Bu Blogda Ara

22 Şubat 2014

Çin mektupları 23 - Çinliler, Çince ve Matematik

Tayland’da tatildeyken günlerimin çoğunu köydeki evimizde geçirmiştim. Yine bir gün oturmuş, akşam olmasını beklerken J’nin teyzesi ve eniştesi geldi. Teyze İngilizce öğretmeni, enişte çiftçi. Teyzeyle İngilizce konuşabilmek güzel bir şey. İsan’ın bir köyünde lüksün alâsı, deplasmandayım sonuçta.  Enişte hiç İngilizce bilmiyor. Ömrü tarlada geçmiş, tam bir toprak işçisi. Eli, ayağı güneşin altında çok kalmış olmaktan dolayı kapkara olmuş; yüzü, gözlerinin kenarları yılların birikimini yansıtırcasına kırış kırış, bir ağacın gövdesindeki katmer katmer kabuklar gibi. Ona bakınca beden gücü gerektiren işlerin ne kadar benden uzak oldukları düşüncesi geliyor aklıma hep. Topraktan hayatını kazanan bir adam, sıkıyor çamuru içindeki cevheri alıyor. İşin tuhafı enişte Çin kökenli. Anası babası Çin’den göçmüşler Tayland’a. Yani aslen Tayland’lılara göre daha beyaz olması gerekirken, durum tam tersine dönmüş nasıl olmuşsa. Bizim Laos asıllı kayınpeder onun yanında pamuk prenses…

Soldan sağa: Enişte, kayınpeder, kayınvalide, teyze
Neyse, misafirler geldiler. Oturduk muhabbet ediyoruz evin arkasındaki avluda. Konu çok da dolanmadan benim Çin’de yaşıyor oluşuma geliyor. Teyze hemen sordu. Nasıl Çinli çocuklar, çok zekiler değil mi? Çok terbiyeli ve disiplinliler diye duyduk biz, doğru mu? Ben hem sevindim bildiğim konuları konuşacağız diye hem de biraz tedirgin oldum yaygın bir görüşe karşın kendi anti-tezimi nasıl kuracağımı bilemediğim için. Dilimin döndüğünce, onun da anlayabileceği basit kavramları seçerek izah ettim Çin’deki durumu ama sonuçtan ben bile pek memnun kalmadım. Bilgi yoksunluğundan çok derli toplu bir düşüncemin olmayışıydı savunmamdaki eksikliğin nedeni.

Bu olaydan iki hafta kadar sonra, Çin’e geri dönüşümün üçüncü gününde, internette bir makale okudum Çinli öğrencilerin matematikteki başarılı oluşları üzerine. Ardından biraz araştırdım, kendi gözlemlerimi ve yaşadıklarımı düşündüm. Çinli öğrencilerin diğer ülkelerdeki öğrencilere kıyasla matematikte daha iyi oldukları önermesi neye dayanmaktadır? Bu soruya yanıt verelim.

Öncelikle Çinlilerin diğer ulusların mensuplarına göre genetik nedenlerden dolayı daha zeki olmadıklarını kabul edelim. Çünkü aksini iddia edersek kafatası milliyetçiliğine saplanır, faşist bir bataklıkta boğuluruz. Dolayısıyla sorumuz Çinlilerin matematikte iyi olup olmadıkları değil, Çinli öğrencilerin uluslararası sınavlarda neden başarılı olduğu ve bu başarının matematik öğrenimindeki yansımalarının ne kadar geniş bir yelpazeye yayıldığıdır. Bu soruyu yanıtlarken doğal olarak sınavlarda başarılı olmanın ne anlama geldiğini de irdelemeye çalışacağım.

Çin’de bir dönem boyunca öğretmenlik yapmış birisi olarak Çinli öğrencilerin daha önce çalıştığım diğer ülkelerdeki öğrencilerden farklı bir bilgi edinim ve sindirim tarzları olduğunu gözlemlemedim. Takıldıkları yerler, anlamakta zorlandıkları yerler, kafalarını karıştıran sorular ya da detaylar genelde Türkiyeli, Vietnamlı ya da Taylandlı çocuklarla hemen hemen aynı. Bunun yanında verdiğim sınavlarda çıkan sonuçların dağılımları da diğer ülkelerdeki sınav sonuç dağılımlarından ne şekil olarak (standart sapma, varyans vb) ne de merkezi ölçütlerin (ortalama, medyan vb) değerleri bakımından farklı. Bu durumda Çinlilerin matematikte iyi olduklarının bir modern efsane olduğunu söylemiş oluyorum. Tabii ki her efsane gibi bunun da doğuş ve yayılış mekanizmasını nesnel bir incelemeyle araştırabilir, derinlemesine bir çözümlemeye girişebiliriz.

Ders çalışan bir öğrenci.
Efsanenin en büyük destekleyicisi uluslararası PISA sınavları. Çin, Hong Kong, Singapur gibi ülkeler bu sınavlarda yıllardır en üst sıralarda yer alıyorlar. Hong Kong’un ve Singapur’un birer şehir devleti olduklarını hesaba katarsak başarının arkasındaki nedeni de görmüş oluruz. Şehir devletlerinde köy okulu yoktur, kırsal kesim yoktur, deneyimsiz ya da yetkinliği olmayan öğretmen yoktur. Çocukları için tüm eğitim olanaklarını seferber eden orta ve üst sınıf aileler vardır. Peki ya Çin, 1 milyar 300 milyon nüfusuyla Çin nasıl beceriyor sıralamada üstlerde yer almayı. Çok basit; kendisini bir şehir devleti olarak göstererek. Çin’in PISA verileri sadece Şanhay’dan toplanıyor ve Çin hükümeti, Şanhay’ın dışındaki okullarda yapılan sınavların sonuçlarının ilan edilmesini yasaklıyor. (OECD ortalamasındaymış kırsal kesimin sonuçları).Ülkenin en gözde okullarının, en iyi öğretmenlerinin, en yüksek standartlı eğitim teknolojilerinin kullanıldığı bir şehir Şanhay.  Örneğin Tibet’in bir köyündeki çocuğu hesaba katmıyor, Yunnan’daki köylünün çocuğunu sınava dâhil etmiyor. Bu çocukları dâhil etse ortalama düşecek, Çin’in sıralamadaki yeri belki çok daha aşağılarda olacak. Ayrıca diğer eyaletlere kayıtlı olup da Şanhay’da göçmen statüsünde yaşayan Çinli aileler ise zaten çocuklarını on beş yaşından sonra Şanhay’daki okullara gönderemiyorlar. Bunun nedeni Çin’de katı bir şekilde uygulanan Hukou sistemi. Nüfusunun kayıtlı olduğu yerde okuyabilir ve çalışabilirsin. Aksi halde ciddi yaptırımlarla ve kısıtlamalarla karşılaşabilirsin. Örneğin, sağlık hizmetlerinden faydalanamamak gibi. Eee, kırsal kesimi katmadık, kırsal kesimden gelen orta ve düşük gelirli ailelerin çocuklarını gönderdik. Ne kaldı geriye? Şanhay’ın elit kesimi. Onlar da bir zahmet başarılı olsunlar artık. Zaten tek çocuklular, zaten tüm gelecek planları bir çocuğun üzerine kurulu. Bunca kıyaktan sonra! 
Tiger Dad & Tiger Mom
Şunu söylemekte fayda var. Matematik sınavında başarılı olmak matematikte başarılı olmanın kanıtı değildir. Özellikle çocukların sürekli bir sınav dürtüsüyle yaşadığı Çin toplumunda, sınav sonuçları gerçek entelektüel seviyeyi yansıtma konusunda bir hayli başarısız kalacaktır. Çünkü bu ülkede her şey sınavla yapılıyor ve sınav geçip önemli yerlere gelme binlerce yıllık bir geleneğin getirisi. Nüfusun çokluğu ve kaynakların göreceli olarak azlığı sınavları zorunlu kılıyor olabilir. Konfüçyüsçü geleneğin uzun yıllar hâkim olduğu Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerde de PISA sonuçları yüksek çıkıyor. Bunun en büyük nedeni yine burada olduğu gibi; sınav delisi olmuş, sınavlara hazırlanmayı başarılı bir hayat için elzem gören toplumlardır.  Çinli öğrencilerin sosyal etkinlik konusunda zayıf olmaları, spora ve sanata lise yıllarında hemen hemen hiç vakit ayırmamaları, derslerin işleniş biçiminin pasif bir öğrenim uygulamasından ibaret olması ve daha pek çok etkeni sayabiliriz yüksek sınav sonuçlarına neden olarak.

Yorgun ama azimli. Az daha gayret, az kaldı. 
Benim çalıştığım okulda öğrenciler okula sabah 7’de geliyorlar ve bugünlerde evlerine akşam 8’den sonra gidiyorlar. Sabahtan akşama kadar işledikleri tüm dersler aynı sınıfın içinde gerçekleşiyor. Kâğıtlara sürekli olarak bir şeyler yazıyorlar, boşlukları dolduruyorlar, çoktan seçmeli sınavcıklarla kendilerini büyük sınavlara (Gaokao ve Hueykao) hazırlıyorlar. Ellerinde formül kitapçıkları; gözleri kan çanağına dönene kadar ezberliyorlar. Akademik başarıya bu derece önem verdikten sonra sınavlarda başarısız olduklarını görmek şaşırtıcı olurdu zaten. Bazen Çinli öğretmenlerin sınıflarının yanlarından geçerken göz ucuyla bakıyorum. Öğrenciler mum gibi oturmuşlar, hepsi boş bardak gibi. Karşılarındaki dolu sürahiden kendilerine düşecek damlaları gözetliyorlar. Bir çeşit dershane havası var okullarda. Öğrenen ve öğretilen düalizmi sonuna kadar işliyor, arada gri bir bölge olmadığı gibi geçişi yanlış gören bir anlayış da var.

Gaokao sınavından bir görüntü. 
Örneğin bizim okuldaki Fizik öğretmeninin bir kere bile laboratuvar kullandığını görmedim. Okulda laboratuvar var mı onu bile bilmiyorum. Yalnız, deney yapmadan, gözlem yapmadan, gözlemlerden sonuçlar çıkarmadan, tümevarımsal hipotezler üretip sonra bu hipotezleri sınamadan çocuk nasıl öğrenecek Fizik dersini, çok merak ediyorum. Ben bu dönem İstatistik dersinin notunun yarısını projeden vereceğim dedim. Sınıfta kıyamet koptu. Sınav daha iyiymiş, çalışır geçerlermiş, takım çalışması olunca en tembel olan yüzünden en çalışkanın da notu düşüyormuş. Bunları söylemeleri güzel ama beni yıldıramadılar. Dedim “Sınav yine olacak ama ben sizin birlikte çalışmanıza, bir şeyler üretmenize, kendi zamanınızı yönetebilmenize, ürettiklerinin eleştirebilmenize, düzeltmeler yapmanıza, verilerden sonuç çıkarmanıza, karmaşık bir bilgiyi basitleştirip arkadaşlarınıza ve diğer öğretmenlerinize sunabilmenize puan vereceğim. Bu benim için tüm sınavlardan daha değerlidir.” Zor tabii çocukların kafasındaki öğrenme önyargısını kırmak. Ben derslerde oyunlar oynatıp, etkinlikler düzenleyince bazıları bunu vakit israfı olarak görüyorlar. Onlara da diyorum, “Bu derslerin değerini çok sonra anlayacaksınız. Şimdilik eğlenmenize bakın.”

