Bu Blogda Ara

27 Eylül 2007

26 Eylül 2007 – Ev

Günlerdir çilingirler ve kilitler üzerine okuyorum. İnternette bulduğum çilingirlik zanaatı üzerine yazıları ve kilitin evrimini anlatan tarihsel bilgileri telefonuma indirdim. Arada açıp, birkaç satır okuyup, hayallere dalıyorum. Şimdilik bildiğim tek şey yazacağım öykünün baş kahramanının orta yaşlı bir çilingir ustası olduğu. Daha doğrusu tüm aştırmalarımı bu varsayı üzerine yapıyorum. Sanırım öyküye başlamam için önce bir çatışma bulmam gerekecek. Gerçi onu da buldum diyebilirim: Benim kahramanım ömrü boyunca kullanmadığı sihirli gücünü kullanıp, bir insana iyilik yapmak isteyecek. Yani aslında istediği kapıyı açabiliyor olmak onun için pek çok kötülüğü yapmayı kolay hale getirebilir. Ama o yeteneğini zor durumdaki bir insana yardım etmek için kullanacak. Hafta sonundan önce kime yardım edeceğini ben de bilmiyordum. Ama hafta sonu aldığım ve şu anda okumakta olduğum kitap bana baş kahramanımın kimi kurtaracağını söyledi.

Cumartesi günü Dong Khoi’da gezinirken her zamanki ikinci el kitapçıma gittim. Almaya değer tek kitap Louise Brown’ın ‘Sex Slaves’ adlı araştırma kitabıydı. Kitap basit bir dille yazıldığı, sosyolojinin jargonuna pek kapılmadığı için kolay bir okuma sunuyor. Sınav kağıtlarına rağmen üç günde kitabın neredeyse yarısına geldim. Genel konusu Asyalı kadının toplumdaki değeri, seks ticaretine itilmeleri, fakirlik ve materyalizmin –felsefi anlamda materyalizm değil, ekonomik anlamda- genç kızları sürüklemesi bölüm bölüm işleniyor. Pezevenkerin nasıl çalıştığı, ailelerin gözlerini nasıl boyadıklarını, çocuk yaştaki genç kızları nasıl kandırıp, en rezil koşullarda çalışmaya zorladıklarını tek tek anlatıyor kitap. Ben kitabı alırken aklımda ne yazacağım öykü vardı ne de kitabı herhangi bir yazı için kullanma düşüncesi. Bir kafeye girip, kitabın başından birkaç sayfa okuduktan sonra kafamda bir şimşek çaktı: Madem bir fahişenin hayatını bu kadar yakından tanıyabileceğim, madem onu bu yollara düşüren insanları ve etkenleri az çok anlayabileceğim, bu durumda neden genç bir fahişeyi öyküme almıyorum. Çilingirin kendisini kahraman gibi hissetmesi için zor durumda olan birisine yardım etmesi gerekiyorsa, esir edilmiş, günde en az on erkekle yatmaya zorlanan ve kendisine iki öğün yemekten başka bir şey verilmeyen zavallı bir kızı kurtarmaktan daha güzel bir iş mi olur onun için? Bu yüzden kitaptan birkaç bölüm daha okumam gerekecek. Ayrıca çilingirler ve fahişeler hakkında notlar almaya devam ediyorum... Ne zaman yazmaya başlarım bilmiyorum ama çok uzak olmadığı belli...

