Bu Blogda Ara

21 Haziran 2007

Tayland Günleri - 3. Gün

3. Gün – Pazartesi

Üçüncü günün sabahında tatilde olmanın tadına biraz daha varacağımı biliyordum. En azından köyden uzaklaşıp, J ile birlikte birkaç gün kalmak için gideceğimiz bir yer vardı üçüncü günde. Planlarımıza göre gidilecek yer Kao Ko’daki dağ otellerinden birisiydi. Kao Ko, Petçaburi’ye bağlı bir ilçe. Yüksekte olduğu için Tayland’ın “İsviçre”si diyorlar. Sabah kahvaltıdan hemen sonra yola koyulduk. Tokcay her zamanki gibi bizi köy yolunun sonuna kadar takip etti. Ben anayola çıkıp arabayı ivmelendirince, baktı yetişemeyecek, olduğu yerde durdu ve havlamaya başladı. Hep merak etmişimdir köpekleri insanlara bu derece bağlayan güçlü bağın arkasında yatan nedeni. Virajı alıp köy okulunun yeşil duvarını aynadan sildiğimiz anda aynanın bir köşesinde Tokcay’ı geri dönmüş, okula doğru gidiyorken gördüm. Gideceği yeri çok iyi biliyordu!

Tayland’da olmanın güzel yanlarından birisi de bakımlı ve boş yollarda araba kullanabilmek. Vietnam’ın motorsiklet bağımlı trafiğinden sonra burada araba kullanmak tam bir keyif. Hem sürücüler birbirlerine daha saygılı Tayland’da. Kimse kimseye kırmızı ışıkta beklediği için korna çalmıyor, kimse arkadan hızla gelip öndeki aracın kıçına girmiyor. Yolların temiz ve bakımlı olması ayrı bir güzellik tabii! İki tarafı da pirinç tarlaları ile çevrelenmiş uzun yollarda ilerlerken insan ister istemez bir nehirde suyla birlikte akıyormuş duygusuna kapılıyor. Bazen öyle oluyor ki yol birkaç kilometre boyunca tek bir kıvrıma uğramadan, cetvelle çizilmiş gibi uzayıp gidiyor. Bu durumda sürücünün yola hakimiyetini yitirmemesi için ayrıyeten çaba sarf etmesi şart tabii! Arabanın kliması çalışsa bile sıcak insanı çabucak uyuşturuyor. Aynı yollardan, aynı köprülerden, aynı kasabalardan ve aynı tarlalardan bir bir geçerken insanın kendisini çölde yol almadığına inandırması da ayrı bir zorluk. Çünkü yol boyunca gördüğüm her yer ya daha önce gördüğüm yerin bir kopyesi ya da bir sonra göreceğim yerin. Bu durumda benim için sadece yanımda oturan J’nin yönlendirmesine itaat etmek düşüyor. Çünkü ben sadece sürüyorum. O komutları veriyor. Birimiz akıl, diğerimiz beden. Ya da Plato’nun örneğini verirsek: Birimiz araba, diğerimiz at!

Yolun bazı kesimlerinde iki taraftan da yolun ortasına doğru eğilmiş ağaçların meydana getirdiği gölgelikler kesinlikle görmeye değerdi. Sanki üzeri yapraklarla örülmüş dev bir tünelden geçiyorduk. Ağaçlar birbirlerine kavuşmak istiyormuş gibi arzu ile yolun ortasına doğru eğilmişlerdi. Yukarılarda yapraklar birbirlerine kavuşmuşlar, aradan geçip aşıkları ayıran yola inat hedeflerine ulaşmış olmanın sarhoşluğuyla sarmaş dolaş olmuşlardı. Hafif hafif esen rüzgarın etkisiyle sallanan yaprakların dev gölgeleri yol üzerinde dans eden sincaplar gibi kıpır kıpır oynaşıyorlardı. Hele bir de az ilerde keskin bir viraj varsa bu durumda tünelin ağzı kapalı gibi göründüğü için güzellik ikiye katlanıyordu. Kapalı bir kutuda, sonunu bilerek yol almak gibi bir şeydi duyumsadığım. Sonumu, yani gölgelerin bittiği yerde biten yolculuğumu, virajın arkasında kalan ama kaynağı bilinmeyen ışığımı... Hüzmeler halinde yola düşen ışınlar daha bir fark edilir oluyorlar. Orada, yolu sonunda bizi bekleyen huzur dolu akşama bir an önce kavuşabilmek için arabayı daha hızlı sürüyorum. Ulusal parkı geçtikten sonra çok gitmiyoruz. Yol kenarındaki ilana bakıp, kocaman beyaz konukevlerinin olduğu bir tatilköyüne giriyoruz.

İlk gittiğimiz yerde muhatap olacak birilerini bulamıyoruz. Çok güzel, bakımlı ve alımlı evler yapmışlar ama o evlere bakan birilerini koymayı unutmuşlar. Cennet olamayacak kadar sessiz. Ortalıkta kimsecikler yok. Ya da var ama biz bulamıyoruz. Bir süre tatilköyünün bilgi alma merkezini aradık ama onu da bulamayınca hayal kırıklığına uğramış bir şekilde vaz geçip gerisin geriye dönüyoruz. Ana kapıdan çıkıp yol üzerindeki bir oku takip ediyoruz. Yoldan iki kilometre kadar içeride Kao Ko Vadisine ulaşıyoruz. Kuş sesleri, bilimum böcekler, aşağıda çamur renginde ufak bir gölcük... Yüzmek için yapılmış havuzlarda su yok. Cennetten bir parça gibi burası ama suyu bulanık. En azından ses var. Ses, yani hayat! Doğal değil, yapay! Her şey düzenlenmiş, temizlenmiş ve insanın hizmetine sunulmuş. Bir konukevine yerleşiyoruz. Etrafta bizden başka tatilci görünmüyor. Ya koca tatilköyünde yalnızız ya da diğer müşteriler gündüzlerini gezerek geçiriyorlar.

Eşyaları odaya koyup etrafta kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz. Salnıcaklarda sallanıp, tahtirevalliye biniyoruz küçük çocuklar gibi. Öğlen yemeği için yukarıdaki lokantaya çıkıyoruz. İn cin top oynuyor etrafta. Zaten birisinin bizi fark edip ne istediğimizi sormasını beklemiyoruz. J lokantanın mutfağına gidip, orada bulduğu kişilere yemekleri söylüyor. Yemekten sonra henüz akşama vakit olduğu için arabayla gezmeye çıkalım diyoruz. Plânlarımıza göre Kao Ko’nun merkezine gidip hem bilgisayar için bir priz bakacağız hem de 1961’de çatışmalarda öldürülen devrimci gençler için dikilen anıtı ziyaret edeceğiz. Ana yola çıktıktan az sonra sola dönüyoruz. Daha dar denilebilecek, Tayland’da görmeye pek alışık olmadığım türden inişli-çıkışlı bir yol bizi dağların arasına, önlerinde tavuklarla bebeklerin birbirini kovaladığı evlere, ağır ağır yokuş çıkan motorsikletlere götürüyor. Aradığımız prizi bulamıyoruz. Kao Ko’nun merkezine gitmekten de vazgeçip, yolun solunda gördüğümüz “Kao Ko International Library” tabelasını takibe başlıyoruz. Dağın başında, hiçbir yabancı turistin olmadığı bir yerde neden uluslararası bir kütüphanenin kurulduğunu anlamak zor tabii! Gerçi bunu halen bilmiyorum. Kütüphanenin önünde havlayan köpeği atlatıp içeriye giriyoruz. Serin ve geniş bir mekan. Pek kitap yok! Kütüphanenin uluslararası olarak adlandırılmasının tek nedeni rafların farklı ülkelere göre sınıflandırılmış olmaları. Bir rafta Kore hakkında kitapları bulabiliyorsunuz ve bir başkasında Mısır ve Yunanistan... Türkiye’nin de içinde olduğu dolapta Topkapı Sarayı ve İstanbul üzerine birer kitap görüyorum. Bu arada iki küçük köpek sahiplerini kaybettikleri için kapının ağzında havlayıp duruyorlar. Kütüphanede fazla zaman harcamadan şehitliğe gitmek için yola koyuluyoruz.