Ders çalışan öğrenciler.
Çinli öğrencilerin matematikte diğer ülkelere kıyasla daha başarılı olduklarını söyleyemeyiz belki ama Çinli öğrencilerin matematiğe diğer ülkelerdeki öğrencilerden daha fazla ilgi gösterdiklerini iddia edebiliriz. Bunun için önerilen hipotezlerden iki tanesi ilgimi çekti ve içlerinden birisinin en azından lise ve öncesi matematik öğreniminde katalizör rolü görebileceğini düşünüyorum.

Çalış, çalış, çalış...
Birinci hipoteze göre Çinlilerin matematikte iyi olmalarının nedeni Çincedeki rakamların tek hece olmaları ve sayıların mantıksal bir dizgeyi takip etmeleridir. Rakamların tek hece olmasının ezbere ve tekrar yardımcı olduğunu iddia ediyorlar ama dünyanın pek çok dilinde rakamlar tek hecelidir. Örneğin Tayca rakamlar: nıng, song, sum, si, ha, hok, cet, bet, kao, sip. Dokuz hariç hepsi tek heceli. Vietnamcada da rakamlar tek hecelidir. Şimdiye kadar ne Taylandlıların ne de Vietnamlıların matematikte çok üstün olduklarına dair bir bildirim almadım. Dolayısıyla ünlü bir istatistikçinin iddia ettiği gibi rakamların tek heceli olmaları o dili kullananları matematik dehası yapmaz.

Sayıların mantıksal dizgesi denilen şey ise, örneğin “elli üç” sayısını “beş on üç” olarak okuyabilme özgürlüğü. Doğal olarak toplamada ve çıkarmada bu dizge işe yarıyor. Örneğin, yirmi üç artı otuz beş kaç dersek, Türkiyeli bir öğrenci sözcükler arasındaki ilişkiye bakmaksızın toplamayı yapar. Sonuçta yirmi artı otuzun toplamının elli olması için sayıların onlar basamakları arasında sözsel bir ilişki görmek gerekmez. Bu tamamıyla ezbere dayanır. Oysa bir Çinli öğrenci “iki on üç artı üç on beş” diyeceği için toplamayı rakamlar üzerinden halledebilir. İki artı üç eşittir beş, üç artı beş eşittir sekiz, dolayısıyla yanıtı beş on sekiz (elli sekiz) olarak verir. İyi ama bu durum Çin’e özgü bir durum değil ki. Asya dillerinin hemen hepsinde benzeri bir dizge var. Tayca ve Vietnamca benim bildiğim örnekler. Yanlış anımsamıyorsam Arapçadaki sayı dizgesi de böyle. İngilizce ve Türkçe bana kalırsa azınlıkta kalan dillerden. Bir de bu durum sadece toplama ve çıkarma gibi çok temel işlemlerde kolaylık sağlıyor. Matematik toplama ve çıkarmadan ibaret değildir.

Hem ayrıca ne sayıların tek heceli olmalarının ne de sayıların okunuşunda kusursuz bir dizgenin olmasının çocukların matematiği algılamalarını kolaylaştırdığına dair elimizde bir kanıt var. İşin kötüsü bunu gerektirecek bir gerekçemiz bile yok. Ezberi ve tekrarı kolaylaştırdığı söyleniyor ama bana göre bu da tamamıyla dayanaksız bir iddia. Neye göre ezberi kolaylaştırıyor, kime göre? Bazı insanlar iki heceli kelimeleri daha rahat öğrenirler.
Hubei eyaletinde bir okul. Ders çalışırken enerjileri tükenmesin diye enerji sağlayan ilaçlar  çocuklara damardan veriliyor. Olayın haberi de burada.
Gelelim ikinci ve benim aklıma yatkın olan hipoteze. Aslında bu hipotezi bir yerde okumadım, kendim kurguladım. Buna rağmen, nedense, benden önce düşünülmüş olacağına inancım tam. Çince alfabe fonetik değil. Yani aslında Sümerlerin ve Antik Mısırlıların binlerce yıl öncesinde kullandığı türden bir alfabe kullanıyorlar. Tabii ki çok daha karmaşık ve sistematik yazım kuralları olan bir dil Çince ama özünde bizim hiyeroglifi dediğimiz yazım tarzlarıyla aynı yapıyı barındırıyor. Çince böyle de matematik farklı mı? Matematik de tıpkı Çince gibi sembolik bir alfabenin oluşturduğu bir dil. Nasıl ki Çince de karakterler yan yana gelip kelimeleri ve cümleleri oluşturuyorlar, matematikte de semboller yan yana gelip matematiksel cümleleri oluştururlar. Örneğin, y  = 2x-1 denklemini okurken okuduğumuz her bir sembol matematiksel bir cismi betimler. y dediğimiz dikey eksendir, eşittir dediğimiz sayısal değerlerin denkliğini betimler… Benzerlik bu kadarla da kalmıyor. Örneğin matematikte X bir değişkeni ifade eder, X'in yanına bir i koyarsanız Xi olur ki bu X değişkeninin aldığı değerlerden birisini temsil eder. Ayrıca i sayısı Xi'nin sırasını da belirtir. Xi'ın önüne sigma koyarsanız bu tüm Xi değerlerini topladığımızı ifade eder.  Xi'nin sağ üst köşesine bir 2 rakamı koyarsanız bu tüm Xi değerlerinin karelerini topladığımızı ifade eder. X'in üzerine bir çizgi koyarsanız bu X değerlerinin ortalamasını ifade eder. Yani, tıpkı Çince'de olduğu gibi karakterleri yan yana, üst üste ekleyerek yeni kavramlar üretiyoruz matematikte de. Dolayısıyla Çince yazım, aslında matematiksel bir yazımdır ve Çince yazmayı öğrenmiş bir çocuk matematiksel cümleleri daha hızlı bir şekilde algılıyor olabilir. Çünkü kendi dilini yazmayı öğrenmeye başladığı andan itibaren sesleri değil karakterlerin arkasındaki cisimleri tasavvur etmektedir.

Bunun, en azından erken yaşlardaki matematik öğrencilerinde, matematiksel bilgiyi algılamada ve bu bilgiyi daha sonraki yıllarda matematiğe karşı oluşacak sürekli bir ilgiye dönüştürmede önemli bir rol oynayabileceğini düşünüyorum. Aynı zamanda, bu avantajın ileri düzeyde matematik ve mühendislik konularında pek de bir fark yaratmayacağını savunuyorum. Neden mi? Çünkü üniversitede matematik ya da mühendislik okuyacak öğrenci zaten belli bir matematik dili eğitiminden geçmiştir ve beyni matematiksel cümleleri algılanması gerektiği gibi algılamaya alışmıştır. Çinli ya da Türkiyeli olması arasında ciddi bir fark olmayacaktır. Belki de bu yüzden nüfusa oranla bakıldığında Çinlilerin matematikte pek de öyle kayda değer bir başarıları gözlemlenemez. Bir matematik öğretmeni olarak internette arama yapmadan en az beş Rus matematikçi sayabilirim ama nedense Çin Kalan Kuramı dışında Çinlileri matematikle ilişkilendiren olağanüstü şeyler gelmiyor aklıma. Nüfusa oranla dediğime göre dünyadaki her beş saygın matematikçiden birisinin Çinli olması normaldir. Ben oranın beşte birden çok aşağıda olduğunu düşünüyorum.
Öldürdün çocuğu be!
Şunu da göz ardı etmemek gerekir. Çince okumak için yüzlerce, hatta binlerce sembolü ezberlemek gerekir. Çinli çocuklar erken yaşlarda başlıyorlar ezber serüvenine ve uzun yıllar boyunca sürekli ezber yapıyorlar. Matematiğin de aslında belli bir kısmı ezbere ve tekrara dayanır. En azından belli başlı işlemleri yapabilmek ve temel düzeyde kuramları çalışabilmek için asgari de olsa bir ezber şarttır. Çinli öğrencilerin ezbere alışmış zihinlerinin, bu konuda, diğer ülkelerin çocuklarına göre daha hızlı olacaklarını savunmak çok da bir zorlama gerektirmez. Yalnız, bu ezber alışkanlığını abartıp, tüm matematiksel düşünceyi ezbere dönüştürmek de mümkündür ki gördüğüm kadarıyla Çin’de (ve pek çok gelişmekte olan ülkede) bu yapılmakta. Sınavlarda her seferinde daha zor sorular sorarak, üniversiteye girişi tek bir sınavın sonucuna bağlayarak, sınavı yaratıcı düşünceyi tetikleyecek sorulardan oluşturmak yerine çocukları belli soru biçimlerini ezberlemeye mecbur bırakacak şekilde hazırlayarak, ezbere dayalı bir matematik eğitimini çocuklara empoze etmiş olurlar.