Kafamda bu yeni fikir oluştuktan hemen sonra bir de soru belirdi: Benim bir fahişeyi öyküye almamın tek nedeni rastlantı eseri bu kitabı bulmuş olmam. Başka bir kitap bulmuş olsaydım ya da başımdan başka bir olay geçmiş olsaydı, öykü çok da farklı bir yöne gidebilirdi. Bu durumda yapmakta olduğum işin bilinçliliğinden kuşku duymaya başladım. Yani yazarken, ya da kurgularken, aslında ne kadar bilinçli bir iş yapıyoruz? Sonuçta kurgunun gidişatını gündelik hayatımızdaki ufak tefek değişimler etkileyebilirler. Hiç aklımızda olmayan bir sonla öyküyü bitirmemize neden olabilir bu ufak tefek olaylar. Bu durumda yazarın zihnini planlı, programlı, sistematik işleyen bir makine gibi değil de dışarıdan gelen tüm uyarı nesnelerine uyanık, her türlü etkiye hazır bir ‘alıcı’ olarak düşünebiliriz. Ama yine de bu benzetme yetmez. Eğer yazar sürekli dışarıdan gelen uyarıların etkisinde kalırsa ortaya çıkacak eser hem kendisinin olmaz hem de ciddi bir mesaj içermeyeceği için bir işe yaramaz. Tamamıyla rastlantısal olayların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan şeye sanat diyenler olabilir ama bana göre bu sanatın tam tersidir. Sanat insan bilincinden beslendiği sürece sanattır çünkü öteki türlü iletişimi gerektirecek bir şey olmaz ortada. Bu durumda sanatçının zihni bir tabula rasa değildir. Gelenleri yoğuran, işleyen, vermek istediği mesaj doğrultusunda yönlendiren bir zihindir sanatçının zihni. Bu yönlendirmeyi belirleyen şey ise sanatçının tarihselliğidir. Yani daha önce okudukları, yazdıkları, etkisinde kaldığı insanlar ve olaylar...

Rastlantısal kurgu üserine internette biraz araştırınca birkaç sayfa buldum. Bunlardan birisinde ilginç bir program var. Ekrana bir satır yazıyorsun ve sonrasında üzerinde ‘poem’ yazan tuşa tıklıyorsun. Birkaç saniye sonra bilgisayar programı senin yazdığın kelimeleri kullanarak yazılmış bir şiir koyuyor ekrana. Şiiri okuyunca pek bir şey anlaşılmıyor doğal olarak. Rastlantısal olarak dağıtılmış kelimeler ve bu kelimeler arasında program tarafından eklenmiş başka kelimeler. Bana kalırsa, ortaya çıkan ürünün çok güzel bir anlamı bile olsa şiir olamaz. Nedeni bilgisayarın bana iletecek bir şeyi olmaması ya da böyle bir derdi olmamasıdır. ‘Ay’ kelimesinin yanına ‘kırık’ kelimesini koyması hayal gücünü zorlayan imgeler yaratma/avlama açısından okuyucu-şaire ilginç gelebilir ama ‘ay kırığı’ ifadesi ilginç olmanın ötesine gidemez. Çünkü bilgisayar için ‘ay kırığı’ sadece ‘ay kırığı’ demektir. Bunu düşünceye (resme) dönüştürecek olan tarihselliği olan insan zihnidir. Mesela bir şair aşık olur ve duygularını aşık olduğu kişiye iletmek için – ya da aşkını tüm insanlığa duyurmak için- bir şiir yazar. Bunu yaparken bir derdi vardır. Kelimeleri özenle seçer, özenle birbirine bağlar. Şiirin ritmini, yoğunluğunu ve anlam bütünlüğünü amacına hizmet edecek şekilde, sevgilisine hitap eder gibi ayarlar. Bir bilgisayarın bunu yapması mümkün değil demek gericilik olur. Ama şimdiye kadar yapılan programlarda ciddi anlamda bir gelişme kat edildiğini zannetmiyorum. Eğer ileride hissedebilen, aşık olabilen, ölüm kaygısını taşıyabilen, insan gibi şehvet duygusuna sahip bir robot yapılırsa, o robotun şiir yazmaması için hiçbir neden göremiyorum.

