Bu Blogda Ara

18 Aralık 2016

KALDIĞIM YERDEN DEVAM...

Kitap yayımlamak, kitap yazmaya göre çok daha çetrefilli ve stresli bir iş. Yayıneviyle sürekli bir iletişim halinde olmak gerekiyor, aynı metni miden bulanana kadar defalarca okumak gerekiyor, her seferinde düzeltecek yeni şeyler çıktığı için bir süre sonra kendinden utanıp "yeter artık" demen gerekiyor... Bir de senin elinde olmayan yüzlerce başka detay var. Bu yüzden bu kış pek yazamadım. Nihayet süreç bitti. Hiçbir kitabı yayımlanmamış bir yazar gibi yazmaya başlayabilirim tekrar. Bu sabah oturdum aşağıdaki düşünce kırıntılarını yazdım. Yarından itibaren Tokcay'ın Ölümü öyküsüne devam edeceğim. Mazeretim de kalmadı artık. Uygun adım marş, ileri...

Bu arada Kitapyurdu'nun sayfasında şimdiye kadar yazmış olduğum kitapların hepsi bir arada görülebiliyor. Ağbağı şurada bulunsun. Lazım olunca kopyelerim:

http://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-riza-arican/40596.html


BİRKAÇ AFORİZMAYLA ŞEYTANIN BACAĞINI KIRMA GİRİŞİMİ

2016121701: İstemediği bir hayatı yaşamaya zorlanan insanın ahlaklı olması mümkün değildir. Çünkü mutsuzdur, mutsuz olduğu için hiçbir şeyi beğenmeme hakkını bulur kendisinde. Eleştiri değildir yaptığı, salt nefrettir. Kendisi kronik mutsuz olduğu için mutlu olan her şeyi kıskanır; tıkırında işleyen sistemleri, yolunda giden evlilikleri, neşeyle ve sorumlulukla gelişen ebeveyn-çocuk ilişkilerini ve hatta düzenli işleyen makineleri bile. Mağrur ve kibirli olur ama bunu fark edemediği için bilgiçlik maskesinin arkasına sığınır. Mutsuzluğunu da bilgiçliğine verir, korelasyondan neden-sonuç ilişkisi çıkaran yeni yetme bir analist gibi hak etmediği bir öz-beğeninin içinde debelenmeye devam eder. Ömür bu şekilde geçerken, bir baltaya sap olamamanın, oturduğu yerden kıçını kaldırıp bir işe girişememenin sıkıntısını ölene kadar çeker. Mutsuz yaşar, mutsuz ölür.

2016121702: Kült hale gelinmeden, yayınevleri tarafından pohpohlanmadan, sistematik bir reklam çalışmasının parçası olmadan hiçbir yazar sıradan okurun perspektifine girmiyor artık. Söyleşiler düzenleyeceksin; imza günleri, okurla buluşmalar, konferanslar… Hatta imkânın varsa yaratıcı yazarlık atölyeleri, kitap dinletileri, sesli-görüntülü röportajlar. Çünkü okur, edebiyatı edebiyat olduğu için okumuyor artık, yanında başka bir şeyler istiyor. Yazarın sevecenliği, güzelliği, yakınlığı, konuşma yeteneği, çevresi, yazarlık dışında yaptığı işi… Oysa hiçbiri gerekli olmamalı bir kitabı beğenmemiz ve yazarını takdir etmemiz için. Öyle ya, ben konuşmayı ve insanlarla bir araya gelmeyi sevseydim yazar değil konuşmacı ya da siyasetçi olurdum. Yazarım ben, kâğıda anlatırım derdimi. O kâğıdı okumak isteyen de alır mesajımı. Neden bir de ayrıyeten uğraşmak zorunda bırakılıyorum yazarlık dışı eylemlere, milletin gözünün içine soka soka yapıtımın reklamını yapmaya? Yeni çıkan bir kitabın makûl düzeyde tanıtımının yapılmasını, eleştirisinin edebiyat dergilerinde yayınlanmasını anlayabilirim ama gerisi bana göre kitabın değerini düşürmek, yazarı yazar kimliğinden uzaklaştırıp başka mercilerde değerlenmesini sağlamaktır. Söyleyeceklerimi o kitapta yazdım sayın okurum, daha fazlası da var evet, o da bir sonraki kitapta olacak. Kitabın konusu, üslubu, savunduğu fikirler ilgini çekiyorsa alırsın ve okursun. Yazarın kim olduğu sorulması gereken son sorudur. Bazen düşünüyorum, tüm yazarlar takma adla çıkarsalar kitaplarını nasıl olur diye. Yani, kendi adınla kitap yazman yasaklansa ve aynı adla birden fazla kitap çıkarman da. Örneğin X yazarının ilk kitabını beğenip, aynı yazarın Y mahlasıyla çıkardığı ikinci kitabını beğenmeme olasılığımız artar mı acaba? Yoksa “Ne yazsa okurum!” düşüncesi edebiyatın inkâr edilemez dinamolarından birisi midir? 

2016121703: Aslı Erdoğan’ın iki kitabını okudum. İkisini de beğenmedim. Liseli bir kızın, defterinin arkasına yazdığı küskün notlardan farksız yazdıkları. Yaratıcı imgeler yok mu? Var tabii ki ama yazarlık sadece imge avcılığı değildir ki! Yoğunlaşmayı gerektirir, konuları birbirine bağlamayı gerektirir, bir mesaj vermiyorsa bile yazarın bir derdinin –kişisel sorunların ve bağımlılıkların dışında- olduğunu göstermesi gerekir. Öncelikle yazma disiplini olan birisi değil, Aslı Erdoğan. Yazdıklarından bu anlaşılıyor ve kendisi okuyucuya bu imajı vermekten çekinmiyor. Sürekli bu disiplinsizliğinden ve onun meydana getirdiği keşmekeşten şikâyetçi. Oysa yazmak her şeyden önce fiziksel bir eylemdir ve disiplin, kafa dinginliği, kontrol edilmiş delilik gerektirir. Ara sıra kontrolü kaybetmek ve şiirsel bir dünyanın akımına kapılıp, sabun köpüğü ömründe cümleler yazmak tabii ki hakkıdır her yazarın ama bir kitabı baştan sona sabun köpükleriyle doldurursanız, nitelikli okurun “Ben bu kitabı neden okuyorum? Köpükler söndükten sonra ne kalacak elimde?” sorgulamasından kaçamazsınız. Erdoğan’da konular sıklıkla tekrar etmektedir: Yalnızlık, ölüm, karanlık, gece, sigara, kahve, asosyallik… Bütün bunlar var ama ortada bir hikâye yok, sadece olur olmaz yerlerde görünüp kaybolan kent ve insan imgeleri, kapağı açılıp terkedilmiş sandıklar gibi yazılmayı bekleyen öyküler, birbiriyle ilgisiz konularda aforizmik lafazanlıklar. Oturup, gerçek bir yazar gibi vaktini ve emeğini kurguya harcamak yerine, kolaya kaçıp şiirsellikte teskin ediyor kendisini ve okuru. Tamam, bir gazeteci olarak mazlumların sesi olmuştur ve haksız yere hapiste olması nedeniyle –Hiçbir insan yazdıklarından dolayı hapse atılmamalıdır.- desteği hak ediyordur. Türkiye’de olsam ben de destek olurdum kendisine ama iyi bir yazar olduğu için değil; gazeteci olduğu için, ezilenlerin durumlarını köşesine taşıdığı için ve saçma sapan bahanelerle içeride tutulduğu için. Elimde bir deneme kitabı ve bir romanı daha var. Romanını okuyacağım –Kabuk Adam-. Bu da diğerleri gibi hikâyeden yoksunsa ve bu yoksunluğu imge avıyla, gereksiz laf kalabalığıyla avutmaya çalışan bir metinse, denemeleri okumayacağım. Küskün olmak, melankolik bakmak, kahve ve sigara bağımlısı olmak, kronik depresif olmak… Bunların hiçbirisi bir insanı iyi yazar yapmaz. Yalnızlığını, hüznünü, nefretini ve geçmişin acılarını aşmış; disiplinli bir şekilde çalışarak hayatının –ve olası tüm hayatların- fiyaskolarını hikâyelerine işlemeyi başarmış yüzlerce yazar var. Onlarla ilgilenmek lazım, her ne kadar adları çok bilinmese de!

* Ek: Kabuk Adam'ı okudum. Düşüncelerim değişmedi. Türkçe edebiyat okuru çok daha nitelikli metinleri hak ediyor. Bu romanda da yine aynı bunalım takılmacalar, toplumdan bağımızca var olan karakterler, okunduğunda çeviri tadı veren diyaloglar vardı. Sona kalan deneme kitabını okumayacağım.  

2016121801: Hiçbir zaman iyi bir yazar olamayacağımı biliyorum. Benim için iyi yazar olmak demek çok beğendiğim ve gittiğim her ülkede yanımdan ayırmadığım yazarlar gibi yazabilmek demek. Bilge Karasu, Yaşar Kemal, Haldun Taner, G G Marquez ya da Vladimir Nabokov gibi mesela... Onları taklit etmek değil tabii ki amacım; üslupta, içerikte, derinlikte ve tonda en az onlar kadar nitelikli ürünler verebilmek. Bu gerçekleşemeyecek maalesef, çünkü kendimi asla tamamıyla yazıya veremeyeceğim. Hep başka şeyler olacak dikkatimi dağıtan. Her şeyden önce öğretmenlik mesleğim var. Severek, isteyerek, sonuna kadar zevkini çıkararak yaptığım. Gelecek nesilleri şekillendirmede öğretmenliğin yazarlık kadar etkili ve önemli olduğunu düşünüyorum. Hepsi bu da değil, yazı denilen iletişim aracı yanlış anlaşılmaya ya da hiç anlaşılmamaya çok müsait. Denize atılan şişedir yazmak; bulunur mu bulunmaz mı? Bulundu diyelim, bulan kişi mesajı anlar mı anlamaz mı? Anladı diyelim, mesajı hayatına uygular mı uygulamaz mı? Bir de şişenin on yıllar ya da yüz yıllar sonra bulunma olasılığı var… Oysa öğretmenlikte iletişim doğrudandır. Öğrenci zaten pişirilmeye hazır hamur kıvamındadır. Bir insanın zihnine girmek, onu yönlendirmek, bilime, sanata ve matematiğe saygı duyar hale getirmek; belki de benim gibi hayata gerektiği kadar dalamayan, hayatın kenarında gezinmekten mağrurca zevkler alan bir insan için yapılabilecek en ileri düzey icraattır. Böyle olunca, yani sevdiğim mesleği yapıp ve hayranı olduğum disiplini öğretince, ister istemez tüm enerjimi ve vaktimi işime veriyorum. Doğal olarak da yazmaya, okumaya ayırmam gereken vakitten çalmış oluyorum. Bu durum da nihayetinde hem içeriğin kısıtlanmasına hem de yazının niteliğinin düşmesine neden oluyor. İşin daha da kötü yanı, hiçbir zaman edebiyattan hayatımı kazanamayacağım için, ömrümün sonuna kadar öğretmenlik yapacağım ve ömrümün sonuna kadar öğretmenliğin yazarlığımdan çaldığı vakitten şikâyet edeceğim.


2016121802: Bencil olduğum için mi yazıyorum yoksa yazdığım için mi bencilim? Bu soru sıkılıkla kurcalar kafamı. Eğer bencil olduğum için yazıyorsam, bu düşünce yazarlığın çalışarak didinerek elde edilen bir kazanım değil de genlerle / çocuklukta yaşanan travmalarla gelen bir yetenek olduğunu ima eder. Öyle ya, kötü bir çocukluk geçirmişimdir. Aile saadetinden, anne-baba sevgisinden mahrum bırakılmışımdır. İçinde bırakıldığım yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu beni daha da içe dönük bir insan yapmış ve sonunda hem bencil (bütün dünyanın kendisine haksızlık etmek için çalıştığını zanneden) hem de yazan (bu haksızlıkları yapanlardan intikam alan) birisi haline dönüşmüşümdür. Doğru yanları vardır, olmayan yanları da. Genelleme yapmak imkânsız. Peki ya döngünün öteki yarısı? Yazar olduğum için bencil de olabilirim. İnsan yazmaya, daha doğrusu yaratmaya başlayınca göksel bir güce kavuştuğunu zannediyor. Hoş, kendisi zannetmese de medya ve okurlar ona bu duyguyu tattırıyorlar. Sıradan bir iş olmasına rağmen, sırf üne kavuşması ve yazarın etrafındakilere de prim kazandırması için yazma eylemi efsaneleştiriliyor. Gizemli, bulutsu, tanımsız bir bulmacaya / labirente dönüştürülüyor. Oysa yazmak da ütü yapmak ya da yerleri süpürmek gibi bir eylemdir. Evet, yazdığım için kendimi ütü yapanlardan üstün gördüğüm zamanlar olmuştur ama bu görüş hem yanlış hem de küstahcadır. Dünyayı ve dünyadaki nesneleri küçük görme marazı da aynı bencilliğin sonucudur. Ev işlerine yukarıdan bakıp, iş bölümünü, “ben yaratıcı olanlarla sen tekrar eden işlerle meşgul olacaksın” şekilde yapmak ise yazmanın tekrar gerektirmeyen bir eylem olduğu varsayımını gerektirir. 

15 Kasım 2016

Puslu Kentin Mavisi: Modern Çin'den Öyküler

Uzun süredir yayımlanmasını beklediğim öykü kitabım nihayet raflardaki yerini buldu. Kitaptaki öykülerin hepsi 2013 - 2016 yılları arasında Çin'de yazıldı. Çin'de yazılıp da konusu Çin olmayan öyküler bu seçkiye alınmadı. 

Yaşadığım kent olan Çanco'yu (Changzhou) yazdım en çok; Çanco'nun sokaklarını, caddelerini, insanlarını, dilencilerini, temizlikçi kadınlarını, hayalperestlerini, kedilerini, kentin üzerine kasvetli bir bulut gibi bir anda çöküveren akşamlarını... Ve tabii ki her sanatçı gibi ben de elimden geldiğince yerelden yola çıkarak evrenseli, daha doğrusu insanı yakalamaya çalıştım. Ne kadar başarılı olduğumu okuyucular ve zaman belirleyecek... .

Kitabın kapağını ve kitaptan alıntıladığım birkaç paragrafı aşağıya geçiyorum. Umarım hak ettiği ilgiyi görür, okurlarını bulur. 

Kitap internetteki kitapçılardan edinebilir. Benim gördüklerim şunlar oldu. Diğerlerine de zamanla gelir sanıyorum:

D&R: http://www.dr.com.tr/Kitap/Puslu-Kentin-Mavisi/Ali-Riza-Arican/Edebiyat/Turk-Oyku/urunno=0000000727646

Idefix: http://www.idefix.com/Kitap/Puslu-Kentin-Mavisi/Ali-Riza-Arican/Edebiyat/Turk-Oyku/urunno=0000000727646 

Kitapyurdu (Tüm kitaplar): http://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-riza-arican/40596.html

Ali Rıza Arıcan - 16.12.2016 


Kitabın ön ve arka kapağı

İÇİNDEKİLER


1. Denizi Özleyen Adam / 9
2. Baloncu / 26
3. Tutukluk / 36
4. Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam / 47
5. Bir Seri Katilin Doğuşu / 71
6. Yüzük / 114
7. Çanco Kanatlarımın Altında / 131
8. Kaza / 180

* * * 

Azur bir acelecilik, ıslak bir arzu, sert bir iniş bekliyordu kendisini bugün, sezmişti bunu daha yataktan doğrulmadan. Çünkü denize gidecekti, ne pahasına olursa olsun. Rüyasında gördüğü yakamozlara kavuşacak, teninin üzerinde ıslık çalan meltemi tadacak, kulaçlarıyla suyun üzerinde anında kapanan yaralar açacak, ayaklarını suya sokup ancak ilk öpüşmede duyumsanabilen o berrak şelalede yunacak ve paklanacaktı. Akşam olunca sahilde oturacak, suyun üzerinde erimiş altın gibi kıpraşan ay kırıklarını izleyecekti. 

(Denizi Özleyen Adam adlı öyküden)

 * * *

Piayo dayanamayıp kızının gözlerini diktiği yöne çevirdi başını. Çevirmesiyle, şaşkınlığı bir kat arttı. Yüzlerce balon, birbirine bağlanmış halde, spiraller çize çize göğe yükseliyordu. “Ne oluyor?” dedi şaşkınlığını gizleme ihtiyacı duymadan. Baloncu da tanıdık birisi, bizim sokağın başında oturan, Ping’in kocası, ikizlerin babası Wenhua. Balonlar göğün griliğinde bir cümbüş meydana getirmişti. Parkın kenarında biriken bir yığın insan başını yukarıya çevirmiş, birazdan griye karışıp kaybolacak olan canlı renklerin zevkini çıkarıyordu. 