Kötü espri ama olsun. Üç tane soru işareti anlamı güçlendirmemiş, çirkin durmuş. 
Çinli çocukların matematiğe ilgili olmalarını izah için benim aklıma gelen bir başka neden daha var. Çin’in tek çocuk politikası. Aynı düzeyde geliri olan bir ailenin üç çocuğu olsaydı çocukların eğitimine bu derece önem veremeyecek ya da en azından çocuk başına düşen eğitim masrafı daha az olacaktı. Bugün, ailenin gözbebeği olan çocuklar okuldan kursa, kurstan okula mekik dokuyarak geçiriyorlar öğrencilik yıllarını. Üzerlerindeki yük o kadar fazla ki dayanamayıp intihar edenler bir hayli fazla. Kolay değil, anne babanın hayal edip de yapamadıklarını yapmak zorundasın. En iyi üniversiteye girip, en iyi işe gireceksin. Böylece annen baban seninle gurur duyacak ve sen de para kazanmaya başlayınca anne babana hak ettikleri gibi bakabileceksin. Tek çocuk olmanın getirdiği ev içi yalnızlık da aslında ders çalışmayı teşvik eden bir şeydir. Kardeşin yok ki oynayasın, kavga edesin, saçma sapan planlar yapıp başını derde sokasın. Varsa yoksa televizyon, bilgisayar, anne babanın bitmeyen nasihatleri. Bunlardan sıkılınca ne yapacaksın? Oturup matematik çalışacaksın. Matematik seni sakinleştirecek, beynini sulandıracak. Sen soru üstüne soru çözerken dünyanın bir ucunda çocuklar kar üstünde kayıyor olacak, başka bir memlekette çocuklar müzeleri geziyor olacak. Sen soru biçimlerini ezberleyeceksin, karmaşık formülleri otuz defa ezber kartlarına yazacaksın… 

Matematiğin Çin’de aşırı el üstünde tutulan bir disiplin olarak algılanmasının bir nedeni de bana göre matematik öğreniminin ucuz ve kolay olmasıdır. Laboratuvar gerektirmez, okul gezisi gerektirmez, herhangi bir teknolojik araç gerektirmez. Bir öğretmen, elli çocuk, al sana matematik. Ucuz olmasının yanında disiplin konusunda da başarılıdır matematik. Ver öğrencilere zor bir soru, uğraşsın dursunlar saatlerce. Baktın rahat durmuyorlar; logaritma tablolarını ezberlet, çözümü saatler süren integral soruları sor, normal dağılım tablosunu çocuklara elle yazdır… Bir çeşit beyin uyuşturucusudur matematik ehil olmayanların elinde. Oysa tam tersi olması gerekir. Matematiğin analitik düşünceyi özendirmesi, çözüm odaklı düşünen özgür bireyler yetişmesine yardımcı olması gerekir. İşini bilen, matematiği seven ve hayatını matematiği sevdirmeye adamış bir öğretmen zaten bunları öğrencisine verir. Yalnız bu tür insanlar az bulunur. Devlet tüm öğretmenleri bu çizgide yetiştirmek için programlar düzenlemeli, eğitmeye sevdalı insanların dışındakileri mesleğe almamalıdır. Oysa günümüzde, birkaç kuzey Avrupa ülkesi, Japonya ve Güney Kore dışındaki ülkelerde öğretmenler genelde “başka iş yapamadıkları için ömrünü okullarda tüketen ve sürekli düşük maaşlardan şikayet eden” bir güruh olarak anılmaktadır.

Gereğinden uzun bir yazı oldu. Kısaca özetleyeyim. Çinli öğrencilerin matematik biliminde başarılı oldukları bir efsaneden ibarettir. Matematik sınavlarında başarılı olduklarını ve matematik bilimine ilgi duyduklarını –en azından matematikten korkmadıklarını- söyleyebiliriz. Sınavlarda başarılı olmalarının en büyük nedeni Çin’in bir sınavlar ülkesi olmasıdır. Bunun yanında Şanhay dışındaki kentlerin sonuçlarının ortalamaya katılmaması Çin’in derecesini haksız yere yükseltmektedir. Ayrıca tek çocuk politikasının da çocukların birer sınav canavarı olmaları konusunda etkin bir rolü olduğunu düşünüyorum. Matematiğe ilgili olmalarını ise hem yine ailelerinin aşırı baskılarıyla hem de Çince alfabenin tıpkı matematiksel cümleler gibi sembolik bir yapısının olmasıyla izah edebiliriz. Muhakkak ki Çin yazım tarzı ile matematiksel yazım tarzı arasındaki benzerliklerden yola çıkarak bir takım bilimsel ve istatistiksel deneyler yapılabilir ve sonuçlar bilimsel dergilerde yayınlanabilir. Belki de istatistik dersimdeki bir gruba buna benzer bir ödev veririm proje olarak. Neden olmasın? 

*** Çince rakamların tek heceli olmasıyla Çinli öğrencilerdeki matematik başarısını ilişkilendiren bir makaleyi buradan okuyabilirsiniz. Okuyucuların yorumları makalenin kendisinden daha bilgilendirici.


18 Şubat 2014

Çin Mektupları 22 - Çinli Kimliği ve Lu Xun

Çin’den ayrılmadan birkaç gün önce, tanınmış bir Çinli yazar bana Çin halkında gördüğüm belli başlı arızaları sordu. Ona üç madde saydım: Paraya aşırı düşkünlük, etrafında meydana gelen olaylara karşı duyarsızlık ve korkaklık. Bu yazar, benim bu yanıtıma sinirleneceğine, tam tersine bana hak verdi ve olası çözümler üzerine konuşmaya başladı. Bu, Çinlilerde gördüğüm entelektüel bütünlükten sadece bir örnekti.

Böyle diyor Bertrand Russell, 1920 kışında Çin’e yaptığı ziyaret sırasında karşılaştığı Çinli yazara. Bu ziyaret sırasında Russell üniversitelerde sayısız konferanslar verdi, kentli saygın kişilerle sohbet etti, yeni arkadaşlar edindi ve büyük bir şevkle Çin’in kırsal kesimlerini gezdi. Bir yıl sonra İngiltere’ye döndüğünde en iyi yaptığı iş olan, deneyimlerini  ince ayrıntılarıyla yazma uğraşına girişti. Yazdığı denemeleri 1922’de Problem of China (Çin’in Sorunu) adını verdiği bir kitapta topladı ve yayınladı. Bu kitabın uzunca denilebilecek bir bölümünde Russell, Çin Kimliği kavramından söz etmiştir. Bu bölüm o zamanda kitaptan Çinceye çevrilen tek bölümdür ve Çin’in prestijli edebiyat dergilerinden birisinde yayınlanmıştır. Böylesi bir teslimiyet bize tam olarak ne anlatmaktadır? Russell’ın sözleri özgün müdür? Özgünse bile gerçek midir?

Russell’ın, yaşadığı dönemin oryantalist ve aydınlanmacı retoriğinden kurtulamadığını söyleyerek başlayayım söze. Aydınlanmacı zihniyet aklın evrenselliğini ortaya koyarken bunu aynı zamanda sömürünün bahanesi olarak da öne sürmüştü. Bu şekilde aklın evrenselliği uzak memleketlerden getirilen ham maddeler ve ucuz işgücüyle Avrupa insanına aydınlanmacı felsefenin ne derece değerli ve doğru olduğunu gösterecekti. Boşuna dememişti Adorno “Aydınlanmanın kendisi totaliterdir.” diye. Oryantalist bakış açısı ile aydınlanmacı evrenselcilik arasında sıkı bir ekonomik bağ olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Oryantalizm, Edward Said’in kitaplarında yer verdiği gibi "doğuyu anlamayı değil, doğuyu dönüştürmeyi amaçlamıştır." Çünkü kendi deyimleriyle, ilkel ve eğitimsiz olan doğulu halk onların bir işine yaramayacaktır. Batıya derisi sarı ama kafası beyaz olan insanlar gerekmektedir. Bu da ancak doğu insanını, kendilerinin batılılardan farklı oldukları yalanına inandırmakla mümkündür. Bu fark eğitimle, kültürle ya da başka bir din ile kapanabilecek bir fark değildir. Bu fark bir tür kimliksel ayrışmadır ve doğduğun günden öleceğin güne kadar bu kimliği üzerinde taşıdığına inanmanla başlar, batılıların doğulular için uygun gördüğü tezgah.

Misyoner okulları bu yüzden vardır, askeri eğitim veren kurumlar da. Amaç doğulular için yaratılan yalanın sürdürülmesi, en çok da doğuluların kendi içlerinden çıkaracakları aydınların bu efsane ile uyutulmasıdır. Bu yüzden kimlik efsanesi yaratma işleminin her zaman için birden fazla taraf gerektirdiği düşüncesine katılanlardanım ben. Sömüren beyaz fikri ortaya atar, sömürülen ama kendi halkına sırtını dönmekten rahatsız olmayan yerel burjuvazinin sözde aydınları da bu fikre ortak olur. Bu sözde aydınlar her zaman için kötü niyetli değildirler. Sadece durumun ciddiyetini kavrayacak kadar “aydın” olamamışlardır ya da henüz zamanın nabzını tutacak kadar bir çevreden yoksundurlar. Düşmanla el ele verip, birlikte bu efsaneyi yayarlar. Edebiyatta hafızalardan çıkmayacak karakterler olarak eklenir bu sözde var olan kimlik. Sosyal bilimlerde kanıtlar eşliğinde sunumları yapılır üniversite amfilerinde. Hatta doğa bilimcileri bile katılır bu akıma. Kuramlar eğilir, bükülür. Güçlünün duymak istemediği hiçbir gerçek laboratuvarın kalın duvarlarından dışarıya sızamaz.

Gelelim eleştirimize. Öncelikle, Russell’ın bu söylemi özgün değildir. Zaten kendisinden önce gelmiş misyonerlerce defalarca sözü edilmiş kavramlardır bunlar. Bunların en başında daha önce de sözünü ettiğim Arthur Smith gelmektedir. Lu Xun gibi zamanın etkili bir düşünürünün de aynı kimlik tartışmasında yanlış tarafta yer almasıyla yirminci yüzyıl Çin edebiyatında (Özellikle 4 Mayıs hareketinde etkin olan aydınlarda) ciddi bir tartışma başlamıştır. Bu tartışmayla birlikte öykü ve roman kahramanları Çinli kimliği ile özdeşleştirilir. Çinli yalancıdır, çıkarı gerektirdiğinde dostlarını arkadan vurmaktan çekinmeyecek bir haindir, etrafında olup biteni kavramak için kılını kıpırdatmayacak bir cahildir. Bunlar öykülerde canlı kanlı karakterler olarak yer aldıkça bu karakterleri yaratanlar edebiyat dünyasında devleşir. Çünkü Çin halkına Çin halkını anlatmaktadır. Oysa anlattıkları Çin halkı kendi keşfettikleri Çin halkı değildir. Misyonerlerin ve benzeri oryantalist kafadaki batılı gözlemcilerin gözüyle anlatılan Çin’i ele almışlardır. Onlar anlattıkça Çinliler daha bir inanır olmuşlardır özlerinin bir parçası olan kimlik yalanına. Aslen dış kaynaklı olan eleştiriler, özeleştiri gibi el üstünde tutulur olmuştur. 