Arabayı sürekli yokuşa sürdüğümüz için bir aksilik çıkacak diye biraz korkuyorum. Otomatik vitesli arabaların yokuşlara pek dayanamadığını duymuştum. Ne kadar doğru bilemiyorum! Ağır ağır çıkıyoruz dağın zirvesine. Aşağılardan hiç de görülmeyen dev bir anıtı karşımızda buluyoruz. Orada anlıyorum ki bu anıt komünist gerillalarla çatışırken şehit edilen polisler ve askerler için dikilmiş. Yani benim düşündüğümün tam tersine. J anıtın içine girip, köşelerdeki Buda heykellerine “vay” yapıyor. Dağın zirvesinde olduğumuz için manzara alabildiğine güzeldi. Her tarafımız yemyeşil dağlar ve vadilerle çevriliydi. Güneşin batımına az kalmıştı. Aşağıya karanlıkta inmek zorunda kalmak beni korkutmasaydı güneşin batışını beklerdim ama risk alacak durumda değildim. Bir iki fotoğraf çektirip inişe geçtik. Geldiğimiz yollardan geriye dönüp, yarım saat içinde konukevine vardık. Ben bir süre kitap okudum. J televizyon izlemeye başladı. Sanki tüm o yokuşları arabayla değil de yürüyerek çıkmışım gibi üzerimde ağır bir yorgunluk belirdi. J’nin “kalk, banyo yap da öyle yat” demelerini kulak ardı ettiğimi, gözlerimi kapatıp, a her zamanki davetkâr lacivertliğe bedenimi salıverdiğimi azçok hatırlıyorum. Bir de gürültü ile çalışmaya başlayan buzdolabını ve J’nin kıllık olsun diye kapatmadığı ışığı... Bunlar bile beni durdurmadı! Sonrasında sabah oldu!!!

19 Haziran 2007

Tayland'da Bir Hafta - 2. Gün -

11 Haziran 2007 2. Gün – Pazar

Pazar sabahı horoz sesleri ve Tokcay’ın yoldan geçen motorlara havlaması ile erkenden uyandım. Bir de yandaki boş arazide otlayan ineklerin çıngırakları... Bundan sonraki sabahlarım hakkında bilgi veriyorlardı sanki. Köydeki yaşam güneş doğmadan başlar. Hava ısınmadan köylüler işlerinin çoğunu halletmeye bakarlar. Öğleden sonraya pek iş bırakmamak sıcaklığın kırk dereceye ulaştığı ve kolay kolay aşağıya inmediği bir yerde akıllıca bir seçim. Ama gel bir de bunu bana anlat! Ben tatildeyim! Ya da en azından öyle bir niyetim vardı Tayland’a gelirken. Oysa kayınpederin evinde böyle bir ayrıcalığım olmadığı aşikâr... Herkes gibi ben de erkenden kalkmalıyım. Zaten istesem de uyuyamamam bu gürültüde.

Kahvaltı sırasında Ulaş’ın getirdiği Radikal Kitap eklerine takıldım. Yaklaşık on haftanın ekleri var elimde. Bazıları kitap eki değil, bazıları da kitap eki ama Radikal’in değil. Oku, oku bitmez... Gerçi her kitap eleştirisini okumak değil amacım. Oradan, buradan! İlgimi çeken yazıları okuyorum. Hafif okuma türünden okumalar... Ağıra kaçan eleştirmenlerin yazdıklarını eliyorum. Anlamayacağımdan değil, tatilde olduğumdan... Bütün eklerin başında gün Cuma’yı gösteriyor. Burada her gün Cuma. Her sabah Cuma sabahı...

Kahvaltıdan sonra öğreniyorum ki öğlen yemeği için J’nin akrabalarıyla birlikte Gay Yang, Som Tam ve Kao Niyo yemeye gidecekmişiz. “Nereye gideceğiz?” diye sordum. “Dinazora gideceğiz.” dediler. Dinazor dedikleri, bulunduğumuz yere yaklaşık 20 km uzaklıkta, milyonlarca yıl öncesinden kalma dinazor fosillerinin bulunduğu bir müzenin yanındaki meşhur İsan lokantası. Adının bu tarih öncesi hayvanlarla anılmasının tek nedeni lokantanın yanında duran iki dev dinazor heykeli. Heykellere bakınca insanın gülesi geliyor. Dinazorları öyle resmetmişler ki tarih öncesinden kalma vahşi hayvanlara değil de Taş Devri çizgifilminden çıkma, inşatlarda vinç olarak kullanılan şirin çizgi kahramanlara benziyorlar. Yol üzerinde, lokantadan uzak bir yerde, bunların renklilerini de görmüştüm. Pembe ve yeşile boyanmış, gülümseyen dinazorlar benzin istasyonunun girişinde sürücülere ‘Hoşgeldiniz!’ diyorlardı... İsan insanının hemen her şeyi alaya alan, insanı bir anda ciddiyetten uzaklaştıran şakacılığına vermek lazım bu heykellerin gülünç görüntüsünü.