(Baloncu adlı öyküden)

* * * 

Bir yandan yüreğinde büyüttüğü aşk, bir yandan evin bitmeyen işleri... Unutmuştu genç adam kentin diğer köşesinde bir evi olduğu gerçeğini. Öyle ki kimi zaman iki üç gün boyunca bir kere bile aklına gelmiyordu evi, odası, arkada bıraktığı çalışma masası. Böyle günlerden sonra odası aklına gelir, içini durduk yere bir özlem kaplarsa; kaç gündür bu olayın gerçekleşmemiş olduğunu hesaplamaya çalışırdı. Geride bıraktığı hayatı aklına bile getirmediği günlerden dolayı yetişkince bir gurur duyardı içinde, bir şeyleri geride bırakabiliyor olmanın getirdiği haklı bir özgüven belirirdi göğsünün ortasında. 

(Yağmurun Durmasını Bekleyen adlı öyküden)

* * * 

Ben ki elindeki çöpü atacak çöp kutusu bulamayınca cebine koyan, yemek yediği lokantada garsona yük olmamak için masadaki kırıntıları peçeteyle temizleyen, yeni gelen müşteriler ayakta kalmasın diye kalabalık kafeyi erkenden terk eden, banka ve postane sıralarında yerini emekli olmuş yaşlılara veren, yazıcıdan çıktı alırken iki tarafa da basmış olmak için sayfa sayısını çift yapmaya gayret gösteren, fotokopi makinesinin kâğıdını her seferinde yedekleyen, telefonu çalıp da iş arkadaşlarının dikkatini dağıtmasın diye ofisteyken telefonunu hep sessizde tutan, birisinden bir şey rica ederken on büklüm katlanan, trafik kurallarına harfiyen uyan, çöpünü her akşam binanın önündeki kutuya döktükten sonra kutunun kapağını kapattığına emin olan, umumi tuvaletlerde idrarının bir damlasını bile pisuarın dışına düşürmeyen, işyerindeki sebilden su alırken suyu asla taşırmayan, o sebilin suyu bittiğinde sıra bende miydi diye aldırmadan damacanayı yenileyen, ortaklaşa gidilen yemeklerde her zaman için payından biraz fazlasını ödeyen, evinde otururken komşuları rahatsız olmasın diye müziğin sesini kısan, asansöre sigarayla binenleri nazikçe uyaran, içki meclislerinde ölçüyü asla kaçırmayan, sarhoş arkadaşlarını evine kadar bırakan, faturalarını zamanında ödeyen, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin borçlarını asla unutmayan, dilencilerin önünden geçerken mutlaka para bırakan ya da para bırakamamanın suçluluğunu boğazında bir yumru gibi taşıyan, insanların doğasında barışın ve huzurun olduğuna inanan ve hepsinden öte insanın doğasına uygun yaşadığında gerçek anlamda insan olabileceğini savunan birisiydim. 

Artık değilim!

(Bir Seri Katilin Doğuşu adlı öyküden)

* * * 

Orta yaşlı, çenesinde uzunca sakalı olan yuvarlak gözlüklü bir adam oturaklı bir sesle lafa karıştı. “Bu devirde birilerinin duygularını, bedenlerini ya da emeklerini sömürmeden para kazanmak mümkün mü? Az çok hepimiz dilenciyiz aslında, sadece dilenme şeklimiz farklı. Birbirinin aynısı, içerikten yoksun hüzünlü şarkılar üretip, milyoner olan şarkıcıların ne farkı var merhamet duygularımızı sömüren dilencilerden?”

(Yüzük adlı öyküden) 

* * * 

Gençliğinde kendisinin farklı olduğunu, farklılıklar yaratacağını ve bu yüzden hayatın bir anlamı olduğunu düşünürdü. Şimdilerde akıntıya karşı kürek çekmenin yararsızlığına inanıyor. İçi çöp dolu şu siyah poşetlerden ne farkı vardı hayatının? Başkalarının görmek istemediği, koklamak istemediği, bırak taşımayı dokunmak bile istemediği şeyler için vardı o. Bir de çocukları ve kocası için. Bu aralar iyice sessizleşmişti kocası da. Bir erkeğin susması bir kadının susması gibi değildir, bilirdi bunu. “Kadın, söylenecek sözlerin sonuna geldiği için erkek ise sakladığı şeyleri daha derinlere gizlemek için susar.” diye öğrenmişti yirmi yıla yaklaşan evlilik hayatında. 

(Çanco Kanatlarımın Altında adlı öyküden)

* * * 

İnsanın, dikkatini dağıtacak şeyleri tüketmiş olması böyle bir şey olsa gerek. Vazgeçememek bir türlü alışkanlıklardan; bugünün oyalanması yarının meşguliyeti oluyor ne de olsa, bugün dikkatini dağıtan şey bir bakmışsın yarın hayatının merkezine çöküvermiş. Hep bir döngü var, gizemli bir döngü. Göremediğimiz, çözemediğimiz, anlayamadığımız için devam ediyor gizem; koruyor hayat en tılsımlı yanını bize ve bizim gibilere inat. Oysa her şey çok mekanik aslında, tekrarlı; birbirini kopyalayan günler, saatler, saniyeler... Programlanmış bir robotun mekanik cızırtıları dolanıyor kollarımda; içinden şiiri çıkarılmış bir kentte geziniyorum başıboş, aşkın ıslaklığıyla avunan ama gerisine erişemeyen gençler sinsi bakışlarla işgal ediyorlar parklardaki en karanlık kuytulukları. Yaşanmamış bir hayatın tortularına tutunmaya çalışan bir düşperestim ben, evet! Çünkü; titrek ellerinde küçücük bir kalemi tutmuş halde kentin ruhunun resmini çizmeye çalışan yaşlı bir şairi kıskanıyorum en çok. 

(Kaza adlı öyküden) 




07 Ekim 2016

Oh Olsun Canıma Değsin!

Üyesi olduğum Çin gruplarından birisinde şöyle bir mesajlaşma geçti geçen gün. Mesajları aşağıya geçiyorum. Ardından da kendi analizimi ekledim.

Ben yakın zamanda Çin'e gidip döndüm ve ne havaalanlarında ne de otellerde bir problemle karşılaştım. Vize işlemleri ve Çin'e giriş hakkında son durum bilgisi paylaşabilirseniz çok sevinirim.
XY
--

Çin Devletinin hukuk kuralları çerçevesinde giriş çıkış yapan vatandaşlarımızın başına bir şey gelmiyor. Yasa dışı bir şekilde ikamet eden vatandaşların başına gelen olayların Türkiye Devletine mâl edilmesi gereksizdir.
ZW

--

Çin'in sınır kapılarında TC vatandaşlarına yapılan muamele farklılık göstermektedir. Bu farklılığın gerekçeleri, neden bazı vatandaşlarımızın bazı zamanlarda kenara çekilip hesaba çekildiği ve neden diğerlerinin sorun yaşamadan geçtiği soruları zaten pek çok mercide tartışılmaktadır. Görünen o ki pek çok değişken var TC vatandaşının göreceği muameleyi belirleyen: Çin’e geliş amacı, çalıştığı kurum, cinsiyeti, görünüşü, pasaportundaki diğer damgalar, Çin’e giriş yaptığı sınır kapısı, mesleği, beraberindeki kişiler… Benim hakkında yazmak istediğim şey Çin'in tutumu değil zaten; Türklerin bu konuda gösterdikleri, kimi zaman iyi gözlem yapamamaya (empatik olamamaya), kimi zaman da ideolojik bakış açısına ya da sosyal statünün korunması amacına yenik düşmeye dayanan iddialardır.

Gelin soruna nesnel bakalım. Ben Çin devletine bağlı bir okulda çalışıyorum. Müdürüm Çinli, çalıştığım okuldaki öğretmenlerin %98'i Çinli, okulda öğretilen müfredat Çin Eğitim Bakanlığı'na (ya da muadili neyse!) ait bir müfredat. Ne çalıştığım okulun ne de okulda çalışan herhangi bir öğretmenin Türkiye'yle veya Çin'de yaşayan müslüman halklarla bir ilişkisi var. Buna rağmen Çin'e giriş çıkışlarda kenara çekilme olasılığım %50 civarında. Frekans tablosu yapıp hesaplamadım ama bu oranın az çok doğru olduğunu düşünüyorum. Örneğin geçen yıl Şanghay'dan çıkış yaparken durdurmuşlardı, bu yıl Pekin'den çıkarken bir sorun yaşamadım ama Nanjing'den girerken bir saatten fazla bir süre bekletildim. Üstelik yanıma bir de silahlı er diktiler. Doğru söylediğimi teyit etmek için çalıştığım okulu arayıp, Çince konuşan birisine benim gerçekten iddia ettiğim kurumda çalışıp çalışmadığımı sordu. Ne pasaporttaki damgaya güvendi ne de sigorta kartımda geçen okul adına. Kısacası, her yanımla yasal olmama rağmen sorguya çekildim, hak etmediğim bir muameleye maruz bırakıldım. Benimle aynı uçakta gelen yabancıların hiçbirisi bekletilmedi. Hepsi, ellerini kollarını sallayarak geçtiler.    

Bu durumda ZW'nun iddia ettiği önermenin yanlış olduğunu kanıtlamış oluyoruz. Zaten bu tür tümel önermelerin yanlışlanması için tek bir karşıt örnek yeterlidir. Yani "Yasal yollarla ülkeye giriş yapmaya çalışanlar kesinlikle durdurulmuyor." önermesi doğru değildir. TC vatandaşlarına kuşkuyla yaklaşma, pasaportu gördükleri anda işkillenme ve pasaportu alıp amirleriyle fikir teatisinde bulunmaya gitmeleri, uzun süre geri gelmemeleri, bekleyen kişiye hiçbir bilgi vermemeleri zaman zaman vuku bulmaktadır. Bu can sıkıcı olay neden gerçekleşmektedir, hangi gerekçelerle sınırdaki memurlar bizleri durdurmaya karar vermektedirler... Bu soruları yanıtlamak için gerekli bilgi birikimine ve kaynağa sahip değiliz. Sorun diplomatik de olabilir yukarıda sözünü ettiğim değişkenlere olasılıksal bir fonksiyonla (deterministik olmayan) bağlı da olabilir.

Gelelim Türklerin bu konudaki tavırlarına, yani benim asıl değinmek istediğim mevzuya. Eğer Çin'de yaşayan Türklerin bulunduğu bir gruba derdinizi yazarsanız üç farklı tepkiyle karşılaşırsınız.

1. Sorunu kökten reddedenler: Ben rahatlıkla ülkeye girip çıkıyorum. Demek ki yasa dışı yollarla gelmek isteyenlere zorluk çıkarıyorlar. Oh olsun, canıma değsin. Aferin Çin'e. Bu ülke mükemmel bir ülke, Türkler buraya da bozgunluk çıkarmaya geliyorlar. Bozgunluk çıkarmaya gelenleri Çin almasın. (Biraz daha ileriye gidip “Ne Mutlu Çinliyim Diyene!” ifadesini sona ekleyebilirler.)

2. Sorunun varlığını kabul edip, yetkilileri çözüme davet edenler: Bu sorunlar vardır ama biz vatandaşların yapacağı bir şey yoktur. Sessiz kalmak en iyisidir, zamanla çözülecektir. Bir icraat yapılacaksa diplomatik düzeyde yapılmalıdır. Ayrıca Çin sınırlarını korumak için istediğini yapar. Kimse karışamaz. Şikâyet etmeye hakkımız yoktur.

3.  Sorunun var olduğuna emin olanlar, bundan bizzat muzdarip olup mızmızlananlar. Bu gruptakiler kendisi yabancılar kuyruğunda beklerken, tüm diğer yabancıların geçmesine içerleyip, kendilerinin bekletilmesine kızanlardır. "Bir Amerikalı, bir İngiliz, bir Taylandlı, bir Yunan rahatlıkla geçiyor da ben neden geçemiyorum? Benim pasaportuma bu muameleyi yapmaya ne hakları var? Ben ne yaptım da bu muameleye maruz kaldım?" gibi soruları soranlardır. Öyle ki bir Amerikalı, turist vizesiyle geldiğinde ona ne otel adresi sorarlar ne de Çin’de nerelere gideceğini. Elini kolunu sallayarak girer. Sen, çalışma iznin ve oturma iznin pasaportunda işlenmiş olduğu halde giremezsin.

Birinci gruba dâhil olanlar genelde Çin'de rahat bir yaşamı ve iyi bir kazancı olup, huzurunun kaçmasını istemeyenlerdir. Keyifleri kaçsın istemezler. Ya kendi kurdukları işleri vardır ya da büyük bir şirket tarafından yüksek bir gelir garantisiyle buraya gönderilmişlerdir. Kendileri gibi olmayanların zaten Çin’de ne işleri vardır. İpini koparan Çin’e gelmektedir, burayı da Türkiye’ye benzetmektedirler. Hak ettikleri muameleyi gördükleri için kimsenin şikâyet etmeye hakkı yoktur.

İkinci gruba dâhil olanlar "İyi kötü ülkeye girdik, ekmeğimizi kazanıyoruz. Fazlasını talep edenler şımarıklık yapıyor." diyenlerdir. Bu  grup Çin'i kendileri için bir nimet olarak görür. Çin fırsatlar ülkesidir, bugün olmazsa yarın yüzleri gülecektir. Önemli olan suyuna gitmektir, sabırlı olmaktır. Çin’e müteşekkir olmak gerekir.  

Üçüncü grup ise ülkeye alınmamayı gururlarına yediremeyen, haksızlığın -kimin başına gelirse gelsin- sonlandırılmasını isteyenlerdir. Gidecek mercileri olmadığı için elmek gruplarında ya da benzeri forumlarda şikâyetlerini yazarlar. Umarlar ki bir yetkili yazılanları okur, Çinli yetkililerle görüşür. Naiftirler, naif oldukları için de umutludurlar. Çin'de iş bulup -yabancı ya da Çinli işveren- gelen; yönetici, mühendis, öğretmen gibi meslekleri icra edenlerdir. Belki de en çok bunlar durduruluyordur çünkü sınırdaki görevli inanmaz Türkiyeli bir mühendisin / öğretmenin Çin'de çalışabileceğine. Mesleğin, yukarıda sözünü ettiğim denklemin bir değişkeni olması bu gruptaki insanlar için daha belirgindir.

Ben şahsen son gruba giriyorum çünkü yasal olmayan bir yanım olmadığı gibi son üç yıldır bu ülkeye vergi veren, kazancının en az yarısını bu ülkede harcayan birisiyim. Bu ülkenin çocuklarına matematiksel düşünme yöntemini öğretiyorum, bu ülkenin gençlerine yeri geldiğinde ahlak dersi verip yeri geldiğinde onların sorunlarıyla ilgileniyorum. Mesleğiyle gurur duyan bir öğretmen olarak "Neden diğer vergi ödeyen vatandaşlardan farklı bir muameleye maruz bırakılıyorum?" diye sormaya hakkım olduğunu düşünüyorum. Birileri bu tavrı şımarıklıkla, haddini aşmakla ya da kendini bir halt sanmakla ilişkilendirebilir. Bu haksız muameleye karşı tavır koymanın doğasındaki haklılığı değiştirmez. Benim mağduriyetten mağruriyet üretmek amacı taşıdığımı iddia etmeleri de benim tavrımı sarsmayacaktır.  

Burada yaşayan Türklerin en büyük sorunu da maalesef başkalarının sorunlarına empati gösterememeleriyle başlıyor. Ben “Sınırda durduruldum, bir saat bekletildim, yanıma da silahlı asker diktiler.” diyorum ama keyfi yerinde arkadaşlar “Yasal yollarla gelenlere bir şey olmuyor.” deyip geçiştiriyorlar. Neden? Korktukları için! Şikâyetler artar da Çin hükümeti kendilerini de zor duruma sokacak bir düzenlemeye geçer diye endişeleniyorlar. Ya da ülkeye giren Türklerin kalitesinin düşmesinden, kendileri gibi yüksek noktaları hedefleyen insanların oranının düşmesinden endişe ediyorlar. Ben daha önce Tayland’da ve Vietnam’da aynı mesleği icra ettim ve tek bir kere bile sınır kapısında bekletilmedim. Çin bunu yapıyorsa ve sistematik olarak birileri mağdur oluyorsa, sorunun çözülmesini talep etmek ve yetkililerden harekete geçmelerini istemek; bu ülkeye emek harcayan insanların en doğal hakkıdır. Evet, sınırda bir saat bekletilmek çok da büyütülecek bir mağduriyet değildir ama tekrar ettiği sürece küçük de görülemez, görülmemelidir. 


 
İnternetten bir resim. Ben çekmedim. 





