Bu Blogda Ara

12 Mart 2016

Kent Bir Gölgeydi Ayaklarımın Dibinde 4

Pencerenin önünde mor, sarı, kırmızı menekşeler; bozguna uğramış kış güneşine rağmen ışıl ışıl parıldıyorlar. Az ileride ayazın soyup soğana çevirdiği ağaç iskeletleri. Daha ileride binaların kirli gri duvarlarının soğuğun şiddetini anımsatan gudubet yüzleri. Her şey olması gerektiği gibi, olması gerektiği yerde; baktıkça çirkinleşen bir dünya var gözlerimin önünde. Menekşeleri biraz daha dikkatli inceleyince pencerenin önüne konmuş uzun bir tahtaya saplanmış plastik saplarını fark ediyorum. O sapların ucundaki renkli kumaşlar, titrek serçeler gibi rüzgârın ıslığıyla salınıyorlar. Sahtenin çekiciliği karşısında gerçeğin donukluğu hiç de şaşırtmıyor beni. Alışmışlığım korkutuyor sadece.

“Ne zaman ayrıldım demiştiniz?”

Çalıştığım üniversitenin, çalışanlarından ücret talep etmeksizin sunduğu psikolojik yardım servisindeyim. Kocaman bir odanın ortasında 4x3 boyutlarında olduğunu tahmin ettiğim, üzerindeki geometrik desenlerle bezenmiş insan yüzleriyle Picasso’nun kübik formlarını anımsatan bir halı var. Halının bir ucunda ben varım, diğer ucunda Psikolog Sinan Bey. Ben danışanım, o danışılan. Aramızda dört metrelik ağzıyla, kaybedeni yutmaya hazır bir kuyu. Duvarlarda tablolar, renkli resimler. Sinan Bey’in arkasında, duvarın tamamını kaplayan bir kitaplık, dolmuş taşmış adeta dünyanın türlü bilgisiyle. Bu kadar büyük bir odanın psikolojik yardım servisine ayrılmasına biraz hayıflanıyorum açıkçası. Bizim fakültede doçentlere verilen oda bu halı kadar ya var ya yok! Nedir yani burada yapılan iş! Benim gibi konuşacak arkadaşı olmayan insanların, hiçbir karşılık beklemeksizin kendilerine güler yüz gösteren psikoloğa içlerini dökmeleri. Gerçi karşılık beklemediğini söyleyemeyiz. Bu kliniğin masraflarını, psikoloğun maaşı da dâhil olmak üzere üniversite ödüyor. Bir anket yapılsa ve buraya gelenler memnun kalmadıklarını söyleseler, hemen kapatırlar burayı. Sinan Bey de işsiz kalır.

“Yaz başıydı. Ayrıldım denilmez. O beni bıraktı. Bir mektup yazıp, yastığının üzerine bırakmış. Beni bir daha arayıp sorma demişti mektubunda. Ben de dediğini yaptım, peşinden gitmedim.”

“Yaz başı, hımmm. Yani yaklaşık beş ay olmuş. Yanılıyor muyum?”

Bir bana bakıp bir elindeki deftere notlar alıyor. Ne yazıyor acaba? Ortada notu alınacak ne var ki? Ağzımdan çıkan her kelimeden, sakladığım için ağzımdan çıkmayan diğer kelimelere mi varmak istiyor? Saklayacak bir şeyim yok zaten. Öyle olsa neden geleyim psikoloğu görmeye?

“Yanılmıyorsunuz.”

Neden bu kadar uzağız birbirimizden? Hakkımda yazdığı notları okurum diye mi endişeleniyor? Hem okusam ne olacak, benim hakkımda yazmıyor mu? Benim onun benim hakkımda bildiklerini bilmemem mi gerekiyor? Yine de bu uzaklık can acıtıcı türden, denize düşen adama elini uzatmak imkânı varken ip atmak gibi bir şey. Hastayla arasındaki mesafeyi korumak derken kastedilen bu olmasa gerek! Yok ama, hasta değilim ben, danışanım. O da danışılanım. Alışmak lazım kelimelere, her şey dilde başlıyor ve dilde bitiyor. Kim demişti bunu? Yeşim mi? Gene mi o? Buraya da mı geldi?

