara da hak vermemek elde değil ama kopyanın neresini savunabiliriz ki. Gerçi, her şeyin sahtesinin –çakmasının- yapıldığı Çin’de kopyanın sadece okullara ait bir sorun olmadığını söylemek gayet mümkündür. Bizim evin altında Nike logosunu kullanıp ayakkabı satan dükkan da var, McDonalds’ın M’sini kullanarak burger satan yeçıkcı da (yeçık: fastfood için uydurduğum kelime). Cep telefonundan o telefonda kullanılan sohbet programına kadar hemen her şey çakma burada. Adamlar sığır etinin bile sahtesini yapmışlar domuz etine boya ve balmumu katarak, daha neler yapmasınlar? Hoş, Türkiye’de de at eti, eşek eti yediriyorlar insanlara.

Aradaki farkı ve benzer konuları da bir sonraki yazıda, Çin’in ekonomisini ve toplum yapısını anlatacağım yazıda tartışayım.

Ofisteki masam. Türk kahvesi yapıp içiyorum öğlen yemeklerinden sonra.








17 Eylül 2013

Çin Mektupları (9) - 20130917

Sabah erkenden uyanıyorum. Hoş, uyuduğuma uyku denir mi bilinmez, jetlagin esiriyim halen. Ann, beni otelden alıyor. Birlikte emlakçıyla buluşup, yedi tane ev bakacağız. Ben neden yedi diyorum. Ann “Çünkü emlakçının elinde o kadar ev var” diyor. “Bize uygun mesafede ve fiyatta.” Yola çıkıyoruz. Taksi tutacağız ama taksiler durmuyor. Ya dolu geçiyorlar ya da yüzümüze bile bakmadan sürüyorlar arabalarını. On dakika kadar sıcakta bekledikten sonra umudu kesiyoruz. Ann, “Yürüyelim mi, çok uzak değil.” diyor. Benim için hava hoş. “Yürüyelim” diyorum. Ve başlıyoruz yarım günlük ev maratonuna.

Yalnız Taksilerin durmaması beni düşündürüyor. Neden durmuyorlar? Daha önce de olmuştu bu. Ya taksi sayısı az olduğu için çoğunun müşterisi var ya da fiyat ucuz olduğu için pek çoğu takmıyor müşteri kapmaya. Gerçi bu ikisi aynı kapıya çıkıyor. Taksiler ucuz olduğu için firma yatırım yapmıyor. Dolayısıyla ne kalite artıyor ne de sayı. Taksilerin hepsinin eski olması bundan olabilir. Ucuz olunca talep de artıyor tabii. Sonuç olarak kıtlık meydana geliyor. Şoförlerin bir kazançları yok mu acaba aldıkları müşteri başına? Taksimetrelere fiş kesme makinesi eklemiş olmaları bunda etkili olabilir.  Kaçak müşteri alamıyorlar. Oysa yolda beklediğinizi gören pek çok sivil araba duruyor ve istediğiniz yere sizi götüreyim diyor. Ekonomik olmayan bir neden de yabancı görüp korkmaları olabilir. İyi ama Ann de mi yabancı?

Neyse, biz yürümeye devam ediyoruz. Dün yemek yediğimiz yerin az ilerisinde bir kilise görüyorum. Kapısının üzerinde “Christian Church” (Hristiyan Kilisesi) yazıyor. Normalde bir kilisenin üzerinde Katolik, Ortodoks, Süryani falan yazar. Çinde doğrudan dini temsil ediyor anlaşılan kilise, herhangi bir mezhebe gerek kalmadan işi hallediyor. Zaten dinler bölmüşler insanları yeteri kadar, bir de mezheplere böldürmeyelim demek istiyor herhalde. Kilisenin az ilerisinde güzel bir kafe var. Onun yanında ise Pizza Hut. Kentin merkezinde olduğumuz için burada tüm batılı fast food markalarını görmek mümkün. Zaten Mc Donalds’ı, KFC’yi ve Starbucks’ı görmem çok zaman almıyor.