15 Ağustos 2016

Çin Mektupları 30


Nanjing Havaalanına indiğimde sorun yaşayacağımı biliyordum ama işin bu kadar uzayacağını asla tahmin edemezdim. Önceleri, yani geçtiğimiz üç yıl boyunca, pasaport kontrolü yapan memur benim TC pasaportumu görür görmez, şöyle bir duraksar ve amirini çağırırdı. Amir gelir, beni bir kenara çeker, pasaportumu alıp az ilerideki diğer polislere gösterir, bilgisayarda bir şeylere baktıktan sonra bana pasaportumu iade edip beni pasaport kontrolü gişesine gönderirdi. Bazen sorular sorardı. Nerede çalışıyorum? Neden bu havaalanını kullanıyorum? Nereden geliyorum? Bunu, pasaportumda Çinli makamlarca verilmiş bir yıllık oturma iznim olmasına rağmen yaparlardı. O kadar ki çalıştığım okul Çin devletine bağlı, beni işe alan şirketin kurucusu Çinli, ne çalıştığım okulda ne de sözleşmemi hazırlayan şirkette benden başka bir Türkiyeli var. Buna rağmen her geliş gidişimde bu muameleyle karşılaşırım, sorun çıkarmam. Biliyorum ki onların ülkesi, biliyorum ki istemezlerse almazlar beni, biliyorum ki Çin’in güvenli bir ülke olarak kalması için uğraşıyorlar ve bu benim de işime geliyor. Yine de içerlemeden edemem ama. İnsanız sonuçta! Herkes geçiyor, niye bir ben kalıyorum! Kendi kendime konuşurum beklerken. Utanır, sıkılırım! Taşıdığım, taşımak zorunda olduğum pasaportun getirisi bunlar. Duyduklarıma göre, birkaç yıl önce sahte TC pasaportlarıyla Çin’den kaçmaya çalışan Uygur Türkleri yakalanmış. O gün bugündür ne zaman bir TC pasaportu görseler ürküyorlar, kendi makamlarınca verilmiş vizeye bakmaksızın sorguya çekiyorlar.

Durum böyle olunca ben hazırlıklıyım bu gelişimde. Biliyorum çekecekler kenara, alkol kontrolü yapan trafik polisleri gibi bekletecekler beni. Pasaportumu veriyorum gişedeki memure hanıma. Kadın pasaportu görünce şöyle bir geriliyor. Ne yapacağını şaşırıyor. Hemen mi aramalı amiri yoksa pasaportun içine baktıktan sonra mı? Öylesine eviriyor çeviriyor pasaportu, bakıyor ama görmüyor gibi. Sonra hemen telefona sarılıyor, başta yapması gereken işi daha fazla geciktirmemesi gerektiğini biliyor olmanın verdiği telaş var yüzünde. Birkaç saniye içinde pasaportum bir erkek memurun elinde. Cam kapı açılıyor, kadın memure bana “Lütfen bu beyi takip edin.” diyor.

Ediyorum tabii ki, ne yapacağım. Gassalın elindeki meyyitten ne farkımız var sınır polisinin karşısında! Polis memuru beni gişelerin bittiği bir noktaya götürüyor. “Burada oturun, beş dakika bekleyin.” diyor. “İyi” diyorum içimden, “En azından beş dakika dedi. Hiçbir şey demeyebilirdi ya da on beş dakika diyebilirdi” Bu sırada Tayland pasaportuyla gelen Jaruwan benden önce geçtiği için aşağıya, bavulların olacağı yere inmiş. Benim çevirmeye yakalandığımdan habersiz. Bekliyorum bir süre. Pasaportumu alan memur geri gelip bana sorular soruyor. “Nerede çalışıyorsun?”, “Kaç yıldır Çin’de yaşıyorsun.” gibi aslında yanıtlarını pasaporttan bulabileceği ama bir de benden duyarak sağlama yapacağı sorular bunlar. Hepsine en doğru yanıtları veriyorum. İlkokuldan beri iyiyimdir sözlü sınavlarda :)

Memur tekrar gidiyor. Bu sırada Jaruwan geliyor. Uzaktan “Gelme, seni de tutarlar.” işareti yapıyorum ama anlamıyor beni. Yanıma oturuyor, ben ona durumu izah ederken yanımızda genç bir asker beliriyor. Elinde tüfek, sağında solunda bıçak ve cop… Ben tabii “ohaaa” oluyorum. Kaçacağımdan mı korkuyorlar? Pasaportumu aldılar, yanıma bir de silahlı asker diktiler. Neden? TC pasaportu taşıdığım için. Görünen tek neden bu! “Ne oldu? Bavulları aldın mı?”, soruyorum Jaruwan’a. “Yok” diyor. “Daha bizim uçaktan gelen bavullar ulaşmadı.” Birlikte bekliyoruz, şakalaşıyoruz, gülüşüyoruz. Ne yapayım, stres mi yapayım yanımda yirmi yaşında tüfekli bir asker diktikleri için?

Bu sırada etraf sessizleşiyor, bizim uçakla gelen yolcuların hepsi geçip gidiyor önümüzden. Herkes şen şakrak, güle oynaya iniyorlar merdivenden aşağıya. Pasaport kontroldeki memurlar bile dükkânı kapatıp Cuma namazına giden esnaflar gibi gişeleri kapatıp gidiyorlar, bir sonraki uçağa kadar dinlenecekleri odalarına. Beni alıkoyan kadın memure geçiyor önümden. Yüzüme bakmıyor. İşini yapmış olmanın haklı memnuniyeti mi bu? Yoksa bilmediğim başka şeyler mi var? Ne olabilir ki? Öğretmenim ben ya! Hayatını matematiğin güzel olduğunu öğretmeye adamış, az buçuk edebiyatla uğraşan, arada da koşan bir insan.  Ayak sesleri seyreliyor, derin bir sessizlikle baş başayız şimdi. Sanki koca havaalanında üç kişiyiz. Ben, Jaruwan ve yanı başımızdaki asker. Bekliyoruz, bekliyoruz… En büyük endişem Çanco’ya giden son treni kaçırmak. Treni kaçırırsak geceyi Nanjing’de geçirmemiz gerekecek. İşin gücün yok, otel ara bu saatte. Yarın sabaha yapılacak işler de var!

Bir ara ben Jaruwan’a “Aşağıya in bak, bavullar gelmiştir. Sahipsiz sanıp başka bir odaya götürmesinler.” diyorum. Kalkıp gidecek ama yanımızdaki asker hareketleniyor hemen. “Dur” işareti yapıyor eliyle. Jaruwan durmuyor, askerin yanına gidip İngilizce bir şeyler söylüyor ama asker İngilizce bilmediği için durum iyice karışıyor. Eliyle, koluyla “Abla, sen az bir bekle. Ben amirime sorayım.” diyor. Koşarak gidiyor, koşarak geliyor. Yanında başka bir polis var. Jaruwan aşağıya bu polisle birlikte iniyor. Tek başına havaalanında gezmesi bile yasak. O kadar tehlikeli yani! TC pasaportu taşıyan bir adamın Taylandlı karısı… Her şey beklenebilir bu kadından!!! Neyse, o da gidiyor. Kaldım mı askerle ben baş başa! O bana bakıyor ben ona! Bekleşmeye devam… Jaruwan on – on beş dakika sonra iki kocaman siyah bavulla geri geliyor. Eskortluk eden polis onu bırakıp kayboluyor koridorun öteki ucunda.

Neredeyse bir saat geçmiş. Hiçbir haber vermiyorlar, ne yaptıkları da belli değil. Keşke daha fazla soru sorsalar da böyle bekletmeseler. Bir ara ayaklarım açılsın diye kalkıp dar bir alanda turlamaya başlıyorum. Duvarlardaki resimlere bakıyorum, yanlış bir şekilde İngilizceye çevrilmiş uyarıları okuyorum. Havaalanının olağan dışı suskunluğu içimde kabaran dalgaların seslerini daha bir duyulur hale getiriyor. Kayalara vurdukça köpüren dalgalar gitgide yükseliyor göğsümün boşluğuna doğru, girdaplar oluşuyor anlık çarpıntılarla, yosunlar vuruyor taşların keskin uçlarına… “Sakin ol.” diyorum kendi kendime.  3-4 saatlik sınavlara gözetmenlik yaparken vakit geçsin diye yaptığım asal sayı sayma alışkanlığıma sığınıyorum. Ufak adımlarla ileri geri giderken sayıyorum bir yandan: 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17,… Asker benim aksi bir harekette bulunmayacağıma emin olana kadar avını gözetleyen kaplan gibi bakıyor bana. Hatta, yaklaşıyor biraz, ters yöne koşarsam mesafeyi kapamak sorun olmasın diye belki de.

Bir saatin sonunda pasaportumu alan amir geliyor yanıma. Sözünü ettiğim okulda çalıştığımı belgeleyen başka bir kanıtım olup olmadığını soruyor. Sigorta kartını gösteriyorum. Üzerinde hem kendi adım var hem de okulun adı. İçimden değil dışımdan söyleniyorum bu sefer, “Neden daha önce sormadınız bunu?” Amir yanıt vermeden karta bakıyor. Önünü arkasını kontrol ediyor. Tatmin olmadığını görebiliyorum kırpışan gözlerinden. “Çalıştığınız okuldan birisiyle görüşebilir miyim?” diye soruyor bu sefer. “Tabii ki!” diyorum. Telefondan okul müdürünün numarasını veriyorum ama müdür açmıyor. Amir başka birisini soruyor. Bu sefer Çince bilmeyen yabancı öğretmenlerin işlerini halleden asistan kızın (Wang) numarasını veriyorum. Wang yanıt veriyor telefona. Amir uzaklaşıyor yanımdan. Ne konuşuyorlar bilmiyorum. Bir ara elindeki pasaportumdan adımı harf harf okuduğunu duyuyorum.

Beş dakika sonra, benim bu durumlara düşmeme neden olan o “zalim” memureyle birlikte geri geliyor. Tamam, suç onun değil ama ne yapayım! Birilerine kızmam lazım. Her şeyi o başlattı işte. Treni kaçırırsam otel parasını bu kadından almam lazım… Kadının elinde pasaportuma damga vuracak olan kaşe var. Birlikte gişelerin oraya yürüyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi başlangıç noktasına geçiyorum. Uçakta unutulmuş bir yolcuyum ben aslında, son anda fark ediyorlar ve apar topar indiriyorlar. Memure hanım pasaportumu ilk defa görüyormuş gibi sayfalarını karıştırıyor, elektronik okuyucudan geçiriyor, bilgisayara bir şeyler yazıyor. Ben bu arada önümdeki müşteri memnuniyeti tuşlarına bakıyorum. Dört seçenek var: Mükemmel, iyi, kötü, berbat. Damga pasaportuma vurulur vurulmaz “Berbat” tuşuna basıyorum. Hiç beklemediği anda karşısına intikam alma şansı çıkan bir insanın şaşkınlığı var bende. Bir de yanlış yere alıkonulduktan sonra özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûmun sevinci. Jaruwan’a işaret ediyorum, “Çabuk ol. Son treni kaçırmayalım.”

Amir yanıma geliyor tekrar. Damgamı da almışım, kükrüyorum artık. “Neden bu kadar uzun sürdü bu iş?”, “Beş dakikada yapılacak işi bir saat on beş dakikada yaptınız.”, “İtirazım bekletilmeye değil, bu kadar uzun süre sorgusuz sualsiz bekletilmeye…” Amir, suçluymuş da af diliyormuş gibi elini omzuma atıyor. Ahbap olduk bir anda. Az önce terörist muamelesi çektikleri adamla sarhoş dostluğu kurmaya çalışıyor aklı sıra! Yemem ben, kusura bakma. “İzah edeyim” diyor sevecen bir tavırla. Pasaportumu alıyor tekrar. Sayfaları karıştırıyor. Sonra da bana 2015 yılında Çin’deki havaalanlarından birisinde vurulmuş bir damgayı gösteriyor. “Bak, bu damgada ay rakamı okunmuyor. O yüzden tuttuk seni bu kadar.”

Ben kopuyorum o noktada, yokuş yukarı çıkarken zinciri boşalan bisikletin pedalları gibiyim. “Yalan söylüyorsun!” diyorum amire. “Hem o damgayı da senin gibi bir memur vurmuş. Benim ne suçum var? Kaşelerinizin mürekkep ayarını yapamıyorsanız ben neden sorumlu oluyorum bundan?”, “Ayrıca rakam da okunuyor, mart ayında giriş yapmışım işte. Neyini okuyamadınız? Kör müsünüz?” Daha da saydırıyorum ama amirin yüzündeki otorite zırnık sarsılmıyor. Elini tekrar omzuma koyuyor. Bu sefer dostça değil, “Çok bile konuştun. Hadi ikile hemen yoksa sonun iyi olmaz.” diyen bir ağır abi dokunuşu bu. “Sana daha fazla bilgi veremem.” diyor. O anda anlıyorum işin içinde bambaşka bir şeyler var. “Neden?” diyorum. Yapmak zorunda olmadığı halde üşenerek yapılan bir işe yeltenir gibi elini telefonuna uzatıyor. Çince-İngilizce sözlükte bir şeyler yazıyor. İngilizce çeviriyi gösteriyor ama okuduğumu anlayamıyorum. Çünkü çeviri kısmında “Sports day security…” gibi bir şeyler yazıyor. Saçma sapan bir ifade, anlaşılacak bir şey değil yani... Duvarlardaki uyarıları İngilizceye nasıl çevirdikleri anlaşılıyor böylece. Öğrenme arzumu yitiriyorum o anda, bilmemenin dayanılmaz hafifliğine doğru sıvışmak istiyorum. Belki amir de bilmiyor derdini İngilizce nasıl anlatacağını, ondan yaşadığımız bunca sıkıntı. Çaresizim artık, pes etmekten başka seçeneğim yok. “İyi tamam” diyorum en sonunda. İndiriyorum yelkenleri suya. Hem zaten pasaportuma damgayı almışım, daha ne uğraşıyorum ki. Söylenerek uzaklaşıyorum yanlarından.


Aşağıya inince hemen Wang’ı arıyorum. “Ne oldu? Neymiş sorun?” diyorum. Wang “Türkiye’deki olaylardan (Darbe girişimini kast ediyor) dolayı tüm Türkiyelilere yapılan sıradan bir kontrolmüş. Senle bir ilgisi yok.” diyor. Uzatmıyorum. Çok çok teşekkür edip kapatıyorum telefonu. Saatte 50 km/s hızla giden dev bir kamyonun arkasında bir saat on beş dakika boyunca oyalanmış bir Ferrari sürücüsüymüşüm gibi haksız, hatta züppece bir isyan var içimde. Bir kere solladıktan sonra kamyonu da, kamyonun arkasındayken hissettiklerimi de (yer yer haksız da olsam), kamyon şoförünün yol verme konusundaki inadını da unutabilirim.Yakalamamız gereken bir tren var önümüzde, ATM’den para çekmem lazım, hepsinden önemlisi uçaktan beri tuttuğum tuvalet ihtiyacımı gidermem lazım. Metro girişine yakın bir yerdeki tuvaletlerden birisine dalıyorum koşarak. Pisuarların altındaki su birikintilerini görünce tanıdık bir sahneyi uzun bir aradan sonra gören çocuk gibi seviniyorum.  İşimi görürken, idrar damlaları yere dökülmesin diye her pisuarın önüne konmuş olan uyarıyı okumayı da ihmal etmiyorum. “Senin için ileriye doğru küçük bir adım, uygarlık için dev bir sıçrama.” Evet, Çin’deyim artık...      