“Anlatmak ister misiniz tekrar, Ziya Bey? Neden buradasınız ve size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Uyuyamıyorum Sinan Bey, neredeyse son üç aydır sağlam bir uyku uyumadım. Bu yüzden hep yorgunum, kızgınım, herkese ve her şeye karşı nedenini bilemediğim bir nefret besliyorum. Genel olarak zaten çok mutlu bir insan değilimdir ama son aylarda bu mutsuzluğumu kafaya takmaya başladım. Sanki mutlu olmayı hak etmiyormuşum gibi!”

Yine defterine bir şeyler yazıyor. O yazarken durayım mı diye tereddüt ediyorum ama saçma geliyor bu düşünce. Hem neden iyilik yapacakmışım ona? Gazeteciler rahat yazsın diye yavaş konuşan siyasetçi ya da sporcu var mı ki ben onun için yavaşlayayım? Hem her şeyi yazıp da ne olacak? Uyuyamıyorum işte, hepsi bu! Buna çare bulsun yeter.

“Anlıyorum. Tam olarak ne zaman başladığını biliyor musunuz? Ya da öncesinde ne olduğunu?”
Gün, saat ve dakika mı bekliyor benden? Böyle bir şeyin mümkün olmadığını bilmiyor mu? Neden bu kadar kesin olmak zorunda her şey? Zaten belirsizliğin içinde yüzüyorum, bir de zanlı sorguluyormuş gibi sorulan bu sorular… İçimdeki “yine yanlış tercih yaptım” korkusu kıpırdıyor hafiften, ayağa kalkmaya yelteniyor zayıf bir gayretle.  Vuruyorum kafasına, yıkıyorum yere. Bu kadar erken pes etmemeliyim.

“Yeşim’den ayrılınca başladı işte. Ama hemen başlamadı, ilk iki ay rahattım. Yani üzerimden bir yük atmış gibiydim. Gölgelerim de bunu onaylıyorlardı. Bakıyordum ve bir tane gölge görüyordum ayaklarımın altında. Günlerce bunun neşesi doldurdu içimi, her gün bayramdı bana, her gün festival. Sonra ne olduysa birden karıştı işler, otobüs aniden durunca ayaktaysanız eğer dengenizi kaybedersiniz ya. Öyle bir şey oldu ama benimkisi sanki otobüs durduktan iki ay sonra gerçekleşti. İlk başlarda çok mutlu, çok üretkendim. Deliler gibi çalışıyor, dergilere yazılar gönderiyor, konferanslara katılıyor, söyleşilerde konuşuyordum. Yaz tatili olmasına rağmen sıcağın rehavetine kapılmamıştım. Bir hafta sonu sabahında uyandığımda telefonumdaki mesaj kutumun boş olduğunu, e-posta adresime hiç yeni mesaj gelmemiş olduğunu, telefonumun en son bir ay önce çalmış olduğunu fark ettim ve durduk yere telaşa kapıldım.  Ne kimse yaptığım çalışmalar üzerine yorum yapmıştı ne de arayıp halimi hatırımı sormuştu. Daha önceleri beni rahatsız etmeyen bu durum o sabah rahatsız etti, sivri bir kalem elime batmış ve kırılan ucu etimin içinde kalmıştı. Hiç hesapta yokken hayatımın anlamsız olduğunu, Yeşim’i özlediğimi, çok yalnız ve mutsuz olduğumu düşünmeye başladım. O günden sonra da içimde bir taşma hissettim, hani bira şişesini sallayıp açarsanız bira köpürür, taşar ya, aynen öyle. Sanki o güne kadar nelerden nefret ettiğimi bilmiyormuşum da o sabah birden bire farkına varmışım gibi. Sonra da uyuyamamaya başladım işte, önceleri görmezden geldiğim ya da hoş gördüğüm yozluklar, saçmalıklar, yalakalıklar, banallıklar, akıldışı işler beni aşırı derecede rahatsız etmeye başladı. Gözüme çarpan ne kadar çöp varsa akşama kadar birikiyor, akşam yatağa girdiğimde o çöp dolu kamyon üzerime devriliyordu adeta. Yaşadığım şey aynen buydu! Etrafımı çevreleyen çöplerin kokusundan uyuyamıyorum, bilmem anlatabiliyor muyum! Hayır Sinan Bey, insan yalnız olduğunu böyle yıldırıma çarpılır gibi mi anlar? Yok mu bunun daha yavaş, daha usul usul gelen bir versiyonu? Hazırlansam, gardımı alsam, savaşsam onunla?”