Hristiyan Kilisesi. Kiliseyi doğru açıdan görmek için ekranınızı 90 derece saat yönünde çevirin. 
Bir süre daha yürüdükten sonra emlakçıyla buluşuyoruz. Uzun boylu, kırklı yaşlarda, saçlarını hafifçe kızıla boyatmış bir kadın. E-bisikletini bir lokantanın önüne park etmiş, bizi bekliyor. Onu da yanımıza alıp yürümeye devam ediyoruz. Kentin sokakları genelde temiz, öyle insanın midesini bulandıracak, ciddi anlamda göz zevkini bozacak bir düzensizlik yok. Sadece, daha önce de sözünü ettiğim sessiz e-bisikletler ve kaldırımları işgal etmiş arabalar var. Ben kısa zamanda yön algımı kaybettiğim için okuldan ne kadar uzak olduğumuzu bilmiyorum. Ana yoldan bir ara sokağa girip 30-40 katlı bir binaya giriyoruz. Hoş buradaki binaların hepsi 30-40 katlı. Çin’in kentleri küçük alanlara sığdırıp, hizmet sektörünü güçlendirme ve bir yandan da halka daha ucuz yoldan hizmet götürme politikasının neticesi bu binalar. Aksini düşünsek ne olurdu, kim bilir? Şu 40 katlı binada yaşayan insanları köy usulü evlere koysak, kaplayacağı alan tarlalarıyla birlikte orta ölçekli bir köyü geçer. Bunun yerine bir dönümlük alana bini aşan insanı sığdırıyor. Bir de Çin halkının bir an önce evlenip, çocuk yapma ve ufak da olsa bir ev sahibi olma arzusu var. Ev, yani anne-babanın adının devam ettiği, onlara saygının ve onların genlerinin hüküm sürdüğü alanlar.


                       Kentin merkezinden bir görüntü. 

Emlak konusunda Çin hızlı atılımlar yapıyor inşaat sektöründe. Bir zamanlar köy olan alanları istimlak edip, oradaki halkı şantiye benzeri evlere tıkıyor. Proje bittiğinde de en istenmeyen, en az para edecek evleri o köylülere kakalıyor. Tıpkı Türkiye’de TOKİ’nin yaptığı gibi. Aynı arazi üzerine inşa edilen, güzel manzaralı, püfür püfür rüzgar alan dubleks daireyi de neredeyse tüm köyü aldığı fiyata bir zengine satıyor. İnşaat sektörü o kadar alıp başını gitmiş ki artık neredeyse her yerde hayalet kentlerden bahsediliyor. İçinde kimsenin yaşayamadığı, insanların alım gücünün çok çok üzerinde fiyatlara satılmak istenen on binlerce daireden oluşan uydu kentler boş boş duruyorlar. Zaten Çin’de ekonomik büyüme durursa ilk kriz buradan vuracak ülkeyi. Bu kadar borçla harçla yapılan dev projeler ederinin çok daha altında satılmaya zorlandığında iş çığırından çıkacak. Şimdilik ülkenin hızlı büyümesi böylesi bir hızlı para akışına neden olacak panik havasını engelliyor. Peki ya ileride? Çin ucuz işgücü avantajını korumak için daha ne kadar yuan’ı dizginleyecek? Hadi para politikası halkı pek ilgilendirmiyor diyebiliriz ama işçinin saatlik ücretini de benzer bir politikayla yönetiyor oluşu halk için pek de iç açıcı bir gelecek resmi çizmiyor.


                     Baktığım ama tutmadığım dairelerden birisinin manzarası. 

Neyse, konudan uzaklaştım. Bu konulara daha çok gireceğim ileride. Gelelim bizim ev işine. Evlerle ilgili detaylara girmemin bir anlamı yok. Gittiğim her evde, evle alakalı ayrıntıları defterime yazıyorum. Bir süre sonra zaten iki ev diğerlerini geçiyor, açık arayla kendilerini belli ediyorlar. Hem fiyat yönünden hem de evlerin büyüklükleri açısından ikisi arasında kararsız kalıyorum. Ann’e, yarına kadar bana izin vermesini söylüyorum. O da sorun değil diyor. Amacım düşünmek değil tabii ki, akşam olunca J’ye soracağım. Hoş, akşama bile gerek kalmıyor. Otele döner dönmez skype’dan görüşüyoruz. Ona iki evden bahsediyorum. İki evi de ayrıntılarıyla anlatıyorum. J birini seçiyor. Böylece en azından bir yıl boyunca yaşayacağım ev belli olmuş oluyor. Sıkıntısız, hafakansız…