11 Ağustos 2016

Aforizmalar 7-10

Yedinci Aforizma: Dünyayla sorunları olmayan insan yazmamalı bence. Moda oldu şimdi. İki cümle yazıp, sosyal medyada beğeni kazanan herkes yazar, şair oluyor… O gazla hemen gidiyorlar, meşhur bir yazarın verdiği yaratıcı yazarlık kursuna. Zannediyorlar ki çıkınca hepsi Zola ya da Tolstoy olacaklar. Olmadığını, olmayacağını anlamanız için kaç yüz kişinin daha bu kurslarda heba olması gerekiyor? Geçen kış Beyoğlu’nda gezerken bir afişe rastlamıştım. Ünlü isimler, bir haftalık yaratıcı yazarlık semineri verecekmiş. Sırf merakımdan telefon ettim, fiyatı sordum. 2.000 TL gibi bir şey söylediler. Ucuz da değil yani, kolay mı? Bitince Dostoyevski olacaksın! Bir yıl sonra kitapların Orhan Pamuk’un kitaplarının yanında satılacak. Hatta Haldun Taner ve Sait Faik ödüllerini beğenmeyip doğrudan Nobel’e uzanacaksın. Bakınız, tüm samimiyetimle yazıyorum bunları. Sapla samanı ayırmak ve naif ruhlara bir iyilikte bulunmak için yapıyorum yani. Yaratıcı Yazarlık kurslarına gitmeyiniz, gidenleri uyarınız, gücünüz yetiyorsa engelleyiniz. İlla gidecekseniz, bir ya da iki kitap yayınladıktan sonra, yani yazar olduğunuzu kendinize kanıtladıktan sonra, tekniğinizi geliştirmek ya da başkalarının düşüncelerini öğrenmek için gidiniz. Neden mi? İzah edeyim. En başta, bu kurslarda iki önemli konu birbirine karıştırılıyor. Yaratıcılık ve yazarlık. Yaratıcılık öğretilir, öğretiliyor da zaten. Bunca güzel sanatlar fakültesi, bunca edebiyat bölümü neden var? Binlerce öğrenci her yıl öğrenmiyor mu resim yapmayı, müzik bestelemeyi, deneme / öykü / şiir yazmayı? Ver herhangi bir lise mezununa beş farklı karakter, bir mekân ve bir çatışma; sana öykünün en güzelini yazar. Dahi olmaya gerek yok roman yazmak için. Bakın televizyon dizilerinin çoğuna, sizce o dizileri yazanlar çok mu zekiler, çok mu yaratıcılar? İçlerinde mutlaka istisna güzellikte yapıtlar vardır ama genel olarak TV dizileri pespayelikten, klişeden geçilmez. Yazılan kitaplara da bakın. Liseli öğrenciler bile roman yazar oldu artık. Yazamazlar demiyorum, tam tersine yazarlar ve bunda abartılacak bir şey yok diyorum. Mesele de burada başlıyor zaten.  Sorun bir şeyler yaratmak değil ki; sorun yazmak, sorun güzel yazmak, sorun okuyucunun aklına değil yüreğine girmek, sorun yazarak bir şeyleri değiştirebileceğine inanmak ve bu uğurda dünyaya meydan okumak. Yani yazar olmak için dünyayla bir sorununuz olmalı, yumruklarınız hep sıkılı olmalı, mutlu olabilirsiniz ama aynı zamanda eksik hissetmelisiniz kendinizi. Huzursuz olmalısınız, içinizde atlar tepiniyor olmalı. Bir şeylerin değişebileceğine, dünyanın daha güzel bir yer olabileceğine, insanların huzura kavuşacağına inanmalısınız ve bu uğurda çaba sarf etmenin ulvi bir görev olduğunu düşünmelisiniz. Evrensel normlarınız olmalı; insan sevgisi, doğaya hayranlık, bilime saygı, güzel olan karşısında donup kalma, zayıfın yanında olma, haklıyı savunma, zalime meydan okuma, ne olursa olsun insanın yanında olma… Bunlar yoksa neyi yazacaksınız, söyler misiniz bana? Beni rahatsız eden şey dünyaya söyleyecek tek bir kelimesi olmayan insanların yüz bin kelimelik roman yazmaya çalışması ve parayı bastırıp kitabı yayımladıktan sonra ortalıkta yazarım diye fink atması… Değilsin kardeşim, yaratmışsın bir hikâye. En iyimser ifadeyle romancısın. Yaratıcılık kolay iş, asıl zor olan yazarlık kısmı. Yazar olmak için bir ideolojin olmalı; bir duruşun, bir bakış açın, sarsılmaz bir değerler dünyan, sürekli genişleyen bir ufkun, zengin bir dilin, kıvrak bir hayal gücün (kurgu için değil, güzel yazmak için) olmalı. Bunları da sekiz haftalık yaratıcı yazarlık kurslarında kazanamazsın. Değil sekiz hafta, sekiz ay bile yetmez. Sabır lazım, dirayet lazım, inat lazım, az da olsa her gün yazman lazım. Yazamadığın günlerde içinde bir sıkıntı oluşması lazım, öyle ki gece yastığa başını koyduğunda kendini suçlu hissetmen lazım, “Ben ne kadar tembelim, 24 saat geçti tek bir cümle yazmadım.” diyebilmen lazım. Bu sancılı düzeye gelene kadar da çok yazman, çok hata yapman, çok saçmalaman, çok kendine kızman lazım. Kolay mı bir Nabokov olmak, bir Orwell olmak, bir Yaşar Kemal olmak. Öyle cümleler kurmalısın ki okuyucunun başı dönmeli, ayakları yerden kesilmeli, o güne kadar seni tanımadığı için geçmişine küfretmeli. Bu noktaya gelmen için de çok okumalı, çok gözlem yapmalı, çok not almalı, çok düşünmeli ve çok pratik yapmalısın. Aylardan değil, yıllardan bahsediyorum. Çantanda mutlaka iki tane defterin olmalı, biri büyük biri küçük. Acil durumlarda küçük olanı –yürürken bile-, zamanın bol olduğu zamanlarda büyük olanı kullanmalısın. Yazarken internetten uzak durmalısın, internetin olmadığı mekânlara gidip yazıya yoğunlaşmayı denemelisin. Sürekli insanları gözlemlemelisin. Hareketlerini, mimiklerini, sözlerini, kaçamaklarını, mırıldanmalarını, yüzlerinin kızarışını, kahkahalarını, ağlamalarını, gözlerini kaçırışlarını, kaşlarını oynatışlarını, yanaklarını içe çekişlerini, dudaklarını büzüşlerini, saçlarıyla oynamalarını… Bunları yaparsan zaten kursa falan gerek kalmaz. Birkaç yıl sonra güzel metinler yazmaya başlarsın. Güven bana, yazarsın! Bir davan varsa, dünyanın daha güzel olacağına dair bir umudun varsa mutlaka yazarsın. Yaratıcı yazarlık kurslarından alacağın sertifikayla açılmayacak demir kapılar, azimle ve inatla açılır önüne. İlla bir sertifikayı hak etmek istiyorsan kendine şöyle bir test yap.  Sağlığın sıhhatin yerindeyken, herhangi bir olağanüstü yoğunluğun yokken ve kimseden bu konuda bir baskı görmüyorken; şöyle bir iki hafta kendini yazıdan uzak tutmayı dene, zorla kendini. Yazmamaya ant iç ya da bilgisayarını / yazı malzemelerini kasaya kilitle ve anahtarı güvendiğin birisine var. Bak bakalım huzursuz oluyor musun? Bak bakalım uykuların kaçıyor mu? Bak bakalım hayatın anlamını yitiriyor mu? Yazmayı bırakmayı deneyip bırakabiliyorsan sen zaten hiç yazar olmamışsındır. (Yaşlanıp emekliye ayrılan ustaları tenzih ederim) Yok, yazmayı bırakmayı beceremiyorsan sen zaten yazar olmuşsundur. Hiç öyle kursa falan gitmene gerek yok. Yazmaya devam et. Bugün değerini bilmezler, beş sene sonra bilirler, on sene sonra bilirler, sen öldükten sonra bilirler. Sen yaz, ama her gün yaz. Düzenli yaz, disiplinli yaz, bir gün yazıp iki ay ara verme. Okumaları da ihmal etme, iyi yazarları elinde kalemle oku, altını çize çize, not ala ala… Gerisi zaten gelecektir. Yetenek diye bir şey yoktur. Çalışmayla, azimle, yıllarını vermekle oluyor güzel şeyler. O güzellik eninde sonunda seni de bulacaktır. Bu da tüm genç yazarlara benden bir ders olsun. Şimdilik bu kadar…

Sekizinci Aforizma: İnsan kötü edebiyatı gençliğinde okumalı. Yaşı ilerledikçe tahammül eşiği yükseliyor çünkü (tahammülsüzlük eşiği alçalıyor da denilebilir); iyi yazılmamış cümlelere karşı alerjik bir tepki veriyor zihni, süslü püslü ama içerikten ve derinlikten yoksun betimlemelere ister istemez burun kıvırıyor, en kötüsü de hem bu tür ürünleri ortaya koyanlardan hem de kendisini yalnızlığa sürükleyen entelektüel züppelikten tiksinmeye (bırakamasa bile) hakkı olduğunu düşünüyor. Evet, lise ve üniversite çağlarında okunmalı popüler yazarlar ve şairler. Çünkü o yaşlarda henüz farkına varamıyor insan, kötü edebiyatı kötü yapan öğelerin aslında çok da uzağımızda olmadığının. Hem vakit de bol, hata yapma payı geniş. Her şey okunabilir, hatta her şey okunmalıdır. Genç yaşta ucuz edebiyatla tanışan insan zamanla sıkılacaktır okuduklarından çünkü sadece gerçek edebiyat sıkmaz insanı, içine çeker ve sarıp sarmalar, her daim yeni şeyler öğretir, yeni ufukların açılmasını sağlar. Nitelikli edebiyat insan denilen muammayı hazır bir formül olarak ele almadığı için ve insanın sürekli değişen varoluşunu tüm değişkenleriyle birlikte incelediği için sıkmaz, bunaltmaz. Ucuz edebiyat ise bayat olandır, içinde yenilik barındırmadığı gibi gerçeklik de barındırmaz. Gerçekliğin bir boyutunu barındırır sadece, tünelin içindeki karanlığı ve o karanlığın meydana getirdiği keşmekeşi değil sonundaki aydınlığı anlatır hep. Karakterle genellikle tek boyutludur, hikâyeler yazarın duruşu hakkında bir bilgi vermez.  Aynı şeyleri tekrar etmekten bıkmaz, okuyucuyu aptal yerine koymaya bayılır, en kötüsü de okuyucuyu soru sormaya ve keşfetmeye değil de hazır yanıtlara götürür. Gençlerin, yani yolun başında olanların bu tarz aldatmalara kanmalarını anlayışla karşılayabiliriz. Okumaya devam ettikleri sürece er ya da geç nitelikli edebiyata kavuşacaklardır. Çeviri metinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Her çeviri bir yeniden yazma sürecidir ve dolayısıyla yazarın orijinal metninden bir sapmadır. Çeviri sırasında yazarın üslubunun korunması için çevirmenin de bir üslup ustası, yani az çok bir yazar olması gerekir. Hem çevirdiği dilin (örneğin İngilizce) kültürünü çok iyi bilmelidir, hem de çevrilecek dilde (örneğin Türkçe) bir yazı ustası olmalıdır. Sırf dil biliyor diye, kültürü ve edebiyatı özümsememiş birisine çevrilmesi için verilen yapıt, tüyleri yolunmuş tavuğa dönüşür. Tavuk tavuk olma özelliğini korumaktadır: gıdaklar, yemini yer, yumurtlar, kuluçkaya yatar… Ama tüyleri olmadığı için güzelliğini, estetik cazibesini yitirmiştir. Kimse bakmaz yüzüne, kimse de onu tavuk diye çağırmaz. Bu yüzden gençlere tavsiyem lise ve üniversite yıllarında okuyabildikleri kadar dünya edebiyatı okumalarıdır. Eğer kitapları seven, edebiyata aşk derecesinde bağlı olan birisiyseniz belli bir yaştan sonra çeviri metinlerde de tuhaf bir iticilik bulacaksınız. Burada tabii ki edebi olma amacı gütmeyen yapıtları hariç tutmak şart. Örneğin, bir felsefe ya da sosyoloji kitabının çevirisindeki üslup kaygısı, bir romanın ya da öykünün çevirisindeki üslup kaygısından çok daha azdır. Çünkü edebi eserde üslup ve içerik etle kemik gibi birbirine bağlıdır. Biri diğerinden ayrı çözümlenemez, ayrı düşünülemez. O kadar ki romandan öyküye, öyküde şiire doğru ilerledikçe içerik önemini yitirir, üslup ise daha bir önem kazanır. Bu da çevirmenin işini bir hayli zorlaştırır. Çeviri metinlerde yazarın üslubunu yakalamak imkânsız olmamakla birlikte kolay değildir. Bazı hassas okurlar bu konuda taviz vermezler ve her türlü çeviriyi reddederler. Ben son yıllarda, Türkçe yazılmış bir kitapla Türkçeye çevrilmiş bir kitap arasında tereddütte kaldığımda her zaman için Türkçe yazılmış kitabı tercih ediyorum. Türkçeye çevrilmiş bir kitabın İngilizce aslı varsa, onu bulmaya çalışıyorum. Bu şekilde okuduğum onlarca roman olmuştur. Kitap bildiğim iki dilin dışında bir dilde yazılmışsa, bazen İngilizce çeviriyi Türkçe çeviriye tercih ediyorum. Hayır, İngilizce çeviri daha iyi olduğu için değil, İngilizce çeviriden beklentilerim daha az olduğu için. Daha doğrusu İngilizce çeviride üslup, ton, cümle arayışım olmuyor pek. Deplasmandayım sonuçta, beraberlik bile kârdır diye düşünüyorum.

Dokuzuncu Aforizma: Hep düşünmüşümdür. Neden elektromanyetizma ya da Doppler Etkisi gibi konuların tartışıldığı programlara değil de sadece evrim kuramının tartışıldığı programlara din adamları ya da dindarlığı kanıtlanmış felsefeciler davet edilir? Yani, hangi yetkinlik ve yetkiyle bu imam / dindar felsefeci böyle bir programa katılabiliyor? Ya da insanlar nasıl bir beklentiyle evrimi bir din adamından veya evrim kuramını reddeden bir sosyal bilimciden dinlemeye gidiyorlar? Ramazan ayının bereketiyle ilgili bir programa moleküler biyologları davet ediyorlar mı ki konu evrim olunca üniversitede Kelam, Hadis, Fıkıh, Epistemoloji, Etik, Ontoloji okumuş insanlar söz sahibi olabiliyorlar? Daha da ilginç olan şu; din adamları kendilerine dokunmayan bilimle ilgili en ufak bir yorum yapmazlar. Ne bileyim; hiçbir imamın ya da papazın çıkıp da “Hayır efendim, kütleler arası çekimin hızı ışık hızından daha düşüktür.” dediğini duymayız. Çünkü böyle bir iddianın doğruluğu veya yanlışlığı onların otoritesine doğrudan bir saldırı oluşturmayacaktır. Bilim umurlarında bile değildir. Ne bilimsel bilginin doğruluğuyla ilgilenirler ne de bilimsel bilginin yaygınlaşmasının topluma vereceği ahlaki olgunlukla. Seslerinin bu kadar çıkmasının nedeni korkularıdır, güçlerini kaybedecekleri endişesidir. Buradan da şu sonuç çıkar. Din adamları sadece otoriteleri sarsılmaya başladığında bilimle ilgilenirler (ilgileniyormuş gibi yaparlar) ve bilimle ilgili yorumlarını halka sunarlar (halkın böyle bir talebi olmasa bile). Bunu yaparken de izlenilmesi gereken yolu izlemezler, kolaya kaçarlar. Madem evrim kuramını öğrenmek itiyorsun git bir kütüphaneye, önce evrim kuramı neymiş ne değilmiş onu öğren, git konunun uzmanlarıyla konuş, git herhangi bir öğrenci gibi ders çalış, oku, ezberle, işin mekanizmasını çöz. Ondan sonra itiraz edeceksen yine et ama bilimsel argümanların sınırları içerisinde yap bu itirazı. Otoriten sarsılacağı için ya da senin cami / kilise kürsüsünden anlatacağın hikâyelere kimse inanmayacak kaygısıyla yapma. Maalesef ülkemizdeki din adamları, hakkında hiçbir fikirleri olmadıkları halde fırsat buldukça evrime saldırmaya devam ediyorlar. Adnan Hoca diye bilinen adamın evrim hakkında çok pahalı kuşe kâğıtlara basılı kitaplarının olduğunu bilmeyen yoktur. Dawkins’e bile göndermiş bir nüsha. Düşünsenize! Adam hayatında tek bir biyoloji dersi bile geçmemiş ama biyoloji alanında doktora yapmış birisine kafa tutuyor, “Ben senden daha iyi biliyorum. Sen yanılıyorsun.” diyor. Dawkins de haklı olarak kıçıyla gülüyor bu duruma, ne yapsın adam başka! Pek bilinmez ama Fethullah Gülen de 70’li yıllarda Evrim Kuramı üzerine bir konferans vermiştir. Üç dört saatlik bu konferansta FG; kendisinin “tekamül nazariyesi” adını verdiği evrim kuramını yerden yere vurur, safsata olduğunu iddia eder. Batıdaki Akıllı Tasarımcıların (Intelligent Design) temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp bilim insanlarının önüne sunduğu zırvalıkları FG bir kere daha tekrar eder. Evrimin ne olduğunu ve nasıl bir mekanizmayla çalıştığını az çok anlamış birisi FG’nin baştan sona saçmaladığını çabucak anlayacaktır ama o konferansa gidenlerin ya da konferansı sonradan dinleyenlerin böyle bir amacı yoktur, asla da olmamıştır. Böyle bir amaçları olmadıkları için evrimin ne olduğunu öğrenemedikleri gibi hayatları böyle bir imamın peşinde dolanmakla geçer. Öncelikle konferansın adı “Evrim kuramı nasıl çürütülür.” olmalıdır çünkü konuşmacının evrim kuramını öğretmek gibi bir niyeti yoktur. Ayrıca, evrim kuramını anlamamış olduğu için böyle bir yetkinliği de yoktur. Sorulması gereken soru da budur zaten; camilerde imamlık yapması gereken, insanları güzel ahlaka ve iyiliğe davet etmesi gereken bu şahıs neden kafayı evrimle bozmuştur? Yanıt yukarıdakiyle aynı, bilimin her geçen gün artan nüfuzunun dinin alanına girmesinden korkmaları. Kendi nüfuzları azalırsa; nasıl kandırırlar insanları, nasıl himmetlerine el koyarlar fakirin fukaranın, nasıl milyonlarca insanı hipnotize olmuş gibi peşlerinden sürüklerler! Evrim kuramını akılları sıra çürütmeleri bu yüzdendir. Dedikleri şeyin gülünç olduğunu düşünmeden ve düşündürmeden yaparlar bunu. Çünkü evrim kuramı karşıtlarına göre evrim kuramını savunanlar bunu kasıtlı olarak yapmaktadırlar. Binlerce bilim insanı yalan söylediklerini bile bile bu safsataya destek vermektedirler. Yani; uzaya uydu gönderirken, bulaşıcı hastalıklardan korunmak için ilaç geliştirirken, 10.000 km uzaktaki akrabanla telefondan görüntülü iletişimi sağlayan aletleri yaparken, nanoteknolojiyle asla ıslanmayan ve yanmayan kumaşı geliştirirken aldatmayan bilim insanı iş evrim kuramına gelince düzenbazın, üçkâğıtçının, dolandırıcının önde gideni oluyor! Oh ne güzel! Onlar istedikleri kadar çırpınsınlar; bilim yine bildiğini okuyor. Din ise her geçen gün biraz daha köşeye sıkışıyor, Tanrı hipotezinin dolduracağı boşluklar her geçen gün biraz daha azalıyor. Zaten samimi bir bilim insanının evrim kuramıyla ciddi bir problemi olamaz. Duygusal yaklaşmak gibi bir lüksleri yoktur bilim insanlarının. Eldeki bulgular değerlendirilir, kurama uyuyorsa devam edilir, uymuyorsa kuramda değişikliklere gidilir. Eğer öyle bir zamana ulaşılır da yapılan değişikliklerden dolayı evrim kuramı tanınmaz hale gelirse, yeni bir kurama geçilir. Fizik bilimi nasıl Newton’dan (mutlak uzay ve zaman) Einstein’a (göreceli uzay ve zaman) geçiş yaptıysa biyoloji bilimi de benzerini gerçekleştirebilir. Bilim bir gün evrimi reddetse, bu durum din adamlarını yine mutlu etmeyecektir (ayrı bir yazının konusu bu) çünkü yerine konacak olan kuram da hiçbir şekilde bir yaratıcıdan söz etmeyecektir. Bu yeni kuram evrim kuramının yanıtlayamadığı soruları da yanıtlayacaktır, daha kapsamlı olacaktır, daha ufuk açıcı olacaktır, din adamlarının daha fazla nefretini kazanacaktır. Türkiye’de dini cemaatler evrim konusunda bilimsel kurumlardan daha etkinler maalesef. FG gitti ama onun yerini dolduracak yığınla isim var. Cüppeli var, AKP’nin her yerde mantar gibi biten eğitim vakıfları var… Bu yüzden halkın büyük bir çoğunluğu evrimi bir safsata olarak görüyor.  Bu konuda Avrupa ülkeleri ve ABD’nin dâhil olduğu 32 ülkelik bir grup içinde %75’le birinciyiz (yani %25le sonuncuyuz!). Danimarka’da evrim kuramının geçerli olduğunu düşünenlerin oranı %81. Bizden sonra gelen ülke ise ABD. Akıllı Tasarımcıların en büyük kalesidir ABD, bu yüzden şaşılacak bir durum yok. Orada da cemaatler, tarikatlar deli gibi çalışıyorlar. Biz ABD’ye değil de seküler Avrupa’ya bakalım. En azından ABD’deki Hristiyanların silahlanıp köktendinci bir akım oluşturma, devleti devirme, İsa’nın liderliğinde bir HABD kurmak gibi bir idealleri şimdilik yok. Türkiye’de ise cemaatler her zaman için siyaset üstü oynayan kurumlar olmuşlardır. Kısacası, övünülecek değil, ağlanılacak bir durumumuz var. Ve bu durumun en büyük sorumlusu Türkiye’deki dini cemaatlerin bu konuda yürüttükleri, büyük miktarda paralarla destekledikleri kampanyalardır. Oysa; üniversiteler, bağımsız akademiler ve yayın kuruluşları bu konuda ayrı bir çaba sarf etmeliler. Toplumun aydınlatılması için, bilimin bilim yapan insanlar tarafından öğretilmesi için önayak olmalılar. Türkçede evrim kuramı konusunda çok kaynak yok ama literatür yavaş yavaş çoğalıyor. ODTÜlü öğrencilerin başlattığı Evrim Ağacı projesi hem içerik açısından hem de nitelik açısından gençler için güzel bir kaynak. Ben de sürekli takip ediyorum. Sadece evrim kuramını değil, bilimin tüm konularını ele alan geniş bir sayfa. Facebook’tan takip edebilirsiniz. Lise veya üniversite çağında çocuklarınız / yeğenleriniz / arkadaşlarınız varsa onlara da tavsiye edin. Günümüzün gençlerinin en fazla ihtiyacı olan şey siyasi tartışmalar ya da futbol değil, doğru ve güvenilir kaynaklardan beslenen bilimsel bilgidir. Biz yetişkinlerin en önemli görevi de gençleri yönlendirmek, onların zihnini elimizdeki en nesnel doğrularla doldurmaktır. Unutulmaması gereken şey şudur: Sadece aydınlanmak değil aydınlatmak da ahlaki bir sorumluluktur. (Bu da ayrı bir yazının konusu)   


