Bu Blogda Ara

28 Temmuz 2011

HCMC Museum of Fine Arts

Last weekend, I visited the museum of fine arts in district 1 and had chance to view some inspirational paintings. I was lucky as there was a competition going on and many talented artists put their portraits to compete with each other. I took some photos -could not resist even though I knew it was not right- so that I can write a few words under each paintings from my own personal world.

Here are the best ones I chose and my brief comments:



Painting by Tran Quoc Tuan

Sporadic words from me: I am in a desert where directions do not make sense. The rooms we were born in, the rooms we will die in. But in a desert, every point is a good point to die because there is no meaning in the word of location. The sand dunes constantly shift their positions and heights, the sand flows like water beneath your feet. The mirages are created on the pristine surfaces and each of the reflections on the sand goes in different direction. It seems I am all of them but at the same time I am none of them. Life continues in other lands and I am just lost in the sea of sands, in the labyrinth of rooms. While moving from one peak to another peak in order to find the best point for drinking tea and watching the moon, you will soon realize that the desert is nothing more than an infinite tessellation. It just repeats and repeats in all directions. Saying this, one should notice that every house is a labyrinth and every labyrinth carries a desert inside...


Painting by Nguyen Hoang Dung

Sporadic Words from me: I have escaped from the jaws of the city and I have reunited with my inner peace. The fan in my hand does not have the wind blades but still I feel cool when I hold it in my hands. It is partly because the fan itself is a cool object. When I touch it, the coolness from the metal flows into my vessels and change my atmosphere from head to toe. It is also because of the idea of freedom is centered inside my heart where I have all the secrets. My eyes are the gates towards those secrets but I keep them closed.


Painting by Nguyen Hoang Giang

Sporadic words from me: Being a woman in this city, being a woman with a mask in this city, being a woman with a mask in this city and being tortured... Life is unfair to me and I am unfair to myself. The more they put on me, the more I enjoy sacrificing from my own soul. This is what we have been taught since childhood. Do not reveal your pain, do not reveal your identity, do not show the signs of weakness. If you happen to show your weakness, make sure it represents the power of the others.

Painting By Nguyen Bao Ngoc

Sporadic words from me:
I want to be a machine, I want to be a machine... Truuum, truuuum, truuum, trak tiki tak, I want to be a machine. (Nazim Hikmet Ran)

One side of me is an angel, flies in the sky between the clouds. The other side is a machine, greasy gears and turbines. But you might think my angel side is more merciful than my machine side. Absolutely not! I want to be a machine so that there will be no space in my soul for anything more than necessary. Compassion, mercy, grace, helping others, care etc are deadly diseases. The more we get stuck into them, the more we are getting far from our selfish genes. We are here to destroy anything and anybody who is standing in front of us. Therefore, why pity those who are poor and weak. In the world of machines, there is no waiting, no tolerance... Here I have started the big metamorphoses. It will continue till I become a full machine. Then I will travel in the universe and spread the word of truth, the only word which is supposed to exist. That is 'I".

Painting by Ha Hay Muoi

Sporadic words from me: I am melting. Like a cube of ice turns to water when the heat strikes, I am melting into another being. The drops from my flesh do not apart from my body. They just extend towards the soil, makes connection to drain my blood. It is going down drop by drop, second by second, life is getting away from me. However, I have no complaints. I lived a life, full of satisfaction. I became a vulture when I wanted, became a fox when I needed, became a blood sucking spider when I am required to be a monster. My destiny is the destiny of winners. I won and now I am moving to the next level.

İnsanlığın Açlıkla Sınavı: Somali

Alışmak kimi zaman kötü bir huydur. Özellikle haksızlıklara, zulme, işkenceye, açlığa ve adaletsizliğe alışmak bir toplum için öldürücüdür. Çünkü her gün göre göre aynı kirliliği, vicdanlar körelir, gözlerdeki yaşlar kurur, yaşamını kaybeden kişilerin bizlerin anası, babası, kardeşi, çocuğu olma olabilirliliği zihinlerden silinir. Vurdumduymazlık, adamsendecilik alır başını gider.

Somali’yi düşünüyorum birkaç gündür. Dünyanın bir köşesinde insanlar son teknoloji ürünleriyle birbirlerine görüntülü mesajlar gönderip, dokunmatik ekranlarda oyunlarını oynarken, Somali’de binlerce insan açlıktan ölüme mahkûm ediliyor. 20. Yüzyılda doğmuş insanlar olarak hepimiz biliriz okul sıralarında bizlere ezberletilen cümleleri: İnsan en akıllı hayvandır ve bu yüzden bilimi ve teknolojiyi keşfetmiş, geliştirdiği aletler sayesinde yaşam standartlarını bugünkü seviyeye ulaştırmıştır. Resim güzel, çerçeve güzel, asıldığı duvar da güzel. Ama yine de bir eksik var. Madem bu kadar zeki ve girişkendik de neden her yıl yüzbinlerce Afrikalı ve Güney Asyalı tedavisi mümkün hastalıklardan ölüyorlar? Madem o kadar üstündük de neden hala Somali’de insanlar açlıktan kıvranıyor, çocuklar en sevimli olacakları yaşlarda hayata gözlerini yumuyor?

Nedenini söyleyeyim: Zekamızla ortaya koyduğumuz sistem maalesef birbirimizi yemek, birbirimizin kanından nemalanmak, birbirimizin zayıf noktasını yakalayıp zayıf olanı safdışı etmek için bulunmaz bir dinamizm sağlıyor. Bunu öyle bir yapıyor ki ortadaki gerçek sorunu görmememiz için de yine içimizdeki güçlülerin bilgilendirme silahlarıyla gözlerimizi boyuyor, kulaklarımızı tıkıyor. Somali bunlardan sadece biri, ne ilki ne de sonuncusu...

1970’lerin sonlarına dek kendisine yeten bir tarım ekonomisi olan Somali’de 1980’lerde başlayan IMF ve Dünya Bankası müdahelesini görüyoruz. 1970’lerden 1980’lerin ortalarına kadar gıda yardımı 15 kat artıyor. Dışarıdan getirilen ucuz buğday ve pirinç ülkenin tahıl ekonomisini göçertiyor. Çiftçiler tarımı bırakıp başka işlere yöneliyorlar. Yine IMF’nin 1981’den itibaren para birimini değersizleştirme çabası kentli nüfusu da fakirleştiriyor. Altyapı eskiyor ama yenisi getirilmiyor, eğitim ve sağlık hizmetleri sekteye uğruyor. Tabii, hükümetle, ya da daha doğru bir deyişle IMF ve DB uzmanlarıyla iyi geçinen bir kısım şanslı, ihracata yönelik tarıma (meyve, sebze, pamuk gibi) yöneliyorlar, paraya para demiyorlar.

1980’lerde para birimindeki değersizleşmeyle ithal ürünler pahalılaşmaya, gübre ve tohum gibi tarımsal ürünler yoksul çiftçiler için satın alınamaz hale gelmeye başlıyor. Özel sektör hayvancılık ve tarım alanlarına dalıyor. Fiyatlar yükseliyor ve geçimini hayvancılıkla sağlayan binlerce göçebe Somalili mecburen iş yapamaz hale geliyor. IMF’nin ve DB’nin yaptırımları sonucunda göçebe yaşayan insanların takas üzerine kurulu olan ekonomisi tamamıyla göçüyor. 1980’lerde okullardaki öğrenci sayısı %41 oranında, sağlık harcamaları %71 oranında azalıyor. 1982’de öğrenci başına 82 dolar harcayan hükümet, 1989’da 4 dolar harcamaya başlıyor. Bütün bunların sonucunda doğal olarak ilkokulların dörtte biri kapanıyor, okul binaları yıpranıyor, öğretmenlerin maaşları inanılmaz seviyelere düşüyor.

Böyle bir ekonomik bunalımdan sonra da iç savaşın patlak vermesi belki de Somali halkı için son darbe oluyor. Batının reçete olarak sunduğu ilaçlarla yoksullaşan, kendi geleneksel ekonomik değerlerinden uzaklaşıp, yolunu kaybeden bir ülkeden bahsediyoruz. ABD’nin ucuz sığır etiyle, Avrupa’nın ucuz tahılıyla kendi ürettiği eti ve tahılı satamayan ve bu yüzden topraklarından vazgeçen insanlardan ve onların çocuklarından bahsediyoruz.

Dış etkenlerin kuraklığa neden olduğunı söylemek yanlış olmaz ama küreselleşme çağında kuraklık oluyorsa bunu iklim değişikliğine ya da ülkenin içine düştüğü siyasi kaosa bağlamak ahmaklık olur. Siyaset, sonuçta bir üstyapıdır ve insanların ekonomik iradelerinin ortaya koyduğu eylem gücüyle kendini belli eder. Bir ülkede insanlar açsa, o ülkedeki ekonomik dengeleri kontrol altında tutan kişilere ve kurumlara bakmalıyız önce. Yoksa iç savaş bir neden değil, bir sonuçtur. Açlığın, eğitimsizliğin, adaletsizliğin bir sonucudur. Somali’deki kuraklık ve insanlık dramı insan eliyle yapılmıştır.

BBC, CNN ve ABC gibi batı borazanlığı yapan haber kanallarının iddia ettiklerinin aksine, bugün Somali’de insanlar ölüyorsa, bunun en büyük nedeni o herkesin bildiği küresel bankaların ve şirketlerin küreselleşme ve serbest piyasa maskesi altında bir ülkenin ekonomisini batırmaları, halkın çoğunluğunu fakirleştirip, üçbeş kentliyi kayırmalarıdır. Maalesef, küresel sermayenin durdurulamayan akışı yüzünden acı çeken son ülke olmayacaktır Somali. İnsanların hayatları petrolden, elmastan, altından daha ucuz olduğu sürece, o herkesin sahip olmak istediği sermaye seli, önünde duramayan herkesi ve her şeyi sürükleyecek, üçbeş şanslının dışında kalanları mahvedip, yoluna devam edecektir.