24 Eylül 2007

24 Eylül 2007 – Ev

Dün Don Khoi’de gezinirken her zaman gittiğim, sadece iki kişinin aynı anda kahve içebildiği dükkana girdim. Aslında dükkanın para kazandığı iş kuru kahve satımı ama yine de dükkanın ortasına koydukları ufak masa gelen müşterilere taze kavrulup, taze taze pişirilmiş kahve içebilme imkanı veriyor. Ben dükkana girdiğimde kimse yoktu. Masaya oturdum. Kahvemi söyledim. Dükkandaki tek müşteri ben olduğum için bir sonra gelecek olan müşteri mecburen karşıma oturacaktı. Dükkan o kadar ufaktı ki ayakta durmak bile dükkanda çalışan iki genç kızın işini zorlaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. İşin tuhafı içeriye giren uzun boylu, güzel yüzlü genç bayanı görene kadar bu durum aklımın ucundan geçmemişti. Bayan önce oturmak istemedi ama sonunda başka yer olmadığı için ya da ayakta durmak yakışık olmayacağı için karşıma oturdu. Belki de benim karşımdaki sandalye boşken ayakta durması kabalık olur diye düşünmüştü. O sandalyeye oturunca ben masaya yaydığım kitaplarımı toparladım. Hatta biraz da kızdım masaya hatta tüm dükkana sorumsuzca yayılan varlığıma! Tanışmamak ayıp olur diyerek söze girdim. “Buranın müdavimisiniz galiba? Ağzınızı bile açmadınız ama kahveci kız sizin kahvenizi hazırlamaya başladı.” Benim söze başlamama şaşırmamıştı. Belki de geç kaldığımı ya da neden bu kadar geç kaldığımı düşünüyordu. Gülümsedi! Ön dişlerindeki çarpıklığın ilk o anda farkına vardım. Ama yine de bu yüzüne simetrik olarak yayılan şirinliği bozmuyordu. Saçları dalgalı ve tokasızdı. Gözlerinde Çinlilerde görmeye alıştığım siyah bir ışık vardı. “Evet, her gün uğrarım buraya. Belki bir hafta daha geleceğim.” ‘Belki’ deyişinde hüzün değil sevinç ya da umut vardı. Sanki sevmediği bir yerden kurtuluyormuş, sevdiği, özlediği yere gidiyormuş gibi. Beklemediğim bu yanıt karşısında ister istemez sormam gereken soruyu sordum. Nasıl o dükkana girdiğinde çaresizce karşıma oturmak zorunda kalmışsa ben de mecburen nereye gideceğini sormalıydım. “Bir hafta sonra bir yere mi gidiyorsunuz?”. Cevabın evet ya da hayır olması beni hiç ilgilendirmiyordu. Nedense herhangi bir beklentim yoktu. Ya da öyle olmasını istiyordum. Bir kere nehre düştükten sonra kuru kalmış olmayı dilemek ne işe yararsa! Sonra bir daha düşündüm. Benim isteksizliğimi yanlış anlayabilirdi. Hem ben gerçektenden de isteksiz miydim? Ne olmuştu bana! Ahlak küpü olmanın zamanı mı şimdi? Yanlış anlamışımdır ya da yanlış anlatmıştır gibi temennim olması gerekmez mi bu durumda? Ama onun yanıtı tereddütlerimin gereksiz hatta beklentilerden yoksun olmamın doğru seçenek olduğunu gösterdi bana. “Evet! Ben Malezyalıyım. Bir IT şirketinde danışmanlık yapıyorum. Çalıştığım şirketin bir yetkilisinin tayini başka bir yere çıktığı için boşluğu doldurmak üzere buraya birkaç aylığına geldim. Bu ayın sonunda işim bitiyor ve geri dönüyorum.” Konuşmasındaki netlik ve özgüven içimi acıtacak kadar sertti. Sanki bana karşı, beni boynuzlamak için bu şekilde konuşuyor, benim özgüvenimi parçalara ayırmak için çaba sarfediyordu. Oysa bu acı günlük hayatta bu denli kendine güvenen kadınların pek sık karşıma çıkmamasının bir sonucuydu. Bunu biliyor olmam beni rahatlatmamıştı. Birincisi neden günlük hayatımda bu derece kendine güvenen ve bu güveni sesine yansıtan kadınlar yoktu? İkincisi böylesi bir kadının birdenbire karşıma çıkması neden dengelerimi altüst etmişti? Hem bir de IT şirketinde danışmanlık yapan birisi tam olarak ne iş yapar? Konuşmaya buradan devam edebilmem için onun mesleği hakkında birşeyler söyleyebiliyor ve bunları söylerken gülünç duruma düşmeyecek olmam gerekiyordu. En iyisi konuyu en iyi bildiğim bir konuya, derinliğinden ve sıcaklığından emin