Aforizmalar 10: Yazarlık kontrollü deliliktir (controlled madness). Kim demiş bu lafı anımsamıyorum şimdi. Benzeri bir cümleyi yaratıcılık gerektiren tüm işler için söyleyebiliriz. Sanatçıların / yazarların biraz deli olmaya hakları varmış gibi düşünülür genelde. Sanatçıdır onlar çünkü, yaratmaları için sınırları zorlamaları gerekir. Ehh, ara sıra sınırları aşarlarsa da hoş görebiliriz, sesimizi çıkarmayız. Aslına bakılırsa sanat da tüm diğer insan ürünleri gibi zekâ, disiplin, azim ve çok çalışma gerektirir. Gerisi, yani yetenek ve deha züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Tamam; herkes maraton koşamaz ama ciddi bir sağlık sorununuz yoksa ve disiplinli bir şekilde hazırlanırsanız koşarsınız. İnsanüstü bir yeteneğiniz olması gerekmez. Yazarları, sanatçıları, düşünürleri delilerle aynı kategoriye koyarak aslında onları şımartmaktan başka bir şey yapmış olmuyoruz. “Sanatçıdır, ne yaparsa yeridir.” gibi bir noktaya getiriyoruz. Kendim yazmayla ilgilendiğim için ondan örnek vereyim. Bir kere yazma dediğimiz yaratı büyük bir oranda fiziksel bir uğraştır. Herkes zanneder ki yazarlar çok düşünüyor, çok kafa yoruyor, çok tasarlıyor… Hayır efendim, öyle düşünmeyle, tasarlamayla, hayal kurmayla yazılmıyor öyküler / romanlar. Disiplinle, işe yoğunlaşmayla, azimle ve inatla oluyor. Yani fiziksel olarak bedenini yattığın yerden kaldıracaksın, bilgisayarın başına oturacaksın, interneti keseceksin, odanın kapısını kapatacaksın ve günlük hedefini bitirene kadar durmaksızın yazacaksın. Bu ritüel kişiden kişiye değişir ama işin fiziksel oluşu pek değişmez. Bunu her gün, her hafta, her ay yapacaksın. Bıkmadan, usanmadan, yılmadan… Ve inanın bana tıpkı koşmak gibi, yazmak da asla kolaylaşmıyor. İster ilk öykünüzü yazın, ister yirminci; bir öyküye başlamak hep zordur. Çünkü seni zorlayan yok, tutup yakandan masaya oturtan yok, “beş yüz kelime bitmeden sabah kahvaltısı sana haram.” diyen mazbut bir patron yok… Kendi kendinin patronu ve işçisisin. Çıkaracağın işin çok kötü olma ihtimali de var, kimse beğenmeyebilir, hatta sen bile! Olsun, sen yine de yazacaksın. Kimsenin senin yazdıklarını okumamasını kafaya takmadan, tek bir olumlu eleştiri almamış olmayı önemsemeden, on beş yıl boyunca yazdığın halde yazıdan tek kuruş kazanmamış olmayı düşünmeden… Yaratıcılığın hiç de öyle dillere destan bir yanı yok. Ne deli olmak gerekiyor ne de dahi. Sadece fiziksel olarak kendini işe vermen gerekiyor. Hiç bir roman güle oynaya yazılmaz. Sancısız doğum olmaz! Daha önce üç çocuk doğurmuş bir kadın dördüncüyü doğururken daha az sancı çekmez. Yazarlık da öyle bir şey işte! Aksini iddia etmek sanatçıların doğaüstü bir kaynaktan beslendikleri gibi hem yanlış hem de tehlikeli bir pencere açar yazmayanların düşünce dünyasında. Sanatçıları putlaştırmak onlara yapılacak en büyük kötülüktür. Yazarların / sanatçıların beslendiği kaynaklar hayatın içindekilerdir. Hepimiz hayatın içinde olduğumuza göre başka nereden gelebilir ki ilham? Amerikalı bir öykücü vardı. Adını anımsamıyorum. Adam berber. Sabahtan akşama kadar müşterileriyle sohbet ediyor. Düşünsenize, ne büyük bir malzeme! Her bir müşteri o gün ne tuhaflıklarla karşılaştığını, çocuğunun okuldaki sorunlarını, karısıyla sabah yaşadığı tatsızlığı, kaybolan kedisinin iki hafta sonra hiçbir şey olmamış gibi geri dönüşünü anlatıyor. Bu berber de geceleri, tek başına kaldığı zamanlarda dinlediklerinden yola çıkarak öyküler yazıyor. Yazmayabilirdi de. O zaman öykücü olmazdı. Şimdi biz bu örneğe bakarak yazar olmak için berber olmak gerekir diyebilir miyiz? Ya da bu yazarı ilham kaynağından dolayı kıskanabilir miyiz?  Öykücülerin babası konumundaki Çekhov’u düşünelim. Adam doktor, sürekli uzak köylerde gezinmiş. Köylülerin bilgisizliklerini, pasaklılıklarını, fırsatçılıklarını gözlemlerken bir yandan da iyi yürekli, gösterişsiz ve yardımsever olduklarını fark etmiş. Bu fark edişten yola çıkarak kendi içindeki çatışmayı (şehirli okumuş bir doktorun köylülere yukarıdan bakışı), utanmadan sıkılmadan öykülerine işlemiş. Bakınız Çekhov’un öykülerine, aydın-köylü çatışması sıklıkla karşınıza çıkar. Bu örnekten yola çıkarak iyi yazar olmak için köy doktoru olmak gerekir diyebilir miyiz? Tikel örnekler çoğaltılabilir ama yanıt değişmez. Yazar (sanatçı) olmak için gerekli olan bir meslek yoktur. Edebiyat hayatın aynasıysa, herkes iyi bir gözlemle ve sıkı bir çalışmayla yazar olabilir. İşin zor kısmı konu bulmak değildir, zor kısım yazma eyleminin kendisidir. Hatta; yazar olmaya yardımcı olan bir meslek bile yoktur diyebilirim. Edebiyat tarihine şöyle bir bakarsanız, pamuk toplayıcısından makine mühendisine; aristokrat bir ailenin el bebek gül bebek yetiştirdiği evladından, yoksulluktan üç gün ağzına tek lokma girmemiş zavallılara kadar çok geniş bir yelpazenin edebiyat sahasında ürünler verdiğini görürsünüz. Hayatın yelpazesi kadar geniş ve özgürdür edebiyatın yelpazesi. Bundan daha teşvik edici bir güç olabilir mi? Ama sen illa “İlham kaynağım yok? Bende yaratıcı zekâ yok.” diye tembelliğine bahane ararsan o başka iş.  İlham her yerdedir. Bunu sen de biliyorsun ama salt ilham olarak değersiz olduklarının farkına varmak işine gelmiyor. Bir ayakkabı tamircisi bile eğer yazmayı kafaya takmışsa, sabahtan akşama kadar tamir ettiği ayakkabılara bakarak o ayakkabıların sahipleri hakkında çok güzel öyküler yazabilir. Önemli olan ilham kaynağın değil, ilhamı nasıl değerlendirdiğindir. Yoksa “Hayatım roman.” diyenlerin hepsi haklıdır. Evet, herkesin hayatı romandır ama yazılmadığı için bu potansiyel romanlar bir işe yaramamaktadır. Bir yazılsa, güzel bir dille ifade edilse, detaylar tüm çarpıcılığıyla gözler önüne serilse, o çetrefilli ilişkiler tek tek okuyucunun zihnine işlense herkesin hayatı “best-seller” olur. Senin; bıktığın, oflayıp pufladığın, içindeyken hep dışarıdaki olası mutlulukları hayal ettiğin monoton hayatın bile… [Not: Aforizmalar kendime yazdığım notlardır. Sen diye hitap ettiğim kişi yine kendimdir. Kimseyi hedef almıyorum. Alınmayın sakına J]

05 Ağustos 2016

Japonya Anıları 1-3

1:

 Osaka Tren İstasyonu’nun yakınındaki otellerin çok pahalı olduğunu öğrenince, eşim Jaruwan kiralık odalardan tutmuş. Sanırım Türkiye’de bunlara “apart” deniyor. Evini kullanmayan birisi birkaç günlüğüne kiraya veriyor, böylece ek gelir elde ediyor. Şehre akşam vardığımız için, zar zor da olsa apartmanı bulduk (ayrı bir hikâye var burada) ve odamıza yerleştik. İki gün boyunca Osaka kazan biz kepçe gezdik durduk. Şehirdeki son günümüz için planımız, Çin’den tanıdığım ressam / hattat bir Japon arkadaşı ziyaret etmekti. Bizi şehrin dışındaki evine, hem ailesiyle tanışmamız hem de birlikte öğlen yemeği yememiz için çağırmıştı. Biz de Japonya’ya gelmişken bir de kırsal kesimi görelim diyerek düştük yola. Bir buçuk saatlik tren yolculuğundan sonra vardık Lena’nın ailesinin işlettiği lokantaya. Yedik, içtik, muhabbet ettik… Geri dönüş için bizi tren istasyonuna bırakacak arabaya bindik. Yolda Jaruwan Lena’ya, Osaka’da çektiği fotoğrafları gösteriyordu ki Lena gördüğü fotoğraflardan birisine daha dikkatle bakmak istedi. Telefonu eline aldı, ekrandaki görüntüyü büyüttü ve ardından “Aman Tanrım, aman Tanrım… Siz bu binada mı kaldınız?” gibi ilk anda anlayamadığımız heyecanlı laflar etmeye başladı. Kızcağız heyecandan dilini yutacaktı neredeyse! Yüzü pembeleşmiş; elleri kıpır kıpır, gözleri pırıl pırıl olmuştu. Herhalde bu binada bir anısı vardır diye geçirdim içimden. Ne bileyim, ilk erkek arkadaş ya da ilk öpücük falan. Bilirim, unutmaz böyle şeyleri kızlar. Belki de ünlü bir film burada çekilmiştir. Lena bu, sanatçı sonuçta, değer verir böyle şeylere. Dedim; “Evet, bu binada kaldık. Ne oldu ki!” Birkaç tane daha bol ünlemli şaşkınlık ve taşkınlık yaşadık küçücük arabanın içinde. Sanki araba bir anda küçülmüş, biz içine sığmaz olmuştuk. Öyle tarifsiz bir his işte! Sonra dile geldi kız, çözüldü yani, anlattı binanın kerametini. Meğer; Lena’nın çocukluğu bu binada geçmişmiş. Emin olmak için adresi verdik, onu da doğruladı. Öyle birkaç yıl da değil, on beş yıl falan! (Ehh, binayı tanımasa ayıp ederdi herhalde!) Ben tabii en kaba tabirle “Ohaaaa” oldum. Sen Çin’den Japonya’ya gel, ucuz olsun diye üç günlüğüne Osaka’daki yüz binlerce binadan birinden daire tut, tuttuğun daire Çin’deki komşu şehirden tanıdığın Japon arkadaşının çocukluğunun geçtiği binada olsun. Neyse ki aynı daire çıkmadı! Aynı daire olsaydı herhalde Lena kalp krizi geçirirdi, biz de hiç hesapta yokken Japon hastanesi görürdük. Yolun kalan kısmını gülerek, şaşırarak, hayretler ederek; Çince, Japonca, Türkçe, Tayca argolar geliştirerek ve böyle bir olayın gerçekleşme olasılığının ne kadar düşük olduğunu konuşarak geçirdik. İstasyona varınca da sarılıp ayrıldık, trene bindik ve havaalanına gittik. Gelelim sadede! Bu olayı neden bu akşam hatırladım ve neden bu konuda yazma gereği gördüm? Zaten asıl soru bu. Yoksa böyle olaylar herkesin başına gelir. Mesele, bundan sonrasını irdelemek: Hayatta hemen her şey tesadüflerin ürünüdür. Her saniye, her dakika meydana gelen bir tesadüfle (isterseniz buna kader de diyebilirsiniz) önümüze yeni yollar, yeni alternatifler açılır. Buna rağmen biz bu olayların çok azına şaşırırız. Neden? Olasılıkların azlığı değil yanıt çünkü her olay çok ama çok az bir olasılığın ürünüdür. Örneğin benim bu sabah evden çıktıktan sonra yolun sol kenarında beyaz bir köpek görme olasılığım çok ama çok düşüktür. Beyaz köpek görmüşsem ben buna şaşırmam. Çünkü beyaz bir köpek görmeyi ummuyorumdur evden çıkarken. Hani sokağa, beyaz köpek avlamaya çıkmışsam ve evden çıkar çıkmaz beyaz bir köpek görmüşsem, tamam. Şaşırma hakkımı sonuna kadar kullanabilirim. Bu durumda asıl konuşulması gereken şey şaşırılacak şeylerin azlığı ya da niteliği olmalıdır. Zaten sorun da burada, biz sadece ve sadece şaşırınca hesaplıyoruz olasılığı. Örneğin bir zarı beş kere üst üste attık ve zarlar sırasıyla 1, 2, 4, 3, 1 geldi. Şaşırır mıyız? Hayır. Peki zarlar sırasıyla 1, 2, 3, 4, 5 gelseydi şaşırır mıydık? Büyük ihtimalle evet. Hemen elimize kalem kâğıt alır, böyle bir olayın gerçekleşme olasılığını hesaplardık. Oysa bu iki olayın gerçekleşme olasılıkları eşittir. Sormamız gereken soru, ikinci olayın neden gerçekleştiğinden ziyade, neden birinci olaya değil de ikinci olaya şaşırmış olmamızdır. Daha doğrusu, neden ikinci olayın olasılığıyla ilgileniyoruz? Çünkü ikinci olaydaki dizge tanıdık geliyor, sayılar birbiri ardına sıralanmış. Birinci olayda herhangi bir örüntü yok gibi. Eğer bir matematikçiyseniz, bir beşli dizgeye uzun süre bakarsanız “herhangi bir örüntü” bulmanız çok zor olmayacaktır. Dikkatle bakarsanız, birinci dizgedeki sayıların ikiye katlayarak gittiğini ve beş modunda hesaplanmış olduklarını görürsünüz. Fazla uzatmadan sonuca varayım. Bizi şaşırtan şeyin şaşırtıcı oluşunun nedeni olasılığının düşüklüğü değildir, olaya tersten, yani olay gerçekleştikten sonra bakıyor oluşumuzdur. Zarları atarken 1, 2, 3, 4, 5 dizgesi beklemiyorsak, şaşırmaya da hakkımız yoktur. Yok, bu sıralı dizge gelecek diye bekliyorsak ve beklediğimiz dizge gerçekleşiyorsa şaşırabilirsiniz. Beklemediğimiz bir olayın gerçekleşmesine şaşırmamızın tek nedeni o olayın bize tanıdık gelmesidir, yani öznel bir anlamı olmasıdır. Bunun dışında, diğer olasılığı düşük olaylardan farkı yoktur. Biz, Osaka’da Lena’nın çocukluğunun geçtiği apartmanda kalmamış olsaydık da Lena’nın bir sınıf arkadaşının yaşadığı apartmanda kalsaydık, bunun olasılığı da aynı olacaktı ama şaşırmayacaktık. Kısacası, olay gerçekleştikten sonra geriye dönüp “Vay be, böyle bir olayın gerçekleşme olasılığı çok düşüktür.” deme lüksümüz yoktur. Çünkü olay gerçekleşmişse olayın gerçekleşme olasılığı %100’dür. Gerçekleşmiş ve bitmiştir. İşte böyle. Bu arada, ileriki günlerde başınıza böyle bir olay gelirse sakın şaşırmamazlık etmeyin. Şaşırmak da gülmek, eğlenmek, ağlamak, sevmek gibi insancıl bir eylemdir. İşin analitiğini yaptık diye hayatın tadını kaçırmayalım.