Yemeğe iki arabayla geldik. Birisi bizimkilerin yeni Toyotası, diğeri de J’nin dayısının büyük Mitsubishi kamyoneti. Toplam dokuz kişiydik. Yemekler söylendi. Her zamanki gibi som tam lao, kao niyo, gay yang, bıla pav ve lap nığa geldi masaya. Onlar som tamı Laos usulü seviyorlardı. Ben Tayland usulü olanından istedim kendim için. Nedense som tam laoyu pek sevmiyorum. Kokusu ağır geliyor sanırım... Yemekte tam karşımdayeni evli bir çift vardı. J’nin dayısının oğlu Dunu ve yeni eşi Sunny. Dunu okumak için Bangkok’taki Ramkamhaeng Üniversitesine gidince, kendi köyünden olan Sunny de Rangsit civarında bir fabrikada çalışmaya başlamış. Aslında birbirlerine olan tutkuları Bangkok’a gitmeden önce de varmış. Bangkok’ta ailelerinden de uzakta iyice alevlenmiş içlerindeki koz. Derken Sunny ve Dunu hafta sonlarını geceleri de dahil olmak üzere birlikte geçirmeye başlamışlar. Tabii köydeki ailelerin durumdan haberdâr olması uzun sürmemiş. Sunny’nin babası hemen Bangkok’a gitmiş. Her ikisiyle de konuşmuş. Köye geri geldiğinde de kıyameti koparmış. ‘Senin oğlun benim kızımın bekaretini bozdu, evlenmekten başka çareleri yok’ diye tutturmuş. Dunu’nun babası önce isteksiz görünmüş. Dunu okulu bitirene kadar beklemeleri için Sunny’nin ailesine biraz para teklif etmiş ama Sunny’nin babası ya daha çok para istemiş ya da parayı tümüyle reddetmiş. Sonra araya başka hesaplar girmiş. Kavga, döğüş derken sonunda iki genci evermişler. Düğünde J buradaydı. Ben Vietnam’daydım. Kız daha 19 yaşında. Dunu da sanırım ya 20 ya da 21. Okulu bıraktı. Şimdi tarlada çalışıyor. Kazandığı üçbeş kuruşla hem evliliğini yürütmeye çalışıyor hem de kardeşlerinin okumasına yardımcı olmaya çalışıyor. Hayat zor! Tarlada çalışmak, hayvanların bakımıyla ilgilenmek, pirinç çuvallarını sırtlayıp taşımak... Neyse ki babası gibi uzun boylu, babayiğit bir delikanlı. Bir o kadar da utangaç. Sunny de evin geçimine yardımcı olmak için bahçede yetiştirdikleri sebzeleri ilçe pazarında satıyor. Bazen de evde tatlı türü şeyler yapıp, pazarda müşterilerin beğenisine sunuyormuş. Girişimcilik ruhu var yani! Önlerinde uzun ve zorlu yıllar var. Ben yine de Dunu’nun okula geri dönüp, diplomasını alması taraftarıyım. Tabii işler o kadar kolay değil. Üniversitede okumak için para lazım. Ayrıca duyduğuma göre Dunu dersleri pek anlamıyormuş. Buradakilerin okumak istemeyen gençler için genelde söylediği bir laf vardır: Riyen may geng! Bu lafı yiyen birisi bir daha belini zor doğrultur. Çünkü tepenizdekiler sizin okuyamayacağınızı anlamış, bu konuda kesin kararı vermiştir. Böylece geriye tek bir yol kalır. Köyün tozlu yollarında malları gütmek, pirinç tarlalarında yevmiye ile çalışmak ya da ufak tefek ticarete atılmak... Üçüncüsü dışındakilerin pek bir gelecek vaad ettiği yok.

Sırası gelmişken Tayland insanının çocuklarına ad vermekteki yaratıcılıklarını anmakta fayda var. Dunu ve Sunny bunlardan ikisi. Mesela Dunu’nun bir kardeşinin adı ‘Up ap’ diğeri de ‘Du pu’. Bunların bir de üç kız kuzenleri var. Adları sırasıyla Pom pem, Pu Pak ve Pu Pik. Bu altı adın hiçbirisinin Taycada ya da Laoscada bir anlamı yok. Sırf kafiye olsun diye konmuş adlar. Ben Bangkok’ta çalışırken hatırladığım bazı öğrenci adlarını da yazayım: Ice, Honda, Toshiba, Lucky, Bonus, Bank, Mu (Domuz), Naam (Su), Luk bıla (Yavru Balık), Big, Lek (Küçük). Bir de burada, İsan bölgesinde duyduğum bir ad var ki sanırım içlerinde en çok bahsedilmeyi hak eden o. İsan’da bazı anneler oğullarına “Ham noy” adını koyarlarmış. “Ham noy” ufak çük anlamına geliyor.

Yemekten sonra J ve ben Kon Ken’e gitmek için Toyota’yı aldık. Önce biraz sorun oldu Vietnam’da sağdan akan trafiğe alışmışken burada soldan gitmek. Ama birkaç dakikada alışıverdim. Günün kalan kısmında pek bir şey olmadı. Alışveriş, yeme, içme ve eve geri dönüş... Kon Ken’den Rong Rığa’ya doğru arabayı sürerken güneş batıyordu. Portakal rengi bir balon gözlerimin önünde yavaş yavaş aşağıya doğru çekilirken ben tatilin bir gününü daha huzur içinde bitirmiş olmanın sevincini yaşıyordum.

Tayland'da Bir Hafta - 1. Gün

10 Haziran 2007 – 20:35 – Tayland’da Tatil

Uçaktaki koltuğum pencere kenarındaki üçlünün koridora bakan kısmına denk gelmişti. Ben oturduktan sonra iki Japon kız pencere kenarındaki ve ortadaki koltuğa oturmak için yanımda dikilince ümitlendim. Belki Murakami’yi tanıyorlardır ve hakkında konuşabiliriz diye düşündüm ilk olarak. Gerçekten de pencere kenarına oturan, nispeten daha genç ve güzel olan kız Murakami’nin adını görünce yazarı tanıdığını başını hafifçe aşağı yukarı sallayarak ve gülümeseyerek belirtti. Ancak konuşmamız bu noktadan ileriye gidemedi. Çünkü her iki kız da çok az İngilizce biliyorlardı. Hostesler gelip ne içmek istediklerini sorduklarında Japon koltuktaşlarım dertlerini anlatmakta bir hayli zorlandılar. Sonunda istedikleri portakal suyuna ve suya kavuştuklarında yüzlerindeki memnuniyet görmeye değerdi. Ben yemeğimi yerken de, kitaba gömülüp okurken de ara sıra bana bakıp gülümsediler. Her bakışlarından sonra aralarında fısıltı ile Japonca konuşmaya devam ettiler. Ne konuştuklarını merak etmedim diyemem! O anda aklım okuduğum romandaki Japon kahramanlara değil de yanımda fingirdeyerek konuşan iki genç Japon kızına takılmıştı. Büyük bir olasılıkla parmağımdaki evlilik yüzüğünü konuşuyorlardı! Ya da burnumun ne kadar büyük olduğunu! Ya da neden Murakami okuduğumu... Belki de benden söz etmiyorlardı... Tüm bu aklımdan geçen düşünceler masanın üzerine konmuş yemi görüpte kafeste olduğu için ona ulaşamayan kuşun kurduğu hayâller olarak da düşünülebilir.