Guomin xing (Ulusal Kimlik) aslında Japonya’da Meiji döneminde ortaya çıkan “kokuminsei” kavramının bir türevidir. Kavramın asıl isim babası da 18. ve 19. yüzyıllarda Almanya’da ortaya çıkan ulusalcı Alman romantizmidir (volksgeist). Alman halkının diğer Avrupalılardan neden ve nasıl farklı olduklarını ortaya koymaya çalışan bir çeşit etnografik/kültürbilimsel kavramdır aslında volksgeist. Alman filozof Herder, daha 18. yüzyılda eleştirmiştir bu kavramın sıklıkla kullanılmasını ve getireceklerini. Şöyle yazmış kendisi: Ulusal kimlik kavramı insanlar arasındaki farkları mutlak kategoriler eşliğinde kabul ettiği için batı kökenli sömürgeciliği yasal kılmakta çok etkin bir rol üstlenmiştir.

Guomin xing’in Çin’e gelişi, Qing hanedanının son dönemine rastlar. Dönemim aydınları modern ulus-devlet anlayışına uygun bir Çin kimliği kuramı geliştirmek isterler. Liang Qichao, 1902’de yazdığı Xinmin Yi (Yeni Vatandaş Üzerine Söylemler) başlıklı denemesinde Çinli vatandaşın zavallılığına katkıda bulunan etkenleri ortaya dökmek ister. 1903’te yazdığı bir başka makalede Çinli vatandaşta gördüğü eksiklikleri şu şekilde sıralar: milliyetçilik duygusunun olmaması, bağımsızlık isteyen güçlü bir iradenin olmaması, topluluk için bir şeyler yapma arzusunun olmaması. Liang ilerleyen yıllarda bu konuda onlarca deneme yazar ve yayınlar. Bu denemeler doğal olarak Çinli aydınlar ve siyasetçiler tarafından ilgiyle izlenmiştir. Örneğin 1911 devrimini yapan ve Çin Cumhuriyeti’ni kuran milliyetçi Sun Yat Sen, bu denemelerden etkilenmiştir. “Çinliler”, der Sun Yat Sen, “barışçıl bir topluluktur. Yalnız barışı severken bir yandan da köle olarak kalmaktan rahatsızlık duymayan, cahil, bencil ve özgürlük ruhundan alabildiğine uzak bir toplum haline gelmişlerdir.” İşin ilginç yanı hem Liang hem de Sun Yat Sen batılı sömürgecileri sert bir dille eleştiren söylemlerin sahipleridirler. Buna rağmen batılı normların işaret ettiği çizgiden sapmadan kendi milletlerini okumaları yukarıda bahsettiğim “ulusal karakter tek bir tarafla yazılmaz” iddiasını doğrular niteliktedir.

1917 Şubat’ında, dönemin etkili dergilerinden Xin Qingnian (Yeni Gençlik) dergisinde Guang Sheng imzasıyla, “Çinlilerin Ulusal Karakteri ve Zaafları” başlıklı bir deneme yayınlanır. Bu deneme, 4 Mayıs dönemi aydınlarının görüşlerini özetlemesi açısından çok önemlidir. Yazar, ulusal karakteri üç ana dala ayırmıştır denemesinde: ırka dayalı karakter, örfe dayalı karakter ve dine dayalı karakter. Bu üç ana dalda Çinlileri diğer uluslardan insanlarla karşılaştırır Guang Sheng. Özellikle de Çinlilerle Avrupalıların kendilerininkisi dışındaki dinlere ve kültürlere karşı takındıkları tutumları karşılaştırıp, aralardaki farkları kavramsal açıdan incelemeye alır. Örneğin demiştir ki, “Avrupalılar yabancıları sevmezler ve kendileri gibi olmayanları hoş görmezler. Bunun yanında Çinliler alabildiğine hoşgörülüdürler.” Bu noktadan yola çıkarak Guang Sheng, Çinlileri bu derece hoşgörülü olmalarının, onları özgün düşünemeyen ve bireysel özgürlükleri ihmal eden bir ulusa dönüştürdüğünü iddia eder. Oysa bu özellikler Avrupalı demokratik ulusların olmazsa olmazları arasında sayılırlar. Denemenin sonuç bölümünde, Guang Sheng, toplumda kökten dönüşümlerin uygulanması gerektiğini ve ancak bu dönüşümler sayesinde modern dünyanın taleplerine yanıt verebilen bir Çin kimliğinin oluşabileceğini savunur.

Guang Sheng’in çalışmasının yayınlanmasından sonra gelenek karşıtı görüşleriyle ünlü bir yazar olan Chen Duxiu birbiri ardına iki deneme yayınlar. Yeni Kültür hareketinin liderlerinden sayılan bu yazara göre Çin Ulusal Kimliğinin eleştirilebiliyor olmasının tek nedeni onun Çinli olmasıdır. Çin kimliği geleneksel normlara dayandığı için zamana ayak uyduramamaktadır. Sorun Çin’de değil, geleneksellikten kopamayan toplumdadır. 1918’de Meng Zhen’in yazdığı denemelerde de ulusal kimlik sorunu geleneksellikle birleştirilmiş, çözüm olarak da geleneğin içindeki olumsuzlukların ayıklanması önerilmiştir.  Bu düşünceler 4 Mayıs döneminde Yeni Kültür hareketinin temellerini atmıştır.

Bu söylemler, beraberinde sanata ve edebiyata sızacak birçok soru işaretini getirmiştir Çinli kurgu ustalarının çalışma masalarına. “Eksik olan ne? Biz neyi yanlış yapıyoruz? Ne yaparız da modern batıyı yakalarız?” gibi sorular 1920 sonrası Çin edebiyatında okurların sıklıkla karşılaştıkları türden sorular olmuştur. Pek çok yazara göre edebiyat, var olduğu kabul edilen bu kimlik yarasını iyileştirmek için önerilebilecek en iyi ilaçtır ve bu uğurda fütursuzca kullanılmalıdır.

Bu noktadan sonra resmin içine Lu Xun girer. Malum, Japonya’ya Meiji dönemine neden olacak düşünceler en önce tıp bilimi ve bu bilimi öğrenen/öğreten aydınlarla gelmiştir. Lu Xun da Japonya’ya gittiğinde doktor olma hayalini kuruyordu. Fakat zamanla anladı ki hasta bir milleti tedavi etmek için gereken şey tıp değildir. Nasıl bir tedavi uygulamalıydı ki hasta Çin toplumunu iyileştirebilsin, onu hak ettiği konuma ulaştırabilsin. İşte bu sorular eşliğinde guomin xing konusunu ele alır Lu Xun ve Çin Kimliği sorununu çözecek hedefe yönelik yöntemler geliştirebileceğine kendisini inandırır.  

Burada şunu ifade etmekte yarar var. 4 Mayıs hareketi, içerisinde barındırdığı gelenek karşıtı öğelerle Lu Xun gibi yazarlara fazlasıyla açıktı. Dolayısıyla Lu Xun'un öyküleriyle bu ortamda kendine sağlam bir yer edinmesi çok zaman almadı. Aynı gelenek karşıtlığı, aydınları, Konfüçyüsçü toplumsal kuralları sorgulamaya zorladı.  Bu yüzden de Konfüçyüs’ü kötülüklerin babası olarak anmaları gecikmedi. Bu noktada o derece ileriye gittiler ki çağın gereklerine yanıt verebilen bir Çinli kimliği oluşturmak, en az bir Çin ordusu ya da Çin bilim akademisi kurmak kadar önemli hale gelmişti. Vurulması ve yıkılması gereken hedef ataerkil toplumun ataerkil gelenekleriydi.

Bu noktadan yola çıkan modern Çin edebiyatı, ulusun zihnine, Lu Xun’un çok sevdiği tabirle, “neşter vuracak” ve böylece hastalıktan zayıflamış olan bedene yeniden hayat verecekti. Lu Xun için Çin insanında neyin eksik olduğu ve bu eksikliğin nasıl giderilmesi gerektiği soruları yanıtlanması gereken ya da yanıtlanamasa bile tekrar tekrar farklı şekillerde sorulması gereken sorulardı. Yazdığı öykülerin hemen hepsinde bu soruları sordu yarattığı farklı karakterler aracılığıyla. Yalnız Lu Xun’un öykülerine baktığımızda kendisinin hiçbir zaman ulusal kimlik kavramının varlığını sorgulamadığını görürüz. Ona göre Çin ulusal kimliği hep vardı ve edebiyatın amacı bu kimliğin var olup olmadığını tartışmak değil, kimlikte gördüğümüz ve modern insan modeliyle uyuşmayan sorunları onarmaktı.

Aslında Lu Xun’un ulusal kimlik düşüncesiyle ilk karşılaşması Liang Qichao’nun ve diğer Qing hanedanı tanzimatçılarının yazılarını okumasıyla olmuştu. Yalnız Japonya’ya gidip Arthur Smith’in “Chinese Characteristics” kitabını Japonca çevirisinden okumadan önce bu konuda ciddi kafa yormamıştı. Onun bu konuya eğilmesiyle, Çin Kimliği sorusu büyük bir momentum kazandı ve bir çeşit aydın histerisine dönüştü. Dönemin yazarları Çin Kimliği üzerine bir yandan kuramlar üretip bir yandan da ürettikleri kuramları eleştiriyorlardı. Yeni kavramlar geliştiriliyor, bu kavramlar eşliğinde Çinli insan baştan aşağı analiz ediliyordu. O kadar ki 1980’li yılların post-Maoist dönem aydınlarına kadar sürdü bu kaybedilen cenneti yanlış yerde arama çabası. 

Çin Kimliği sorunsalının tarihselliği ve vesayeti ancak 20. Yüzyılın sonlarına doğru, büyük bir olasılıkla Çin’in dışarı açılımıyla  ve post-modern sanatın ve edebiyatın dünya çapında etkin olmasıyla gücünü yitirdi. Günümüzde Lu Xun tabii ki büyük bir yazar, yılmaz bir aydınlık savaşçısı olarak anılıyor. Bunun yanında onun kimlik davası üzerinden halkına bakışı da ciddi anlamda eleştiriliyor. Tanıştığım birkaç Çinliyle bu konuları tartıştığımda genelde benzer bir tepkiyle karşılaşıyorum. “Evet” diyorlar “Lu Xun, Çin insanına Çin insanını anlattı ama benzer sorunlar aynı derecede yoksul, aynı derecede eğitimsiz, aynı derecede geleneklerine bağlı, aynı derecede ataerkil tüm toplumlarda yaşanan sorunlardır. Bu sorunların Çinli olmakla değil; yoksullukla, cehaletle, yobazlıkla, tanrısallaştırılan ana-babayla açıklamak çok daha isabetli olacaktır.”

Bütün bunları yazınca insanın aklına gelmiyor değil tabii, Çin modern edebiyatının başlangıç noktasıyla, modern Türkçe edebiyatının başlangıç noktalarının benzerlikleri. Ahmet Mithat’dan Tanpınar’a kadar Türkçe edebiyatın genelde sorguladığı iki konusu olmuştur.  