2:

Japonlar hayatımda gördüğüm en yardımsever insanlar. O kadar yardımseverler ki bir süre sonra etrafınızdakilerden yardım istemeye utanır hale geliyorsunuz. Çünkü yolda çevirip, adres sorduğunuz kişi yapmış olduğu tarifin işe yarayıp yaramadığından emin olmak için hiçbir zahmetten kaçınmayabiliyor. Bu da doğal olarak yardım isteyen bizleri mahcup durumuna düşürüyor. Tayca’da bu durum için, benim de çok sevdiğim güzel bir kelime vardır. Birisinden yardım istemeye çekinmeye, utanıp sıkılmaya “grengcay” derler. Neyse, gelelim olaya. Shizuoka’daki tepeye çıkmışız ama Fuji dağı gökyüzünü kaplayan bulutlardan görünmüyor. Ben çok takmıyorum da Jaruwan için büyük bir hayal kırıklığı bu. En büyük hedeflerinden birisiydi Fuji dağını bu tepeden görebilmek. Manzara umudumuzu yitirince bari yakınlardaki yeşil çay bahçelerini görelim diyoruz. Elimizdeki haritalardan pek bir şey anlamayınca, otobüs duraklarının yanındaki dükkâna girip yeşil çay bahçelerine nasıl gideceğimizi soruyorum. Kasadaki genç, kasayı bırakıp benimle dışarı çıkıyor ve eliyle işaret ediyor takip etmemiz gereken yolu. Sonra da diyor ki “Ama emin değilim yolun açık olup olmadığından. Orada inşaat vardı geçen hafta. Bitmemiş olabilir.” Ben de ne diyeceğim, teşekkür ediyorum. “Sorun değil, biz iner bakarız. Kapalıysa geri döneriz.” Çay bahçelerine inmeden önce meydanda biraz daha oyalanıyoruz. On dakika kadar sonra bir bakıyorum bizim genç, bana tarif ettiği yoldan geri geliyor. Çocuk; işi gücü bırakmış, yol açık mı değil mi diye kontrol etmeye inmiş. Benim tahminim şu; eğer yol kapalıysa bize yanlış yolu tarif etmiş olacak ve bunun utancını yaşayacak. Bu utancı yaşamamak için, yani yaptığı işin sonucundan emin olmak için yokuş aşağıya inmiş, yolun açık olduğunu görmüş ve geri gelmiş. Ben tabii en hafif tabirle “grengcay” oluyorum delikanlının karşısında. Değil boynumu, tıpkı Japonlar gibi, belimi büküp teşekkür ediyorum. Hak etti yani, bu sıcakta sen in o kadar yolu, tekrar çık… Ne için? Yardım ettiğinden emin olmak için. Yol az da değil, biz inince fark ediyorum. En az beş dakika yokuş aşağı inmen gerekiyor çay bahçelerine açılan yolun açık olup olmadığını anlaman için. Benzer bir olay da Osaka’da geldi başımıza. Kalacağımız apartmana yaklaştığımızı elimizdeki Google haritalar söylüyor ama hangi apartman olduğunu söylemiyor. İki kişiyiz, bir Japon etmiyoruz. Her yerde Japonca yazılar, işaretler, dükkânlar falan. Bildiğin “Lost in Translation” durumu! Telefona göre kalacağımız yer yolun ortasında! Ben sağa gidiyorum, sola gidiyorum ama adresteki binayı bulamıyorum. Baktı benden hayır yok, Jaruwan yoldan geçen iyi giyimli genç bir adama soruyor. Adam adrese bakıyor, etrafa bakıyor ama çıkaramıyor bir türlü. Kendi telefonunun haritasını gözden geçiriyor, yine olmuyor. Elimizdeki kâğıttaki telefon numarasını çeviriyor kendi telefonuyla. Oradan da bir şey çıkmıyor. On - on beş dakika bizimle birlikte cebelleşiyor ama sonuç hâlâ yok. Ne yapsak ne etsek derken, orta yaşlı bir adamdan bizim adımıza yardım istiyor. Bu sefer ikisi aralarında Japonca anlaşarak –Ara sıra kavga ediyorlar sanısına kapılmadım değil!- gideceğimiz binayı bulmaya çalışıyorlar. En sonunda, aradığımız binanın aslında beş metre arkamızda kalan bina olduğunu anlıyoruz. (Ne kadar postmodern değil mi? Aradığın şey yakınında, uzak sensin, dönüp dolaşıp yine kendine varacaksın falan...) Orta yaşlı olan adam bizim apartmanı bulduğumuzu anlayınca izin isteyip gidiyor. Ben de dünyanın en iki büklüm patronu olarak adama önce teşekkür edip, ardından müsaade veriyorum! Genç olan bizimle birlikte binanın önüne kadar geliyor. Bundan sonrası biraz bulmaca işi çünkü elimde üç şifre var anahtara ulaşmam için. Otel değil kalacağımız yer, birisinin kullanmadığı apartman dairesi. Odanın sahibi de anahtarı paspasın altına koymayı akıl etmemiş maalesef! Güvenilir bir Ayşe teyze de yok ki ona emanet edilse anahtar. Demek, hak etmemiz gerekiyor bazı şeyleri. İnanıyoruz, azimliyiz, başaracağız! Birinci şifre binanın giriş kapısının şifresi. O kolay. Girişin sağ tarafındaki tuşlara basıyorum, cam kapı açılıyor önümüzde. Cennet bahçesine girer gibi giriyoruz klimalı lobiye ama beklediğimizin aksine lobide danışılabilecek kimse yok. Bildiğiniz apartman girişi… Neyse, elimizde şifreler var ne de olsa, kim ne yapsın apartman görevlisini. İkinci şifre posta kutusunun şifresi. Onda da pek sıkıntı yaşamıyorum. Eski kovboy filmlerindeki banka kasası şifrelerine benziyor. Sola 3, sağa 8, sola 4 gibi sıralı ve yönlü bir kombinasyonu var. Posta kutusunu da açınca karşımıza ağır bir metal kutu çıkıyor. İşte bunu açması zor çünkü şifreyi nereye gireceğimi anlayamıyorum. Üstünde bir sürü rakam var ama hangi sırayla, hangi yönde, neye göre? Deneme yanılmayla yapacağım mecburen, biraz vakit alacak ama olsun. Ben böyle yenilgilerden yenilgi beğenmeye kendimi alıştırmışken, bizimle birlikte binanın lobisine giren yardımsever genç hemen alıyor kutuyu elimden. Belli ki benzerlerini görmüş, adam deneyimli tabii. Bizim gibi görmemiş değil ki paspasın olmadığı yerde saksı altlarında umut beslesin. Tit, tak, tik, tak… Açılıyor kutu. Dairenin anahtarı elimizde, artık asansöre binip yukarı çıkabiliriz. Genç adam yılmıyor ama emin olmak istiyor yardımseverliğinin sonuca ulaştığından. Valizleri taşımayı bile teklif ediyor da vermiyoruz. “Senin gelmene gerek yok, bundan sonrası Türkiye’de de aynı.” diyoruz ama adam anlamıyor. İlla gelecek. O da biniyor asansöre bizimle. On birinci kata çıkıyoruz, daireyi buluyoruz. Kapıyı açıyorum çok uğraşmadan. Ehh, olsun o kadar değil mi? Ben de anahtar çevirme konusunda deneyimliyim. Adam bir seviniyor, bir seviniyor. Ama nasıl! Sanki daireye giremeseydik sokakta sabahlayacak olan kendisiydi… Biz tabii haklı olarak “grengcay”ın doruklarındayız yine. Adamcağıza bir şey hediye edeyim diyorum ama o telaşta elimiz ayağımız birbirine karışıyor. Yine iki büklüm vaziyette, beş rükû beş kıyam, adama teşekkür ediyoruz. O gözden kaybolduktan sonra da on beş metrekarelik odamıza girip kapıyı kapatıyoruz.

3: 


Birkaç örnekle başlayacağım. Sonrasında bu örnekleri neden verdiğimi izah edeceğim.

1. Kyoto’da bindiğimiz otobüsün şoförü inen her yolcuya “Arigato Gosemas” (Çok teşekkür ederim) diyor. Bir değil, iki değil… Tek tek her yolcuya teşekkür ediyor adam, başını sallıyor, gülümsüyor. Otomatiğe bağlamış bir robot gibi adeta. O anda ne düşünüyor çok merak ediyorum. Çocuğunun okul taksitini mi yoksa karısının ayakkabısını tamire vermeyi unutuşunu mu? Öyle ya, insan evladı o da. Hangimiz sürekli tekrarlardan oluşan bir işi yaparken bambaşka şeyleri düşünmeyiz?

2. Shizuoka’da otobüs beklerken diğer turistlerle birlikte sıraya girmiştik. Sonra bir baktık, Japon vatandaşlar başka bir sıra yapmışlar. “Ne oluyor? Hangi sıra gerçek?” diye sorarken anladık ki otobüs sırasının bile nerede başlayacağı ve hangi yöne doğru uzayacağı kaldırımdaki çizgiler ve oklar aracılığıyla belirtilmiş. Nereden bilsin batıdan gelmiş barbarlar böyle incelikli Japon işlerini! Biz öyle boncuk gibi dizilmiştik ne güzel.

3. Kaldırımlar bisiklet sürücüleri ve yayalar için ikiye ayrılmış. Ne bir bisiklet sürücüsü yayaların tarafından bisiklet sürüyor ne de bir yaya bisiklet yolunda yürümeye yelteniyor. Biz yabancılar bunu bilmediğimiz için ara sıra şaşırıyoruz yolumuzu ama nezaket yine onlarda kalıyor. Bir kere bile kornaya basmıyorlar rahatsızlık vermemek için. Çin’de, kaldırımda ilerleyen iki arabanın kafa kafaya çarpıştığına şahit olmuş birisi olarak ben baya bir suspus oluyorum tabii, deneyimlediğim bu üstün medeniyet karşısında.

4. Jaruwan bir dükkâna giriyor yiyecek bir şeyler almak için, ben dışarıda bekliyorum. Dükkânın önündeki genç bir kız robot gibi sürekli aynı şeyleri söylüyor. Sanki kasetten konuşuyor gibi. Yüzünde sabit bir gülümseme var, hiçbir şeyin bozamayacağı zarif bir maske. Gözleri bakıyor ama görmüyor gibi, belki de neyi gördüğünün bir önemi olmadığı için takmıyor artık önünden geçen insan selini. Öylece duruyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor… Dükkânın içinde satılan bir ürünü tanıtıyor bıkmadan usanmadan, aynı kelimelerden ve aynı yüz ifadesinden zırnık taviz vermeden.

5. Trendeki yolcuların hepsi sanki birileri onları uyarmış gibi inmeden önce koltuklarını düzeltiyor, otelde kahvaltı yapan herkes masasını peçeteye temizliyor ve artıklarını çöpe atıyor, beş adımlık yollara konmuş trafik ışıklarında bile yayalar bekliyor,  yollarda çöp kutuları ya çok az ya da hiç yok ama buna rağmen caddeler, kaldırımlar, sokaklar pırıl pırıl.  Koca şehir bir bilgisayar simülasyonuna benziyor. İnsanlar nerede ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar ve hepsi aynı şeyi yapıyorlar. Kişisel inisiyatif en aza indirgenmiş durumda.

Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan tikel örnekler değil zaten. Bunların ne anlama gelebilecekleri. Benim çıkardığım ilk sonuç Japonların, bir yandan robotları insanlara yaklaştırırken bir yandan da insanları robotlara yaklaştırmayı başarmış olmaları. Laboratuvarlarda insana benzeyen robotlar yapmaya çalışıyorlar. Kısmen de başarıyorlar bunu. Bir yandan da kentlerin her yerini insanlar arası iletişimi en aza indirecek makinelerle dolduruyorlar. (Nasıl bir kafa yapısı metro istasyonlarına yapay kuş sesi koymayı akıl eder, Alla’şkına? Parklarda gerçek kuşları görünce şaşırmıştım.) İçecek almak için makineler var, otobüs ve tren biletlerini makineler veriyor, istasyonlardaki valiz kasaları bozuk parayla çalışıyor, kahve yapan makineyi biliyordum da Japonya’da nudıl yapan makine bile var. Resmen bir lokanta gibi hizmet veriyor. Atıyorsun parayı, içine ne koyacağını seçiyorsun. Hooop! Akşam yemeğin hazır.  Ehh durum böyle olunca, insanlar bir süre sonra, ister istemez hayatlarının büyük bir kısmını paylaştıkları robotlara benzemeye başlıyorlar. Birer robot gibi eksiksiz ve hatasız işlem yapmaya gayret ediyorlar, bir robot gibi otomatiğe bağlayıp bıkmadan usanmadan aynı şeyi tekrar etmeye alışıyorlar. Bunu olumsuz bir gelişme olarak görmüyorum, yalnızca ilk defa gördüğüm için tuhafıma gitti, hepsi o kadar! Hatta çoğu zaman hoşuma bile gitti insanların başlarına buyruk hareket etmiyor olmaları. Robotların daha hızlı ve daha doğru işlem yapabiliyor olmaları bize göre üstün yanları. Bunun yanında insanlar gibi hisleri olmaması –en azından şimdilik- onları küçük görmemiz için önemli bir gerekçe. İdeal rasyonel varlık hislerine yenik düşmeyen ve aklının sınırlarını zorlayandır. Bilim insanları kendilerine benzeyen robotlar yapmaya çalışırlarken aslında kendilerinin robot gibi düşünmelerinin önüne geçemezler. Dönüştürmek isteyenin kaçınılmaz dönüşümüdür bu, bir çeşit dinamik diyalektik! Eninde sonunda robotlar da insanları dönüştürecek ve insanla robot orta bir yerde buluşacaktır. Belki elli, belki de daha kısa bir süre içinde robotik özellikleri bedenine işlenmiş insanlar dolaşacak sokaklarda. Bugün akıllı telefon dediğimiz cihazlar beynimizin bir parçası olacak. Bir arkadaşın “Herakleitos” deyince sen hemen google’a bağlanıp, kafanın içinden Herakleitos’un hayatını okuyabileceksin. Uçak biletlerini, yemek siparişlerini, yol tariflerini parmağını bile kıpırdatmadan halledebileceksin. Bir şeye karar vermekte zorlandığın zaman robot beynin en verimli seçeneği önüne sunacak ve seçimi yapacak. Beynin binlerce kat daha hızlı çalışacak, hesaplayacak, rasyonel kararlar verecek. Mutluluk sorun olmaktan çıkacak. Verimlilik ve başarı kalacak sadece. Bunun yanında insan olmanın zaaflarını da (Evet, o gün gelince robot-insanlar küçük görecekler içinde azıcık bile robot bulundurmayanları.) –âşık olmak, bağlanmak, kızmak, merhamet etmek vb- taşıyacaksın ki türün devamı mümkün olsun. Peki ya robot akıl bir gün gelir de biyolojik insanın üremesini engellemek isterse? İşte o zaman sıklıkla izlediğimiz bilim kurgu filmleri gerçek olur. Tarihin tekerrüründen bir sahne izleriz. Kendi yarattığı sistemin ezilenlerini yok etmeye çalışan bir sınıf çıkar ortaya. İnsan onurunu savunan solcular organik tarafta, statükoyu korumak isteyen sağcılar mekanik tarafta olur… Hayat aynı bugünkü gibi bir mücadele halinde devam eder J