Yeri gelmişten bahsedeyim. Ev baktığımız günden aklımda iki tuhaf ayrıntı kaldı. Birincisi öğlen yemeği için gittiğimiz lokantada hesabın emlakçı tarafından ödenmesiydi -su alınca da parayı o ödedi-. Ben elimi cüzdanıma atıp, tipik Anadolu delikanlısı gösterisi yapacaktım ki Ann “Bırak o ödesin, bu işten para kazanıyor.” dedi. Sanırım yarım kira alıyormuş emlakçı. Yarım kira bizden, yarım kira da ev sahibinden. Türkiye’deki sistemle yaklaşık olarak aynı. Yalnız Türkiye’deki emlakçılar kiracı için kıllarını kıpırdatmazlar. Evi gösterirler, türlü tahşidatlarla evi överler ama iş hizmete gelince hiçbirisi yanaşmaz.

Bir diğer tuhaflık da –daha önceden de bildiğim ama görünce insan ayrı bir şaşırıyor- 35 derece sıcaklıkta saatlerce yürüdükten sonra bile soğuk su değil de ılık su içmek isteyen Çinli yoldaşlarım. Yahu kardeşim, yanıyoruz, pişiyoruz; insan soğuk su içer. Yok, soğuk su sağlığa zararlıdır diyorlar. Ben soğuk suyun sağlığa zararlı olduğu hakkında herhangi bir bilimsel makale okumadım hayatım boyunca. Kirli su ya da aşırı sıcak su sağlığa zararlı olabilir ama soğuk su harareti giderir, en azından ferahlatır, bir süre susatmaz. Ilık su dediğin, kan gibi boğazından aşağıya indiğinde, su içtin mi içmedin mi farkına bile varamazsın. Ne anladım ben o işten! 

Konfüçyüs aşırıya gitmeyin, aşırıdan kaçının derken aşırı derecede sıkıcı olun demek istememiştir herhalde. İnsan bazen aşmalı, sınırları zorlamalı. Tabii ki soğuk su içerek olmaz bu ama en azından o bile bir göstergedir. Hasta olsalar ya da bir rahatsızlıklar olsa anlayacağım. Yok, değil. Zaten dükkânlarda bile soğuk su bulmak zor. Su isteyince ılık su veriyorlar. Soğuk su isteyince önce şaşırıyorlar, eroin istemişim gibi ayıplıyorlar. Sonra da buzlu suyun içinden çıkardıkları, üzerinden şapır şupur sular damlayan plastik şişeyi veriyorlar.

 Yeri gelmişken bahsedeyim. Bulunduğum binanın 24. katında yaşıyorum. Yalnız 4 rakamı ölümü çağrıştırdığı için uğursuz sayılıyor burada. Dolayısıyla bina da 4., 14., 24. katlar yok. Bunların yerine 3A, 13A, 23A gibi kat numaraları var. Yalnız, 13 sayısı da batılılarca uğursuz sayıldığı için 13 sayısı da yok. Dolayısıyla 12’den sonra 12A, sonrasında da 12B geliyor. Ardından da 15! Böylesi batıl inançların hüküm sürdüğü bir toplum Çin. Adam o kadar okuyup inşaat mühendisi oluyor ama uğursuz sayı saçmalığını atlatamıyor. O atlatsa müteahhit ya da satış müdürü atlatamadığı için sayılar yine olması gereken yerlere yazılmıyor.

                                    3 de yok. O niye yok bilmiyorum. 

Binaya taşındığımın ilk gününde asansörle motosikletini 30. kattaki dairesine taşıyan bir adamla tanışmıştım. Herif, güle oynaya motosikletini asansöre yükledi ve düğmeye bastı. Ben asansörün içinde, ağzım açık adamı izliyorum. Hoş, bu durumdan dersini alan ben de bisiklet alır almaz onu üst kata çıkarmaya başladım. Buralarda sıklıkla söylenen bir laf var yabancılar arasında: Bisikletin çalınmadıkça Çin’e varmış sayılmazsın. Bu gidişle Çin’e vardığıma sevinemeyeceğim anlaşılan. Ya da asla varamayacağım.