1.     Doğu-Batı: Biz doğulu muyuz yoksa batılı mı? Aramızdaki farklar nelerdir? Bizi doğulu yapan değerlere ne kadar sahip çıkmalıyız? Tanpınar gibi sokaklarda yürürken Itri’yi ve Dede Efendi’yi mi anmalı ve onların mirasıyla mı yaşamalıyız? Yoksa Karaosmanoğlu gibi bu değerlerle alay mı etmeliyiz, onları yerlere mi çalmalıyız, yüzümüzü modern batıya mı çevirmeliyiz?

2.     Aşk: Bu zaten edebiyatın mazeretidir dolayısıyla üzerinde pek bir şey söyleyemeyiz. Aşk olmasa neyi yazacağız, değil mi? Bütün romanlarda aşkın surasından burasından, yasal olanından, yasadışı olanından, ayıp olanından, mutlu olanından, umutsuz olanından vardır, az ya da çok. 

Tabii, bu doğu-batı konusuna dışarıdan bakabilmeyi başarabilmiş, konuyu farklı yönlerden ele almayı başarmış yazarlarımız da olmuş bizim. Örneğin Oğuz Atay Tutunamayanlar’ıyla Türkçe edebiyata özgün bir söylem getirmiştir. Orhan Pamuk ve Bilge Karasu gibi post-modern çizgide yazan diğerleri de post-modernliklerini bir tarafa bıraksak bile, doğu-batı ikilemine yenilikçi soluklar getirebilmişlerdir. Özellikle Pamuk’un Beyaz Kale’si ve Kara Kitap’ı bu konuda alabildiğine iddialı kitaplardır çünkü post-modernizmin verdiği gazla labirentler inşa edeyim diyen Pamuk, bir yandan da kimlik kavramının altını oymuş, doğunun ve batının birbirleri içine geçmiş uygarlıklar olduğu tezine ulaşmıştır. 


·        ***  Bu mektubun yazılışı sırasında Lydia H Liu’nun “Translingual Practice: Literature, National Culture and Translated Modernity – China, 1900-1937” adlı kitabından sıkça faydalandım. Özellikle kitabın “Translating National Character: Lu Xun ve Arthur Smith” başlıklı ikinci bölümünden pek çok alıntı yaptım. Yazara buradan minnetlerimi sunuyorum. (Beni anlamıyor olsa da borcumu ödeyeyim.)

*** Special thanks to Lydia H Liu as I have used her book “Translingual Practice: Literature, National Culture and Translated Modernity – China, 1900-1937” as a reference throughout this letter. I am especially thankful for posting the chapter 2 of the book on internet as otherwise I would not be able to find the book anywhere near the city of Changzhou.

10 Şubat 2014

Mekong'da Bir Hafta Sonu

Bangkok’dan gelirken Çayapum kent merkezine uğramıştık. Hem benim kitapları yemeye başlayan termitler için ilaç aldık hem de yeni hekim olmuş kuzen Naam’ı ziyaret ettik, Hua Hin’de aldığımız tatlılardan verdik, birazcık da moral verdik. Ben J ile tanıştığımda Nong Naam (NN) (Nong: Küçük kardeş için kullanılan Tayca bir hitap şekli. Büyük kardeş için kullanılanı Pi. Bu yüzden NN bana Pi Ali der.) ortaokul öğrencisiydi. Birkaç kere bizim eve geldiğini anımsıyorum. Türkçede inek denilen türe yakışan bir çocuktu NN. Sürekli elinde kitaplar, bir şeyler çalışıyor, okuyor, test çözüyor, bir dakika boş durmuyor. Haliyle tıp fakültesini kazandı. Böylesi bir köyden çıkan bir çocuğun tıp fakültesine gitmesi büyük bir başarıdır. Kaç yıl üniversite okudu bilmiyorum ama stajıyla beraber sanırım sekiz yılı buldu eğitimi. Şimdi mecburi hizmet görevi dolayısıyla Çayapum Devlet Hastanesi’nde pratisyen hekim. Bizimkiler ona halen Nong Naam diyor ama ben artık Mo Naam (MN: Hekim Naam) demeye başladım. Kız o kadar okumuş etmiş, bilsin insanlar kiminle konuştuğumuzu.

MN gezmeyi seviyor. “Hafta sonu birlikte bir yerlere gidelim.” dedi. “Hazır Pi Ali de burada.” (Bu arada Pi kelimesini Piiğ diye okursak hayalet anlamına gelir.) “İyi dedik, plan yapalım gidelim.” Sonrasına ben karışmadım. Kuzeyde, Laos-Tayland sınırının başladığı Chiang Khan kasabasına gitmeye karar vermişler. Haritaya baktım. Kuzey-güney doğrultusunda ilerleyen Mekong nehri Chiang Khan’da batı-doğu doğrultusuna yöneliyor. Neredeyse doksan derecelik dönüşün olduğu bu yer hem Tayland-Laos sınırının başladığı nokta hem de Tayland halkının Mekong nehrini görmeye başladığı sınır. Buradan öncesinde Mekong sadece Laos’a ait.

Cumartesi sabahı erkenden çıkacağız ama MN yerinde duramıyor. Bütün bir hafta boyunca pek de tanışığı olmadığı bir kentte çalışmış, bunalmış, Çehov oyunlarındaki silah gibi patlamak için saniyeleri sayıyor, bir an önce yola çıkmak istiyor. Durduramıyorlar kızı, kanına girmiş bir kere yol düşüncesi. Anne-babasını alıp cuma akşamından çıkıyorlar yola. Oysa tüm yol en fazla üç saatlik. MN’nin annesinin öğretmen olması dolayısıyla, Loei kent merkezindeki öğretmen evinde 20 TL’ye sabahlıyorlar. Bizler; gençlik heyecanını yitirmiş, içi geçmiş, olası tüm olumsuzlukların hesabını yapan yetişkinler olarak sabahı bekliyoruz. Sabah olsun, güneş açsın, karnımızı doyuralım, Tokcay’ı komşuya emanet edelim, mutfağı silip süpürelim, arabanın yağını değiştirelim, kullanmayacağız ama yine de kamyonetin lastiklerine hava basalım, hava durumunu kontrol edelim, yanımıza gereğinin iki katı kadar giyecek alalım…

Sabah beşte kalkmayı planlarken yediye doğru anca uyanabiliyoruz. Sekiz gibi de yola çıkıyoruz. Kimsenin acelesi yok. Hem zaten alışmışlar yavaşlığa, her şey sakin yapılıyor burada. Yola çıktıktan sonra, daha elli metre gitmemişken duruyoruz. Büyük dayıya selam veriyoruz. Büyük dayı (BD) J’nin annesinin abisi. Aynı zamanda ilçede sevilip sayılan bir siyasi figür. Felç geçirmeden önce tüm aileyi o çekip çevirirdi. J’nin üç teyzesi var ama hepsi kayınvalideden genç. Bir tek BD var kayınvalideden yaşlı olan. Eskiden ben eve gelince oturur bira içerdik birlikte. Yurt dışında kalfalık, ustalık yapmış, az-çok inşaattan ve mimarlıktan anlıyor. Okulunu okumamış ama deneyimle öğrenmiş. Bizim evi de o yapmış zamanında, kendi evini de. İngilizcesi de fena değildi, espriler yapıp gülerdi. Konuşurduk, bana Türkiye’yi sorardı hep. Tayland ile karşılaştırmamı isterdi.  

BD felç geçirince eski şen şakraklığı gitti tabii. Artık istediği gibi dolaşamıyor köyde. Oysa felç geçirmeden önce seçimle gelmiş bir yöneticiydi Ban Taen ilçesinde. Bütçe ondan sorulurdu, köylüler ona gelip dertlerini anlatırlardı. İlçe merkezinde ofisi vardı hükümet tarafından tahsis edilmiş. Üzerine bastıra bastıra, muhatabının gözünün içine bakarak konuşurdu, söylediklerinin etkisini artırmak için. Şimdilerde konuşması yavaşlamış, yüzüne yaşlılığın ve hastalığın derin izleri yürümüş. İkinci karısı hemşire olduğu için BD’yi şanslı görenler var köyde. Hani “Karın hemşire, bakar sana” demeye getiriyorlar güya. Bir insan felç geçirdikten ve hareket kabiliyeti yüzde doksana kadar sınırlanmışken ne kadar şanslı olabilir ki? Hem karısı hemşire olmasaydı bakmayacak mıydı?

Gündüzleri genelde bahçe kapısının az berisinde, büyük bir mango ağacının gölgesinde, toprak zemin üzerine konmuş beton masanın yanındaki tabureye oturuyor. Yoldan geçenleri izliyor, tanıdıklarının selamını alıyor, kendisine arkadaş olan minik bir köpekle konuşuyor, oynuyor. Hemşire olan karısından doğma oğulları büyüdü, ikisi de civarda çalışıyor. İlk karısından da bir oğlu bir de kızı var. Onlar benden de büyük, ben bile “pi” diye çağırıyorum. Karısı da gündüzleri ilçedeki hastanede oluyor. Dolayısıyla gündüzleri ziyaretçileri dışında arkadaşı yok. Köyde hemen herkesi tanıdığı için selamlaşma konusunda pek sıkıntı çekmez.

Zamanında OTOP (Zamanın başbakanı Thaksin'in köylere mikro-proje olarak önerdiği “Bir İlçe Bir Ürün” etkinliği) projelerini kendisi yürütmüştü. Okulun arkasındaki boş arazide pirinç viskisi yapmışlardı köydeki işsiz gençlerle, özellikle de bir türlü mühendislik fakültesini bitiremeyen en büyük oğlu Pi Nıng’la. Yalnız, proje yapılası en kolay projelerden birisi olduğu için piyasada arz fazlası gerçekleşmiş, yaptıkları tüm viskiler elde kalınca, köydeki gençler yaptıklarını kendileri içmişlerdi. Bir ara bana da denk gelmişti; akşamları zilzurna sarhoş olup, yüksek sesle karaoke şarkılar söyleyen bu gençlerin sabahlara kadar süren eğlenceleri. Viskiler bitince eğlence de bitmişti doğal olarak. Proje de bir daha anılmamak üzere rafa kaldırılmıştı. Halen duruyor damıtma işlemi için kullandıkları makineler okulun arkasındaki arazide. Paslanıp, parçalanmışlar, metruk bir evin boş odaları gibi eski şen şakrak zamanların hüznü kalmış sadece üzerlerinde.