20 Temmuz 2011

Kum Gibi

KUM GİBİ

Kobo Abe’nin “Kum Tepesindeki Kadın” (Suna No Onna) romanından aynı adla uyarlanan filmini izledim geçen hafta. Deniz kenarında, çölümsü bir ortamda tek başına gezinen bir böcekbilimcinin hikayesi anlatılıyor filmde. Kum hakkında geniş bilgisi olan filmin kahramanı, son otobüsü kaçırdığı için kalacak yer bakmaktadır. Civardaki köylüler, kum tepelerinin arasına kalmış bir barakayı gösterirler adama. İpten bir merdivenle iner aşağıya adam, orada kendisini bekleyen kadının varlığıyla irkilir önce, şaşırır tek başına bir kadının böylesine bir yerde yaşamak istemesine. Kadın adama yemek yapar, yatacağı temiz bir yatak gösterir. İlginç olan barakanın üzerine sürekli kum yağmasıdır. Kadın her gece saatlerce kumları temizler. Temizlemezse kumlar evi altına alıp, yok edecektir. Bu baraka yok olursa tüm köy yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bir çeşit Sisyphus işkencesi. O gece kahramanımız, kadının kocasının ve kızının bir kum fırtınasına kurban gittiğini öğrenir. “Kum yutar insanı.” der kadın. Tıpkı zaman ve olaylar gibi...

Sabah olunca adam otobüse binip geri dönmek ister ama yukarıdan sarkıtılan merdiven yoktur artık. Bir tuzağa kurban gittiğini anlar. Kaçmak için uzun süre uğraşır ama kumdan duvarlar sürekli üzerine göçer, yerinde sayar saatlerce uğraşmasına rağmen. Sonunda yenilgiyi kabul etmiş gibi görünüp kadınla, yani aynı zamanda kumla birlikte yaşamaya başlar.Kadın kumdur ve kum her yerdedir, içimizde, dışımızda, üstümüzde, altımızda. Uyurken yorgan gibi kaplar adamın bedenini kum, uyanınca kapı ağzında biriken kumlarla boğuşmak vardır. Kum, tıpkı toz gibi, evrenseldir. Mekanı çevrelediği için her boşluğu doldurur, her deliğe girer. Kendisine benzemeyen her şeyi kendisine benzetir.

Kadın topladığı kumu köylülere satmaktadır. Köylülerde yasak olmasına rağmen kadından aldıkları kumu inşaat şirketlerine satıp, kadına iaşe göndermektedir. Adam ise kumdan hapishanesinden çıkmanın yollarını aramakla meşguldür. Albert Camus’nun “Veba” romanında olduğu gibi doğayla mücadelede bilimsel yöntemler geliştiren insanın inadı ve savaşma ruhu vardır adamda. Oysa kum sadece görünmez bir düşman değildir, aynı zamanda mağlup edilmesi olanaksızdır. Tutsak ettiği insanın dışarıya gözlerini kapar ama aynı insanın kendi içindeki aynalara vakit ayırmasını sağlar. Kum ayna halini alır çöldeki seraplarda. Mecnun’un Leyla’yı gördüğü bir serap olur kum taneleri. Susuz kalanın vahalara saldırdığı, acıkanın meyve bahçelerine daldığı bir serapzadedir kum tepelerinin arasında sıkışmış insan. İradesi ve korkuları arasında kalmış, her daim teslim olmaya zorlanan bir zavallıdır. Bu yokediciliğe rağmen adam vazgeçmez ve sonunda kaçmayı başarır.

Gece yarısı çölün yönsüzlüğünde koşarken bir bataklığa saplanır. Köylüler tarafından kurtarılır ve tekrar aynı barakaya gönderilir. Özgürlüğe ramak kalmışken her şeyi berbat etmiştir. Geri dönünce kumla barışık yaşamaya çalışır. Karga yakalamak için açtığı kuyuda tatlı su bulunca, suyun kalitesini ve miktarını arttırmak için bilimsel bir çaba içine girer. Çeteleler tutar, ölçümler yapar. Artık kumla düşman değildir, kumu yardımcısı yapmıştır. Mahpus hayatını, buluşu ile renklendirir. Bu arada kadın hamile kalır ama bebek rahim dışında büyümektedir. Köylüler ikisini de almak için geldiklerinde adam gitmek istemez. Kadın hekime gider, adam kumun hep zihinsel hem de bedensel bir kölesi haline geldiği için dışarısını artık görmemektedir. Ne arkada kalan gözüyaşlı annesi ne de geride bıraktığı işi umurundadır artık. Kum kanına girmiş, damarlarına sızmıştır. İçine aldığı her şeyi eriten, çürüten kum tanecikleri adamın benliğini esir almış, eskisinin kokuşmuş kalıntılarından yeni bir adam yaratmıştır. Geçmişi silmiş, üzerine yeni bir kent, yeni bir hayat inşa etmiştir.

Kum, rüzgarın savurduğu, yeri yurdu olmayan tanecikler... Kum, tepeleriyle ve çukurlarıyla bakanı içine çeken, ruhsuz, hissiz parçacıklar... Kum, zaman gibi üzerimizden geçen, altında bıraktığını görünmez kılan, aşkları ve gözyaşlarını hiç yokmuş sayan sinsi bir düşmandır.

İçinde yaşadığımız toplum ve kuralları da insanı eğitir, değiştirir, çürütür, kokutur, hasta eder, yıkar yenisini getirir, bozar, kırar, evirir, çevirir, düşman eder, arkadaş eder, aşık eder, maşuk eder, kalbini kırar, kalbini yapar, gururunu incitir, gururunu okşar, hatasını yüzüne vurur, hatasını hoşgörür...

Kısacası toplum ve kuralları bizi biz eder...

Tıpkı kum gibi...

18 Temmuz 2011

CONFESSIONS OF A CROWDED FACE

Watching the moon silencing the music coming from the violins
The more we talk of freedom, the more tumours pop up on our skins
Unwanted words unveil the mutual misinterpretation of how
my face became crowded with the misery of the immortal sins





A thunder finds me unprepared in my little bunker, scares me to death
Lullabies fill the sky, the tears and the gas masks falling out of breath
The last question to utter to the approaching executioner could be why
my face is crowded with the wounds from the unforgettable wrath



This bed sheet is our space, the edges are the ends where rivers pour
Dream recorders, day dreamers and love makers do not live any more
Fingers walk on it, eyes look for the falling secrets to reveal when
my face started to be crowded with an unwinnable class war



We are the prisoners of life, we are the guardians of the each other
Love makes one lonelier no matter how much he tries to ignore
It is the destiny, neither you nor I will ever understand who made
my face crowded with the miseries of the kisses from an unwanted love



Wings only hurt when the canary is locked in a cage, in a cage.
One cannot lose the other without having first, you can wage
The biggest secret of the world appears when the lips of a lover touch the other’s face
to turn it to a crowded street resembling the nonchalance of a young age.
AA - 2010

13 Temmuz 2011

TELEOLOJİK KANITLAMALARA GETİRİLEN FELSEFİ VE BİLİMSEL ELEŞTİRİLER

I
Teleolojik kanıtlara getirilen eleştiriler bir kaç ana noktada özetlenebilir. Bunlardan birincisi İskoçyalı filozof Hume tarafından ortaya atılan, sadece din felsefesinde değil, aynı zamanda bilim felsefesinde ve etikte de etkili olan tümevarım yönteminin eksik yanlarıdır. Hume’a göre tümevarımsal bir çıkarım her zaman için yanlışlık payı taşır. Çünkü nedensellik dediğimiz ve üzerine bilimi inşa ettiğimiz yasa –varsayım- tam anlamıyla bir yasa değildir. Kant’ın Newton’un bilimsel bulgularının da etkisiyle ‘sentetik’ ve ‘a priorik’ diyerek özel bir konuma yerleştirdiği nedensellik ilkesi Hume için “psikolojik bir alışkanlık” olmaktan öteye gidemez. Her şimşek çaktığında, aradan pek bir süre geçmeden göğün gürlediğini duyan insan psikolojik olarak bu iki olay arasında nedensel bir bağ kurar. Oysa, kurulan bu bağın mantıksal bir dayanağı yoktur. Tamamıyla deneyden çıkarılan, biraradalığın akla getirttiği bir çözümdür bu bağ. Gök gürültüsünün gerçekten de çakan şimşeğin bir sonucu olması da Hume’un eleştirisini haksız çıkarmaz. Biri diğerinin nedeni olabilir ama sadece bir arada ya da aynı sırayla meydana geliyorlar diye bu sonuç çıkarılamaz. Hume, daha önce hep birlikte oldular diye bundan sonra da hep birlikte olacaklar diye bir kuralın olmadığını söyler. Bu noktadan hareketle Hume hem evrende var olduğu söylenilen –kabul edilen- düzen kavramının altını oyar hem de bilimsel denilen tümevarımsal yöntemi içinden çıkılmaz bir sorunun içine sürükler. Çünkü, eğer Hume’un dediği gibi evrende bir düzen yok da tüm düzen bizim zihnimizde ise, bu durumda bir önceki sayıda bahsettiğim tüm teleolojik Tanrı kanıtlamaları geçersiz sayılmalıdır. Ortada bir düzen yoksa ve var olduğunu düşündüğümüz bu dizge bizim beklentilerimizin bir ürünü ise, herşeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığına da pek ihtiyaç kalmayacaktır.
II
Pasifik Öyküleri kitabımda yayınlanan ‘Duvar’ adlı öyküde de üstü kapalı olarak aslında teleolojik kanatıların insan psikolojisindeki izdüşümünü işlemiştim. Adam, almış olduğu bilimsel eğitim sonucu duvarın arkasındaki sesin bir sahibinin olduğu sonucuna varmak ister. Eline kağıdı kalemi alıp, grafikler çizer, rakamları farklı biçimlerde yazar. Amacı, duvarın arkasından gelen sesin gönderdiği mesaja ulaşabilmektir. Bir süre sonra bunda başarılı olduğunu da görür. Ortaya çıkan grafikler duvarın arkasındaki sesin sahibinin çok akıllı bir matematikçi, dahi bir müzikçi olduğunu gösterir. Bütün bunlardan hiçbirşey anlamayan küçük kız ise tek bir şey söyler: O grafikleri sen çizdin, duvarın arkasındaki sesin sahibi olan kurbağa değil! Adam kızı ikna edemez ve bu başarısızlığını kızın eğitimsizliğine verir. Kendisi yapmış olduğu keşfin getirdiği zevk girdabında boğulurken kızı bilgisizlik ve inatçılıkla suçlar.