                              
   Asansördeki motosiklet

Bu arada taşındığım dairenin iki kat üstünde bizim okulda çalışan bir Fizik öğretmeni var. Binanın hemen yanında da bir Uygur camisi, caminin etrafında yaşayan küçük bir Müslüman aile var. İki tane de lokanta var caminin altında. Birisi sokakta tavuk şiş yapıyor (Uygur usulü), yanında bir de ekmek pişiriyor. Diğeri ise, caminin alt katındaki lüks Uygur lokantası. Bir defa gittim, ne fiyatlarını ne de yemeklerini beğendim. Bir daha da gitmeyeceğim. Caminin yanında yaşıyor olmama rağmen bugüne kadar bir kere bile ezan duymadım. Ezan duymadım ama Budist ilahilerle uyandığım çok oldu. Bir de yeni açılan bir dükkânın kutlamalarıyla, kötü ruhlar gitsin diye atılan havai fişeklerle, saçma sapan pop şarkılarla uyandığım zamanlar.  

     Evin hemen yanındaki Uygur cami. Sen kalk, camiler şehri İstanbul'dan Çin'e gel. Bula bula yine bir caminin yanında ev tut. İstanbul'dayken bile bu kadar yakın değildim camiye. 


Not: Bundan sonra kronolojik bir sıra takip etmeyeceğim. Bir ya da birbirine yakın birkaç konu seçip onlar üzerine yazacağım. Günler hızlı geçiyor, okulda cidden yoğunum.  Şu anda da yorgunum. Yazıyı bir defa bile okumadan koyacağım, sonra da uyuyacağım. Yarın okulda düzeltirim.   

01 Eylül 2013

Çin Mektupları (8) - 20130831

Burada araya girip bir hazımsızlığımı arz etmek istiyorum. Ann’in söylediği “This Is China” cümlesi, her ne kadar Ann buna olumlu bir anlam vermiş olsa da, gelişmemiş ya da yeni gelişmekte olan tüm ülkelerin, yabancılarının ve yabancılarla iş yapan vatandaşlarının diline dolanmış, aslında temelinde oryantalist bakış açısı içeren bir cümledir. Post-kolonyal romanlarda batılı sömürgeciden daha çok batıyı öven yerli halktan karakterler olur. Örneğin Orwell’ın Burma Günleri romanındaki Dr Veraswami tam olarak bu tanıma uyan bir karakterdir. Roman boyunca yaptığı tek iş İngilizleri övmek ve kendi halkını –Burmalıları ve Hindistanlıları- aptal mahluklar olarak lanse etmektir. Bu cümle işte bana o karakterleri hatırlatıyor.

Tayland’dayken bu cümle, “This Is Thailand” idi, Vietnam’dayken “This Is Vietnam” ve hatta Türkiye’deyken yabancı arkadaşların Türkiye hakkında “This is Turkey” dediklerine şahit oldum birkaç kere. Bir de bunu kısaltırlar; TIT, TIV, TIC yaparlar, söyleme zahmetine katlanmamak ya da gizli bir şifreyi kendi aralarında paylaşmış olmak için. Böylece; deneyimledikleri tuhaflıkların, misafiri oldukları ülkedeki insanların düşünce sistemlerinin eksik, yanlış ya da tam olgunlaşmamış olmasından kaynaklandığını ima etmiş olurlar.

Ne zaman bir iş yolunda gitmese bunu kendi beceriksizliklerine ya da her ülkede olabilecek sıradan aksaklıklara vermek yerine, “Ohh, TIT” deyip geçerler. Ne sorunu çözmek için bir adım atarlar ne de sorunun çözülebileceğine inanırlar. “Böyle gelmiş, böyle giderci” zihniyetin ürünüdür bu laf. Bunu söylerken düşünmez ki misafiri olduğu ülkede yaşadığı huzur ve rahatlık aslında bu nemelazımcılığın bir ürünüdür, yerel halk tarafından kendisine gösterilen yersiz teveccühle aynı kaynaktan beslenmektedir. Eğer, gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkeler de Avrupa ülkeleri gibi kuralların tıkırında işlediği yerler olsaydı, bu ülkeler de gelişmiş olarak anılacaklardı ve doğal olarak tüm bu düzenin bir fiyatı olacağı için her türlü hizmetin fiyatı yüksek olacaktı. Bu durumda da o kişi turist olarak ya da yabancı çalışan olarak bu ülkeye hiç adımını atamamış olacaktı.