Defterine bir şeyler daha yazacakmış gibi eğildi ama sonra vazgeçmiş olacak ki duraksadı, elindeki kalemi parmaklarının arasında ustaca çevirdi. Öğrencilik yıllarında kalma bir alışkanlıktı büyük bir olasılıkla, beynin yaşadığı tereddütlerin elin parmaklarına kadar uzaması, orada salınması bir süre, sarkacından kopan topun aşağıya doğru değil de bir süreliğine yukarı gitmesi. Sonra durdu, kalemi kıracakmış gibi ortasından tuttu. O ana kadar yazdıklarının altını çiziyormuş gibi defterin üzerinde soldan sağa kalemiyle hızlıca gitti. Bir şeylerin altını çiziyor olması, benim hayatımda da önemli şeylerin olduğu anlamına mı geliyordu? Çözmüş müydü beni hemen? Yoksa durum sandığımdan da mı ciddiydi?

“Sakin olun Ziya Bey. Çok şey anlattınız bir anda. Siz de bilirsiniz, bilim insanları çözümleyerek, parçaları tek tek inceleyerek, sonra o parçaları uygun yerlerinden birbirlerine ekleyerek sonuca ulaşırlar. Anladığım kadarıyla altı ay kadar önce sonlandırmışsınız ilişkinizi. Her ne kadar Yeşim Hanım’a yükleseniz de tüm sorumluluğu, aslında sesinizi çıkarmayarak siz de ondan ayrılmışsınız. Sonuç olarak en az iki yıl sürmüş olan bir birliktelik sona ermiş. Kimse kolay kolay atlatamaz böyle bir travmayı. Yalnız, benim saptadığım başka şeyler de oldu uykusuzluğunuza neden olabilecek. Yalnızlığınız örneğin, sizi arayan soran kimsenin olmayışı… Ayrıca gölgeler de var konuşmamız gereken. Ne demek istediniz bir gölge görüyorum derken?”

Karnımın orta yerinde ince bir sızı hissettim o anda, derin bir kesik gibi yayıldı sızı. Sanki ormanda yol ikiye ayrılmıştı ve ben yanlış yolu seçmiştim. Akşam pis bir yorgan gibi üzerime inmiş, geri dönüp diğer yola girme şansımı yok etmişti. Pişmanlıktı bu, evet! Uzun süredir tatmadığım bir duyguydu. “Ne kadar da aptalım, ne kadar da naifim ben!” diye sorup durdum kendime birkaç kere. 

“Ne işim var burada?” Az önce kafasına vurup yere yıktığım tereddüt şimdi dizlerinin üzerine oturmuş bana bakıyordu.

“Gölgeleri sonraya bırakalım bence. Anlatması uzun sürer. Asıl bu yalnızlık duygusunu ne yapacağız? Beni uyutmayan, içimde bir buz taşıyormuşum gibi beni sürekli üşüten olsa olsa yalnızlıktır, değil mi? Yoksa siz psikologlar tek başınalık mı diyorsunuz? Bu ikisinin farkını biliyor olmam da pek işime yaramadı işte, Sinan Bey. Görüyorsunuz halimi.”

Hafifçe doğruldu yerinden. Boynunu çevirip arkasındaki kitaplığa göz attı. Bir kitaptı aradığı ya da kitapların önlerinde duran ıvır zıvır şeylere bakıyordu. İnsan önündeki sorunun çaresini bulamayınca, nasıl da hemen arkasını dönüp medet umuyor eşyadan değil mi? Kaçmak ilk adımı mı yoksa sorunlarla baş etmenin. Önce kaçmaya yeltenmek, sonra suçluluk duymak korkaklıktan dolayı, sonra geri dönüp yüzleşmek… Daha mı güçlü oluyor insan geri döndüğünde, daha mı gözü pek. Geri dönüşün asaleti, yenmeye azmetmiş savaşçının kızıl yüzü… Sinan Bey aradığını bulamamış olacak ki hiçbir şeye elini sürmeden tekrar bana çevirdi gözlerini.