12 Temmuz 2011

İŞGAL

Sabah, kapıdan gelen korkutucu gürültüyle uyandım. Ne olduğunu anlamam uzun sürmedi. Mahallenin bekçisi yine rahatsız ediyordu sabahın köründe. Son on yıldır aralıklı olarak gelir bu adam kapıma. Canı sıkıldığında ya da kaymakamlıktan eline bir yazı ulaştığında hemen beni bulur rahatsız etmek için. Geçmişimde yaşadığım bazı yanlışlarım yüzünden beni sürekli takip eder, sürekli göz hapsinde tutar. Ne kadar dil döktüysem de boşuna. Mahallenin tüm gücü onun elinde. Kabadayılar onu destekliyorlar, onun yardımıyla yaşayan dilenciler de. Hem sonra polis de onun arkasında. Ağzından hiç çıkarmadığı sakız: “Kendisinin mahallenin güvenliğinden sorumlu olduğu ve bu görevi yerine getirmek için elinden geleni yapacağı” yalanı. Nasıl da vuruyor kapıya öyle! Kapıyı açmazsam kıracak elbet! Sonra da beni suçlayacak çürük kapıyı evimde barındırıp, komşularımın yaşamını tehlikeye attığım için.
Kapıya vuruyor çünkü biliyor içeri başka türlü girmesinin komşular ve kanun adamlarınca uygun görülmeyeceğini. Hızlı hızlı vuruyor ki yüreğime korku salsın, beni daha kapıyı açmadan korkutsun... Oysa ben artık yutmuyorum bu numaraları. Tam on yıldır hep aynı mazaret, tam on yıldır hep aynı zırvalıklar. Neymiş efendim, evimde komşularımı zehirleyecek tehlikeli maddeler barındırıyormuşum. Bu maddeler ile kendi ailemi de zehirliyormuşum hatta gözle kaş arasında ailemin bazı üyelerini öldürmüşüm bile. Hatta dışarıda suç işleyen katillere de kendi evimden zehir sağlıyormuşum. Yok daha neler efendim!
Hani onları evime almamış olsam, hani her yeri didik didik etmemiş olsalar, hani tüm komşular ve işi bilenler bir olup evimi alt üst etmemiş olsalar, onlara hak vereceğim kuşkularından dolayı ama durum hiç de öyle değil. Geçmişte yapmış olduğum bazı pislikler varmış ve bu pislikler beni onların gözünde başlı başına bir sorun haline getirmiş. Yapmadım demiyorum ama yine de yaptıklarım evimin işgalini gerektirmez. Kan kanla temizlenmez... Benim varlığım başta içinde yaşadığımız apartmandaki komşuların yaşamlarını tehlikeye atıyormuş. Geldiler efendim! Geldiler! Hep birlikte geldiler! Evin altını üstüne getirdiler, bakmadıkları delik, ellerindeki aletlerle ölçmedikleri nokta kalmadı evin içer’sinde. Açıkçası ne yapacağımı şaşırdım. Üst katta bir komşu evinde zehir bulundurduğunu açık açık söylüyor ama ona dokunan yok! Ne varsa bende! İlla evime polisle birlikte girecekler. İlla evin içinde silah patlatıp beni hapse göndermek için bahane bulacaklar. Tabii bunun için önce benim evi terk etmemi isteyecekler. Ama şimdilik bunun için yeteri kadar kanıtları yok. Ne evime polisle birlikte girip evin içinde silah patlatmak için yetkileri var ne de bunu yapacak cesaretleri! Hem onlar evime böyle silahlarla gelecekler de benim ailemin elleri armut mu toplayacak? Savaşacaklar tabii! İster ailem benden razı olmasın ister beni çok sevsinler bu sonuç değişmeyecektir. Ailemin tüm fertleri evin kutsallığına inanmış kişilerdir. Kapıdan içeriye zorla giren adamlar ister onları kurtarmaya geldiklerini söylesinler ister onları öldürmeye geldiklerini söylesinler benim ailemin her bir üyesi bu yabancı güçler karşısında taştan bir duvar haline geleceklerdir. İşte toplandılar bile! Kapının arkasındaki gürültü artıyor her geçen saniye! Birazdan kırılacak kapı...
İşte kırıldı ve içeriye doldu yüzlerce silahlı polis. Kimileri ilk anın şaşkınlığıyla birbirlerine ateş ettiler, birbirlerini yaraladılar. Sonrasında ailemin üyelerine ateş açtılar. Ben “Masumları öldürüyorsunuz! Bunu yapmaya hakkınız yok! Kanunları ayaklar altına alıyorsunuz!” diye haykırdıkça onlar sürekli kaza olduğundan bahsediyorlardı. Asıl amaçlarının ben olduklarını ve beni ele geçirmeden bu evden ayrılmayacaklarını söylüyorlardı. Ailem beni savunmaya çalışıyor, bir kısmı ise bana tıpkı kapının dışından gelenler gibi saldırıyordu. Kaos işgalcilerin işine gelmişti. Bir üst katta yaşayan hasta komşum onlara yardım etmeyeceğini söylemişti bir kaç hafta önce. Ama alt kattaki komşum kendi evinden benimkine yol açar gibi bir delik açtı evimin tabanında. Her taraf ateş oldu, duman oldu... Aynı anda hem kapıdan hem de alt kattan açılan delikten girdiler. Ailemin üyeleri sağda solda acı çekiyorlar. Herkes bir tarafa dağıldı, etraf kan içinde. İşte beni de aldılar, götürüyorlar. Nereye gittiğimi bilmiyorum. Tek istediğim şey bir an önce ölmek ve görebilirsem son bir defa bekçinin suratına tükürmek... Beni mahallenin öteki ucundaki karakola götürüyorlar. Sözde mahkemeye çıkaracaklarmış...
* * *
İçinde bulunduğum bu karanlık odada uzun süre düşündüm. Öldürülen ailemi, beş para edilen gururumu düşündüm. İyi bir adam değilim! Bunu kabul ediyorum. Geçmişimde ben de adam öldürdüm, ben de çok kan akıttım basit sorunlar için. Peki bugün başıma gelenler bunun bir sonucu mu? Evimde öldürülen masumların ne günahları vardı da öldürüldüler yasal kurşunlarla? Hem kim verdi onlara benim evimi bu şekilde işgal etme hakkını? Hem onların derdinin zehir falan olduğuna da inanmıyorum. Bekçi mahallenin bu tarafında kontrolü ele geçirmek için kendisine karakol arıyor. Benim evin içindeki eşyalardan dolayı zenginliği ise dillere destan... Evimi işgal etti ve tüm zenginliklere kondu. Hem kendisine bu yolla gelir sağlayacak hem de mahallenin bu kısmını daha çok kontrol altına alacak. Peki bu oyun daha ne kadar sürecek? İşte hedefine ulaştı! Evimi işgal etti, beni evimden dışarı çıkardı, ailemin bir kısmını öldürdü, bir kısmını ise bana karşı savaşmaları için kandırdı... İstediğine ulaştı ve bütün mahalle sesini çıkarmadı o istediğine kavuşurken... Ben evimden uzaktayım ama bu beni rahatsız etmiyor... İşte oturuyorum karanlık bir odada... Bekliyorum mahkeme saatinin gelmesini...
* * *
Akşam üzeri evden gelen bir haberle sarsılıyorum. Evimde zehirli madde bulmuşlar. Şaşırmıyorum ama yine de üzülüyorum... Düşünüyorum... İçimden “Evimi işgal etmeye gücü yetenler, muhakkak evime zehirli maddeler yerleştirmeye de muktedirdirler” diyen bir ses öylesine geçiyor kafamın içinden...

11 Temmuz 2011

The Evils of Unregulated Capitalism

Remedy for the US economy: end the wars, rein in military and drug costs, and raise taxes - at least on the very rich.

By Joseph E Stiglitz

July 10, 2011 "
Al-Jazeera" -- Just a few years ago, a powerful ideology - the belief in free and unfettered markets - brought the world to the brink of ruin. Even in its hey-day, from the early 1980s until 2007, US-style deregulated capitalism brought greater material well-being only to the very richest in the richest country of the world.

Indeed, over the course of this ideology's 30-year ascendance, most Americans saw their incomes decline or stagnate year after year.

Moreover, output growth in the United States was not economically sustainable. With so much of US national income going to so few, growth could continue only through consumption financed by a mounting pile of debt.

I was among those who hoped that, somehow, the financial crisis would teach Americans (and others) a lesson about the need for greater equality, stronger regulation, and a better balance between the market and government.

Alas, that has not been the case.

On the contrary, a resurgence of right-wing economics, driven, as always, by ideology and special interests, once again threatens the global economy - or at least the economies of Europe and America, where these ideas continue to flourish.

In the US, this right-wing resurgence, whose adherents evidently seek to repeal the basic laws of mathematics and economics, is threatening to force a default on the national debt. If Congress mandates expenditures that exceed revenues, there will be a deficit, and that deficit has to be financed.

Rather than carefully balancing the benefits of each government expenditure program with the costs of raising taxes to finance those benefits, the right seeks to use a sledgehammer - not allowing the national debt to increase forces expenditures to be limited to taxes.