Konu yine dağıldı ama olsun. Yazmasaydım içimde kalacaktı. Yazdım kurtuldum. Şimdi kaldığım yerden devam edebilirim. Ann ile otelden çıktık ve ilk olarak SIM kartı almaya gittik. Çanco hakkındaki ilk izlenimim sessizliği oldu. Hiç de beklediğim gibi kalabalık insan ya da araç yığınları yok ortalıkta. Çin hakkındaki önyargılarımdan birisi daha yıkıldı. Zaten e-bisikletler gürültü çıkarmıyorlar. Hava kirliliğini azaltmaya bir faydası olmasa bile gürültü kirliliğini engelleme konusunda mutlak anlamda işe yarıyorlar.

Kaldırımlar geniş ama bu iyi mi değil mi karar veremedim çünkü kaldırımlar geniş olduğu için yayaların yanında bisikletlere, e-bisikletlere ve hatta arabalara da açık. Yani kaldırımda yürürken bile sağınıza solunuza bakmanız gerekiyor. Öyle kafanıza estiği gibi zikzak çizemiyorsunuz. Hele o e-bisikletler tam bir sessiz katile dönüşüyorlar kaldırımlarda. İnsan içinden demiyor değil, “Dar yapaydınız da sadece yayaların olsaydı.” Arabalar yine kısa mesafe gittikleri için kaldırımda yavaş ve sabırlılar. Ama her biri birer kamikaze kesilmiş e-bisiklet sürücüleri kaldırımı gerçek bir yolmuş gibi kullanıyorlar. Zaten daha ilk günümde dersimi aldım ben: Bir kadın e-bisiklet sürücüsünün elinde taşıdığı şemsiye Ann’in kafasına çarptı. Kadın ne durup özür diledi ne de yavaşlayıp geriye baktı.  

Neyse ki ciddi bir şey olmadı. Yolumuza devam ediyoruz. Telefon şirketi köşedeymiş. On dakikada işimizi hallediyoruz. Türkiye’de olduğu gibi burada da pasaport –kimlik- gerekiyor SIM kart için. İlginçtir, başka bir sosyalist ülke olan Vietnam’da gerekmezdi. Hattım anında açılıyor, hiç öyle “bekleyin, sistem arızalı, iki saat sonra telefonunuzu açıp kapayın” gibi Türkiye’ye has şeyler yok. SIM’i taktım, telefonu açtım, tadaaaa! Artık Çin’deyim. Internete bile anında bağlandı.

Telefonu hallettikten sonra bankaya gideceğiz. Taksi durdurmaya çalışıyoruz ama adamlar durmuyorlar. Bazıları boş geçmelerine rağmen bizi geç fark ettikleri için durma zahmetine katlanmıyorlar. Tayland’da, Türkiye’de, hele hele Vietnam’da olsa şoför arabaya havada U dönüşü yaptırır, yine yolcuyu kapar. Buradaki şoförlerin umurunda değil. Zaten taksilerin çoğu eski, hayatım boyunca görmediğim bir Volkswagen ve Honda modeli. Ne ilginçtir ki arabaların da çoğu Avrupa arabası. Ben Japonya ve Kore hâkimiyeti beklemiştim, bu ülkelerin coğrafi olarak yakın olmalarından dolayı. Gerçi Çin’de hemen hemen tüm Avrupa markalarının fabrikası vardır. Dolayısıyla normal karşılamak lazım böylesi bir dağılımı.