“Ziya Bey, uykusuzluk ciddi bir sorundur ve pek çok ağır psikolojik rahatsızlığın ilk belirtisi olabilir. Böyle birkaç dakikalık sohbetle asıl kaynağa ulaşmamız zor. Bugün isterseniz sadece yalnızlıktan konuşalım. Gölgeler konusunu da merak ettiğim için bugüne sığdırabiliriz. Bir sonraki görüşmemizde sözünü ettiğiniz diğer konulardan konuşuruz. Ne bileyim; nefret demiştiniz, gerçi nefret yalnızlıkla ilintili olabilir. Onu da ayrıyeten irdelememiz gerekecek. Bir de Yeşim Hanım var, ayrıldığınızdan beri bir kere bile görmediğiniz, şu anda yaşayıp yaşamadığından bile emin olmadığınız. Onun konuyla doğrudan ilgisi olduğunu düşünmüyorum ama katkısı mutlaka olmuştur. Bazı insanlar böyledir, yoklukları hemen hissedilmez, uzun süre etrafınızda görmediğiniz zaman onlardan kalan boşluğu yalancı bir yalnızlık hissi doldurur. Bakın yalnızlık diyorum. Tek başınalık insanı rahatsız eden bir şey değildir zaten. Eğer rahatsızlık vermeye başlamışsa tek başınalığınız yalnızlığa dönüşmüştür.”

Gözlerimi tavana diktim birkaç saniyeliğine. Sinan Bey’le göz göze gelmeye çekiniyordum. On dakika önce tanıştığım bir adamın ruhumu okumasından, benim bile ulaşamadığım derinliklere inip bana ait şeylere el sürmesinden korkuyordum en çok. Psikologlar da doktorlar gibi yemin ederler mi mesleğe başlamadan önce? Ama ben, iki gölgeli Ziya, neden geldim ki buraya? Tedavi olmaya gelmedim mi? Doktorların muayenehanelerine gelip, oradan buradan okudukları tıp bilgisiyle doktora yön vermeye çalışan hastalara gıcık olduklarını okumuştum bir yerlerde. Psikologlar da aynıdır herhalde! Belki de her şeyimle teslim olmalıyım, o zaman kurtulurum sıkıntılarımdan. Bu servis işe yaramazsa da kendimi suçlayamam.

“Peki Sinan Bey, siz nasıl isterseniz öyle olsun. Ben sizin elinizde yoğrulmaya hazır bir hamurum.”
Evet buydu, tüm tereddütlerin sonu, tüm hafakanların bitiş noktası, çukurlu yolun bitip asfaltlı yolun başladığı nokta… Ellerim ayaklarım bağlı halde büyücüye boyun eğmek iyi edecek beni, karışmamak lazım gerisine. Bırak ne yaparsa yapsın, sen şu kapıdan iyileşmiş olarak çık.

“Böyle demeyin Ziya Bey, anladığım kadarıyla hayatınıza dair önemli kararları başkalarına verdirerek sorumlulukları omuzlarınızdan atma gayretindesiniz. Belki de yaşadığınız yalnızlık duygusunun temelinde bu vardır. Hayatınızda kayda değer bir şey yapmamışlık duygusu da aynı üşengeçlikten kaynaklanıyor olabilir. İnsan verdiği kararlardan ibarettir bir bakıma, bunu siz de bilirsiniz. Vermiş olduğu kararlar ona salt kendisine ait bir yol çizer. Sizin kontrolü elinize almanız lazım. Başkaları ne düşünür, kim nasıl etkilenir demeden kendi yolunuzu belirlemelisiniz. Çünkü ancak siz kendinize yardım etmek isterseniz ben ya da başka birisi size yardımcı olabilir. Bilmem anlatabildim mi?”

Canım sıkılmaya başladı. Söylediklerime karşı çıkanlardan, her şeye bir mazeret uydurup yapmak istediklerimi engelleyenlerden oldum olası nefret etmişimdir. Bir işe yarıyormuş gibi görünmek için laf üretirler böyleleri, kendilerini iş yapıyormuş gibi göstermek için.