This leaves open the question of which expenditures get priority - and if expenditures to pay interest on the national debt do not, a default is inevitable. Moreover, to cut back expenditures now, in the midst of an ongoing crisis brought on by free-market ideology, would inevitably simply prolong the downturn.

A decade ago, in the midst of an economic boom, the US faced a surplus so large that it threatened to eliminate the national debt.

So what happened?

Unaffordable tax cuts and wars, a major recession, and soaring health-care costs - fueled in part by the commitment of George W Bush's administration to giving drug companies free rein in setting prices, even with government money at stake - quickly transformed a huge surplus into record peacetime deficits.

The remedies to the US deficit follow immediately from this diagnosis: put America back to work by stimulating the economy; end the mindless wars; rein in military and drug costs; and raise taxes, at least on the very rich.

But the right will have none of this, and instead is pushing for even more tax cuts for corporations and the wealthy, together with expenditure cuts in investments and social protection that put the future of the US economy in peril and that shred what remains of the social contract.

Meanwhile, the US financial sector has been lobbying hard to free itself of regulations, so that it can return to its previous, disastrously carefree, ways.

But matters are little better in Europe. As Greece and others face crises, the medicine du jour is simply timeworn austerity packages and privatisation, which will merely leave the countries that embrace them poorer and more vulnerable. This medicine failed in East Asia, Latin America, and elsewhere, and it will fail in Europe this time around, too. Indeed, it has already failed in Ireland, Latvia, and Greece.

There is an alternative: an economic-growth strategy supported by the European Union and the International Monetary Fund. Growth would restore confidence that Greece could repay its debts, causing interest rates to fall and leaving more fiscal room for further growth-enhancing investments.

Growth itself increases tax revenues and reduces the need for social expenditures, such as unemployment benefits. And the confidence that this engenders leads to still further growth.

Regrettably, the financial markets and right-wing economists have gotten the problem exactly backwards: they believe that austerity produces confidence, and that confidence will produce growth. But austerity undermines growth, worsening the government's fiscal position, or at least yielding less improvement than austerity's advocates promise. On both counts, confidence is undermined, and a downward spiral is set in motion.

Do we really need another costly experiment with ideas that have failed repeatedly? We shouldn't, but increasingly it appears that we will have to endure another one nonetheless.

A failure of either Europe or the US to return to robust growth would be bad for the global economy. A failure in both would be disastrous - even if the major emerging-market countries have attained self-sustaining growth.

Unfortunately, unless wiser heads prevail, that is the way the world is heading.

Joseph E Stiglitz is University Professor at Columbia University, a Nobel laureate in economics, and the author of Freefall: Free Markets and the Sinking of the Global Economy.