Uçaktaki en büyük sorun tuvaletlerdi. Uçak havalanmadan işimi göreyim de kolay olsun dedim ama hostes uçak yerde iken tuvaletlerin kullanılamaycağını gerekçe göstererek isteğimi reddetti. Az çok Fizik bilen birisi olarak tuvaletlerin çalışma prensipinin neden uçağın yerden yüksekliği ilişkili olduğunu bulmaya çalıştım ama ne çare! Otobüslerdeki ya da trenlerdeki tuvaletler nasıl çalışıyorsa uçaklara da aynı prensiple çalışan tuvaletler yapılamaz mıydı? İtiraz etmeden oturdum. Uçak havalandıktan ve emniyet kemeri ışığı söndükten sonra tuvalete bir daha gittim. Bu sefer tuvaletin önünde birikmiş üç yolcu vardı. Bir bayan yolcu da yeni çıktığı tuvaletin kapısında dikilmiş kimseyi içeri almamaya çalışıyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu ama ya İngilizcesi ya da terbiyesi izin vermiyordu söylemek istediği şeyin ağzından çıkmasına. Durumu anlamak zor değildi! Sifon çalışmamıştı ve bu kadın istemeden de olsa geride bıraktıklarının başkaları tarafından görülmesini istemiyordu. Kadın ‘flush did not work’ demek yerine dudağını ısırıyor, zoraki gülümsüyor, yüzüne yayılan utangaçlığı saklamaya çalışıyor ve dolayısıyla işi daha da zorlaştırıyordu. Hosteslerden biri tuvalete girdiğinde ben koltuğuma geri döndüm. Bunca zaman tuttum, yarım saat daha beklerim dedim kendi kendime. Yerime tekrar geçince aklıma takıldı: İyi ki 1.5 saatlik bir yolculuktu çıktığımız. Hani çok sıkışsa bile tutar insan kendisini. Peki ya İstanbul’a gidiyor olsaydım! O zaman yolculuk 10 saate çıkıyor. Otobüs değil ki bu acil durumlarda aracı yolun kenarına çekip yolcuyu karanlıktaki çalıların arkasına gönderesin...

Bangkok havaalanına vardığımda Ulaş ile buluşmam zor olmadı. Daha doğrusu o doğru yerde beklediği için benim yanlış yere gitmek gibi bir şansım olmadı. Çenesinde bıraktığı top sakalı ve bana eskisine göre daha tombul görünen gövdesiyle, yolcuların çıktıkları yerde el sallıyordu. Önce el sıkıştık, ardından da kalabalıktan sıyrılıp nefes alabildiğimiz bir yerde Türk usulü yanak yanağa öpüştük. Oldum olası haz almadığım bir harekettir bu öpüşme meselesi! Sarılmayı severim ama öpüşmek bana yapmacık gelir! Zaten yapmacıktır da! Kimse kimseyi öpmez. Yanaklar birbirine değdirilir ve öpücüğün sesi çıkarılır. Neyse! Bir yere geçip oturduk. Ben Ulaş’ın iki hafta sonra öğretmeye başlayacağı derslerden, okuldan ve Vietnam’dan söz ettim. O da bana geride bıraktığı Türkiye’yi anlattı. Şu bir gerçek ki ikimiz de yaşadığımız yeri içinde yaşadığımzı süre içerisinde beğenmeyen, şikayetçi olan insanlarız. Rahatsızız! Kafadan ya da kalpten! Belki de bu rahatsızlık bizi yazmaya sürüklüyor. Yaşadığı kente aşık olup da yazanlar mutlaka vardır. Ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra yaşadığım kentlerin hiçbirisine aşık olmadım. Çang May’ı sevdim diyebilirim ama aşk derecesinde değil! İstanbul’a geri dönersem onu da eskisi gibi sevebilir miyim bilemiyorum. Hayâllerin peşinde koşacak yaşı çoktan geçtim. Orhan’ın tabiriyle hayat duygusallık kaldırmıyor. İşlere bakmak lâzım...

Ulaş bana yeni çıkan kitabını, Bora Bey’in kitabını ve Radikal’ın Kitap eklerini getirmiş. Benim kitabımı o yola çıkmadan İstanbul’a varmadığı için getirememişti. Gerçi bunu biliyordum ama çaresizce bir sürpriz, bir mucize bekliyordum... İnsan engel olamıyor irrasyonelliğe... Ne yapalım, biraz daha bekleyeceğiz... Havaalanından ayrılıp, otobüs terminaline giderken yol boyunca hem bu kitaplara baktım hem de taksi şoförü ile Tayca muhabbet ettim. İnsanın dilini bildiği bir ülkede olması ne kadar güzel bir şey. Vietnam’da ben de J de dili doğru dürüst konuşamadığımız için çektiğimiz sıkıntının haddi hesabı yok. Bir keresinde motora gaz almak için bir motor taksiden beni gaz istasyonuna götürmesini istedim. Nasıl anlattıysam adam beni önce semt pazarındaki tavuk satan kadına ardından da balıkçıya götürdü. Sonunda geçtiğimiz yolun kenarında bir benzin istasyonu gördüm de muradıma erdim. Yoksa tüm kenti dolaşacaktık! Şimdi Tayland’dayım ve derdimi anlatacak kadar dile hakimim. Gerçi sağolsun, şoför lafı evirip çevirip Vietnamlı kadınların fiyatına getirmeyi becerdi ama ben anlamamazlıkta gelip geçiştirdim. İşin bu yanı da güzel! Ne de olsa yabancıyım! İstediğim zaman aptal numarası yapabilirim. Dili biliyor olmanın bir güzel yanı ise kazıklanma olasılığının düşük olması. Satıcı kişi eğer ben Tayca konuşursam biliyor ki bu ülkede yaşamışlığım var. Bu durumda fiyatlardan da az çok haberdârımdır. Vietnam’dayken bir kere parkın kenarındaki tuvalete gitmiştim. Tuvalleten çıkınca elimi cebime attım. Bir beşbinlik bir de ikibinlik bozuk para çıktı. Kapıda bekleyen adama hangisi anlamında parayı uzattım. Adam önce ikibini aldı. Ardından benim yüzüme baktı. Kararını değiştirip ikibini avucuma geri koydu ve beşbini aldı. Kazıklandığımın farkına varmış olsam da birşey demedim. Hem ne diyebilirdim ki? Aynı dili konuşmuyorduk...

Otobüse istasyonunda hiç zorluk çekmeden biletimi aldım ve yola koyuldum. Yol boyunca önce Murakami’nin romanını bitirdim. Ardından Ulaş’ın kitabından birkaç deneme okudum. Havanın kararmasından az önce de Radikal’in Kitap eklerinden çeşitli yazılara baktım. Çok uykum olmasına rağmen bir türlü uyuyamadım. Hava karardıktan sonra okuyamadığım için bilgisayarı açtım ve Sebahattin Ali’den bir öykü okudum. Ardından da birkaç not yazdım. Phu Kiyo’ya vardığımda saat dokuza geliyordu. Otobüsten indiğim yerde bekledim. J, annesi ve babası arabayla geldiler. Gidilecek ilk yer belliydi: Lokanta

Öğlen yemeğini yedikleri lokantaya gittik. Dom Yam Bla, Yam Tale bir de adını bilmediğim üçüncü bir yemek geldi. Güle oynaya yedik. Bir aydan uzun bir süredir akşam yemeklerini yalnız yediğim için bu yemek bana ilaç gibi geldi. İtiraf sayfasında okumuştum. Birisi Tayland’ın yemekleri için ya çok seversin ya da nefret edersin diye yazmıştı. Sanırım ben deli gibi sevenler kategorisine dahil oluyorum. Acılı yam taleyi yerken soğuk biralarımızı yudumladuk. J’ye hediyesini verdim. Yemekten sonra da eve döndük. Tok Cay’ın on dakika süren karşılama töreni, elimi ve ayaklarımı yalaması ve yanıma yaklaşanlara havlamasını atlatıp, yatak odasına geçebildim. Vietnam’da aldığım, Van Gogh’un ‘Yıldızlı Gece’ tablosunu oturma odasında tüm ev ahalisine gösterdiğimde kayınpeder bu tabloyu niye aldığımı sordu. Tabii! Evin her yerini kralın ve kraliçenin resimleriyle doldurmak varken ne gerek var insana ysşamın yüceliğini, yıldızların sonsuzluğa yönelen hareketlerini, insanın hayranlığını anlatan bir Van Gogh tablosuna?