“İyi ama Sinan Bey, kararlarını başkalarına verdirdiğim yok ki benim. Sadece verilen kararlara sessiz kalıyorum. Az önce siz de dediniz, benimkisi bir çeşit sessiz onay. Aslında gayet etkinim. Sadece karşımdakini o kararı almaya zorluyorum ben. Yeşim’e de böyle olmuştu. Benim kafamda biten bir ilişkiyi içkiyle, cinsellikle ve alışverişle sürdürüyorduk. Fişe takılı halde yaşayan, çoktan bitkisel hayata girmiş bir birliktelikti bizimkisi. Fişi kimin çektiğinin ne önemi var, eğer hastayı bitkisel hayata ben sokmuşsam.”

İyi vurmuştum bu sefer, zayıf yerinden yakalamıştım. İnsan en çok saldırırken unutuyor zayıf yanlarını. Sen psikologsan ben de akademisyenim. Sen psikoloji çalıştıysan ben de fizik, bilim felsefesi ve bilim tarihi çalıştım. Akılsa akıl, mantıksa mantık, gözlemse gözlem yani…

“Bakın şimdi de hayatınızı yönlendiren kararların altında imzanızın olmayışının mazeretini uyduruyorsunuz. Sesli onay vermekten kaçtığınızı gösteriyor bu durum, başka bir şeyi değil. Bakın ben sizin adınıza kararlar alamam. Yapabileceğin en iyi şey sizin kendinize yardım etmenizi sağlamaktır. Anladığım kadar çok yalnızsınız, hayatın güzel yanlarını size hatırlatacak dostların olmamasını hayatın güzel yanlarının olmaması gibi yorumlamaya başlamışsınız. Bu tehlikeli bir noktadır insanın yalnızlıkla girdiği mücadelede. Yalnızlığın en ilginç yanı nedir bilir misiniz, Ziya Bey? Pek az insan fark eder bunu ama aslında neredeyse evrensel bir gerçektir, yalnızlığın uyuşturucu özelliği.“

Sandığımdan da iyi çıkmıştı pek sayın psikolog. Belki de bırakmalıydım bu rekabetçi tavrı. Ben buraya kimseye ne kadar zeki birisi olduğumu kanıtlamaya gelmedim ki! Neden kasıyorum bu kadar? En iyisi susmaktı, susup dinlemek. Sadece sorulana yanıt vermek, ara sıra şaşırıyormuş gibi kaşlarımı kaldırmak, onun yüzüne bakarak başını hafifçe sallamak, belli belirsiz gülümsemek. Evet, böyle yapmalıydım, çok düşünmeden, aklıma ilk geleni söylemeliydim…

“Uyuşturucu mu? Nasıl yani? Olur mu öyle şey canım! Benim gözümde yalnızlık çekiç gibidir. Camı kırar ama çeliğe güç verir.”

“Evet, yanlış duymadınız; insanı uyuşturan bir yanı var yalnızlığın. Hani dişçiye gittiğinizde, ağzınızın içinde bir yerlere iğne vurur da orayı hissizleştirir ya, aynen öyle yalnızlık da hissizleştirir insanı, profanlaştırır, kendisine yabancılaştırır. Oraya kerpetenle de girseniz, keskiyle dişin dibini de oysanız hatta çürük dişi çıkarıp yerine çam ağacı dikseniz bile hissetmez hasta. Dünyadan soyutlanmak işte böyle bir şeydir. İnsanı ahlaki açıdan rahatlatan bir yanı vardır, onu büyük sorulardan ve büyük çözümlerden uzak tutarak, kısa yoldan aziz yapar.”

“Benim öyle bir iddiam yok ama Sinan Bey. Tam tersine mutsuzum. Aziz olsam mutlu olmam gerekmez miydi?”

“Hayır Ziya Bey, mutsuzluğunuzu bir çeşit diğerkâmlık olarak görüyor olabilirsiniz. Yani siz acı çekiyorsunuz, mutsuz oluyorsunuz ama şimdi katlanmak zorunda kaldığınız yalnızlık ve aşırı çalışma bir gün meyvesini verecek ve tüm insanlığa fayda sağlayacak. Bu yüzden mutsuzluktan haz alıyorsunuz. Ben sizde bunu seziyorum en çok. Yalnız sorun şu, bugüne kadar sizi huzursuz etmeyen mutsuzluğunuz neden şimdi sizi huzursuz ediyor? Bu soruyu yanıtlamamız gerek birlikte.”