09 Temmuz 2011

CELLADIN SON GÜNÜ

Yargıç kararı okuduktan sonra mahkeme salonundaki uğultuyu önemsemeden odasına çekildi. Geniş, yayvan koltuğuna oturup çekmecedeki haplardan birisini ağzına attı. Masanın üzerindeki yarım bardak su ile yuttu hapı. Hapları eve giderken unutmamak için masanın üzerinde bıraktı. Zaten bugünlerde çok şeyi unutur olmuştu. Bir kaç dakika sonra kendisini yeni uyanmış gibi dinç hissetti. Ayağa kalktı ve odanın içersinde ileri geri yürümeye başladı. Kararın arkasındaki ince zekayı düşünüp kendi kendine güldü. Kendisinden önce kimse böylesine ilginç bir ceza vermemişti. Mahkum, yaptıklarından dolayı ölümden fazlasını hak ediyordu. Bu yüzden yargıç, her sabah ölmesi ve tekrar dirilmesi için en uygun cezayı verdi. Mahkum en geç yedi gün içinde idam edilecekti fakat hangi gün idam edileceği öncesinden mahkuma söylenmeyecekti. İdam gününe kadar her gün, idam edilecekmiş gibi hapishanenin arkasındaki idam sehpasına, gözleri açık, elleri bağlı bir biçimde götürülecek, idam sehpasını ve celladı hazır bir biçimde görecek, eğer yargıçtan idam emri henüz gelmemişse, “Bugün değil!” denip hücresine geri gönderilecekti. Böylece, idamı her sabah yaşayacak, her sabah idam sehpasının kasvetli görüntüsünde kendi ölümünü hayal edecek, her sabah “öldürün de bitsin!” diye yalvarmasına karşın celladın “Bugün değil!”sözü ile hücresine bitmemiş bir işkencenin korkusu ile geri dönecekti.
Mahkum ise yargıcın kararı okumasından sonra bunların hiçbirisini düşünmemişti. O sadece yaşayacağı en fazla gün sayısını merak ediyordu. Bu yüzden, bir sorusu olup olmadığı sorulduğunda, başını hafifçe kaldırıp, sanki bir şeyleri hesaplıyormuş gibi yaparak “Bugün dahil mi?” diye sordu. Mahkeme salonuna sırf izlemek için gelen bir kısım insanlar kendilerini zor tuttular gülmemek için bu soru karşısında. Onlar için ölüme gidecek bir kişinin yaşamak için kaç gününün kaldığının ciddi bir önemi yok muydu? Elbette vardı! Onları gülmeye sevk eden şey sorunun basitliği ve kısalığıydı. Önemli bir soru olduğu kesindi! Yargıç bile sorunun netliği karşısında duraksamıştı. Genelde kendi deneyimlerini konuşturacağı, hukuksal ya da toplumsal konulara ilişkin karmaşık sorulara yanıt vermeyi tercih ederdi. Bu sayede, soruya yanıt vererek iki taraftan birisini seçmiş olmaz, karar vermiş olmanın yükümlülüğünden kurtulur, verdiği uzun ve karmaşık yanıt ile kafalarda daha fazla soru işareti bırakarak odasına çekilirdi. Oysa şimdi durum farklıydı! Evet ya da hayır demesi gerekiyordu. Her iki durumda da sonuç çok değişmeyecekti ama yanıtı net bir biçimde vermesi onun kararlılığının bir göstergesi olacaktı. Ortaya koyduğu oyunun ne derece üstün bir zeka ürünü olduğunu bir defa daha gördü. Mahkumun yüzüne bakarak, tok bir sesle, “Hayır!” dedi. Mahkeme salonu bu sesle derin bir uğultuya gömülürken, yargıç mahkemeyi kapattığını belirtmek için elindeki tahta çekiçi kürsüdeki yuvarlak noktaya vurdu.
O günden sonra yargıç ve mahkum birbirlerini hiç görmediler. Yargıç, mahkumun durumu hakkında bilgi almaya devam etti gardiyanlar ve hapishane müdürü yoluyla. Ne de olsa mahkumun öleceği güne kendisi karar verecekti ve henüz kimseye idam gününün hangi gün olduğunu söylememişti. Birisinin öleceği güne tek başına karar verebiliyor olmak ve bundan dolayı en ufak bir suçluluk duygusu hissetmemek ona sınırsız bir gurur veriyordu. Bütün bu olanağı kendisine sağlayan devrimi ve devrim sonrası çıkan yeni yasaları düşündü! Yargıçların devrim yasalarına bağlı kalmak koşuluyla istedikleri kadar sert ve acımasız olabilecekleri belirtilmişti yeni devlet başkanı, eski ordu komutanı tarafından.Yargıç kaç tane idam kararı verdiğini düşündü bir ara. Sayısını bile unutmuştu. Hem ne önemi vardı? Yalnız acımasızlığını ikiye katladığı idam kararlarını daha önce üç defa vermişti. İkisi vatan hainliğinden, bir diğeri de cinayetten dolayı defalarca idam edilmişti. Bugün idamına karar verdiği genç adam ise dördüncü oluyordu. Odasındaki lavabonun önünde dikilip yaşlı yüzüne baktı. Kırışmış alnını, yıpranmış yanaklarını, pörsümüş gözlerini uzun uzun izledi aynada. Yaşlılığını unutmak için başka bir şey düşünmeye çalıştı. Aynaya dik dik bakıp, yanaklarını iki yana yayarak gülümsedi. İdamın hangi gün gerçekleşeceğini düşünmeye başladı.
* * *
Mahkûm mahkeme salonunu terk ederken kendisine eşlik eden gardiyana nereye götürüleceğini sordu. Gardiyan soruyu duymamış gibi davrandı ve kolundan tuttuğu mahkûmu salonun dışına çıkardı. Elleri ve ayakları bağlı bir biçimde zorlukla yürüyen mahkûm uzun bir koridordan geçtikten sonra, koridorun sonunda, sol tarafa açılan bir merdivenden, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğun merdivenlerden aşağıya korkarak inmesi gibi indi. O sırada arkadan gelen iki polis memurunu fark etti. Merdivenin sonunda eski, demir bir kapının açılmasıyla nerede olduğunu anladı. Gazetecilerden kaçmak için bu çıkışı kullanmışlardı. Burası mahkeme binasının arka tarafıydı ve sağda solda nöbet tutuyormuş gibi dolanıp duran polislerden başka kimse yoktu görünürde. Kapının ağzında, arka kapısı açık bir biçimde bekleyen, siyah polis minibüsüne gardiyan ile birlikte bindiler. Gardiyan, mahkûmun kendi başına adımını yukarı atamayacağını anladığında yardım etmek için mahkûma minibüsün zeminine oturmasını söyledi. Mahkûm zemine oturdu ve bedenini yarım daire kadar çevirip arabanın içine girdi. Gardiyan da içeri girdikten sonra arkadan gelen iki polis kendilerinin gelmeyeceklerini belirtip kapıyı kapattılar ve büyük bir kilitle kapıyı dışardan kilitlediler. Minibüsün şoförüne kilidin anahtarını verip binaya geri döndüler. Şimdi, mahkûm ve gardiyan minibüsün içinde yalnızdılar. Her ne kadar mahkûmun elleri ve ayakları kelepçelenmiş olsa da mahkûm durumda şikayetçi görünmüyordu. Minibüsün yan tarafına, uzunlamasına konmuş olan, sert, kahverengi oturağın üzerine sessizce uzandı ve gardiyanın bir şeyler söylemesini beklemeye başladı. Sessizlik uzun sürdü...
Gardiyan, zengin iken bir anda tüm varlığını yitirip, dilenmek zorunda kalan bir zavallıya bakıyormuş gibi baktı mahkûma uzun süre. Konuşmak için sözcük arıyor ama nereden başlayacağını bilemiyordu. Karşısında, elleri ve ayakları zincirlenmiş bir biçimde oturan bu adamla ne konuda konuşabilirdi? Hem ölümüne en fazla yedi gün kalmış birisiyle yaşam hakkında nasıl konuşabilirdi? Konuşsa bunun bir yararı olur muydu? Karşısındaki adamı ölmüş olarak hayal etti bir süre. Orada, uzun kahverengi oturağın üzerinde, kafası hafif arkaya kaykılmış bir halde, gözleri kapalı, ayakları birbirine yapışık, yatan bir ölü! Arabada bir cesetle yalnız olarak gitme düşüncesi ürpertti gardiyanı. Sayılı günlerin olmasının yaşama getireceği anlamsızlığı düşündü. Ha iki gün, ha beş gün dedi dudaklarını hafifle kıpırdatarak. Ne değişecek! Sonra aklına bir kaç gün içinde doğmasını beklediği çocuğu geldi. Erkek mi olacak kız mı olacak diye sordu kendi kendine daha önce defalarca sorduğu gibi. Sonra başını başka tarafa çevirip doğacak çocuğu ile yapacaklarını tasarlamaya başladı.
Gardiyan bunları düşünüyorken, oturağın üzerinde gözlerini dinlendiren mahkûm da sanki gardiyanın düşüncelerini okuyormuş gibi kendi ölümünü hayal ediyordu. Kalbinin ve soluğunun durduğunu, damarlarındaki kanın soğumaya başladığını, derisinin beyazlaştığını, gözlerinin altının morardığını düşündü. Bu eksiklikleri fark edecek bir benin olmayışı ise ayrı bir sorundu. Bedeninin dışında bir ruhun varlığına inanmadığını düşündü. Bu durumda yokluk duvarına çarpmaktan başka seçeneği kalmıyordu. Bu öyle bir duvardı ki çarptığı anda kendisi de dahil olmak üzere benin üzerine sinmiş ne varsa silip süpürüyordu. Bütün bunların en geç yedi gün içinde gerçekleşeceğini biliyor olmak onu korkutmuyordu, belki de şaşırtıyordu. Ölüm geldiği zaman beraberinde getirdiği şaşkınlıkla anlam kazanıyordu. Mucizeleri yaratmak ve insanı şaşırtmak ancak Tanrı’ya mahsustu ve belki de bu yüzden yargıç verdiği belirsiz tarihli idam kararıyla Tanrı’ya isyan etmiş olmaktan kaçıp, farkına varmadan, bir çeşit Tanrı olmaya soyunmuştu. Yedi günlük sürenin ilk günü idam kararını imzalayıp, “bu kadar çabuk mu?” soruları eşliğinde mahkûmu idama gönderirken sahip olduğu güç ile gurur duyacaktı. Mahkûm yargıcın kendisini yedinci gün öldürmeyeceğini biliyordu çünkü eğer ilk altı gün içinde bu işi bitirmezse yedinci gün öldürülmesi bir zorunluluk halini alacaktı. Oysa, zorunluluk yargıcın ortaya koyduğu bu bir ucu keskin oyunda kendisine seçtiği role tersti. Mahkûm yedi değil de altı günü olduğunu düşünüp sessizce güldü. Minibüsün durduğunu ve dışardan bir takım seslerin geldiğini fark ettiğinde uzandığı yerden doğrulmak istedi. Gardiyan yine yardım etti mahkûma... Kapılar açıldı ve minibüsten birlikte indiler. Bir kaç dakika sonra, sağlı sollu hücrelerin yer aldığı, sandalyelere oturmuş, sessizce etrafı süzen gardiyanların olduğu, uzun bir koridorda yürüyorlardı. Koridorun sonunda, diğerlerinden farklı olduğu her halinden anlaşılan, dış parmaklıkları beyaza boyanmış, iç duvarları aynalarla dolu, alabildiğine aydınlık, diğerlerine göre ufak bir hücrenin önünde durdular. Mahkûm bir an için dünyanın sonuna geldiğini düşündü. Gardiyan tek kelime etmeden kelepçeleri çözdü, hücrenin kapısını açtı. Mahkûm içeri girdikten sonra da kapıyı kilitledi. Hücrenin önündeki sandalyeye oturup, geçen haftadan kalma bir dergiyi okumaya başladı.
* * *
Hücrenin zemini de dahil olmak üzere beş tarafı aynalarla çevriliydi. Tavanda ufak bir lambadan azıcık bir ışık gelmesine rağmen, aynalardaki yansımalar nedeniyle içersi apaydınlıktı. Odanın bir köşesinde kenarları aynalarla döşenmiş ufak bir yatak, öteki köşesinde de yine ayna gibi parlayan bir lavabo ve tuvalet vardı. Mahkûm aynaların arasında kalıp, sonsuza kadar çoğalan görüntüsüne kısa süre baktı. Ne anlamı vardı bütün bunların? Neden o da diğerleri gibi beton duvarların arasına konmamıştı? Bunun arkasında da her şeye karar veren gaddar yargıç mı vardı? Aynaların sonsuzluğunda ufalıp kaybolan, sonsuzda bir yerlerde hiçliğe karışan bedenine baktı. Bu bir işkence olmalıydı! Beni öldürdüğü gibi bana ait tüm görüntüleri de öldürecek, bana çarpıp aynalarda sonsuza ulaşan ışık parçacıklarını da ölüme mahkûm edecekti. Böylece, bana yaşamın değerliliğini gösterip, kaybettiğim şeyin büyüklüğü karşısında acı çekmemi sağlayacaktı! Ben, yaşamın bir varlık parçasını sonsuz varlıklara eşit kılan kabiliyetine rağmen kocaman bir hiç olarak bu hücreyi terk ederken, yargıç çektirdiği acılarla gurur duyacak ve hatta bütün bunları kendisine sınırsız gücü bahşeden devrim adına yaptığını söyleyecekti. Beni, benden kaynaklanan ve kaynaklanacak olan tüm görüntüler ile birlikte öldürecek ve böylece devrime en büyük iyiliği yapmış olacaktı.