Biraz daha etrafta oyalandıktan sonra duş almak için banyoya girdim. Süpriz oradaydı... Su ısıtıcısı olmadığı için soğuk suyla duş alacaktım. Vietnam’da sıcak suya alıştığım için ilk birkaç saniye zorlandım ama bedenim hemen alışıverdi suyun sıcaklığına...

17 Haziran 2007

Tayland'da Bir Hafta -Sıfırıncı Gün-

9 Haziran 2007 – 09:02 – Ho Çi Min Kenti, Havaalanı

Havaalanındayım. Ho Çi Min Kenti gibi dev bir yerleşim merkezi için küçük sayılacak bir havaalanı burası. Bulabildiğim tek kafeye daldım. Kablosuz internet yok. Ya da var ama yeterli değil. Yan taraftaki duvarda ‘Internet ve Game Centre’ yazıyor. Kafenin yanına internet erişimi için bilgisayarlar koyan işinsanı zihniyeti doğal olarak kablosuz internete izin vermemiştir. Uçağım 10:30’da. Saat 10’a kadar burada oyalanmak istiyorum. Dün çok yoğun geçti. Birbirinden farklı ve alışık olmadığım işleri tek bir güne sığdırmak beni hep yormuştur. Okulda işler sandığımdan çok daha uzun sürdü. Hanoi’daki iki öğretmenle aramızdaki iletişimi hızlandırmak için doğrudan telefonlarına SMS gönderiyorum. Yine de işler umduğum gibi hızlı ilerlemiyor. Sanırım en büyük sorun, hiçbir şeyi kaçırmış olmamak için yazdığım uzun iletileri sonuna kadar okumuyor olmaları. Aynı şeyleri sürekli soruyorlar. Bu yüzden yanlış sınavı verdiler öğrencilerine. Hem bir de gülüyor telefonda. Kitaptaki t-tablosundaki yanlış için bile beni arayıp, ne yapacaklarını soruyorlar. Oysa ben bu okula ilk geldiğimde hemen her işimi kendim halletmiştim. Bir patrona ihtiyaç hissetmeden çalışabilmek güzel bir meziyet...

Okuldayken üzücü bir haberle sarsıldık. Koreli bir öğrenci motorsiklet kazasında ölmüş. Hemen Öğrenci Kayıt Sistemine girip öğrencinin resmine baktım. Hemen her gün öğrenci kafeteryasında gördüğüm bir yüzdü. Gencecik, gözleri pırıl pırıl... Bakışlarında bir derinlik yok çünkü bakışlarını derinleştirecek kadar uzun yaşamamış. Sadece bakıyor! Belki resmi çektikten sonra ne yapacağını düşünüyordu: Hangi sinemaya gidecekti, hangi arkadaşıyla buluşacaktı, hangi derse çalışacaktı... Acaba nasıl bir dikkatsizlikle kaybetti yaşamını? Motor bu! Kaza yaptığın anda affetmiyor. Başını bir yere çarpsan, karşıdan gelen arabanın önüne yuvarlansan, sinyal vermeden dönmeye çalışan bir arabaya çarpsan! Hepsi aynı! Kaskın yoksa ve kaza anında yavaş gitmiyorsan kurtulma olasılığın oldukça düşük. İlginçtir! Şimdiye kadar bu bölgede beş farklı okulda çalıştım. Bu okulların dördünde dört öğrenci motor kazasında öldü. Çany May’daki Vatcharapong adındaki öğrencim sarhoş sürdüğü motorda virajı alamayınca düşmüş, kafasını köprünün demirlerine çarpmıştı. Oysa üniversiteye yeni başlamıştı... Rayong’da bir kız öğrenci bir yandan telefonda konuşurken bir yandan da motor kullandığı için nereden geldiği bilinmeyen bir kamyonete çarpmıştı. O da anında ölmüştü... Sarasas’ta çalışırken ölen öğrenciyi tanımıyordum. Sadece öldü haberini duymuştum. Tek bir kelimeyle ifade ediliyordu artık. Geri dönüşü olmayan bir yolda başka bir kelimeye ihtiyacı olmayacaktı. Dün ölen öğrenciyi de ara sıra koridorlarda, kafetaryada görürdüm. Sürekli diğer Koreli öğrencilerle bir masada oturan, popüler denilebilecek bir gençti. Okulda beşinci dönemindeymiş. İstatistik dersini ben bu okulda çalışmaya başlamadan önceki dönem almış. Yani beni bir dönemliğine ıskalamış, ya da ben onu... Böyle olaylarda insan düşünmeden edemiyor... Hani şu ‘kelebek etkisi’ dedikleri olay. Acaba diyorum! Bir dönem önce gelseydim, bu öğrenciye İstatistiği ben öğretmiş olsaydım, değişen bir şey olur muydu? Kesişen hayatların birbirlerine olan etkilerini ölçmeye yarayan bir denklem var mı? Varsa bile milyonlarca değişkeni olacağı kesin... Benim o denklemde ne kadarlık bir katsayım olabilir. Ve bu katsayı ile sonucu ne kadar etkileyebilirim?

Okuldan çıkınca alışveriş yapmaya gittim. J’nin istediği oyuncak bebeği aldım. Sarı Ao Yay giymiş oyuncak bebek. O kadar şirin ki yaşımdan utanmasam bir tane de kendime alacaktım. Başında Vietnam’lıların giydikleri türden konik şapka, bir elinde çiçek sepeti... Simsiyah, omuzlarından azıcık aşağıya kadar inen saçlarına ufak bir de pembe gül takmış. İnce ve uzun! Kısacası ideal bir Asyalı kız! Hanım hanımcık, geleneklerine bağlı, duruşunda ve başını dik tutuşunda bir gurur var. Oyuncağı yapan ustanın gönlünde yatan kız olsa gerek bu bebek! Ya da yaşlı birisi ise gönlünde yatan gelini olmalı. J neden böyle bir oyuncak istedi tam olarak bilmiyorum. Sanırım yeğenine verecek. Ya da bu tio işlerle uğraşan halasına. Oyuncağı aldıktan sonra J’ye ufak bir hediye aldım. Bunca zaman ayrılıktan sonra ufak bir hediye buzları çözmeye yetecektir. Sonra da bir lokantaya gidip erken akşam yemeği yedim. Yemekten sonra vakit olduğu için kitap okumaya devam ettim. Romanın sonlarına yaklaşırken Dick North’un öldüğünü öğrendim. Vietnam’ın tek kollu gazisi, ekmeği çift ellilerden daha iyi dilimleyebilen, düzen ve tertibin temsilcisi, iyi aşçı Dick bir trafik kazasına kurban gitmişti. Aklıma ister istemez sabah ölüm haberini aldığım Koreli öğrenci geldi. Roman boyunca tüm olayların bir şekilde birbirine bağlanması ve tüm ölümlerin neden-sonuç bağlamında bulmacanın parçaları gibi birbirine uyum sağlaması beni romandaki kahramanın ölümü ile Koreli öğrencinin ölümü hakkında düşünmeye zorladı. Ben Dick North’u da sevmiştim. Ondaki ağırbaşlılığı, bir kadına olan bağlılığını, masasında uçları özenle sivriltilmiş beş kurşun kalemi bulundurmasını, roman anlatıcısının hayatında yediği en güzel sandviçleri hazırlayabiliyor olmasını sevmiştim. Hemen hemen bende pek az bulunan meziyetler...