olduğum sulara çekmekti. Böylece ilerisi için büyük bir kapı açmış olurdum. “Vietnam’ı özleyeceksiniz herhalde! En azından kahveyi.” Bunu söylerken ben de gülümsedim. En azından onun artık ulaşamayacağı bir şeye rahatlıkla ulaşabilecektim. Yarışta önde başladığı için önde olanın buna sevinememesiydi benim durumum. Ne olacaktı sanki onun artık içemeyeceği kahveyi içebilsem? “Mutlaka! Belki de en çok bu dükkanı özleyeceğim. Siz ne iş yapıyorsunuz?” İşte ilk sorusunu sormuştu. Ya da ben öyle işittim! Gerçekten de sordu mu ne iş yaptığımı. “Ben öğretmenim. Özel bir üniversitede İstatistik öğretiyorum.“ demek istedim ama diyemedim. “Ben bir yazarım. İşim sokaklarda gezip karakter avlamak” dedim. Yalan söyledim sayılmaz. İnsanın mesleği yapmaktan zevk aldığı iş değil midir? Bunu duyunca gözleri kocaman açıldı, az önce saklayarak göstermek istemediği dişlerini şimdi ‘senden saklayacak birşeyim kalmadı’ dercesine cömertçe gözlerimin önüne seriyordu. Neden yazar deyince bu kadar şaşırmıştı? Yoksa kitap okumayı seven ve ara sıra da olsa defterine notlar alan birisi miydi? “Öyle mi! Ne yazıyorsunuz?”. Az önce söylediklerimi işitmemiş zannettim. Karakter avlamak deyince anlaşılmıyor muydu ne yazdığım? Biraz daha açayım, ona mesleğimin sırlarından bahsedeyim. Bu işi yapmayanlara yazarlık mesleğinin sırlarını dinlemenin ne kadar sıkıcı geldiğini bildiğim halde anlatmak, onun tarafından bilinmek istiyordum. Oysa adını bile sorma imkanım olmamıştı henüz. Kırk yıllık ahbabım gibi beni dinlemesini, sonunda beni alkışlamasını istiyordum. “Kurgu yazıyorum efendim” dedim şaşkınlığını arttırmak için. “Hayal kuruyorum ve kurduğum hayallerin gerçek olduklarına kendimi inandırmaya çalışıyorum. Bir kere kendimi inandırabilirsem, hemen ardından başkalarını da inandırmak için derin ve yoğun bir çabaya girişiyorum. İşim bittiğinde ortaya çıkan ürüne öykü ya da roman diyorlar. Benim için bir rüyanın, anlık bir hayalin harmanlanmış, detaylandırılmış ve inandırıcı hale getirirmiş halidir bu ürün. Başkaları ne düşünür onu bilemem... Zaten hiçbir yazar beklediği eleştiriyi almaz kitaplarına. Hep anlaşılmamaktan şikayet ederler...” Ben son cümlemi söyleyince telefonum çaldı. O eski şarkı, o sırada başımdan geçenlerden habersiz, mırıldanmaya başladı. “How many roads must a man walk down...” “Alo”, “Alo, Ali. Ben Parkson’dan çıktım, köşedeki alışveriş merkezine girdim. Oraya gelebilir misin?” Tabii hayatım, şimdi geliyorum”. Telefonu kapattım, gülümsedim. “Şimdi çıkmam gerekiyor. Sanırım bir daha görüşmemiz mümkün olmayacak. Size iyi yolculuklar.” O sırada bir elinde garson kızın verdiği kahve bardağı vardı. Diğer elini de bana doğru uzatarak, “Tanıştığımıza memnun oldum! Bir daha görüşemeyecek olmamız üzücü. Yazdıklarınızı okumak isterdim.” dedi. Bunu derken samimi olduğuna beni inandırmıştı. Elini hafifçe sıktım. Masanın üzerine içtiğim kahvenin ücretini bıraktım. Cüzdanımı açmışken bir da kartımı çıkartıp, ona uzattım. “Bana bir merhaba mesajı yazarsanız size yazdıklarımdan birkaç örnek gönderirim. Ben şimdi acilen çıkmalıyım!” dedim. Dükkanı tek ederken uzun saçlı bir adamla, hafif şişman zenci bir bayanı içeriye girmek için kapıdan içeriye göz atarlarken gördüm. Ben ayrılıyordum ama yeni tanıştığım Malezyalı arkadaşım kahvesini bitirene kadar orada olduğuna göre bu çiftin uzun süre kapının ağzında bekleyeceklerini düşündüm. Çalan telefona “Geliyorum, az kaldı!” diye geçiştirici bir yanıt verirken son bir defa dükkana baktım. Uzun saçlı adamla zenci arkadaşı dükkana girmiş, karşılıklı sandalyelere oturmuşlardı. Zenci kadın elindeki beyaz karta bakıp, hiçbir şey anlamamış gibi dudak bükerek, karşısında oturan arkadaşına bir şeyler anlatıyordu.