“Dediklerinizi anlıyorum ama ben böyle birisi değilim sanki. Yani bana uymuyor teşhisiniz.”

“Bence ‘teşhis’ kelimesini kullanmayalım. Henüz o kadar yol almadık. Konuşuyoruz şunun şurasında, sizi tanımaya çalışıyorum. Şimdi bana; gıcık olduğunuz, görmeye ya da konuşmaya katlanamadığınız birisinden söz eder misiniz?”

“Gıcık olduğum mu?”

“Evet, yani yanınızdayken sizi varlığıyla, sesiyle, düşünme şekliyle rahatsız eden birisi. Etrafınızdaki insanlardan nefret ettiğinizi söylemiştiniz. Zor olmayacaktır içlerinden birisini çekip çıkarmak.”
O anda bu odaya daha önce girip, Sinan Bey’le konuşmuş insanları düşünüyorum. Bu duvarlar ne sorunlar dinlemişlerdir kim bilir? Ne ateşli duygular burada küle dönüşmüştür! Sünger gibi emmiştir tüm o lav kırmızısı tutkuları, sonu ölümle ya da hastalıkla biten hayatları, gözyaşlarını. Bu duvarlar dinlemiştir insanın duyup duyabileceği her türlü hikâyeyi. Şimdi benden gıcık olduğum birisinin hikâyesini dinleyecek, görünce kimi zaman yolumu değiştirdiğim kimi zaman da nefesimi tutup yanından hızlıca geçtiğim birisini. İşkembesini satsan beş kuruş etmeyecek, beynini sadece kariyeri için kullanan, şu anda ölse dünyanın hiçbir şey kaybetmeyeceği birisini dinleyecek. Dayanabilecekler mi bu kadar laf kalabalığına, dayanabilecekler mi sığlığın zirvesinde gezinen bu adamın bencilliğine!

 “Aynı fakültede çalışan, arada ortak ders verdiğimiz öğretim görevlisi bir arkadaş var. Adını vermeyeceğim. Ya da kolaylık olsun diye Ali diyelim. Yalakanın teki, o kadar ki hayatını yazsak kitabın adı “Yalakalığın Bilinmeyen Sırları” gibi bir şey olur. Dekana, rektöre yaranmak için elinden geleni yapar. Aslında ne öğrencileri umurundadır ne de yayınlanan makaleler. Buna rağmen hep çok çalışıyormuş gibi görünmeyi sever. Dışarıdan bakanlar üniversite için çok uğraştığını, tüm enerjisini eğitime ve bilime harcadığını zanneder. Oysa şarlatanın, yozun, sığ adamın tekidir. Ne yaptığı işte bir kalite vardır ne de söylediği laflarda. Varsa yoksa gösteriş, süslü püslü ifadeler, sağa sola hoş görünmek için takınılan yapmacık tavırlar, gülümsemeler. Şeyi bilir misiniz? Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filminde bir Hidayet karakteri vardı. Aynı o işte bizim bu Ali. Hidayet, film boyunca patronunun işleriyle yakından ilgileniyormuş izlenimi verir, sağa sola koşturuyormuş gibi laflar eder, yeri geldiğinde kraldan daha kral takılır. İşin aslında kendi menfaatini düşünen tembel bir …”

“Tamam Ziya Bey. Anladım ne demek istediğinizi. Siz kitap okumayı, rasyonel düşünmeyi, insanlık için anlamlı işler yapmayı, kısacası üretmeyi seven birisisiniz ve sizin gibi olmayanlar yaşamayı hak etmeyen, düşünemeyen, sorunları çözemeyen insanlar.”

“Ne diyorsunuz Sinan Bey. Ben öyle mi dedim? Tamam Ali’yi sevmiyorum ama yaşamayı hak etmiyor demiyorum. Gitsin kenarda yaşasın, ne işi var üniversitede. Onun işgal ettiği makamı da liyakati olan birisine verelim. Yalaka olmayan, sağlam ve tutarlı fikirleri olan, gerçek anlamda iş yapan birisi otursun o koltukta. Fena mı olur, sadece ben değil, tüm üniversite yararlanacaktır bu değişiklikten.”