BD’nin yanına gidip meyve veriyoruz. Biraz konuşuyoruz. “Seni de götürelim.” diyoruz. Gülüyor zayıfça. “Ben burada iyiyim.” diyor. “Uzun yol beni çok hırpalıyor, dayanamıyorum.” Onu böyle görünce içim bir tuhaf oluyor benim. Önce rahmetli babaannemi anımsıyorum. Çocukken tekerlekli sandalyesini alıp Baltalimanı sahiline gezmeye götürdüğüm felçli babaannemi. Bana güvenmez, abimi de gelmeye zorlardı. Ben çocukmuşum, bilmezmişim, onu denize düşürürmüşüm… Yıllarca çekti babaannem. Hem kuruyan kolundan bacağından hem de sürekli ağız dalaşıyla kendisini hırpalayan büyükbabamdan. Sonra ikinci bir inme yedi; sesi gitti, bilinci gitti, yüzü gitti. Birkaç hafta sonra da kendisi gitti.  

Arabaya dönüp tekrar yola koyulunca Ahmet Cemal’in romanına kaldığım yerden devam ediyorum. Rastlantı bu ya Ahmet Cemal’in romanındaki başkahraman, Broch’un “Vergilius’un Ölümü” romanını çevirmiş bir çevirmen. Oysa biliyorum ki bu romanı Ahmet Cemal kendisi çevirdi ve yanılmıyorsam çeviri 2013’te basıldı. Roma’lı büyük şair Vergilius’un ölümünden önceki son on sekiz saatinde gerçekleşen sayısız geri dönüşler ve pişmanlıklarla dolu bir roman bu. James Joyce’un yakın arkadaşı olan Broch, aslında bir çeşit Ulysess ortaya koymuş. Şöyle alıntılamış Ahmet Cemal hoca çevirmekte olduğu romandan yazdığı romana:

Ve gece artık epey ilerlediğinde, Vergilius önünde yıkılmış kentler ve kutsal yerler gördü; adlarını bile bilmemesine karşın, bu kentleri kendi çocukluk ve gençlik yıllarının kenti Mantua kadar iyi tanıyordu; Babil’i ve Ninive’yi gördü; yakılıp yıkılmış Tebai’yi ve kaç kez yıkılmış Kudüs’ü gördü; bir de terk edilmiş Roma’yı; sokaklarında kentlerini yeniden ele geçirmek isteyen kurtlar dolaşmaktaydı ve Tanrıların güçsüz kaldıklarını da gördü. Ve sonra bir melek geldi yatağının yanına; kanatları başlamak üzere olan eylül sabahı kadar serindi ve melek konuştu: “Büyü şimdi, küçük çocuk”, dedi, sanki bir teselliymişçesine ve ölümün geldiğini de haber vermesine karşın, gerçekten de bir teselliydi. “Peki” diye yanıtladı Vergilius ve meleğin yüz çizgilerini tanımaya çalıştı, “Peki, o halde şimdi uyumak istiyorum.” (Kıyıda Yaşamak, syf 41)

Yol yaklaşık üç saat sürüyor. Chiang Khan denilen kasaba aslında 200-300 metrelik bir yoldan ibaret bizim için, bir de nehrin kenarı var tabii. Yolun iki kenarında tarihi evler var. Evlerin bazıları eskiliklerine rağmen dükkân olarak hizmet vermeye devam ediyorlar. Kimisi yenilenmiş, baştan aşağıya cilalanmış, pırıl pırıl hale getirilmiş. Evler ya konukevi olarak kullanılıyorlar ya da lokanta/kafe/bar. Konukevleri doğal olarak ev sahibini de barındırıyor. Bir odasında kendisi yaşıyor, diğer odalarını misafirlere para karşılığı kiralıyor. 500 Bahta da oda var 2000 Bahta da. Yolun bir tarafı nehre baktığı için biz nehir tarafından bir oda kapmak istiyoruz fakat hemen tüm otellerin önünde kocaman harflerle “dem” (dolu) yazılmış. Yolun öteki tarafındaki konuk evlerinin önünde “vağng” (boş) yazıyor ama bizim hedefimiz illa nehir tarafı. Bu kadar yol kat edip, balkondan nehri göremeyeceksem ne diye geldim? Geç kaldığımız için yer bulamayacağız diye telaşa kapılıyoruz bir ara. Sonunda diğerlerine göre geniş denilebilecek bir otelde üç odayı kapatıyoruz. Odamız Mekong nehrine bakıyor. Karşısı Laos toprakları; yeşil, sessiz ve ıssız. İçimden bir “Beer Lao” içme isteği geçiyor ama bastırıyorum. Daha erken.

Odaya yerleşip, bir süre uyuduktan sonra, –Kötü alıştım ben siestaya burada. Acısı kötü çıkacak Çin’e gidince.- dışarıya çıkıp J ile kısa bir yürüyüş yapıyoruz. Bu arada MN bana haber gönderiyor, “Pi Ali’yle birlikte koşalım mı?” diye. “Olur” diyorum. Ne de olsa koşu ayakkabılarım yanımda. Fazladan kıyafetim de var yanımda getirdiğim. Saat beş gibi koşu için hazırım. MN kocaman telefonuyla gelmiş. “Onunla mı koşacaksın?” diyorum biraz alaycı bir ses tonuyla. “Evet” diyor, benim ses tonumdan en ufak bir mesaj almadığı belli. “İnsanlar hafiflemek için koşarlar. Hem fiziksel olarak hem de zihinsel olarak. O kocaman aletle koşarken zor olacak.” diyorum. MN bu arada telefonunda bir şeyler yapıyor. Bana yanıt vermiyor. Bir süre sessiz kaldıktan sonra anlatıyor meramını. Meğer telefondaki GPRS takip yazılımını kullanacakmış. Bir arkadaşıyla yarışıyormuş. Telefonsuz koşamazmış, o zaman koşmasının bir anlamı olmazmış. Hem ne kadar koştuğunu bilmesi gerekiyormuş. Ehh, ben de boşa konuşuyorum. Kız hevesli, kırmayayım hevesini. “İyi” diyorum, “Hadi başlayalım. Ne kadar koşacağız.” Biraz düşünüyor, havaya bakıyor, yanımızdan akıp giden nehre bakıyor kopya arayan bir öğrenci gibi; “2-3 km” diyor. Ben şaşırıyorum tabii. “O kadarcık koşu için terlemeye değmez.” diyeceğim ama yine frenliyorum kendimi. “Kız daha yeni, yıldırmayayım şimdi. Yorulana kadar koşsun işte.” diyorum içimden. “İyi, hadi o zaman” diyorum ve başlıyoruz koşmaya.  

Koşu parkurumuz otellerin ve lokantaların arkasındaki yürüme yolu. Solumuzda bizimle aynı yönde, batı doğu istikametinde akan Mekong Nehri var. Saat 17:15. Benim hedefim güneş batana kadar koşmak. Yedi km yapsam bana yeter. İyi başlıyoruz, ara sıra konuşuyoruz. Fakat parkurun dar olması dolayısıyla yan yana koşamıyoruz. Arkamda kalıyor. Ben de pek dönüp bakmıyorum yakınımdadır diye, hem zaten hızlı da koşmuyorum. Parkurun sonuna geldiğimde dönüp bir bakıyorum ki MN en az elli metre geride kalmış. Durup beklesem diyorum içimden ama sonra aklıma parkta atacağımız tur geliyor. Vaz geçiyorum, koşmaya devam ediyorum. Parka varınca başka koşucular görüyorum. MN bir ara gözden iyice kayboluyor. Tur atarken rastlıyorum. İyice bitkinleşmiş, koşuyor mu yürüyor mu yoksa sürünüyor mu anlamak zor. “İyi misin?” diyorum. “İyiyim, iyiyim. Biraz yoruldum.” Cevabı beklerken, “Çok yoruldum. Hastayım galiba.” diyor. “O zaman kendini çok zorlama, otele dön, dinlen” diyorum. “Tamam” diyor ve ağır ağır otele doğru ilerliyor.

O gidince ben parkın etrafından altı yedi tur atıyorum. Güneşin rengi sarıdan kırmızıya dönüşüyor. Batıya doğru koşarken karşımda kıpkızıl bir top gibi duruyor güneş, nehrin sol kıyısında kalan dağların üzerinde kaybolacak yakında. Suyun üzerinde belli belirsiz yakamozlar, milyonlarca parçaya bölünmüş bir ayna gibi göz kırpıyor bana. Hayatın kaynağı olan nehir; medeniyetlerin, üretimin, artı değerin, kültürün ve sanatın da kaynağı aslında. Geçtiği her yerde ne masallar bırakıyor kim bilir, ne hikâyeler anlatıyor kendisinden hayatı ödünç alan pirinç çiftçisine, ne acıklı ağıtlar yakıyor kıyısında evlenen genç kızların yüzlerine… Kıvrıla kıvrıla gidişinde bir asalet, bir durdurulamazlık nişanı var sanki. Önüne çıkanı altına almış, iteklemiş, sürüklemiş götürmüş. Sürükleyemediğinin etrafından dolanmış ama sonunda yatağını bulmuş. Öyle hüzünlü, insana rahatsızlık verecek bir görüntüsü yok. Savaşlar kazanmış bir kumandan, şahlanmış atına dizgin vurulamayan bir süvari, “Mülk benim, istediğime veririm istediğime vermem.” diyen bir hükümdar adeta. Tüm göz kırpışlarında, sessiz sakin sanki hiç akmıyormuşçasına akışında, bağrına basıp beslediği balıkçılarda hep aynı hayat türküsünün mırıltıları var. Ta Çin’den başlayıp binlerce kilometre yol kat ederek gelen Mekong; Laos’dan, Tayland’dan, Vietnam’dan hikâyeler taşıyacak. Ne isyanların, ne barışların, ne aşkların, ne ihanetlerin insan onurunu tarumar eden destansı öyküleri onun akışına dem vurabilecek. O hep akacak, asırların şahidi, insanların külrengi umutları olarak yeni isyanlara, yeni aşklara gebe kalacak. Bir ana gibi besleyecek çoğu zaman oğullarını kızlarını süt dolu memeleriyle. Bir ana gibi kızacak kimi zaman, sel olup akacak evlerin arasından, yıkıp götürecek uyarılarının kulak ardı edildiği mevsimlerde. Kadim tarihin kadim yasasıdır nehirlerin zaman zaman bağrında beslediklerinden öç aldıkları. Mekong da muaf değildir bu öç damarından…

Nehrin karşı yakası Laos, tek tük evler var yeşillikler arasında, bir tapınağın sapsarı stupası parıldıyor güneşin ışınlarının çarpmasıyla. Bir tane bile yürüyen, hareket eden insan göremiyorum karşıda. Nehrin içinde balıkçı kayıkları var.  Çoğunda Tayland bayrağı var, karşı yakadakilerde ise Laos bayrağı. Balıkçıların biri nehrin ortasında yaşıyor, varillerle desteklediği salın üzerine yaptığı derme çatma çadırda geçiriyor günlerini. Kimse ondan tapu isteyemez ne de olsa, kimseye hesap vermek zorunda değil. Büyük bir olasılıkla geçimini balık tutarak sağlıyor. Bir çeşit karavan hayatı yaşadığı. Tuttuğu balıkları satıp sebze meyve alıyor, karnını doyuruyordur. Belki de geçici bir durumdur bu. Böyle bir bakışta kesin sonuçlar çıkarmak olanaksız. Su çamur rengi, uzun süre yağmur yağmadığı için nehir yatağı iki taraftan da kurumuş, su seyrelmiş. Mayıs geldi mi su artar burada, yükselir nehir, daha bir yaklaşır insanlara.