Mahkûm aynaları bir tarafa bırakıp, kafasını meşgul eden soruları sormak için gardiyana yöneldi. “Gardiyan” dedi kırık bir sesle. Daha sonraki konuşmaları sırasında sesinin bu derece değişmiş olduğuna bir anlam veremeyecek, suçu yine aynalarda bulup, geçiştirecekti bu hızlı değişmeyi. “Neden bu oda aynalarla dolu?” Gardiyan, elindeki dergiyi okumayı bırakıp, mahkûma yüzünü döndü. Vereceği yanıttan utanıyormuş gibi bir yüz ifadesi ile “Bilmiyorum!” dedi. “Her şey yargıcın emri doğrultusunda yapılıyor. İdam edilecek mahkûmları son günlerini geçirmeleri için bu hücrelere gönderiyor. Eskiden hapishanede her şey müdürden sorulurdu. Devrimden sonra bu yargıç bütün kuralları alt üst etti. Kendi fantezilerine göre işler yapıyor, kimseye hesap vermediği için ancak rüyalarda görülebilecek şeyler yapıyor. Beni asıl üzen, bütün bu aptalca işlerden sonra yine de devrim tarafından el üstünde tutulan bir uygulamacı olarak kabul görüyor olması. Bu hücreye ne kadar para harcandığını asla tahmin edemezsin!” Gardiyan gözleri ile tavanı gösterir gibi yaptı harcanan paranın miktarını ifade etmek için. Mahkûm ise soracağı son şeyin para olduğunu biliyordu. Kafasına ‘rüya’ sözcüğü takılmıştı. Aynalara tekrar baktı. Yüzünün yaşlandığını, gözlerinin yorulduğunu, canının sıkıldığını aynalardan bir defa daha öğrendi... Açlığını fark etti. Gardiyana dönüp yemeğin vaktini sordu. Gardiyan bu defa yüzünü okuduğu sayfadan kaldırmadan, idamlık mahkûmlar için özel bir yemek saati olmadığını, istedikleri vakit, istedikleri yemeği, hücrelerinden çıkmamak üzere yiyebileceklerini söyledi. Mahkûm yargıcın oynamak istediği oyunun hangi noktalara kadar uzandığını bir defa daha fark etti. Diğer mahkûmlar ne yiyorsa aynısını, kendisinin seçme hakkı olmaksızın, yeyip yiyemeyeceğini sordu. Gardiyan, anlamamış gibi baktı mahkûmun yüzüne. “Olur” dedi fısıldayan bir sesle. “Neden olmasın!”
Yemeği yedikten sonra kendini konuşmaya daha hazır hisseden mahkûm istemeyerek de olsa parmaklıklara bir daha yaklaştı. “Celladım kim?” diye sordu beklenmeyen bir netlikle. Gardiyan, kafasını aşağı eğerek gözlerini yere dikti. Hafifçe dudaklarını ısırdı ve titrek bir sesle “Karşında duruyor” dedi. “Devrim, senin gibi bir yazarı idam sehpasına gönderirken, benim gibi bir gardiyanı da o sehpanın bekçisi yaptı. Aslına bakılırsa, sevmiyorum, sorumluluk hissetmesem de birilerinin canını almayı. Bu işi bir görev bilmek ve ona göre davranmak hiç de kolay değil.” Mahkûm karşısındaki uzun boylu, ince adama bu defa dikkatlice baktı. O anda göremediği gözlerinde can alan birisinin cesareti okunmuyordu. Ne yapmıştı da cellat olmayı hak etmişti bu zavallı adam! Yoksa, cellat olmak insanı zavallı yapmıyor muydu? Sonuçta yaptığı iş, ipi mahkûmun boynuna geçirip, ayaklarının altındaki sehpaya bir tekme atmaktı. Cellatlar öldürdükleri insan sayısınca cana sahip olmuyorlardı elbet! Peki nereden geliyordu bu cesaret... Celladına acıyan bir gözle bakmayı denedi. Celladın ona acımasına fırsat vermemek için yapıyordu bunu. Ölecek olmak, yüzlerce aynada bir anda kaybolmak korkutmuyordu onu. Asıl korkutucu gerçek, ölümü sıradanlaştıran birisine iş ortaklığı yapmaktı. Kendi yaşamını, yazdığı kitapları, özgürlük adına katıldığı toplantıları, gelmesi olası olan devrime karşıt verdiği konferansları düşündü. Hepsinin kendisi ile birlikte yok olacağını hayal etti. Bir celladın eliyle değil de bir yargıcın diliyle idam ediliyordu. Devrim sonrası etrafta hüküm süren akıl dışılığın bir başka göstergesi olmalıydı bu. Evrimin evrenselliğine karşın, devrimin yapmacıklığını düşündü. Sonra da bu yapmacıklığın beraberinde zorunlu olarak getirdiği kan gölünü gözlerinin önüne getirdi. Yazmak istedi ama etrafta yazacak ne bir kağıt ne de bir kalem vardı. Yatağa uzandı. Dışarı baktığında koridorlardaki ışıkların karartıldığını ve gardiyanların birer birer gittiklerini gördü. Kendi celladını aradı gözleri. Belki de bu gece son gecesiydi. Yarın sabah idam kararı imzalanmış olarak gelirse, bu hücreye bir daha dönmeyecekti. Aynalara bakarak gülümsedi. Yüzlerce yüzün aynı anda gülümsemesinden cesaret alıp daha fazla gülümsedi. Ağzını açtı, dilini aynalara gösterdi, dişlerine baktı... Sonra sanki unutmak istemiyormuş gibi tekrar gülümsedi. Ertesi günün sabahı, celladı onu idam sehpasına götürürken de aynı biçimde gülümseyeceğine dair kendi kendisine söz verdi. Ne yapacağını bilemiyordu! Uyumak olanaksız gibiydi! Işığı kapatmanın ve bu görüntüleri yok etmenin bir yolu yoktu. Uyumak için gözlerini kapattığı anda yargıcı görüyordu, gözlerini açınca ise her taraftan fışkıran kendi bedenini. İşkencenin çok uzamamasını arzu etti bir anda. Yarın ölmeye hazır hissetti kendisini, ölmeye hazır olmanın ne demek olduğunu bilmeden. Uykuyla aynalar arasında gidip gelerek sabahı etti...
* * *
Daha sabah olmamıştı ki cellat parmaklıkların önünde belirdi. Mahkûmun uyanması için parmaklıklara elindeki anahtar ile sertçe vurdu. Ardından kapıyı açtı. Diğer elinde tuttuğu zarfı göstererek mahkûma ayağa kalkmasını söyledi. Tüm gece yatağın üzerinde, aynaların şerrinden kaçmak için bir sağa bir sola dönerek, sabahı bekleyen mahkûm, celladın bile şaşırdığı bir çabuklukla ayağa kalktı. Cellat mahkûmun ellerini kelepçeleyip, kendisini takip etmesini söyledi. Mahkûm o sırada fark etti celladın arkasındaki iki polis ile bir din adamını. Cellat önde, mahkûm arkada, polisler ve din adamı en arkada yürümeye başladılar karanlık koridorda. Cellat, elindeki zarfı sıkı sıkıya tutuyor, sağa sola bakmaksızın ilerliyordu. Koridorun sonunda, bir gün önce geldikleri kapının aksi yönüne açılan, büyük, demir bir kapıdan dışarı çıktılar. Henüz tan yeri ağarmamıştı. Yine de etraf karanlık sayılmazdı. Alacalı bir aydınlığın ortasında yüzler rahatlıkla seçilebiliyor, kimlikler kendilerini açık bir biçimde belli ediyorlardı. Cellat, mahkûma dönüp bir din adamının kendisi için dua etmesini isteyip istemediğini sordu. Mahkûm beklediği bu soruya, kısık bir ‘hayır’ yanıtı verdi. Bunu duyan din adamı, yanıttan hiç etkilenmemiş gibi davrandı. İki polis mahkûmun koltuklarından tutup, yerden yarım metre kadar yükseklikte bulunan sehpaya çıkmasına yardım ettiler. Bundan sonrası celladın işi idi. Mahkûm hareket etmeksizin sehpanın üzerinde duruyor, etrafındaki birbirlerinden farklı bu dört insanı gözlüyordu. Henüz zarf açılmadığına göre halen şansı vardı. Hele bugün ilk gün olduğuna göre, idam edilme olasılığı düşük olmalıydı. Hiçbir şey yapmadan beklemeye bir süre devam ettiler. Bu bekleme sırasında, güneşi son bir daha görmeyi ne kadar çok arzuladığını fark etti. Cellat, elindeki zarfı mahkûmun eline tutuşturdu, sehpanın arkasında bulunan, taşınabilir, üç basamaklı bir merdiveni sehpaya yaklaştırdı, merdivenin tepesine çıktı ve darağacından sarkmakta olan ipi mahkûmun boynuna geçirdi. Ardından da aşağıya inip, zarfı mahkûmun elleri arasından aldı ve seslice açtı. Önce arkasında duran polislere gösterdi. Polisler yüzlerindeki ifadede en ufak bir değişiklik göstermeden üç-beş adım daha geri çekildiler. Din adamı ise çoktan bahçenin öteki köşesinde bekliyordu. Cellat, ayağını sehpanın üzerine, mahkûmun ayaklarının arasına koydu. Devrimin ülkeye ve tüm insanlığa ne gibi yararlar getirdiğini, mahkûmun ve onun gibi düşünenlerin pişman olup, devrim yasaları karşısında diz çökmedikleri sürece cezaların en büyükleri ile karşılaşacaklarını uzun bir konuşma metnini okuyormuş gibi seslice okudu. Mahkûmun adını, yaşını, karşı geldiği devrim yasalarını, insanlığa karşı işlediği suçları da ekledi değişmeyen bir ses tonuyla. Daha konuşmasını bitirmemişti ki güneş, hapishane bahçesinin doğuya bakan kısmından hafifçe kendini gösterdi. Görünen güneşin kendisi değil, bulutların arkasından çıkmak için zorlayan bir yığın ışık huzmesiydi. Mahkûm, celladın okuduklarını dinlemek yerine kendisini güneşin doğuşuna vermişti. Hiç daha önce güneşin doğuşunu izlemediğini düşündü. Cellat, metni okumayı bitirip, yargıcın idam gününe dair kararını okumak için boğazını temizledi. Yanaklarında hafifçe bir iyimserlik şişkinliği ile “Belge henüz imzalanmamış!” dediği anda ayağını çekti sehpadan. İşte ne olduysa, o anda oldu. Mahkûm, ayağının birini kaldırdı, geriye doğru uzattı. Cellat inmek istediğini zannettiği için polislere yardım için baktı. Oysa, geriye doğru kaykılan ayak hızlı bir şekilde sehpaya vurdu ve her iki ayağı birden hızla aşağı düşürerek, havada asılı bıraktı. Mahkûm oyunu daha fazla devam ettirmek istemiyordu. Yargıçtan bir adım önde gitmek için, kendi ölüm tarihini kendisi belirlemeyi seçmişti! Güneşi son bir defa daha gördükten sonra kendisini birilerinin durdurması olanaklı değildi! Güneşin yaşama kaynak olan ışıklarının ilk huzmeleri yeryüzüne ulaşıp, aydınlığın karanlığa karşı zaferi bir defa daha onaylanırken, mahkûm, yaşama ait tüm güzellikleri, bu dünyayı yaşanacak bir yer yapmak için ele geçiren devrimcilere bırakmış ve kendisini geriye çekmişti. Yenilmişti ama kendisi ile alay ettirmemişti. Bu ise ona yetiyordu! Oysa ne kadar isterdi yaşamayı, soluk alıp vermeyi, suyun ferahlığı ile serinleyip, rüzgarın okşayıcılığı ile kendine gelmeyi...
Polisler ve cellat koştular mahkûmu kurtarmak için ama yapacak fazla bir şey yoktu. Mahkûm, yere doğru hızlı düşüşü sırasında, ipin etkisiyle, boynunu kırmış, soluğu anında durmuştu. Polisler ve cellat her ne kadar, hareketsiz bedeni kaldırıp, ipi boynunda çıkarıp, mahkûmu yere uzandırdılarsa da mahkûmun soluklarını geriye getiremediler. O, kendi öleceği günü kendisi seçerek devrime en büyük dersi verdiğine inanıyordu. Cellat ilk defa acıyan gözlerle baktı mahkûmun suratına. Bir süre her şeyi bir tarafa bırakıp cesedin yanında bekledi. Yargıç tarafından, oyunu kurallarına göre oynamadığı için cezalandıracağı düşüncesi kafasından geçmemiş olsaydı, cesedin başında uzun süre daha bekleyecekti. Fakat korkusu büyüktü. Hapishanede birisinin ölümünden sorumlu tutulabilir, hatta sırf bunun için mahkemeye çıkarılabilirdi. Cesedi polislere ve din adamına bırakıp koşarak hapishane müdürünün odasına vardı. Durumu soluk soluğa, dehşetler içinde anlattığında, hapishane müdürünün hiç de oralı olmadığını fark etti. Müdür tüm sakinliği ile cellada bakıp, artık bir cellat olmadığını, tıpkı devrim öncesinde olduğu gibi bundan sonra herhangi bir gardiyan olmaya devam edeceğini söyledi. Sonra da tahtını yeniden ele geçirmiş bir hükümdar gibi sinsice gülümseyerek ekledi “Tanrı’nın işine soyunan o gaddar yargıç, dün gece kalp krizinden ölmüş. Haplarını mahkeme salonunun arkasındaki masasında unuttuğu için evinden bile çıkamadan kapının ağzına yığılıp kalmış.”
A. A.
*** Mucizeleri yaratmak ve insanın şaşırtmak ancak Tanrı’ya mahsustur. / J. L. Borges / İki Hükümdar ve İki Labirent / Alef / İletişim Yayınları.