Ardından da Inspector’s Call adlı oyuna gittim. Oyuna giderken amaçlarımdan birisi de Vietnam’da yaşayan, sanat ve edebiyatla ilgilenen İngilizce konuşabilen yabancılarla tanışabilmekti. Oysa her ne kadar bu amaçla gidiyor olsam da gittiğim zaman insanlarla tanışamıyorum. Yine kitabım ve ben! Tiyatro salonunun bir köşesinde oturdum ve oyun başlayana kadar okudum. Oysa salonun dışında insanlar fıkır fıkır konuşuyorlardı. Bir ara dışarı çıktım. Panolardaki ilanlara baktım. Bir tanesi Vietnam’da yaşayan İngiliz bir yazarın kitabıydı. Daha önce bir romanı yayınlanmış, şimdi de öykü kitabı çıkarmış. Uzun sarı saçlarıyla karizmatik bir görüntüsü var yazarın. Kitapları üzerine Guardian’da ve Observer’da yayınlanan eleştirileri okudum. Anlaşılan derin bir yazar. Panonun yanındaki bayana kitabı nasıl elde edebileceğimi sordum. Gruba elmek atmamı söyledi. Tamam anlamında başımı sallayıp tekrar salon girdim. Girişteki bayana laf olsun diye ‘Siz Taylandlıya benziyorsunuz, Taylandlı mısınız?’ diye sordum. Kız soruya hiç şaşırmamış gibi görünerek, ‘Hayır ama beni Taylandlıya benzeten ilk kişi siz değilsiniz’ dedi. Bunu söylerken bile bir Taylandlı gibi gülümsüyordu. Nereli olduğunu sormadım. Yüzündeki makyajın onu Taylandlı kadınlara benzettiğini de söylemedim? Hiç tanımadığım bir kadına durduk yere makyajından söz etmek herhalde pek de hoş bir davranış olmazdı.

Oyun güzeldi. Sonundaki hafif ‘twist’ izleyiciyi masumiyet konusunda ciddi bir sorgulamaya sürüklüyor. Bugüne kadar yaptığımız yanlışlardan dolayı kimse zarar görmemişse bu bizi masum yapar mı? İşin tuhaf yanı bu oyun da beni okuduğum kitabın konusuna götürdü. Hepimiz birbirimizle bağlıyız, birbirimizden sorumluyuz. Sheepman’in dediği gibi ‘Dance, Dance and Dance’. Yaptığımız her hareket, verdiğimiz her karar, ister istemez dünyanın bir yerinde, hiç tanımadığımız insanların hayatlarını etkileyebilir. Tıpkı Brad Pitt’in oynadığı ‘Babel’ filminde olduğu gibi. Japon bir turistin av sonrası tüfeğini bir Tunusluya vermesi Meksika’dan Amerika’ya göçmüş ve yıllardır kaçak olarak çocuk bakıcılığı yapan bir kadının Meksikaya geri gönderilmesine neden olabilir. Kullandığımız arabanın egzozundan çıkan gaz okyanusun ortasındaki bir adada kendi yetiştirdikleri ürünleri yiyerek yaşayan halkın topraklarını yükselen deniz suyunun altında bırakıyorsa hiçbirimiz ya da yaptığımız hiçbir hareket masum değildir.

Eve döndüğümde saat 10’a geliyordu. Sabah saat 6’da başlayan gün henüz bitmemişti. Bavulları hazırlamam gerekiyordu. Günlerdir ertelediğim işi sonunda yapmak zorundaydım. Televizyonu açtım. Bir yandan Nadal’ın maçını izlerken bir yandan elbiseleri bavula doldurdum. Yola çıkmadan önce son bir defa daha elmekleri okumak için internete bağlandım. M.’in sabah gönderdiği elmeğe yanıt yazmak istedim ama Derya google talk’da çevirimiçiydi. Kitabımın matbaadan çıktığını, Pazartesi günü eline ulaşacağını söyledi. Bu durumda Ulaş Bangkok’a gelirken benim kitabımı getiremeyecekti. Dolayısıyla eğer abim kitapları gelecek hafta postaya verirse ben kitabımı en geç bir ay içinde görebilecektim. Kendimi kışladayken çocuğu olduğunu öğrenen asker gibi hissettim o anda. Çok fazla düşünmeden bilgisayarı kapattım ve kendimi yatağa attım. Ertesi gün de uzun ve yorucu olacaktı. Saat 12’ye doğru, kitabıma kavuşup, sayfalarını karıştıracağım günü hayal ederek uykuya daldım.