Neyse, bekle bekle bekle, en sonunda bir taksi duruyor. Atlıyoruz hemen. Şoför yine eldivenli, çaylı ve kemersiz! Bir de öyle deli kullanıyor ki arabayı, sanki Formula 1 yarışındayız. Çayına mı güveniyor ne! Bankanın önünde iniyoruz. Burada açılış ücreti 9 RMB (3 TL) ama 3 km’ye kadar bu ücret sabit. Ardından da 1,8 RMB (60 Kuruş) artıyor km başına. Bankanın içi geniş ve serin. Hemen sıra numarası alıyoruz. Bu arada ben bir su içeyim diyorum. Sebilin mavi çeşmesinden su alıyorum ama suyu içtiğimde soğuk olmadığını fark ediyorum. Acaba yanıldım mı diye soruyorum Ann’e. “Yok” diyor. “Biz soğuk su içmeyiz. Sağlığa zararlıdır.” Gidip sebili tekrar kontrol ediyorum ve fişinin takılı olmadığını görüyorum. Bu arada sıramız geliyor.

Tüm banka çalışanları kalın bir cam veznenin gerisindeler. Belge alıp vermek için önümüzdeki mazgalı itiyoruz, belgeyi deliğe koyuyoruz ve sonra da mazgalı çekiyoruz. Böylece belgemiz karşı tarafa güvenli bir şekilde ulaşmış oluyor. Yalnız bu sistem zahmetli olduğu için, eğer gönderilecek belge inceyse –bir deste para ya da pasaport değilse- , görevli memur bunu cam ile mazgal arasında kalan incecik aralıktan da gönderilebiliyor. Dolayısıyla koca güvenlik önlemi bypass edilmiş oluyor. Ben Ann’a böyle bir sistemin gerçekten güvenliği sağlayıp sağlamadığını soruyorum. “Tabii ki” diyor. “Bu kalın camlar ve mazgallar olmasa soyguncular soyarlar bankayı.” Aklıma yatmıyor ama sesimi çıkarmıyorum. Belki resimde fark etmediğim başka ayrıntılar vardır, belki de gerçekten caydırıyordur soyguncuları. Bunun için Çin’deki yıllık soygun denemelerine, başarı oranlarına falan bakmak gerek.  

                        
 Camın ucunun olduğu yerde bir çukur, çukurun üzerinde de hareket eden bir mazgal var. 

Hesabı açmamız da sürpriz bir şekilde çok az vaktimizi alıyor. O kadar ki elimdeki paranın bir kısmını hesabıma yatırdıktan sonra banka bana ATM kartımı veriyor. Öyle, “Kuryeyle adresinize göndereceğiz, şu numarayı arayın ve kuryeyi yönlendirin” gibi saçma sapan yol uzatıcı direktifler yok. Çin’e gelmeden önce Akbank’ta kredi kartı başvurusu yapmıştım. Güya diğer kredi kartımı iptal edip, öteki bankadaki hesabımı kapatacak ve tek bir bankayla çalışmış olacaktım. Amacım işlerimi kolaylaştırmak ve bankalarla olan işlerimi minimize etmekti. Başvurumun üzerinden bir buçuk ay geçmesine rağmen ben Çin’e doğru yola çıkarken halen gelmemişti kart. ATM kartını da İş Bankası iki haftada çıkarmıştı zaten. Akbank ise bana ATM kartı vermeyi bile akıl etmedi… Ne düşünüyorlarsa artık!

(Biliyorum, Türkiye'ye karşı çok gaddarım ama olsun. Sinirim geçene kadar yermeye devam edeceğim uzak ve yalnız ülkemi.Kendisini darı ambarında gören tavuklar gibi sürekli şişirilmiş rakamlarla övünen muktedirleri ve onların takipçilerini.  Elimiz, kolumuz yok ki dövelim; ancak böyle kaleme kuvvet eleştiriyoruz işte...)

Hesabı da açtıktan sonra Ann “Yemek yiyelim.” diyor. Saat 12 olmuş. Genelde gençlerin ve orta hallilerin takıldığı bir yemek holüne (food court) gidiyoruz. Adını bilmediğim, etli bir nudıl alıyorum. Yiyorum ama nedense içime sinmiyor tadı ve görünüşü. Yarısını bırakmak zorunda kalıyorum. Ann’in maşallahı var, koca tası bitiriyor. Yemekten sonra küçük bir jest olsun diye “İçecekler benden” diyorum. Zorla kabul ettiriyorum ama buz istemiyor Ann, buzlu çayında. Yani buzsuz buzlu çay içiyor. Ben de buzlu buzlu çay içiyorum. Sırada okulu gezmek ve çalışma izni için fotoğraf çektirmek var.