07 Temmuz 2011

Diary of a Mouse Living in 1.6.01 with Illustrations



As you all know I hardly post personal things on my blog. However, today is somehow special. It is my birthday. It is the end of my 34th year in this world and today I am living the 12,418th day of my life... I cannot recall how each day passed but I lived long enough to taste love, friendship, joy, grief, success, failure, broken heart and many more... Today, I can say I lived all of them in one day...

For me, a birthday is like any other usual day but today, thanks to the friends in the office and three lovely students who brought me a wonderful gift, I consider it as the most special one so far. We had two cakes -one from teachers in the office and one from the students-, had some loud conversations and laughter.

These three students -two of them I have never taught to but they know me through my blog- brought me a very pretty and extremely personalized gift. It is the "Diary of a Mouse Living in 1.6.01 with illustrations". I am posting the pictures of the illustrations and some brief information about each photo. I also post the picture with the three students (Giao, Khanh and Long) assuming they won't mind being on my blog for one day. There is also Mr Tien and Mr Giovanni who are the invisible hands behind the gathering.

Those who want to read the entire story, they can find it by clicking on this link.

Here are the photos of the illustrations (Please forgive my non-existent photography skills):



This is the cover of the booklet. The name of the cute mouse in the picture is "Snow" and he is the protagonist of this story.


Here is the illustration showing the class division in the entire population. Rats control the food supplies and live in wealth. Poor mice are starving and they have no access to the food.


Here, the protagonist "Snow" is falling in love with a human "femme fatale" although this is strictly against the rules in the mice community.


Snow is happy on the grass after a very boring Sunday without seeing his sweetheart. He is now hopeful that he will see her soon...



Snow receives the letter of warning from the revolutionary committee because he ignored his responsibilities due to his recent love affair. If he misses one more meeting, he will be excommunicated :(


Snow is very amorous but his love does not seem pleased. Poor Snow will be brokenhearted soon with this unexpected reaction from her sweetheart but he will not give up.


A policemouse comes to bring the letter. Snow is summoned to the court to defend himself in front of three judges. His kids are taken to an orphanage till the court makes a decision.


An emotional scene in the court: Snow meets his wife who left him long time ago. He learns the truth behind her leaving. He feels betrayed right before the court starts...



Snow in the court, defending his recent actions and trying to convince the judges about his understanding of revolution: Permanent Revolution


The Great Leader visits Snow in the cell. He is shackled to the wall and thinks that his end is soon. he still does not know that his diary is read by many.


Snow escapes from the cell and makes a new home for himself outside the building 1 thanks to his fans who supported his ideas without him aware of anything. He rolls downhill like a ball. He is greeted by a little girl mouse. She calls him "Snowball" for the first time.

Happy End :)

PS: All illustrations are hand-drawn by Le Tran Vinh Hien, a student of HCMC University of Pedagogy, a friend of Long.

05 Temmuz 2011

THE STRIKE - CH 1 (1)

Prelude
This is the road of dust and mud, this is the road of misery and wealth, this is the road of hope and desperation, this is the road of love and hatred, and this is the road of compassion and cruelty. Like all roads, this one too deserves the travelers who can pay enough attention to its details. There is blood in this road, there is pain. They are the tears of struggling souls, the tears of the people who deserve more than what they are given and asked to be content. This road is not smooth, full of thorns and sharp rocks. It is a road going nowhere and everywhere. It is a circle and a line; it is a life and a death.
CHAPTER 1
Right after a huge lorry passed on the highway, the dust waiting beside the road moved up from the asphalt, got speed and rolled in the air like smoke from the tip of a cigarette. With the wind coming from the dirty façades and pavements, collecting the odour of the unnamed wastes through every door along the road, the dust got accumulated to a white cloud and went through the iron gate of a shoes factory. It became a wheel revolving around itself, a vacuum sucking the air inside and giving nothing out. The security guard of the factory found himself at the middle of a painful fight against an invisible enemy and without losing more time he ran to his cubicle, closed the window, locked it tight and sat on his chair. The cloud of dust turned towards the large lane between two big buildings of the factory where the workers were waiting for the bell to ring. The lane is large enough for two trucks to enter and leave for heavy loadings.
By the time the power of dust eased and it became completely harmless, the bell on the four poles of the four corners of the factory rang and hundreds of workers rushed towards the gate. Little women, some as thin as dolls, left their production lines as if there was a fire in the factory, found their shoes at the bottom of the walls –some were hidden behind the stairs or inside the small holes of the wall- and got in a long queue to punch their attendance cards. A dog and two puppies were shaking their tails while turning around the workers. The women with tired eyes and tired tomorrow did not have the luxury of playing with the puppies before getting back to the family responsibilities. For them, life is a jumping process: happy but poor childhood, crazy but restricted youth, hopeful but highly responsible adulthood… One ends, the other starts. No break for stopping and taking a deep breath.
By the time the entire factory is emptied and the foreign managers started walking up and down to check the facilities, the telephone in the director’s room rang.
-Yoboseyooo
He assumed a Korean manager is calling either from Seoul or from another unit in the factory. But at the other end of the phone line there was the voice of a frightened child with broken, heavily-accented English.
-Sir, can we talk for a minute? I am Khoa, from line 7. This is very important, sir!
Director thought in a millisecond to recognize the owner of the voice. This was one of the spy union members he hired after the last strike the factory had a few months ago. The agreement was simple. Whoever informs the director about a possible strike at least one day earlier will receive a double salary at the end of the month. The promise was clear and there was not much to lose for the factory. In fact, if he can stop the strike or at least intimidate those who will attempt, the damage can be minimized.
- Yes, we can talk. But you should not come here. Come to the empty room behind the warehouse. I will be inside and the door will be unlocked. Just get in. Ok?
There was a long silence on the line. The director somehow thought that Khoa did not understand what he meant so wanted to repeat everything once more.
- Did you understand what I said? Come to the empty room behind the warehouse. No one should see you. Be careful!
Silence continued but this time it was befriended with susurrant breathing. Perhaps he was intimidated by the possibility of being seen by other workers or he was not sure about the accuracy of the information he gathered.
- Yes, sir! I will be there soon. See you soon.
The director hanged up the phone without saying a word. He watched some of the office girls who are preparing to leave and one accountant was looking towards him as if she saw something suspicious. “What are you staring at?” he shouted at her. The young accountant smiled as she did not understand what the director asked her to do. It was one of the weird moments and as in all weird moments, she escaped the ambiguity by a quick, meaningless smile.
The director left the room without saying any more words and went to the warehouse. There was the warehouse manager at the gate. After greeting him with usual words, he asked him to watch around and do not let any worker inside the warehouse except for Khoa from Line 7. The warehouse manager bowed his head without asking any question and stood up to check the surrounding area. When the director went inside the ware house, he could not stop himself checking the newly-arrived rolls of leathers from China. He touched the top of the roll to feel the quality but the idea of the secret meeting with Khoa made him uneasy. He walked through the paints, ropes and wooden materials and reached the end of the building. When he opened the door of the small security room between the ware house and the wall, he saw Khoa walking up and down in the room with a bundle of papers in his hand.
- How did you come here? The ware house manager did not even tell me you were here! He did not see you?
Khoa looked absentmindedly and seemed he did not understand why the question was important.
- I jumped over the wall. It is the safest way. If I come from the front, some who have cleaning duty can see me.
The director seemed pleased with Khoa’s self-guided intelligence. He smiled but this was too brief that Khoa could not catch even a glimpse of it. The director sat on the old chair which seemed ready to collapse but somehow it did not. He stared at him with questioning eyes.
-Sit down, first! Stop walking around… You are making me dizzy. Sit down and tell me what you learnt.
Khoa sat on the other old chair and before starting to talk, gave him a paper from the bundle in his hand.
-Sir, there will be a strike tomorrow. And not a small one! It is the biggest one so far…
-- To be continued

04 Temmuz 2011

Aşk Öyküleri / Love Stories

Benim de içinde "Gönlümün Ekmeği Umut" adlı bir öykümün bulunduğu, Aşk öyküleri kitabı Camgöz yayınlarından çıkıyor. Kitabın kapağı aşağıda. Aldığım bilgilere göre iki hafta içinde kitapçılardaki raflara gelecekmiş. Darısı yoldaki üçüncü solo kitabın başına :)

The book "Love Stories" which also includes one of my short stories (Hope, The Bread of My Heart) is to be published within two weeks in Turkey by the Camgöz Publish House. The cover is shown below. I hope, my third solo book (The Bicycle) will be ready by the end of this year as well.

01 Temmuz 2011

KUANTUM VE AHLÂK

Yıllar önce yazdığım bir öykü. Bu sabah okuyunca, o zamanlar yazı konusunda ne kadar acemi olduğumu gördüm. Önce cümleleri düzelteyim, güzelleştireyim dedim ama mazinin anısına haksızlık olmasın diye bir iki imla hatasının dışında bir şeye dokunmaya kıyamadım. Sonuçta, o zaman yazılmış, o zamanın A'sını yansıtan bir öykü. Bıraktım öyle kalsın. Kimi zaman küller ateşten daha öğretici olurlar...