“Siz Ali Bey’i, size benzemediği için sevmiyorsunuz ama görünen o ki dekan ve rektör Ali Bey’in yaptıklarını takdir ediyor. Ya da en azından onu engellemiyor. Belki de Ali Bey’in sizden iyi yaptığı bir şeyler vardır. Hiç düşündünüz mü bunu?”

“Bırakın Sinan Bey Alla’şkına! O karaktersizden bir halt olmaz. Hem sadece o değil ki bizim fakülte uyuz insan kaynıyor. Her biri diğerinden berbat. Zaten birbirlerinin kuyusunu kazdıkları için patır patır dökülüyorlar. Ben de seviniyorum onlar gittikçe. Sistem bağırsaklarını temizliyor zaman zaman, çöpler gidiyor, iş yapacak adamlar kalıyor.”

“Ya bir gün birileri de sizin kuyunuzu kazarsa?”

“Ben karışmıyorum onların işlerine, kimse de bana karışmıyor. Yalnızlığın faydası bu sanırım.”

“Belki de tam tersidir. Onlar içlerinden birisi kaybederken kaybedene destek olurlarken, siz kaybettiğinizde size kimse destek olmayacaktır. Bunu düşündünüz mü hiç?”

“Sinan Bey, bakın buraya benim uykusuzluk sorunumu konuşmaya geldik ama sanırım asıl sorundan birazcık uzaklaştık. Sizce de öyle değil mi?”

“Bence uzaklaşmadık. Tam olarak sorunun üzerindeyiz şu anda. İçinizde yenemediğiniz, sözünü geçiremediğiniz bir ego var. Bu o kadar güçlü ki hiçbir şeyi affedemiyorsunuz. Ufacık hatalar sizi huzursuz ediyor, o hataları düzeltmeden başka bir işe bakamıyorsunuz. Şimdi bir kelimeyi yanlış telaffuz etsem hatamı düzeltmemek için ya kendinizi sıkmanız gerekir ya da hiç düşünmeden düzeltirsiniz. Anlamanız gereken şey insanların mükemmel olmadığı ve hayatın mükemmel olmayan insanlar tarafından idare edildiğidir. Buna alışmanız gerek. İsteseniz de istemeseniz de hayat böyle. O size uymazsa siz ona uyacaksınız.”

“Neye alışacağım Sinan Bey, neye? Ofiste pop müzik açıp dans eden geri zekâlılara mı? Yoksa dahi anlamına gelen “–de –da”ların asla “-te, -ta”ya dönüşmeyeceğini öğrenememiş doktoralı hocalara mı? Ya da bilim yapıyorum diye bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan konuları çalışıp, makale yazanlara mı? Ben; insanlık için, güzellik için, doğruluk için çalışıyorum. Onlar ne için çalışıyorlar? Ceplerini doldurmak için. Geçelim efendim bu lafları, yok insanlar mükemmel değillermiş de, yok hatasız kul olmazmış da… Çocuk mu kandırıyorsunuz Sinan Bey. Arabesk müzikle mi tedavi edeceksiniz beni? Yazın bana bir sakinleştirici ilaç, gideyim yoluma. İşim var zaten bir sürü. Buraya gelmekle hata ettim sanırım.”

“Ben size ilaç yazamam Ziya Bey.”

“Neden?”

“Biliyorsunuz sanıyordum! Ben bir psikoloğum, psikiyatrist değil. İlaç yazma yetkim yok. Ama isterseniz eczaneden OTC alabileceğiniz birkaç ilaç adı verebilirim. Uyumanıza yardım edebilir.”

“Oğ Ti Si derken?”

“Reçetesiz yani. Over the Counter. Kusura bakmayın, ağız alışkanlığı.”

“Ha tamam. Öyle yapalım.”

“Yalnız, bence hemen çıkmayın. Biraz daha konuşalım. Yani tabii ki sizin için mahzuru yoksa, benim vaktim var. Benim bugün söylediklerim üzerine düşünün biraz. Birisine karşı negatif duygular beslediğinizi fark ettiğiniz anda kendinize bu duygunun kaynağını sorun. O insanın neden kötü olduğunu değil, sizin neden böyle düşündüğünüzü. İnanın bana, eğer bunu samimiyetle yaparsanız, anlayacaksınız bazı olumsuzlukların temelinde içimizde yaşayan ikinci bir benin olduğunu.”

“Peki Sinan Bey, deneyeceğim.”