Onları da çabucak hallediyoruz. Okulun genel görünümü hakkında daha sonra ayrıntılı yazacağım için geçiyorum. Fotoğraf işi de çabucak halloluyor. “Tıraş olsam, bir temizlensem paklansam, fotoğrafı öyle çektirsek” diyorum. “Yoo, böyle iyisin” diyor. “Zaten bu fotoğrafları sen görmeyeceksin. Hepsi bende kalacak; başvuru formlarına, çalışma bakanlığına, eyalet eğitim bürosuna vereceğim.” “İyi” diyorum.  Bu defa taksi bulmakta zorlanacağımızı bildiğimiz için otobüse binmeye karar veriyoruz.


             Kendilerine ayrılmış yolda ilerleyen BRT otobüsleri. 

Çanco kentinin çok düzenli işleyen bir otobüs sistemi var. Adı BRT (Bus Rapid Transit). Bizde tek bir hat üzerinde işleyen metrobüs, burada, Tokyo’da, Seul’de yeraltında çalışan metro gibi yerüstünden işliyor. Gayet de hızlı. Hem içinde durak adlarını İngilizce yazan elektronik bir sistem de var. Makine İngilizce konuşuyor. Tıpkı hızlı trende olduğu gibi. Rahatlıyorum bu sistemi görünce. Ücret ise komik denecek kadar az: 0,6 RMB (20 Kuruş). Bir de hat değiştirdiğiniz zaman tekrar kart basmanız gerekmiyor. Yani 20 kuruş vererek kentin bir ucundan diğerine gidebilirsiniz, 3-4 defa otobüse binebilirsiniz. Metro kadar iyi olmasa da 3-4 milyon nüfuslu bir kent için fena bir hizmet sayılmaz. Ayrıca bildiğim kadarıyla metro inşasına başlanmış son yıllarda. Ne zaman biter bilemiyorum.
                                      BRT Haritası. Daha büyüğünü bulamadım. 

Fotoğrafları çektiriyoruz, hemen alıyoruz ve dükkandan çıkıyoruz. Hoş, girdiğimiz yer dükkana benzemiyordu ama olsun. Yaşlı bir kadının eviydi. Kadın evin arka odasında yaşıyor sanırım, girişte de fotoğraf çekiyor. Kapının hemen yanında bir ayna var, aynanın yanında da kravatlar, gömlekler falan. İçeriye girince ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Sonuçta kadının evi burası. Oturuyorum bir iskemleye, şip şak bitiyor iş. Hiç öyle kafanı sola kaydır, dik dur, gülümse falan yok. Neysen o! Kadın bıkmış anlaşılan, insanların ruhlarının fotoğrafını çekiyor, hiç müdahale etmiyor. “Duruşun ve oturuşun ruh halini yansıtır.” demek istiyor.
Fotoğrafçıdan çıkınca işimiz bitmiş oluyor. “Bugünlük bu kadar yetsin, yarın ev bakacağız.” diyor Ann. “Tamam” diyorum. Beni otelin olduğu caddenin başında bırakıyor. Saat öğleden sonra 2 gibi. Yorgun değilim ama uykusuzum. Sanırım jetlag etkisini göstermeye başlıyor. 

Otele girmeden önce yolun kenarındaki süpermarkete giriyorum. Bir yıldan beridir görmediğim ve özlediğim meyveleri görünce seviniyorum tabii. O mankutlar, o dürienler, o mamuanlar…


Meyvelerin kralı: Dürien. Kokarca kadar sinsi, kirpi kadar tehlikeli, tarif edilmez derecede lezzetli. 