Bir başka ilginç soru da şu olabilir? Nasıl olur da bu kadar temiz, bu kadar nazik, bu kadar hoş insanlar İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Asya’ya kan kusturan bir canavara dönüşürler? Öyle ya, hepimiz biliyoruz Japon askerlerin Nanjing’de yaptıkları katliamı. Yüz binlerce masum insanı öldüren, on binlerce kadına tecavüz eden; sadece Çin’de de değil, Kore’de, Filipinler’de, Tayland’da, Burma’da; insanları hayatlarından bezdiren faşist bir güç haline geliyor Japonya. Belki de insanların otoriteye bu derece sadık olmaları ve sorgulamadan eyleme geçmeleri, hem disiplinin hem de faşizmin temelidir. Almanya için de benzeri şeyler söylenebilir. Gündelik hayatta da katı bir çalışma disiplini vardır Almanların. Bir yandan da çok nazik, hoş sohbet, hayat doludurlar. Aynı Almanlar milyonlarca Museviyi ve çingeneyi gaz odalarında katlederken farklı bir kimliğe mi bürünmüşlerdi? Günümüzdeki Japonların ya da Almanların sorgulamaksızın itaat ettiğini iddia etmiyorum. Birkaç günlük gözlemden çıkarılacak acemice bir sonuç olurdu bu. Ama gerçekten de nasıl oluyor da bu saygı ve sevgi timsali insanların dedeleri 70 yıl önce Çin’de katliam yapan askerler oluyor? Yanıtlanması gereken soru, şiddetin potansiyelinin nerede gizli olduğundadır. Katı disiplin, sorgulamaksızın itaat, kuralların değişmezliği… Bu arada, Japonyayı böyle görünce Murakami’nin romanlarındaki tuhaflığı anlayabiliyorum. Kendisini pek beğenmem, klişe ve elit bulurum. Romanları da birbirinin taklidinden ibarettir. Daha önce bu konuda yazdığım için tekrar değinmeyeceğim. Yine de insan hak veriyor yazara (bir ya da iki roman için), Japon toplumunun genel havasını soluyunca.   

29 Temmuz 2016

Moğolistan Notları 16 - 20

16:

Sekizinci yüzyıldan kalma Göktürk kalıntılarının sergilendiği müzeyi de, müzeye giden 46 kilometrelik asfalt yolu da Türkiye Cumhuriyeti hükumeti yaptırtmış. Kalıntıların olduğu yer, uçsuz bucaksız bir alanın ortasında olduğu için ve bu müzeye gelecek turist sayısı yapılacak yatırımı asla karşılamayacağı için, Moğolistan hükumetinin bu konuda isteksiz olmasını anlamak güç değil. Zaten, 46 kilometrelik seyahatimiz boyunca sadece bir tane araç görüyorum, onun dışında uzun ince bir yolda tek başımıza ve oldukça da hızlı bir şekilde ilerliyoruz. Müzenin adı “Hoşoot Tsaidam Müzesi”. Girişte Türkiye’nin ve Moğolistan’ın bayrakları var. İçeride müzenin yapılış süreci, kalıntıların bulunuşu ve sergiye hazır hale getirilişi üzerine pek çok kaynak hem Türkçe, hem İngilizce hem de Moğolca olarak takdim edilmiş. Büyük sergi salonuna girerken hafiften heyecanlanıyorum tabii. İlkokul sıralarından beri adını duyduğumuz, tarih kitaplarında Orhun Abideleri adıyla ikide bir karşımıza çıkan Bilge Kağan’ın ve Kültegin Kağan’ın yazıtlarını göreceğim. Hatta bu yazıtlara dokunacağım, okuyamasam bile yakından inceleyeceğim. Evet, işte sergi odasındayım. Geniş ve ferah bir mekânın girişindeyim. Karşımda –sağ yanımda- iki tane dev taş sütun, her biri yaklaşık üç metre boyunda. Ulanbator Tarih Müzesi’nde replikasını gördüğüm, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Fakültesinin önünde replikasının olduğunu bildiğim taşın aslıyla karşı karşıyayım. Kültegin (Külityegin) Kağan’ın yazıtını kardeşi Bilge Kağan yaptırtıyor. Kültegin Kağan genç yaşta ölünce, onun ölümünden duyduğu acıyı ölümsüzleştirmek için duygularını, düşüncelerini taşa işlemiş Bilge Kağan: Küçük kardeşim Külityegin vefat etti. Kendim düşünceye daldım. Gören gözüm görmez oldu, bilen aklım bilmez oldu. Zamanı Tengri (Tanrı) yaşar, insanoğlu hep ölmek için türemiş…  Diğer yazıt ise Bilge Kağan’ın ölümünden sonra, 735 yılında hazırlanmış. Tıpkı Kültegin yazıtında olduğu gibi bunun da üç yüzü Türkçe, bir yüzü Çince yazılmış. Tarihte var olan ilk –en azından şimdilik- Türkçe metin olması nedeniyle bu yazıtların çok önemli bir yeri var kültür hayatımızda. Bilge Kağan’ın yazıtı Türk milletine verdiği nasihatlerle dolu: O yere gidersen Türk milleti, öleceksin. Ötüken yerinde oturup, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur.  Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açken tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlık düşünmezsin. Öyle olduğun için beslenmiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Orada hep mahvoldun, yok edildin…  Görünen o ki Bilge Kağan, torunlarının kendisinin sözünü dinlemeyeceklerini sezmiş. Demek ki o zamanlarda da vardı bizdeki Batı özlemi, ikide bir “Hadi batıya gidelim.” diyen devlet büyükleri.  Atalarımız, yüzyıllar süren bir göçle Anadolu’ya ve Balkanlar’a yönelmişler, yol aldıkça da arkalarında geniş bir coğrafyaya dağılan büyük bir dil ve kültür mirası bırakmışlar. Ötüken ise unutulup gitmiş, çok çok uzaklarda kalmış.   Artık “Ötüken” deyince, milliyetçi / muhafazakâr kitaplar basan bir yayınevi geliyor akla sadece. Hani; çok öyle milliyetçi duygularla coşan, gaza gelen birisi değilimdir ama yine de bu taş yazıtlar etkiliyor beni. Belki de dille, yani Türkçeyle olan bağımdan dolayı yaşıyorum bu duygu yoğunluğunu. Öyle ya, bugün bile kullandığımız pek çok Türkçe kelime, Bilge Kağan’ın zamanından kalmış, asırları aşıp günümüze ulaşmış. Kelimelerin, tıpkı canlılar gibi mutasyon geçirmelerine, evrilmelerine, kimi zaman yeniden doğup kimi zaman yok olmalarına hep hayranlık beslemişimdir. Düşünsenize, gündelik hayatta kurduğumuz her bir cümlede on üç yüzyıl önce, bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan atalarımızla benzer kelimeleri kullanıyoruz, kelimeler tam tamına aynı olmasa bile neredeyse aynı denilebilecek bir cümle yapısını, neredeyse aynı denilebilecek bir kelime türetme mekanizmasını işletiyoruz. Dilin, canlıların diğer organları gibi doğanın ve toplumsal gelişmelerin etkisiyle değişmesi, dönüşmesi, başkalaşması ve nihayetinde her zaman için özünden bir şeyleri taşıyor olması hem hayran olunası hem de üzerinde uzun uzun düşünülesi bir kavram. Kendimi bildim bileli kelimelerin etimolojisine, kültürel ve siyasi etkileşimlerine ilgi duymuşumdur. Çünkü bazen bir kelimenin geçirdiği evrimle, bir medeniyetin geçirdiği evrim iki paralel doğru gibi birbirine uygunluk gösterir. Bir kelimenin evrimini inceleyerek, tarihin pek çok ilginç noktasına ışık tutabilir, başka şekilde sizinle konuşmayacak olan geçmişi dile getirebilirsiniz. Anne babadan çocuklara ve torunlara geçen; kan gibi, suret gibi, DNA gibi bir mirastır dil. Ne kolay kolay vaz geçilir ne de kolay kolay unutulur, üzeri örtülür. Bir ağ gibi yayılır topluma, birleştirir, sıkı sıkı sarar kendisine sahip çıkanları, kimliğin en önemli parçası olur… Kafamda bu düşüncelerle müzeyi gezmeye devam ediyorum. Bilge Kağan’ın altın tacına, anıt mezardan çıkarılan bakır takılara, gümüş geyik heykeline, Göktanrı tapınağının içindeki patikayı süsleyen koyun ve koç heykellerine ve tapınağın / anıt mezarın maketine bakıyorum. Müzeden ayrılırken –açık alana, yazıtların bulunduğu tapınak sahasına gidiyoruz-; şu an Çin’de yaşayan, geçimini Çin’de kazanan ve Moğolistan’a Çin’den gelmiş bir Türk olarak kafamın içinde Bilge Kağan’ın Çinliler için söylediği sözler çınlıyor: Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı dille, yumuşak ipek kumaşla aldatıp, uzak milleti kendisine yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan (dost olduktan) sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldandın Türk milleti. Aldandın ve öldün. Öleceksin, Türk milleti!..                       

* Metinde geçen alıntıları Yıldırım Büktel’in Moğolistan Günlüğü adlı kitabından yaptım.

17:

Karakorum’daki Erdene Zu Manastırı’nı gezdikten sonra, yolun karşı tarafındaki dükkânlarda biraz alışveriş yapıyoruz. Adresini bildiğim bir yakınıma Moğolistan’dan bir kartpostal gönderiyorum. Bir iki ufak hediyelik eşya alıyorum, geri döndüğümde dostlara ve komşulara vermek için. Sonra bir ara rehberimiz yanıma gelip, bana bir şey göstereceğini söylüyor. Salaş denilebilecek ufak bir lokantaya giriyoruz. Ortada birkaç iskemle var, sağda solda satılan süslü püslü şeyler, eski bir buzdolabı homurdanarak çalışıyor köşesinde, tepemizde fırfır dönen bir pervane. Rehber bana az ilerideki yeşil kovanın içindeki beyaz sıvıyı gösteriyor. Ve, benim bilmediğim bir şeyi bildiğini ima eden muzır bir gülümsemeyle soruyor, “İçmek ister misin?”. Sadece adı ve görüntüsü değil, tadı da bizim ayrana çok benziyor. Ayrak adı verilen ve at sütünden yapılan bu içki Moğolistan halkının milli içkisiymiş. Orta Asya’da kımız deniyor sanırım. Kışları sütlü çay içen Moğollar,  ilkbaharda ve yazda –atların sağılabileceği ve taze sütün elde edilebileceği zamanlarda- ayrak içiyorlar. Fermente edildiği için içerisinde %2 - %5 civarında alkol var. Alabildiğine ekşi, daha çok süzme yoğurttan yapılmış ayran tadında ama boğazınızdan geçerken alkolün kattığı hafif sertliği hissediyorsunuz. Yabancılar (Avrupalı ve Kuzey Amerikalı olanlar) ayrağı ilk defa içtiklerinde yüzlerini buruşturur, yanlışlıkla iğrenç bir şeyi ağızlarına sürmüş gibi dillerini çıkarır, beklemedikleri ekşilik karşısında “Bu ne ya! Zehir gibi!” anlamında apaçık bir tepki verirlermiş. Oysa ne ben ne de Jon olumsuz bir tepki veriyoruz bu beyaz içkiye. Çocukluğumda bol bol süzme yoğurt yediğim için olabilir mi acaba? Jon da beş ay kadar önce İstanbul’u ziyaret ettiğinde birkaç defa ayran içmişti. Oradan kazanılmış bir bağışıklık olabilir elbet. Ya da ömründe içmediği içki kalmadığı içindir! Yelpazesi geniş sonuçta, hiçbir şeye şaşırmıyor adam… Tadımlık verilen birer fincandan sonra, akşam kalacağımız gerin (çadırın) kapısının önündeki oturağa kurulur, yıldızları izlerken biraz içeriz diye, 1 litre ayrak alıyorum. Dükkânın sahibi olan yaşlı kadın, kırışık elleriyle tuttuğu tası, bir kova ayrağa daldırıp, diğer elindeki boş kola şişesine dikkatle boşaltıyor. Fiyat 2000 Tükrik (3 TL). Alkol barındırdığı için değil de at sütünün içinde bulunan bakteriler / laktoz endişelendiriyor beni. Midem, alışık olmadığı bu muameleye sert bir başkaldırıyla karşılık verebilir ve gecemi mahvedebilir diye korkuyorum açıkçası. Bu yüzden çok içmiyorum. Rehbere ve şoföre içip içmeyeceklerini soruyorum. Şoför araba kullanacağım mazeretine sığınıyor, rehber ise alkolle arasının iyi olmadığını söylüyor. Hem modern Moğolistanlılar ayrak değil de votka tüketiyorlar daha çok. Öyle ki ülkenin en çok sevilen votkasının markası da Cingis Kaan (Cengiz Kağan). Rusya’nın Moğolistan’da yarattığı değişikliklerden birisi de bu. Yollarda gördüğüm sarhoşların büyük bir çoğunluğu da votkanın esiri olmuş insanlar zaten. Yoksa, yetişkin bir insanın ayrak içerek sarhoş olması için en az üç litreyi devirmesi gerekir. O kadar sütü içtikten sonra da, sarhoş değil, hasta olur herhalde!

18: 