06 Haziran 2007

UYKU

-1-

Ben böyle değildim. En azından beş yıl öncesine kadar sıradan bir işim, sıradan bir yaşantım, ufak da olsa bir arkadaş grubum vardı. Sabahları herkes gibi erkenden uyanır, banyomu yapar, dişlerimi fırçalar, traş olur, motoruma biner ve işyerime varırdım. Günlerim ve gecelerim birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılırlardı. Akşamları saat on olduğunda yatağa girer, sabahları da saat altıda kalkardım. Sekiz saatlik uyku benim için günün vazgeçilmez bir parçasını oluştururdu. Yirmidört saatlik günümü üç eşit parçaya bölmüştüm. Uykudan arta kalan üçte ikilik bölümün yarısını işte harcardım. Diğer yarısını ise basit bir tanımlamayla geçiştirilemeyecek kadar çeşitli avareliklerle geçirirdim. Uykunun fazlasına ya da eksiğine tahammül edemezdim. Günlük yaşamım o kadar sıradandı ki yol kenarındaki bir ağacın bile benden daha renkli, daha heyecan verici deneyimlere sahip olduğunu düşünürdüm kimi zaman. Yanlış anlaşılmak istemem! Hiçbir zaman şikayet etmedim durumumdan. Kendi hâlimde, kendime yeten, işyerindeki tanıdıklarından başka pek bir dostu olmayan birisiydim. İşim de bu sıradanlıklara uyum sağlayacak türden sıkıcı ve tekdüze idi. Darphanede, o koca makinaların bastığı paraların seri numaralarını kontrol etmekti işim. Sabah dokuzdan akşam beşe kadar önüme konan destelerdeki paraları sayar, seri numaralarının aritmetik sırayı takip edip etmediklerini kontrol eder, makineden pürüzlü çıkan paraları ayırıp öğütme makinesine gönderir, onların yerine aynı numarada paraların basılması için gerekli formları doldurur ve yetkililere teslim ederdim. İşim tam olarak bundan ibaretti. Charlie Chaplin’in sabahtan akşama kadar makine bandı üzerinde önüne gelen aletlerin civatalarını sıkan kahramanı gibi gülünçtü durumum. Tüm günüm birden yüze kadar saymakla geçerdi. Bitince baştan başlardım. Bazen değişiklik olsun diye yüzden bire doğru sayar, bazen de ortadan başlayıp, bir ileri bir geri giderek desteyi bitirirdim. Sonuçta zamana karşı ciddi bir yarışımız yoktu. Ekonominin rayında olduğu ve enflasyonun düşük rakamlarda tutulduğu yıllarda para basma işi ağır ağır yapılırdı. Kimsenin acelesi yoktu! Sonuçta dışarıdaki insanlara yetecek kadar para vardı piyasada. Bizim işimiz daha çok eskiyenleri yenileriyle değiştirmek, gittikçe zenginleşen ülkeyi yabancı para birimlerinin işgaline karşı korumak için bol bol Dong basmaktı. Hazine ülkeye giren Dolarları piyasadan çekip, karşılığında Dong basmaya karar verdiği zaman başımızı kaşıyamayacak kadar meşgûl oluyorduk. Bunun dışındaki zamanlarda darphanede hayat durgun bir suda rüzgârın etkisiyle ağır ağır ilerleyen ufak bir kayığın hareketine benzerdi. Pek az kişi birbiri ile konuşur, yere düşen bir kalemin çıkardığı gürültü o kattaki herkes tarafından duyulurdu.

Darphanede çalışan tüm diğerleri gibi ben de alışmıştım kendi dünyamı darphanenin dünyasından ayırmaya. Her gün ellerim milyarlarca Dong’a değdiği hâlde, bir kere bile bu paraların benim olabileceğini hayâl etmemiştim. Gerçi kolay değildi masanın üzerine yığılan onca parayı görüp de uçuk kaçık hayallere dalmamak. Ama benimkiler masum denilebilecek, herkesin düşünebileceği türden şeylerdendi. Mesela ufak bir uçak alıp dünyayı gezmek ya da Pasifik Okyanusunun ortasında bir ada alıp, üzerine kale inşa etmek gibi parası olanların bile yapmayacağı şeyleri düşler, bir türlü geçmek bilmeyen zamanı bu şekilde aldatmaya çalışırdım. Gündüz düşleri aynı zamanda sinirlerimin yatışmasına da yardımcı olurlardı. Öyle ki işyerinden çıkarken çantalarımızı, cüzdanlarımızı ve ceplerimizi didik arayan bekçiye bile kızmazdım aşırıya kaçıp, apış arama kadar ellerini götürdüğü zamanlarda. Sonuçta darphaneye girerken üzerimizde ne kadar para olduğunu bildirmemiz, girişte bekleyen görevlilerin defterlerine miktarı kaydettirmemiz gerekiyordu. İçeride yemek de dahil hiçbir şeye para harcamamız gerekmediği için evlerimize dağılırken de üzerimizde aynı miktarda para bulunması şarttı. İçerideyken kendi paramıza dokunmamız neredeyse yasak olduğu için darphanenin parasına aynı gözle bakamazdık. Zaten arkadaşlar arasında destelerle masalara konan milyarlar değerindeki banknotlara para demezdik. Kimileri ‘iş’ derdi, kimileri ‘mal’. Dolayısıyla kendi paralarımız ile darphanenin paraları ya da malları arasında ciddi bir ayırım, asla birbirine karışmayacak iki nehir gibi akan iki ayrı hayat vardı. Hayallerimi işyerinden çıkar çıkmaz unuturdum. Darphanede çalıştığım yedi yıl süresince bir kere bile rüyamda para görmemiştim. Bunda şaşılacak bir şey var mı bilemiyorum! Sistem dışardaki beni içeri sokmama izin vermiyordu. Dışarıdakinin de içeriye girmesine izin yoktu. İşyerinden çıkınca genelde akşam yemeğini yemek için bir yerlere takılırdım. Bazen arkadaşlarla yol kenarlarındaki ufak lokantalara takılır, saat dokuza kadar sanki zamanı başka şekilde öldürmek olanaklı değilmiş gibi yemek yer, bira içer, kağıt oynar, şarkı söyler ve seyrek olsa da yanımıza oturan konsomatrislerle gönül eğlendirirdik. Bu tip eğlencelerden o zaman da pek haz almazdım. O yüzden arkadaşların davetlerini genelde reddeder, motorumu kentin dışına, evlerin ve fabrikaların seyrekleştiği yerlere sürer, yol üzerindeki kirli bir lokantada karnımı doyurur, saat dokuz olmadan evime dönerdim. Çünkü hayatımın döngüsünü devam ettirebilmem için saat onda yatakta olmam gerekirdi. Bu kutsal kitapta yazılmış gibi ciddi bir kuraldı benim için. Mini etekli konsomatrislerin boşalan bardaklara şişedeki soğuk birayı boşalttıkları, masadaki herkesin zilzurna sarhoş olduğu akşamlarda bile ben saat dokuz olmadan mekânı terkeder, evime varır, banyomu yapıp dişlerimi fırçalar ve saat tam onda yatağa girerdim.