22 Eylül 2007

Hadi Ras'gele...

En iyisi hiçbirşey olmamış gibi yazmaya yeniden başlamak!

19 Eylül 2007

Tarihi üç gün önce atmıştım. Bugün 22 Eylül 2007. Güya üç gün önce son verecektim beklediğimden de uzun süren yazı orucuma. Ama olmadı! Nasip bugüneymiş deyip, kaldığım yerden, hiçbirşey olmamış gibi devam mı etmeliyim? Yoksa neredeyse dört ay süren suskunluğun altında yatan nedenleri bir bir ortaya koyup, kendi kendimi tedavi etme yoluna mı girmeliyim? Sanırım hastalığımın ya da daha doğru bir ifadeyle rahatsızlığımın doğru teşhisi tedaviyi kolaylaştıracaktır. Ama her şeyden önce rahatsız olduğumu kanıtlamam gerekmez mi? Sıkıntılı, kendimle küskün, zor bir dönem geçirdim. Bu bir çeşit kısır döngü olarak da görülebilir. Yazmadıkça karamsarlığa düştüm, karamsarlığa düştükçe yazıdan uzaklaştım. Kuyruğunu ısırmak isteyen köpek gibi günlerimi, gecelerimi heba ettim.

Oysa Kısır’ı yazdıktan sonra umut doluydum. Hatta aklıma o zaman düşen ikinci uzun öyküyü yazmaya başlamak için sabırsızlanıyordum. Tayland’a gittiğimizde notlar almış, hatta bir gece sabaha kadar yazacağım yeni öykünün heyecandan uyuyamamıştım. Vietnam’a geri geldiğimizde işler hiçte istediğim gibi gelişmedi. Önce yeni bir eve taşındık. Güya yeni evde geceleri ışığı açıp geç saatlere kadar çalışabileceğim bir odam olacak ve bu odada harikalar yaratacaktım. Bir odam yok denilemez ama var da denilemez. Kapısı olmayan, salonun bitişiğinde, balkona kapısı olan bir odam var. Dolayısıyla balkona çamaşır asmaya giden ya da salonda televizyon izleyen J için ben gereksiz işler peşinde koşan bir parazitim. Onun iki dünyası arasında –ev işleri ve ev eğlencesi- sıkışmış kalmış bir zavallı. Ona göre bilgisayar başında geçirdiğim her dakika ona karşı atılan bir gol hükmünde. Çünkü ben çalışırken kendisini aldatılmış, terk edilmiş hissediyor. Bu durumda doğal olarak kafamı verip ciddi bir şeyler yazmam olanaklı olmuyor. Tabii tüm suçu J’ye yıkıp, kendimi sütten çıkmış ak kaşık gibi tanıtmamın da bir anlamı yok. En büyük düşmanım her zamanki gibi internet ve televizyon. Bir aptal gibi vaktimi yeyip bitiriyorum bu iki gereksiz bilgi yumaklarıyla. İnternet bir çöplük gibi! Saatlerce okusam, en ciddi yazarların en önemli denemelerini, öykülerini indirsem, yine de kendimi bir şey okumuş gibi hissetmiyorum. Televizyon ise tam anlamıyla aptal kutusu. Öküzün trene baktığı gibi bakıyorum saatlerce. Beni hiç ilgilendirmeyen programlara, futbol ya da tenis maçlarına, TV dizilerine takılıyorum. Bazen karşısında sızıp kalıyorum, bazen de sızıp kalmamak için özel çaba sarfediyorum. Sonuçta kaybeden hep ben!