 Yiyeceklerin fiyatlarına bakıyorum. Sandığımdan da ucuz görünüyorlar. Biraz bir şeyler aldıktan sonra fark ediyorum durumu. Nedense tüm meyvelerin, sebzelerin ve et ürünlerinin fiyatları yarım kilo üzerinden yazılmış, benim alıştığım 1 kg üzerinden değil. Türkiye’de de böyle şeyler yapılır, özellikle malın fiyatı aşırı derecede yüksekse ya da kimse o malı bir kilo almayacaksa –örneğin ıhlamurun fiyatı Türkiye’deki marketlerde 100 gr üzerinden yazılır-. Yalnız, bunu bir kural haline getirmeleri ve tüm yiyecek ürünlerine uygulamaları ilginç. İşin psikolojik ve sosyoekonomik yönünü kurcalamak gerekir diyor içimden bir ses. Öyle ya, sonuçta Çin halkı zengin değil. Fiyatı görür görmez kaçmasınlar diye yapılmış olabilir gibime geliyor.

                          
        Mankutlar... O kalın mor mantonun altında ne tatlı bir beyazlık var kim bilir!

Bu arada kurabiyeye benzeyen bazı ürünler görüyorum ama cam bir kapağın altında oldukları için alamıyorum. O sırada yakında bekleyen bir bayan market görevlisine ellerimle camı gösteriyorum. Derdim benim açmayı beceremediğim kapağı onun açması ya da bana nasıl açılacağını göstermesi. Bayan market görevlisi dediğime bakmayın, lise öğrencisi yaşlarında uzun boylu, ince, gözlüklü bir kız. Bana yardımcı oluyor, bir iki kurabiye alıp tarttırıyorum. Tam kurabiyeleri elimdeki sepete koyacağım kız utana sıkıla, bozuk İngilizcesiyle şu cümleyi kuruyor: “You are very handsome.” Haydaaaa, dakika bir gol bir! Apışıp kalıyorum. Belli ki kızcağız hayatında hiç yakışıklı erkek görmemiş, benim gibi karga burunlu, saçlarına ak düşmüş birini yakışıklı zannediyor. Ne yapacağım? Teşekkür ettim, gülümsedim ve ayrıldım oradan. Asyalıların uzun burun, büyük göz ve beyaz ten merakını biliyorum da bu biraz ağır geldi. Hele bir de uykusuzluktan gözlerim kapanıyorken…

Süpermarketten çıktım, otele doğru gidiyorum. Bir adam elinde çöp poşetiyle yola çıkıyor. Yalnız tam çöp poşetini konteynıra atacakken, poşetin üzerindeki bir çift eski ayakkabıyı –eski olmayabilirler, ben öyle tahmin ediyorum- diğer eline alıyor. Poşeti konteynıra, ayakkabıları da bisiklet (e-bisiklet) yoluna atıyor. Ben tabii merakla izliyorum ne olacağını. Öncelikle bu harekete bir anlam vermeye çalışıyorum. Aklıma yatan tek senaryo şu oluyor: Adamın ayakkabılara ihtiyacı kalmadı ya da hiç olmadı. Dolayısıyla ayakkabıları çöpe atacağına genelde orta ve alt kesimin geçip gittiği yola atıyor. Böylece yoldan geçen ve ayakkabıya ihtiyacı olan bir bisiklet (e-bisiklet) sürücüsü ayakkabıları alabilir. Adamın niyeti bu muydu yoksa başka bir derdi mi vardı bilmem imkânsız. Dilini bilmiyorum ki sorayım. Zaten durmuyor adam, ayakkabıları yola fırlatıp geldiği yere geri dönüyor. Ben bir süre kaldırımda bekleyip, ayakkabının akıbetini görmek için yolu gözlüyorum ama kimse durup da ayakkabıları almıyor. Ben de en sonunda sıkılıp otele dönüyorum.


Duş alıp, temiz bir şeyler giyindikten sonra yatağa uzandığımda aklımda yine o ayakkabılar var. Acaba ihtiyacı olan birisi aldı mı? Yoksa üzerlerinden e-bisikletle geçip iyice hırpaladılar mı zaten eski olan ayakkabıları. Bu düşüncelerle –belki de bir öykünün konusu bu vakti gelince yazılacak olan- uykuya dalıyorum. 

                Tianning Pagodası'nın akşamki görüntüsü. Gece yarısından önce ışıklar söndürülüyor.