A. A.

KUANTUM VE AHLÂK

Toplantı, Eğitim Bakanının geç kalması dolayısıyla zamanında başlayamadı. Oysa bütün il eğitim müdürleri, toplantıya danışman olarak çağrılan fizik ve etik hocaları tam zamanında toplantının yapılacağı salona gelip, beklemeye başlamışlardı. Toplantıya katılmak zorunda bırakılıp da bir saattir boşuna bekleyen herkes sıkılmıştı. Bir etik hocası oturduğu yerden sürekli bağırarak konuşuyor, bu toplantının anlamsız olduğu için zaten yapılmasının bir faydasının olmadığını haykırıyordu, Eğitim bakanının zaten ahlak bakımından salondaki herkesten düşük derecede olduğunu, öyle olmasaydı bu kadar geç kalmayacağını sürekli tekrar ediyordu. Salondaki uğultu sürekli arttığı için her iki dakikada bir mikrofonu eline alan bir görevli “Değerli Misafirler! Lütfen sessiz olalım. Bakan Bey çok kısa bir süre içersinde burada olacak.” deyip uğultunun içersine karışıyordu. Bir saatlik bir gecikmeden sonra bakan bey nihayet salona girebildi. Toplantı hemen başladı…

Bakan toplantının amacını anlatarak başladı konuşmaya. Lise son sınıf müfredatında Kuantum Mekaniği ve Olasılık derslerinin okutulmasının gençleri nasıl bir ahlaki sorumsuzlukla karşı karşıya bırakacağından, kuantum mekaniğinin öngördüğü belirsiz ve kaotik dünya görüşünün gençlerin kafalarını bulandıracağından söz etti önce. Ona göre kuantum mekaniği genç beyinlerin bilime ve ahlaka olan inançlarını sarsmaktan başka bir işe yaramıyordu. Eğer evren klasik fizikçilerin dediği gibi bir düzenin, bir matematiksel dizgenin ürünü değilse, gençlere nasıl izah ederdik ahlakın insan yaşamını güzelleştirdiğini, nasıl izah ederdik dinin insan yaşamındaki önemli rolünü… Hem Tanrı’yı nasıl kanıtlardık amaçbilimsel yöntemlerden yoksun bir eğitim sistemiyle. Ayrıca Kuantum mekaniği henüz klasik fizik gibi oturmuş bir bilimsel kuram değildi. Yani bir Newton Fiziği gibi sınanıp, değerlendirilmiş bir kuram olmaktan çok uzakmış. Kuantum Mekaniğinin soruları yanılarından çok bir kuram olduğu için kuşkuyla karşılanmayı hak ediyormuş. Olasılık derslerinin de bu konuya destek olduğunu, gençleri düzensiz bir dünyaya davet ettiğini ekledi son olarak. Eğer gençlerin ahlaksız, dinsiz, serseri olmamalarını istiyorsak lise müfredatından olasılık ve kuantum mekaniği derslerinin kaldırılması gerektiğini söyledi sözlerini bitirmek üzereyken. Bu toplantının amacının da bu konuyu konuşup, bir açıklığa kavuşturmak olduğunu, salonda bulunan tüm bilim adamı hocalara toplantıya katıldıkları için tek tek teşekkür ettiğini söyleyip kürsüyü bıraktı. Bakan’dan hemen sonra sözü bir Fizik Profesörü aldı…

Fizik Profesörü herkesin sandığı gibi yaşlı birisi değildi. En fazla kırk yaşında idi ama yine de yürüyüşüne yaşlı bir adamın kendisine olan güveni hakimdi. Mikrofona yaklaşarak konuştuğu için ilk söyledikleri anlaşılmadı. Sonra kendi söylediklerini kendisi de anlayamadığı için olsa gerek mikrofona yapışmış gibi görünen kafasını azıcık geri çekti. Sesi çatallı çıkıyordu. Aldırmadan devam etti: Kuantum Mekaniğinin lise müfredatından çıkarmanın akıllıca bir yenilik olmayacağını, hatta geriye dönmek olacağını, gençlerin bugünkü ahlaksızlıklarının nedenini kuantum mekaniğinde ya da olasılık hesaplarında arayacağımıza toplumsal sorunlara eğilmemiz gerektiğini, kuantum ile ahlak arasındaki ilişkinin birbirlerini etkilemeyecek kadar ihmal edilebilir olduğunu söyledi öncelikle. Sonra da kuantum mekaniğinin herkesin sandığı gibi kaotik bir evreni öngörmediğini, bunun ilk bakışta böyle göründüğünü söyledi. Tam bunları söylerken, saçı birbirine karışmış, çizgili gravat giyinen bir adam sesini iyice yükselterek bağırdı:

- Tanrı zar atmaz diyen Einstein değil miydi sayın hocam? Neden itiraz ediyorsunuz bakan beyin söylediklerine?

Kürsüde zaten zor duran profesör bu söylenenler karşısında ne diyeceğini bilemedi. O masasında ve labaratuarında bir aslan gibi atik ve hızlı idi ama mikrofanlar politikacılar ve onların şakşakçıları içindi. Bir süre öylece durdu ve sonra kendini toparlayarak – Evet! Haklısınız ama bu Einstein’ın haklı olduğunu göstermez. Einstein koyu bir yahudi idi ve en büyük korkularından birisi Tanrı inancına toz konduracak bir bilimsel kuramın bilimsel çevrelerce kabul edilmesiydi. Netekim Bohr’un Einstein’a verdiği yanıt daha önemlidir bence. ..

Profesör daha sözünü bitirmemişti ki aynı adam tekrar seslendi kürsüye doğru: - Ne demiş Bohr? Hem Bohr neden bu kadar önemli sizin için?

Profesör kendini bu defa çabucak toparladı. Bohr –“Tanrı ne yapacağını bize sormaz” demiştir- dedi. Konuşmaya devam etti: -Kuantum Mekaniği Tanrı’yı yok saymaz efendim. Bunu böylece anlamak kuantum mekaniğini anlamamak, atoma, protona, elektrona saygısızlık etmektir- dedi sesini yükselterek. Sesini neden yükselttiğini o da bilmiyordu ama artık kendini durduramayacağını sezmişti. Hızlı hızlı konuşmaya başladı:

- Politikacılar gençlerin yaptıkları serseriliklerin kaynağını bilimsel teorilerde arayacaklarına, kendi hatalarına baksınlar. Kuantum dünyasındaki belirsizlik ile dış dünyadaki gözlemlenebilir düzensizlik arasında hiç bir bağ yoktur. Kuantum mekaniği ne bazıların söylediği gibi insanların umudunu köreltir ne de insanları yaşamdan soğutur. Evet! Elektronların devinimlerinde gözlemlenen bir belirsizlik vardır ve bu belirsizlik doğanın kendisinden kaynaklanır. Doğada belirsizlik olduğunu bilen lise öğrencisini hangi etken uyuşturucu kullanmaya, kavga etmeye, adam öldürmeye, içki müptelası olmaya iter? Gençleri ahlaksız yapan şey atom altında kendi halinde dönüp duran elektronlar değildir efendim! Politikacıların uyguladıkları yanlış yöntemler sonucu önü alınamayan yoksulluk, ekonomik sorunlar, eğitimsizlik, bilimsel düşünmeyen insanların artan sayısı… Bütün bunları görmezlikten gelip, suçu kuantum mekaniğinde aramanın ahmaklık olduğunu söylememe izin verin. Daha önce Darwin Kuramını çocuklara öğretmediniz de ne oldu? Çocuklarımız çok mu ahlaklı oldu Darwin’siz bir dünyada? Hem bugün Kuantum Mekaniğini müfredattan çıkaran zihniyet, ilerde de eşkenar üçgenleri Marksizm’i ve sosyal eşitliği öngördüğü için, çemberi ve küreyi idealizmi öngördüğü için, sayılar kuramını Tanrı’dan başka bir sonsuzluk kavramını kabul ettiği için müfredattan çıkarmak isteyebilir.

Profesörün bu son sözleri salonda zaten var olan uğultuyu dayanılmaz bir hale getirmişti. Profesör sinirli bir halde kürsüyü terketti ve yerine oturdu. Bütün bu olanları sessizce koltuğunda izleyen bakan elindeki kağıda notlar almaya devam ediyordu. Bir sonraki konuşmacı kürsüye gelene kadar uğultu devam etti. Konuşmacı, bakan bey gelmeden önce şikayet edip duran etik profesörü idi. Sert ve kendinden emin adımlarla kürsüye geldi.

Çok konuşmayacağını, zaten bu konuda çok konuşmanın aptallık olduğunu, buraya da emir vaki ile geldiğini söyledi önce. Sonra gençlerin dindar ya da dinsiz olmaları ile onların ahlaksız olmaları arasındaki ilişkinin sanıldığı gibi geçerli olmadığını, insanların dinsiz ve iyi olabilecekleri gibi dindar ve kötü de olabileceklerini anlattı güncel örneklerle… Kuantum Mekaniği ile çok ilgilenmediğini ama bilimsel bir kuramın lise müfredatından çıkarılmasının öğrencilerin davranışlarında en ufak bir davranış değişikliği yaratmayacağını, hatta onları daha bilgisiz ve meşguliyetsiz yapacağı için böyle bir uygulamanın gençleri daha çok serseriliğe sürükleyeceğini anlattı. Yapılması gereken şeyin Kuantum Mekaniği ile ilgisi olmadığını, onun yerine okullara etik dersi konması gerektiğini, insanların Tanrı’ya inanıp inanmamalarının, laik olduğu için dünya çapında örnek alınan ülkemizin hükümetini hiç ilgilendirmediğini ama bunun yanında gençlerin ahlaklı olmalarının başta hükümeti ardından da tüm halkı çok yakından ilgilendirdiğini söyledi.

Bu son sözlerini söyledikten sonra salon bir anda ikiye bölündü. Bir grup yuh çekip, “Seni ateist! Gençleri de kendin gibi yapacaksın değil mi?” derken, diğer grup çok yaşa sesleri ile alkışlıyordu profesörü…

Toplantı bu noktadan sonra devam etmedi… Ne herhangi bir karar alınabildi ne de eski belirsizlikten bir adım öteye gidilebildi. Bakan karmaşadan fırsatını bulup toplantıyı terketti…

Kuantum Mekaniği ise hiç bir zaman müfredattan çıkarılmadı…

A. A.