“Ayrıca, içinizi kemiren nefretin kaynağı da aslında bir öz-sevicilikten başka bir şey değil. Ben öyle diyorum. Ben-merkezcilik ya da narsisizm de denir. Aslında farklı şeylerdir ama sizdeki durum henüz ciddi bir aşamaya varmadığı için kategorize etmesi zor. Hem ben tanı koyma yetkisine de sahip değilim. Yolun başında olduğunuz için geri dönmeniz zor olmayacaktır. Etrafınızda, alelade işlerle meşgul olan insanları sevmemenizin nedeni, onların sizin yaptığınız insanlık için çok “değerli ve anlamlı” işleri anlayamıyor, dolayısıyla da sizi takdir edemiyor olmaları değil midir? Yani, sabahları kapınızın önündeki çöpleri alan apartman görevlisi karşılaştığınızda “Hocam, Newton üzerine yazdığınız makaleyi geçen gün okudum. Elinize, yüreğinize, aklınıza sağlık. Sayenizde çok şey öğrendim.” dese o adamı pop müzik dinleyip, futbol izlediği için hor göremeyeceksiniz. Yanılıyor muyum? Lütfen dediğimi yapın, evinize gidince sizi kızdıran insanların bir listesini yapın. Sonra bu insanlar ne yapsaydı sizi kızdırmayacaklardı sorusunu yanıtlayın. Büyük bir çoğunluğunda nefretin kaynağının sizdeki beklentilerin çokluğu olduğunu göreceksiniz. Kendinizi onların yerine koyun. Eğer o apartman görevlisi sizin bilimsel makalenizi anlayabiliyor olsaydı apartman görevlisi olamazdı. Bunu da çıkarmayın aklınızdan.”

“Bence boşuna uzatıyoruz Sinan Bey. Aldım ben alacağımı. Bırakın da gideyim.”

“Şu gölgeler konusunu da konuşsak mı gitmeden önce? Kısaca bir anlatsanız, bir sonraki görüşmede elimde biraz bilgi olsa. Geçen zaman diliminde üzerinde azıcık düşünsem.”

Anlatıyorum gölgeleri hızlıca, ilk ortaya çıkışlarını, benim onları fark edişimi, sonraki yıllarda bir gözümün hep onlarda oluşunu. “Ne zaman bir konuda kararsız kalsam ve bu kararsızlık beni yıpratmaya başlasa gölgelerim ayrışıyorlar birbirinden.” deyince büyüyen gözlerini keyifle izliyorum. “Genelde pek kimse bilmez bu sırrımı. Yeşim biliyordu bir tek, biliyordu ve sayıyordu her buluşmamızda.” deyince gözlerini ayaklarına dikip gölgesine bakıyor şaşkın bir halde. “Sıradan bir insan neden kafayı taksın ki gölgelere?” diye sorunca da en güvendiği liman olan defterine dönüyor yine.  El sıkışıp ayrılıyoruz, karşılıklı gülümseyerek, karşılıklı “Hiçbir şey anlamadım bu buluşmadan ben!” diyerek, karşılıklı olduğumuzdan daha büyük görünmeye özen göstererek. 

Klinikten çıkınca güneş tüm zayıflığına rağmen gözümü yakıyor. Sinemadan çıkmışım, ben karanlık bir odada birilerinin hayallerini izlerken hayatın iki saatini kaçırmışım gibi hissediyorum. Bir sigara yakıp, dumanı içime çekince ayaklarım yeri daha iyi hissediyor, ayak bileklerimin bükülmesini, dizimin oynamasını, bacaklarımın hareket etmesini hayretle izliyorum ilk birkaç saniye. Sinan Bey’in verdiği küçük kâğıttaki ilacı almak için fakültenin eczanesine doğru yürürken arkamdan bir kadın sesi geliyor. Tanıdık bir ses bu, unutamadığım bir ses, uzun zamandır aklımdan çıkmayan, kilitlenmiş bilgisayar oyunlarındaki toplar gibi sağa sola çarparak uzun erimde tüm boşluğu kaplayan bir ses. Yağmur gibi yağıyor üzerime, sert dokunuşuyla tenimde yaralar açarak.


“Ziya Bey, Ziya Bey, Ziya Hocam, Ziya Hocam…”