Saat altıya doğru, güneş ortalıktan tamamen kaybolduktan sonra otele doğru koşuyorum ama oteli de geçip devam ediyorum. Bir süre daha koştuktan sonra sol tarafımdaki oteller seyrekleşiyor, insanlar azalıyor. Ben patikanın bitmesini beklerken pat diye Tayland bitiyor. Karşıma çıkan tabelada, bu noktadan sonrasının Laos olduğu ve geçişin yasak olduğu yazıyor.  Çok ciddi bir sınır kontrolü olmadığını kestirebiliyorum. Öylesine konmuş bir uyarı bu. Belki daha ileride ciddi bir cezası vardır deyip tabelayı geçmiyorum. Otele dönüyorum. Bir süre balkondan güneşin batışını ve bu batışı ellerinde kameralarla kaydetmeye çalışan turistleri izliyorum.

Akşam olup hava kararınca dışarı çıkıyoruz. İki tarafı konukevleri ve dükkânlarla donatılmış yol şimdi gece pazarı olmuş. Çang May’daki gece pazarının ufak bir versiyonu burası. Yol boyunca ışıl ışıl dükkânlar, kafeler, nudıl satan salaş mekânlar. Her iki dükkândan birisi elbise satıyor, diğeri hediyelik eşya. Dükkânların önünde açılan ufak masalarda her türlü sokak yemeğini bulmak mümkün. Yumurtalı yapışkan pilav, muz kızartması, mangalda muz, muzlu roti, yumurtalı roti, sade roti, mangalda tavuk, mangalda kalamar, mangalda karides, mangalda kurutulmuş balık, mangalda tuzlu balık, dondurma, mangolu yapışkan pilav, kuru et ve safranlı pilav… Yol boyunca yiyerek gitseniz zaten karnınız rahatlıkla doyar. Oturup bir yerde yemek yeme ihtiyacı hissetmezsiniz. Yalnız bizimkiler –şimdi toplamda yedi kişi olduk- lokanta arıyorlar. Şöyle sakin bir yer. Oysa burada sakin bir yer bulmak olanaksız. Her yer insan kaynıyor. Çoğu yerel turist ama yer yer yabancılar da göze çarpmıyor değil.

Yol boyunca bir kere gidip geldikten sonra nehir kıyısına geçiyoruz. Bu kısım da bir hayli kalabalık. Nehir gecenin zifiri karanlığında görünmüyor. Karşı yaka kapkara olmuş. Neredeyse hiç ışık yok Laos tarafında. İnsanlar ailecek geliyorlar ve kolay kolay kalkmıyorlar masadan. Uzun süre aradıktan sonra boş bir masa bulup hemen kuruluyoruz.  Yemekleri söylüyoruz. Hepsi birbirinden acı yemekleri yiyince benim midem yine yanmaya başlıyor. MN “Hep birlikte bir yerlere gidip bira içelim” diyor. “Tamam” diyorum ama dedikleri gibi nehrin kenarındaki barlardan birine gideceklerine yine alışverişe dalıyorlar. O dükkân senin bu dükkân benim! Ben de beklemekten sıkıldığım için otele dönüyorum. O kötü mideyle zar zor uykuya dalıyorum. Midemdeki rahatsızlık ertesi günün akşamına, hatta pazartesi gününün sabahına kadar sürüyor.

-- Bir sonraki yazı: İsan’da Macar Bir Çiftçi

Yol üzerinde uğradığımız kayalık bir bölge. 

Sürekli ileri geri yürüdüğümüz gezginler için alışveriş caddesine çevrilmiş sokak.

Otelin arkasındaki yürüme yolundan çekilen fotoğraf.

Otellerin ve lokantaların yanında, Mekong ile birlikte akıp giden yürüyüş yolu. 

Mekong Nehri, karşı yaka Laos. 

Nehrin üzerinde bir baraka.

Alışverişten yorulmuş, bir soluklanayım demiş. 

J ve MN ısrar etti, Victoria dönemi Londra'sı gibi süslenmiş bu kafeye gittik.

Yol üzerinde bir yeşil gölcük. Ördek ve bebişleri...
MN ile koşuya başlamadan hemen önce.

Transseksüeller için ayrı tuvalet var. Böylesini ilk defa gördüm. 

07 Şubat 2014

İNSAN NEDEN OKUR?

Sayfaya en son koyduğum "İsan Köylerinde Akşam” başlıklı yazıdan sonra EE adlı bir okuyucudan şöyle bir soru aldım:

Bunca kitap okumanın insanı daha mutlu yapmayacağını bildiği halde insan neden daha fazla kitap okur ki?

Aşağıdaki yazı bu soruya verilen kısa bir yanıt niteliğindedir.

Öncelikle mutlu olmak ile okumak arasında herhangi bir ilgileşim (korelasyon) olduğunu sanmıyorum. En azından bizi böylesi bir hipoteze sürükleyecek herhangi bir gerekçemiz yok. Okumak ne daha mutlu eder insanı ne de daha mutsuz. Mutlu olmak başlı başına ayrı bir insani durumdur ve daha çok insanın içinde bulunduğu kabı doldurmasıyla ya da içine sığabileceği bir kap bulabilmesiyle ilişkilidir.  İnsan yaşarken sürekli yeni ilişkiler kurar ve bu ilişkiler sayesinde hayata tutunur, yeni şeyler öğrenir, öğrendikleriyle yeni ufuklara doğru yol alır. Bu ilişkiler ne kadar sağlam değerler üzerine kurulmuşsa o kadar mutludur insan. Bir çeşit “oyunu kurallarıyla oynamak” olarak özetlenebilir mutluluk. Kurallarıyla oynarsan sonuna varırsın, kazanırsın. Kurallara uymazsan yolda kalırsın, kaybedersin.

20. yüzyılın arlanmaz kültlerinden birisidir mutluluk peşinde koşan insan. Alışveriş kadınları mutlu eder, meslekte ilerlemek ve çok para kazanmak erkekleri mutlu eder, sürekli gelişen video oyunları çocukları mutlu eder... Erkek üreterek mutlu olurken, bu üretilenleri tüketmesi için 20. yüzyıl alışveriş delisi kadını yaratmıştır. (Gerçi kadın-erkek rolleri arasındaki ayrım azaltılarak kâr marjini yükseltilmiştir son yüzyılda ama yine de popüler kültürdeki yansımalarına bakarsak bu rol ayrımı geçerliliğini korumakta.) Bu yüzden alışveriş bir ihtiyacı karşılamaktan çok arzuları karşılayan bir etkinliğe dönüştü son yüzyılda. İnsanların neye ihtiyacı olduklarının bir önemi yoktur. Neyi arzuladıklarının ya da arzulayabileceklerinin (Steve Jobs’un bir lafı vardı kabataslak aklımda kalan: İnsanlar neyi arzuladıklarını bilmiyorlar. Onu bulup çıkarmak bizim işimiz.) bir önemi vardır. Henüz arzulamamışlarsa, onların arzulaması için gereken bilinç-dışı manipülasyonlar yapılmalı, zihinlerin derinliklerindeki arzular uyandırılmalıdır. Ancak bu şekilde kapitalist çarklar dönmeye devam edebilir. Yeni aldığınız telefonu bir yıl sonra çöpe atıp yenisini almazsanız telefon şirketleri kâr edemezler. Aynı şey zayıflamak için milyarlarca dolar parayı saçma sapan haplara ve çaylara harcayan kadınlar için de geçerlidir. Mutlu olmamız için harcamamız gerektiğine inandırıldık bu çağda. Daha da kötüsü mutlu olmazsak hayatımızın bir değerinin olmayacağına ikna olduk. Her şeyi daha iyi hissetmek, kendimizle barışmak ve etrafımıza huzur saçmak için yapar olduk.

Oysa daha önce “Z’ye Mektup” yazısında da bahsettiğim gibi hayattaki asıl amaç mutlu yaşamak değil, anlamlı yaşamaktır. Hayatımızın bir anlamı olmalıdır. Mutluluk bu anlamla gelecekse gelir zaten. İnsanın hayatının anlamlı kılacak birkaç hedefe ihtiyacı vardır. Bir anne için bu hedef çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmek olabilir. Bir baba için çocuklarına satranç öğretmek ve onları uluslararası olimpiyatlarda zirveye taşımak olabilir. Kimseye zararı olmadığı sürece hayata anlam katan her eylem –sanat, spor, bilim, edebiyat vb- hayatın amacı olabilir. İnsan böylesi bir amaca bir kere bağlandı mı zaten mutluluk peşi sıra gelecektir.
Gelelim EE’nin sorusunun akla getirdiği ve benim bu yazıya başlık olarak seçtiğim soruya. İnsan neden okur? Bugün düşündüm bu soru üzerine ve beş tane temel nedene ulaştım. Bunlar çoğaltılabilir, azaltılabilir de. Zaten birbirinden bağımsız maddeler değiller.  Aşağıya bunları madde madde geçiyorum.

1.       Öğrenmek için: İnsanın okumasının ilk ve en temel nedeni merak duygusunu tatmin etmektir. Bu evrimsel bir güdüdür ve aslında insanı diğer türlerden farklı yapan önemli bir yol ayrımına vesile olmuştur. İnsan merak ettiği için bilinmeze doğru yelken açmak ister. Bunu yaparken de elinden geldiğince üzerine alacağı riski azaltmak ister. Bu yüzden okumak, ya da benzeri işlevi görecek diğer öğrenme yöntemlerini kullanmak önemli bir rol üstlenir insanı böylesi bir göreve hazırlamada. Bir tıp doktoru tıp kitaplarını okumadan hasta muayene edemez, bir mühendis matematik kitaplarını satır satır çalışmadan makinelerin dillerini çözemez, bir gezgin gideceği ülkenin kültürünü ve geleneklerini rehber kitaplardan okumadan giderse başına hoş olmayan şeyler gelebilir. Okumak, öğrenmenin en kolay yöntemidir. Günümüzde görsel ve dinletisel pek çok iletişim aracı okumanın yerini almış gibi görünse de aslında verebildiği derinlik ve insana sağladığı kolay (ve ucuz) çalışma ortamı bakımından okumanın uzun yüzyıllar boyu daha iyi bir öğrenme yöntemi olarak kalacağı aşikardır.