Karakorum’daki tek müzeden (Göktürkler’den kalan eserlerin sergilendiği müze şehre yaklaşık 50 km uzakta olduğu için onu saymıyorum.) çıkınca köşede broşür dağıtan orta yaşlı kadınlar gördüm. Onlara doğru birkaç adım atmıştım ki, dağıttıkları broşürün bildiğimiz Hristiyanlık propagandası olduğunu ve bu kadınların da Koreli Katolik misyonerler olduğunu anladım. Maalesef, Asya’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi Moğolistan’da da, demokratik rejimin zaafından faydalanan Koreli misyonerler istedikleri gibi at oynatabiliyorlar, saf zihinleri iğfal etmek için ellerinden geleni yapabiliyorlar. Kaldığımız otelin hemen karşısındaki “Good Shepherd Church”u görünce şaşırmıştım zaten. Sonrasında, Ulanbator’daki Koreli girişimciler tarafından açılmış olan lokantaları, barları, turizm şirketlerini fark edince “Belki buradaki Hristiyan Korelilere hizmet veriyordur.” demiştim. Tur satın aldığımız şirketin Moğolistanlı yetkilisi “Mantar gibi her yerde kilise bitmeye başladı. Hükumet önlem almaya başlamalı.” deyince bende jeton düşmüştü. Tıpkı Vietnam gibi, Tayland gibi, Kamboçya gibi, Laos gibi; Moğolistan’a da gelmişlerdi. Genelde Budist, Taoist, Konfüçyüsçü ya da doğuştan dinsiz insanları kendilerine yem olarak seçerler çünkü bu insanlar, misyonerlerle tanıştıkları âna kadar, Hristiyanların ‘önemli sorular’ diye takdim ettikleri soruları kendilerine sorma ihtiyacı hissetmemişlerdir. “Bu hayatın amacı nedir?”, “Bu hayattan sonra başka bir hayat var mıdır?”, “Evren neden ve nasıl var olmuştur?” gibi sorularla insanların kafalarını karıştırırlar. Bu sorulara verecekleri yanıtlar doğru olduğundan değil de bu soruyu sorabildikleri için kendilerini üstün görme marazına tutulmuşlardır. Yani, “Bak, ben hayatın anlamını çözdüm.” fiyakasıyla yürürler. “Bak ben huzuru buldum, sana da vereyim biraz.” züppeliğiyle dolanırlar etrafta. Oysa bir Konfüçyüsçü ya da bir Budist için hayat yaşadığımız olayların bütününden ibarettir. Ne öncesi vardır ne de sonrası. Ne kafası karışıktır ne de huzursuz. Hatta, öncesini ve sonrasını kafaya takmadıkları için çok daha huzurludurlar, İbrahimi dinlerin (Musevilik, Hristiyanlık, İslam) mensuplarına nazaran. Bu yüzden misyonerlerin önemli sorular dedikleri ve aslında bilim tarafından yanıtlanacak olan ya da  “Şimdilik bilemiyoruz” şeklinde yanıtlanabilecek olan bu sorular maalesef misyonerlerin elinde bir tür tuzağa dönüşür.  Hayatları boyunca bu soruları düşünmemiş insanlar da kolaylıkla avlanırlar. Hatta çok kısa sürede avcı rütbesine de yükselirler, arkadaşlarını / akrabalarını kafalamaya başlarlar. Koyu mutaassıptırlar ve apartman daireleri de dâhil olmak üzere buldukları her müsait yere kiliseler ya da kilise işlevini yerine getiren dernekler / vakıflar / kültür merkezleri açarlar. Demokratik olup da tam anlamıyla laik olamamış ülkelerde fink atarlar, yayılırlar, keyif çatarlar, seslerini duyurmak için her yolu denerler. Laiklik kişilerin dinlerini istedikleri gibi yaşama özgürlüğü değildir, laiklik kişilerin dinlerini istedikleri gibi yaşarken kendileri gibi düşünmeyenleri rahatsız etmemeleridir, onların farklı inançlara sahip olabilme hakkına saygı duymalarıdır, onların yaşam sahasına hiçbir koşulda girmemeleridir. Bu konuda laiklik ile Hristiyanlığın ve İslamın çatıştığını görmezden gelemeyiz. Sonuçta bu iki dinde de Allah’ın / Tanrı’nın kelamını yaymak dinin bir emri, iman etmiş olmanın bir gereğidir. Laiklik de zaten bu nedenle, yani bu yayılmacı (hatta sömürgeci) zihniyeti engellemek için vardır. Din gibi, çok kolay istismar edilebilen bir üstyapıyı insanlar arasında fütursuzca yaymak, onu gereğinden fazla önemsemek, gündelik hayatın önemli bir parçası haline getirmek; daha sonra ortaya çıkacak toplumsal hastalıklara davetiye çıkarmaktır. Çünkü birleştiren her şey aynı zamanda ayırır, çünkü bugün sizden kanıtsız iddialara inanmanızı bekleyen din yarın sizden akla gelebilecek en vahşi katliamları yapmanızı istediğinizde ses çıkaramazsınız, çünkü bilimsellikten ve kanıt-temelli düşünce sisteminden uzaklaştırılan bir toplumun uzun erimde ayakta kalması, kendisini yenilemesi, gelişip serpilmesi pek mümkün değildir. Tarihte dinden uzaklaşmadan gelişmiş uygarlıklar yok mudur? Vardır ama bu uygarlıklar dindar oldukları için değil, dine rağmen gelişmişlerdir. Ayağa kalkıp doğrulmak için kullanılabilecek bir dayanak noktası olan inanç, yürümeye başladıktan sonra bir engel olarak çıkacaktır karşımıza. Bu konuda, her ne kadar batı demokrasileri tarafından şiddetle eleştirilse de, ben Çin’in tutumunu doğru buluyorum. Çin’de insanlar dinlerini yaşama konusunda hürdürler ama dinlerini yayma, din adına başkalarını rahatsız etme, din adına devletten izinsiz cemaatler kurup para toplama, dini bahane ederek sosyal hayatı etkileme / yavaşlatma / hızlandırma, devlet kurumlarında dinsel inancı kullanarak adam kayırma, ibadetleri öne sürerek işten / görevden kaçma, dinsel inancın motivasyon gücünü kullanarak nüfuz elde etme ve bu nüfuzu başka gruplara karşı kullanma gibi özgürlükleri yoktur. Devlet dinsizdir, yani tüm dinlere ve inançlara eşit mesafededir. Bilimsel temellere dayanmadıkça hiçbir inanç partide / devlet kurumlarında yer edemez, gelişemez, resmiyet kazanamaz. Çin Komünist Partisi (ÇKP) bu tip kutuplaşmaları engellemek için dinin işlev alanını sınırlamış, dinsel yaşamı kişilerin özel hayatına indirgemiştir. Bunu yaparak aslında dine ve dindara en büyük faydayı sağlamıştır. (Bakınız: Atatürk’ün tekke ve zaviyelerin kapatılması hakkındaki konuşması.) İnsanların beyinlerini yıkamak; bilimsel olmayan, yani kanıtlanamayan doktrinlerle insanları kandırmak ve bu şekilde güç elde edip saf zihinleri belli bir amaca ulaşmak için kullanmak, modern Çin’de –modern hiçbir toplumda- yapılamaz, yapılmamalıdır. Bu yönüyle, 1999’da ÇKP tarafından Falun Gong’a karşı yürütülen kampanya ders alınması gereken bir örnektir. Falun Gong (FG) da, tıpkı Fethullah Gülen cemaati gibi hoşgörü, anlayış, ılımlılık gibi ilkeler etrafında kurulmuş, çok kısa sürede yetmiş milyon gibi bir nüfusa ulaşmıştır. Onlar da “Tapınakta rahip olmayın, hayatın içine karışın; doktor olun, öğretmen olun, subay olun, mühendis olun, yargıç olun ama bir yandan da FG’nin ilkelerine sadık kalın.” gibi bize şimdilerde tanıdık gelecek bir sloganla yola çıkmışlardır. ÇKP başlangıçta FG’yi müspet bir toplumsal hareket olarak görmüş, açıktan destek vermese de ses çıkarmamıştır. Sayı milyonları aşıp, yüz milyona yaklaşınca (İçinde yargıçtan tut üst düzey subaylara kadar pek çok insanın olduğu, bulutsu bir cemaate dönüşünce.) bunun bir tehlike olacağını sezmiş ve tepelerine çökmüştür. Her ne kadar tepelerine çöküş yöntemini doğru bulmasam da (İnsan Hakları Örgütleri’nin raporlarına göre bu süreçte işkence, yargısız infaz, psikolojik baskı aşırı derecede kullanılmış ve pek çok FG üyesi gözaltına alındıktan sonra kaybolmuştur. Çıkarılan OHAL benzeri bir kanunla avukat tutmaları yasaklanmış, yargılanmadan eğitim / ağır iş kamplarına gönderilmeleri mümkün hale getirilmiştir. Ayrıca, öldürülenlerin organlarının satıldığı üzerine yazılmış raporlar da mevcuttur.), ÇKP’nin devletin erkine rakip olabilecek bu paralel güce dur demesini doğru buluyorum. Keşke, çıban ufakken başını ezseydi de sonraki acılar hiç yaşanmasaydı. İşte bu nedenlerle Moğolistan’daki misyonerlere de karşıyım. Birkaç on yıl sonra bu misyonerlerin iş hayatında, eğitimde, politikada büyük bir güç haline gelip, ülkenin kaderini etkileyecek kararları almayacaklarını kim garanti edebilir? Ve bu kararların dinsel dogmalarla değil de bilimsel kriterlerle belirleneceğine ne kadar inanabiliriz? Bu yüzden, içinde laikliğin olmadığı bir demokrasinin eksik olacağını, laiklik dediğimiz ilkenin de insanların dinlerini yaşama özgürlükleri olduğu kadar başkalarının dinlerine / hayat tarzlarına saygı duymakla mümkün olduğunu, dini yaymak gibi bir özgürlüğün özgürlük tanımının içine sığmadığını; eğitimin ise yalnız ve yalnız bilimsel yöntemler gözetilerek, nesnel ve evrensel normların eşliğinde gerçekleştirilmesi gerektiği gerçeklerinin altını çizeyim. Yoksa; Türkiye’de olduğu gibi “O çok muhterem bir zattır.” lafından “Ne istediniz de vermedik?” lafına giden süreçler sarkacın topuzu gibi salınmaya devam edecek, biz vatandaşlar da “Nasıl oldu da O HALlere düştük.” diye facebook sayfalarında yakınmaya devam edeceğiz. Bilime ve sanata öncelik veren değil de dini hassasiyetleri ön plana çıkaran bir toplum yetiştirmeye devam ettikçe de benzeri oluşumların / girişimlerin sonu asla gelmeyecektir.               

19:

Moğolistanlı kadınlar, aşırı sıcak geçen yaz aylarına rağmen güneş ışınlarının yakıcılığından ya da tende bırakacağı geçici koyu renkten pek şikâyetçi görünmüyorlar. Daha önce gezdiğim ya da yaşadığım Asya ülkelerinin kadınları beyaz bir tene sahip olma takıntılarıyla dikkatimi çekmişti. Tayland’da, Kamboçya’da, Hindistan’da; televizyonda yayınlanan kozmetik reklamlarının büyük bir çoğunluğu, aslında hiçbir işe yaramayan beyazlatıcı kremlerin olağanüstü becerilerini anlatır dururlar. Kimi zaman ırkçılık noktasına varan bu takıntı, maalesef Asyalı kadınların (hatta kimi zaman erkeklerin de) büyük bir çoğunluğunun zihnini uzun süre meşgul eder. Örneğin Çin’de, güzel kız tanımının içinde cilt beyazlığının payı büyüktür. Bu yüzden pek çok Çinli kadın, güneşli havalarda sokağa çıkarlarken yanlarına şemsiye almayı unutmaz, kısa kollu giymeye çekinir, şapka takar. Hatta plaja gittiklerinde bile yüzleri kararmasın diye, “yüz bikinisi” adını verdikleri bir maske takarlar. Küçük çocukları korkutan, genç erkekleri kaçıran, yabancıları ise güldüren bu tuhaf gelenek son yıllarda ortaya çıkmış olmasına rağmen, özellikle anakara plajlarında popülerliğini sürdürmektedir. Kadınların beyaz ten takıntısının kaynağı çok eski tarihlere dayanıyor olabilir. Sonuçta beyaz ten tarlada çalışmamanın, güneş altında kalmamanın ve nihayetinde belli bir ekonomik statünün simgesidir. Moğolistanlı kadınlar ise gökten gani gani gelen ışığın cömert dokunuşlarına alabildiğine açıklar. Derin dekolteler, göbeği açık bırakan giysiler (bunların özel bir adı var ama ben bilmiyorum), kısa pantolonlar, mini etekler… Birkaç yaşlı kadın dışında da şemsiye kullanana rastlamadım. Bu manzara beni hem sevindirdi hem de düşündürdü. “Kadınların bu derece rahat giyinmelerinden bir erkek olarak hoşlandım.” değil, demek istediğim şey. Öyle olsaydı bu notu yazmaz, deneyimlerimi kendime saklardım. Beni sevindiren şey kadınların şehir ortasında bu şekilde rahat giyinirlerken korkmamaları, endişe duymamaları, erkeklerin bu giyim tarzını bahane edip kadınları taciz etmemeleri ve nihayetinde kadınların kendi tercihlerini yaşayabiliyor olmalarıydı. Düşündüren şey ise biraz daha derin. Moğolistanlı kadınların diğer Asyalı kadınlardan farklı olmalarının nedeni birkaç nedene bağlanabilir sanırım. Birincisi, sert geçen uzun kış mevsiminden intikam alma arzusu. Sıcaklığın eksi elli dereceye düştüğü bir ülkeden bahsediyoruz. Ulanbator, dünyanın en soğuk başkenti. Günler kısa ve soğuk, geceler ayaz ve çok uzun. Kış böyle çetin ve yorucu geçince, kadınlar da güneşi görür görmez bedenlerini güneşe salıyorlar tabii. “Zaten yaz kısa sürüyor, zaten şunun şurasında günler sayılı, zaten kış geldiğinde kat kat giyinip sokağa beyaz lahana gibi çıkmak zorunda kalıyoruz; bari yazın nimetlerinden elimizden geldiğince faydalanalım. Kış gelince birkaç ay içinde pembeleşip beyazlıyacağız ne de olsa!” diyorlar büyük bir olasılıkla. Bir başka neden de Moğolistan’da, diğer Asya ülkelerinde görülen ve Marks’ın Asya-Tipi Üretim Tarzı dediği feodal düzenin olmaması. Burada arazi geniş ama tarım pek yok. Hayvancılık en büyük geçim kaynağı. İnsanlar arazilere sahip değiller, herkes her yere aynı anda sahip. Aynı zamanda hiç kimse hiçbir şeye sahip değil. Dolayısıyla, mülkiyet olmadığı için, özellikle son yüzyıla kadar ciddi bir burjuvazi sınıfı da oluşmamış. Buldukları uygun arazilere çadır kurup yaşayan göçebe ailelerin her bir bireyi gece gündüz demeden çalışan, ailenin geçimi ve iaşenin temini için didinip duran insanlar. Durum böyle olunca kadınların da erkeklerin de statü arayışına girişmelerine gerek kalmamış. Yaşı gelen uygun birisiyle evleniyor, çocuk yapıyor, hayvanların sayısı yazları artıyor, kışları azalıyor ve hayat bu basit döngü içerisinde devam ediyor. Şehir insanlarının pahalı ve lüks denilebilecek kozmetik dünyası Moğolistan’ın steplerine çok uğramamış. Son yüzyılda gelişen şehirleşme ve mülkiyete olan düşkünlükle bu tavır değişecektir sanıyorum. Zaten Ulanbator sokaklarındaki reklam panoları, lüks arabaların bolluğu bu durumun açık bir göstergesi. Ayrıca Çin gibi dev bir ülkenin, Kore gibi Asya’da popülerliğini koruyan bir kültürün Moğolistan’ı etkilememesi düşünülemez. Bekleyip, sonucu gözlemlemekten başka çaremiz yok.


20:

Moğolistan hakkında daha pek çok şey yazılabilir. Orhun Nehri’ni görünce “Ne kadar da küçükmüş.” deyişim, nehrin üzerinde taş sektirirken Ray Lamontagne’nin “All the Wild Horses” şarkısının dilime pelesenk olması, derin bir kuyunun iki yanına konan iki kalasla yapılmış tuvaletlerde ihtiyaç gidermenin zorluğu, Ulanbator’daki dinozor müzesini üç dakikada gezmemiz (Evet, pek bir şey yok görecek!); International Intellectual Museum denen dört katlı müzenin (Bulana kadar canımız çıktı!) aslında bir bulmaca / yapboz / gözbağcılık (illüzyon) müzesi olduğunu öğrenmemiz, bu müzenin içinde Türkiye’den gelmiş pek çok satranç takımının olması, müzenin sahibiyle / kurucusuyla kısa bir süre için de olsa sohbet etmemiz ve birlikte fotoğraf çektirmemiz (Seksen yaşlarında bir çınar. Hayatını bulmacalara, oyuncaklara ve zekâ oyunlarına adamış müstesna bir şahsiyet.); Moğolistan bayrağındaki soyombo simgesinin anlamı, bu simgeyi oluşturan Zanabazar’ın Moğolistan’ın yetiştirmiş olduğu büyük bir entelektüel ve eğitimci olması, yıllar önce Tayland’da bir sahil kasabasında gezerken aldığım şapkayı kaybetmem ve onun yerine üzerinde soyombo simgesi olan yeni bir şapka almam (Bakalım bunu ne zaman kaybedeceğim?), şehir merkezine gidiyoruz diye yanlış otobüse binip kaybolmamız ve bir ton yol yürümemiz; binaların Sovyetler Birliği’ni, lokantaların Kore’yi, arabaların Japonya’yı, barların Avrupa’yı anımsattığı Ulanbator sokaklarında yürürken ikide bir göğe bakıp maviye doyamayışım, akşamları yorgun olduğumuz için otelin yakınlarındaki pizzacıya gidip etsiz pizza yiyişimiz (iki akşam üst üste!), otelde İngilizce konuşan tek bir kişinin bile olmamasının getirdiği sıkıntı, yakınlardaki Karaoke barların ışıltılı ve gürültülü iticilikleri… Beni en çok şaşırtan şeylerden birisi de akbabalara verilen insan cesetlerinin, yer hayvanları (kurt, tilki vb) tarafından yenmesi durumunda o insanın ruhunun acı çektiğine ya da ölümden sonra acı çekeceğine dair çıkarılan sonuç olmuştu. İnsanın dinsel dogmaları rasyonalize etmek adına uydurduğu ad hoc hipotezlerin sınırsızlığına şaşırmamak mümkün mü?  Bunlar ve daha pek çok şey yazılabilir. Kimisi özel, kimisi genel olan bu yazılmamış deneyimleri kendime saklıyorum. Elimden geldiğince rehber kitaplarda bulunabilecek konulara girmemeye çalıştım. Buna rağmen yazınsal gevezelikte boyut atladığımı iddia edeceklere karşı kendimi savunacak değilim. Konuşarak kendimi anlatmayı pek beceremediğim gibi gezmeyi de pek beceremem ben aslında. Moğolistan’a gitmeden önce “Kaybolmaya hazır değilsen yola hiç çıkma.” yazmıştım defterimin bir köşesine. Gezmek; biraz kaybolmak, biraz başıboş dolaşmak, biraz da yolun sesini / sessizliğini dinlemektir. Bedenen kaybolamasam da zihnen çok güzel kayboluyorum ben. Bu notlar da o yitişlerin ve bambaşka evrenlerde uyanışların en güzel örnekleriyle dolu. Yolu ne kadar dinledim, ne kadar kendime yaklaştım, ne kadar eksildim ve nihayetinde ne derece tamamlandım; bunları gelecekteki günler gösterecek. Bu yazdıklarımla birilerine ilham kaynağı olabildimse, okuyucuların yüreğinde, azıcık da olsa, gezme / görme / kaybolma / öğrenme hevesi uyandırabildimse, ne mutlu bana.