Bu saydığım üç etkeni de aslında halletmek benim elimde. İstediğim zaman TV’yi kapatır, internetin kablosunu çeker atar, J’yi ikna edebilirim. Ama bunların dışında, yazma hevesimi baltalayan daha önemli bir şey var. İyi ya da kötü Haziran ayında ilk öykü kitabım basıldı. Kimseden övgü dolu sözler beklemiyorum. Zaten övgüyü hak edecek öyküler olduklarını da düşünmüyorum yazdıklarımın. Eski bir tiyatrocu kişisel sayfasında dilimin zayıf olduğundan bahsetmiş. Böyle bir eleştiriye ne denir bilmiyorum. Doğru olduğundan kuşkum yok çünkü yedi yıldır yurtdışında yaşayıp Türkçeyi neredeyse hiç kullanmayan birisi olarak gündelik hayatın canlılığından ve pratikliğinden uzaklaşan dilimin, Türkiye’de yaşayıp, sürekli Türkçeye maruz kalan yazarların süslü cümleleriyle yarışamayacağının farkındayım. Bunu bir başkasından duymak kendime çeki düzen vermem için iyi bir uyarı oldu. Yalnız benim asıl canımı sıkan, yayınevinden de dahil olmak üzere, kitap hakkında başka hiçbirşey duymamış olmamam. Ne bir kitap dergisinde hakkında yazıldığını duydum ne de bir gazetenin kitap ekinde öykülerim hakkında yazılan bir eleştiriye rastladım. Gerçi Türkiye’de olmadığım için bu tür şeyleri takip etmem pek kolay değil ama sanırım dediğim türden bir yazı yayınlansaydı, yayınevinin editörü bana haber verirdi değil mi? Yoksa beklentilerim mi fazla?

Böylesine bir sessizlik en son beklediğim şeydi. Siz sessizken dağların da sessiz olmasında bir zarar görmezsiniz. Ama eğer bir gün dağlara bakıp, tüm gücünüzle bağırırsanız, karşıdan, o sağır yamaçlardan, tüm sağırlıklarına rağmen bir yanıt beklersiniz. Yankı geciktikçe sabrınız taşar. Sabrınız taştıkça da ikinci defa bağırma hevesinizi yitirirsiniz. Kim ne derse desin, her yazar okunmak için yazar. Kendim için yazıyorum diyen yazar ya başarısızlığına kulp bulmaya çalışıyordur ya da kendi üslupsuzluğuna –sonradan anlaşılabilir üslubunun devrimci olduğu- bahane uyduruyordur. Ben de tüm diğerleri gibi okunmak için yazdım. Okuyuculardan –varsa öyle birileri- tek bir yanıt almadım. Kimsenin öykülerim hakkında bir şey söylediğini ya da yazdığını duymadım. Sevgili U kitabın arkasına tanıtım yazısını yazmıştı. F kişisel sayfasında kitaptan bahsetmişti. Bir de M’den birkaç paragraflık esaslı bir eleştiri aldım. Bunun dışında da bir şey ne duydum ne okudum...

Ama yine de bu hevesimi kırmış olmayacak ki bu akşam oturdum ve bu sayfayı yazabildim. Usta bir yazar için bu yazdıklarımın bir önemi olmayabilir. Hatta bulundukları yerden, yazdıklarımı başarısız bir yazarın başarısızlığına bahaneler uydurduğu bir sayfalık tekerrür-ü acz olarak görebilirler, alay edebilirler. Ama benim için bu yazı dört aylık orucun bozulması anlamına geliyor. Bir çeşit yeni bir başlangıç. Yazıya olan inancımı tazelemem, kendime çeki düzen vermem için ilk basamak. Umarım bundan sonra da ufak tefek işlere takılıp, en önemli işimi, yani yazmayı ve yaratmayı ihmal etmem...