2.       Zevk için: Bazı okumalar sırf zevk için yapılır. Şiir mesela…  “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak” derken bir şey öğrenmezsin. Seslerdeki uyuma, kelimelerdeki ahenge, o ahenkten çıkan ve zihninde canlanan görsel şölene kaptırırsın kendini. Amaç bir şey öğrenmek değil, bir durumun tadını çıkarmaktır. Romanla ortak noktaları daha çok olsa da kimi zaman öykü de bu kategoride anılabilir. Bir insanın içine düştüğü anlık durumu hissetmek, kendini onun yerine koymak, sorulamayan soruları kendine sorabilmen için okursun öyküyü. Bu arada bir şeyler öğrenirsen, öğrendiğin yanına kâr kalır ama kesinlikle öğrenmek, ders çıkarmak, hayatı özetlemek değildir bir öykünün amacı. İliklerine kadar hissedeceksin kelimelerin büyüsünü, beğendiğin cümleler olacak altını çizdiğin, tekrar tekrar okuyacaksın o cümleleri. Ezberlemek, sürekli yanında taşımak, sevdiceğine okumak isteyeceksin. “Var mıdır nalçaları sevincin? / Gün tene değince kanatları uzar mı? / Derin bir secde gibi rüzgâra aşılanmak / Dostları düşünmenin çarpıntısından mı?” derken ufuk çizgisine bakıp ifadelerdeki sihri hayal edeceksin. “Leblerin mecruh olur dendân-ı sin-i buseden / Lâlin öptürmek bu hâlette muhâl olmuştur bana” derken aşkı ve aşkın insana yaptırdıklarını düşüneceksin. İrkileceksin, sarsılacaksın, titreyeceksin. Mutlu olamayacaksın belki ama umutlu olacaksın insanlık adına, aşk adına, zamanın bitmez tükenmez ruhu adına.


3.        Anlamak için: Romanlar ve öyküler başkalarının hayatlarını anlamak için okunur çoğu zaman. Çünkü insanı ve onu çevreleyen hayatı anlamanın tek yolu onu bir çerçeveye sokmaktır. İnsan çevresinden soyutlandığında havada gelişigüzel taklalar atan, anlamsız bir biyolojik varlığa dönüşür. Onu anlamak için onu etrafına bağlayan çerçeveye bakmak şarttır. Roman ve öykü bu yüzden önemlidir. Psikolojinin, sosyolojinin, antropolojinin yapamadığını yapar kurgu. İnsanı değişmez, baştan tanımlanmış bir varlık olarak ele almaz roman. İyi bir yazarın elinden çıkan katile hayranlık duyabilirsiniz. Çünkü yazar o katilin eylemlerini haklı çıkartacak öylesi bir çerçeve sunar ki okuyucuya, okuyucu mecbur kalır katile sempati duymaya. Kocasını aldatan Anna Karanina’ya sempati duyduğumuz, tefeci kadının kafasını baltayla yaran Raskolnikov’a yakınlık beslediğimiz gibi nice “anormalleri” normal karşılarız romanda (ya da öyküde). Çünkü kurgu sanatı bizi bir yandan gerçeklikten soyutlarken, bir yandan da koşut bir gerçekliğe davet eder. Bu koşut gerçeklikte yazarın yaratmış olduğu bir dünya vardır ve bu dünyanın tek amacı kendisini size sevdirmektir. Siz bir gözlemci olarak bu dünyaya girdiğinizde aslında o dünyadaki karakterlerin derilerinin altına girmiş olursunuz. Bir eşcinsel olursunuz eşcinselliği günah ve sapkınlık olarak gören bir toplumda, bir öğretmen olursunuz veliler ile okul yönetimi arasında sıkışmış kalmış, bir kadın olursunuz kocasından dayak yiyen ama bunu dile getiremeyen, hayatı boyunca çalışmış ama bir baltaya sap olamamış bir zavallı olursunuz. Bu şekilde kurgu başka hiçbir bilim dalının yapamayacağı bir işi becerir. İnsanı içinde bulunduğu ortamla birlikte anlatır ve aslında bu şekilde “gerçek insanı” ortaya koyar. Çünkü etrafından soyutlanmış insan var değildir, insan değildir. Onu anlamanın, acılarına ortak olmanın, sevinçlerini paylaşmanın tek yolu kurgunun çetrefilli patikasıdır. “Başka insanların acılarını tahfif etmek kadar büyük bir günah olabilir mi?” diye sormuştu yıllar önce okuduğu İranlı bir yazar. Bu günahtan kaçınmanın en kolay yolu onları anlamaktır. Bu da romandan ve öyküden geçer.

4.       Özgürleşmek için: Okumadan okumaya fark vardır. İnsan sırf inandıklarını tasdik etmek için okuyorsa özgürleşemez. Tam tersine inandıklarının kölesi olur. Böylesi bir okur “Bütün kuğular beyazdır.” önermesine inanıp, gördüğü her beyaz kuğuyla inancını bir kat daha pekiştirdiğini sanan tümevarımcıya benzer. Oysa sağlıklı okur ömrünü beyaz olmayan kuğu arayarak geçiren okurdur. Yararlı okuma eleştirel okumadır. Zaten içine doğduğumuz toplum bize yaptırımlar getirir. Yapma, etme, gitme, konuşma gibi yasaklarla büyürüz hepimiz. Okuyarak bu yasakları çözümleyebilir, arkalarında yatan gerekçeleri görebiliriz. Özgürleşme de bu anlamadan sonra gerçekleşir. İnsanı düşündüren, sorular sordurtan, cevaplar vermekten çok yeni sorular sorup yeni okumalara yol açan kitaplardır okunması gereken. İnsana eksikliğini hissettirecek kitaplardan bahsediyorum. Zihnindeki kalıpları yıkacak, zincirleri parçalayacak, sorulmayan soruları korkusuzca sorabilecek, tehlikeli uçurumlarda okuyucuyu gezdirmekten çekinmeyen kitaplardan. İyi kitap özgürleştiren, düşünmeye, sorgulamaya, diyalektiğe kapı aralayan kitaptır. Eksiklik duygusu önemlidir. İnsan eksiktir, tamamlanmamıştır, hiçbir zaman da tamamlanamayacaktır. Bu hem evrimsel düzeyde geçerlidir hem de tek bir insanın yaşamında. Bu eksikliğin giderilmesi, bu açlığın dindirilmesi için insanın kendisiyle ve içinde yaşadığı toplumla yüzleşmesi gerekir. Bu da en kolay okuyarak yapılır. Özellikle felsefe ve bilim okumaları bu konuda atılması gereken ilk adımlardandır. Bir de edebiyat var tabii dilin gücünü yanına alan ve zihinleri etkilemede tartışmasız gücü olan.

5.       Değişmek ve değiştirmek için: Sorgulamak, verilenle yetinmemek, sürekli sorular sormak rahatsız edici bir durumdur. Uzun süre bir yanıta ulaşamazsa insan sıkıntı yaşayabilir. Çünkü denge kaybı uzun süre dayanılacak bir durum değildir. Okuyup sorgulayan insan değişmeyi de bilmelidir. “Kafalarımız, içindeki düşünceler yer değiştirsin diye yuvarlaktır.” diye matrak bir laf duymuştum yıllar önce. Kafalarımızın neden yuvarlak olduklarını bilemem ama okuduktan sonra düşüncelerimiz değişmiyorsa okumaktan bir şey anlamadığımızı söyleyebilirim. Dünyayı yorumlamak yetmez, değiştirmek de gerekir. Haksızlıkla, adaletsizlikle, zulümle savaşmayacaksak neden okuruz adaleti, hukuku, merhameti anlatan kitapları? Değiştirmek için değişmek birinci koşuldur. Eleştirel okumalar bu yüzden önemlidir. Tek bir kitaba, tek bir görüşe aldanmadan okumak gerekir. Karşılıklı okumalar yapmak, kişisel gözlemler ve deneyimler eşliğinde durum değerlendirilmesi yapılmalıdır. İnsan, ömrü boyunca köklü değişimleri bir ya da iki kere yaşar. Öyle her fırsatta, rüzgârın estiği yöne dönen insan değişim kavramının yüz karasıdır. Kişisel çıkar için, cebine dolacak para için dönenleri her gün televizyonlarda, gazetelerde görüyoruz. Entelektüel dönüşüm maddi çıkarlardan bağımsız, salt insani değerler üzerinde gerçekleşendir. Aksi takdirde insanlığın huzuruna aydın sıfatıyla değil, “dönek, şakşakçı, şarlatan” gibi sıfatlarla çıkar bu insan.


Okuduk, öğrendik, sorguladık, değiştik ve değiştirmek için yola çıktık. Bütün bunları yaptıktan sonra zaten hayat bir anlama kavuşmuştur. Bu anlam içinde mutluluğu da barındırır, mutsuzluğu da. Üç yaşındaki bebeğin dünyanın en büyük yirmi ekonomisinden birisi olmakla övünen ülkemizde ölüme terk edilmesi haberi, okuyan insanı daha bir mutsuz edecektir. Bir aldatılmışlık, bir kandırılmışlık duygusu çöker insanın içine. Tüm ırmakları kan alır götürür böylesi bir haberle, tüm dağlar yanardağına dönüşür insanın başından aşağıya lavlar püskürten. Çünkü okuyan insan sadece üç yaşındaki o çocuğun ölümüne üzülmez; popülist politikalarla kandırılan halkına da üzülür, istatistiğin bir yalan aracı olarak kullanılıp zihinleri iğfal etmesine de üzülür, çalıp çırpması engellenen yüzsüzlerin nasıl her sürçmelerinden sonra pişkin pişkin sandığı işaret etmelerine de üzülür. Üzülür ve elinden yazmaktan başka bir şey gelmez. Yazar ki bir nebze acısı dinsin, yazar ki omuzlarındaki suçluluk duygusu bir nebze azalsın. Haksızlık karşısında sağlam bir duruş sergileyebilme biraz da olsa mutlu eder okuyan insanı. Sorunların kısa erimde çözülemeyeceğini bilse bile. Bu duruş mutlu olmaya yeter de artar pek çok insan için. Yeter ki ezilenin, haksızlığa uğrayanın yanından ayrılmayalım. Çünkü biz de ayrılırsak iyice kimsesizleşecektir kalabalıklar.