UYKU

-1-

Ben böyle değildim. En azından beş yıl öncesine kadar sıradan bir işim, sıradan bir yaşantım, ufak da olsa bir arkadaş grubum vardı. Sabahları herkes gibi erkenden uyanır, banyomu yapar, dişlerimi fırçalar, traş olur, motoruma biner ve işyerime varırdım. Günlerim ve gecelerim birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılırlardı. Akşamları saat on olduğunda yatağa girer, sabahları da saat altıda kalkardım. Sekiz saatlik uyku benim için günün vazgeçilmez bir parçasını oluştururdu. Yirmidört saatlik günümü üç eşit parçaya bölmüştüm. Uykudan arta kalan üçte ikilik bölümün yarısını işte harcardım. Diğer yarısını ise basit bir tanımlamayla geçiştirilemeyecek kadar çeşitli avareliklerle geçirirdim. Uykunun fazlasına ya da eksiğine tahammül edemezdim. Günlük yaşamım o kadar sıradandı ki yol kenarındaki bir ağacın bile benden daha renkli, daha heyecan verici deneyimlere sahip olduğunu düşünürdüm kimi zaman. Yanlış anlaşılmak istemem! Hiçbir zaman şikayet etmedim durumumdan. Kendi hâlimde, kendime yeten, işyerindeki tanıdıklarından başka pek bir dostu olmayan birisiydim. İşim de bu sıradanlıklara uyum sağlayacak türden sıkıcı ve tekdüze idi. Darphanede, o koca makinaların bastığı paraların seri numaralarını kontrol etmekti işim. Sabah dokuzdan akşam beşe kadar önüme konan destelerdeki paraları sayar, seri numaralarının aritmetik sırayı takip edip etmediklerini kontrol eder, makineden pürüzlü çıkan paraları ayırıp öğütme makinesine gönderir, onların yerine aynı numarada paraların basılması için gerekli formları doldurur ve yetkililere teslim ederdim. İşim tam olarak bundan ibaretti. Charlie Chaplin’in sabahtan akşama kadar makine bandı üzerinde önüne gelen aletlerin civatalarını sıkan kahramanı gibi gülünçtü durumum. Tüm günüm birden yüze kadar saymakla geçerdi. Bitince baştan başlardım. Bazen değişiklik olsun diye yüzden bire doğru sayar, bazen de ortadan başlayıp, bir ileri bir geri giderek desteyi bitirirdim. Sonuçta zamana karşı ciddi bir yarışımız yoktu. Ekonominin rayında olduğu ve enflasyonun düşük rakamlarda tutulduğu yıllarda para basma işi ağır ağır yapılırdı. Kimsenin acelesi yoktu! Sonuçta dışarıdaki insanlara yetecek kadar para vardı piyasada. Bizim işimiz daha çok eskiyenleri yenileriyle değiştirmek, gittikçe zenginleşen ülkeyi yabancı para birimlerinin işgaline karşı korumak için bol bol Dong basmaktı. Hazine ülkeye giren Dolarları piyasadan çekip, karşılığında Dong basmaya karar verdiği zaman başımızı kaşıyamayacak kadar meşgûl oluyorduk. Bunun dışındaki zamanlarda darphanede hayat durgun bir suda rüzgârın etkisiyle ağır ağır ilerleyen ufak bir kayığın hareketine benzerdi. Pek az kişi birbiri ile konuşur, yere düşen bir kalemin çıkardığı gürültü o kattaki herkes tarafından duyulurdu.

Darphanede çalışan tüm diğerleri gibi ben de alışmıştım kendi dünyamı darphanenin dünyasından ayırmaya. Her gün ellerim milyarlarca Dong’a değdiği hâlde, bir kere bile bu paraların benim olabileceğini hayâl etmemiştim. Gerçi kolay değildi masanın üzerine yığılan onca parayı görüp de uçuk kaçık hayallere dalmamak. Ama benimkiler masum denilebilecek, herkesin düşünebileceği türden şeylerdendi. Mesela ufak bir uçak alıp dünyayı gezmek ya da Pasifik Okyanusunun ortasında bir ada alıp, üzerine kale inşa etmek gibi parası olanların bile yapmayacağı şeyleri düşler, bir türlü geçmek bilmeyen zamanı bu şekilde aldatmaya çalışırdım. Gündüz düşleri aynı zamanda sinirlerimin yatışmasına da yardımcı olurlardı. Öyle ki işyerinden çıkarken çantalarımızı, cüzdanlarımızı ve ceplerimizi didik arayan bekçiye bile kızmazdım aşırıya kaçıp, apış arama kadar ellerini götürdüğü zamanlarda. Sonuçta darphaneye girerken üzerimizde ne kadar para olduğunu bildirmemiz, girişte bekleyen görevlilerin defterlerine miktarı kaydettirmemiz gerekiyordu. İçeride yemek de dahil hiçbir şeye para harcamamız gerekmediği için evlerimize dağılırken de üzerimizde aynı miktarda para bulunması şarttı. İçerideyken kendi paramıza dokunmamız neredeyse yasak olduğu için darphanenin parasına aynı gözle bakamazdık. Zaten arkadaşlar arasında destelerle masalara konan milyarlar değerindeki banknotlara para demezdik. Kimileri ‘iş’ derdi, kimileri ‘mal’. Dolayısıyla kendi paralarımız ile darphanenin paraları ya da malları arasında ciddi bir ayırım, asla birbirine karışmayacak iki nehir gibi akan iki ayrı hayat vardı. Hayallerimi işyerinden çıkar çıkmaz unuturdum. Darphanede çalıştığım yedi yıl süresince bir kere bile rüyamda para görmemiştim. Bunda şaşılacak bir şey var mı bilemiyorum! Sistem dışardaki beni içeri sokmama izin vermiyordu. Dışarıdakinin de içeriye girmesine izin yoktu. İşyerinden çıkınca genelde akşam yemeğini yemek için bir yerlere takılırdım. Bazen arkadaşlarla yol kenarlarındaki ufak lokantalara takılır, saat dokuza kadar sanki zamanı başka şekilde öldürmek olanaklı değilmiş gibi yemek yer, bira içer, kağıt oynar, şarkı söyler ve seyrek olsa da yanımıza oturan konsomatrislerle gönül eğlendirirdik. Bu tip eğlencelerden o zaman da pek haz almazdım. O yüzden arkadaşların davetlerini genelde reddeder, motorumu kentin dışına, evlerin ve fabrikaların seyrekleştiği yerlere sürer, yol üzerindeki kirli bir lokantada karnımı doyurur, saat dokuz olmadan evime dönerdim. Çünkü hayatımın döngüsünü devam ettirebilmem için saat onda yatakta olmam gerekirdi. Bu kutsal kitapta yazılmış gibi ciddi bir kuraldı benim için. Mini etekli konsomatrislerin boşalan bardaklara şişedeki soğuk birayı boşalttıkları, masadaki herkesin zilzurna sarhoş olduğu akşamlarda bile ben saat dokuz olmadan mekânı terkeder, evime varır, banyomu yapıp dişlerimi fırçalar ve saat tam onda yatağa girerdim.

05 Haziran 2007

Kafka ve Murakami

5 Haziran 2006 – 19:14 – Ev

Kafka’yı Kafka yapan en önemli özelliklerinden birisi hiç kuşkusuz alabildiğine gülünç olmasıdır. Bir düşünelim! Gregory Samsa bir sabah uyanır ve kendisini dev bir hamam böceğine dönüşmüş olarak bulur. Daha ilk cümlede Kafka ciddi olmadığını, şaka yaptığını söylemektedir. Hatta ciddi olsa bile, o ciddiyetin etrafında dönebileceği bir gülünçlük payı vardır hikayenin özünde. K. hiçbir zaman varamayacağı bir şatoya ulaşmak için deli dana gibi dolaşır ortalıkta. Öyle ki bir akşam üzeri K. bulunduğu yerden artık bir işkence makinesine dönüşen şatoya bakarken, şatonun varlığından kuşku duymaya başlar. Yine aynı şekilde ‘Dava’da kahramanımız suçunu bilmeden yargılanır. Hep o aynı ironik gülünçlüğün arkasına sığınır Kafka. Ve bu sığınma ile içinde yaşadığı toplumdan, yalnızlığından, çocukluğunun her dakikasını cehenneme çeviren babasından ve hatta ele avuca sığacak şeyler yazamamış olmaktan intikamını alır. Kafka’nın bu gülünçük abidelerini günümüzde en iyi takip –taklit olmadığı kesin- eden modern bir yazardan söz etmek istiyorum. Bana kalırsa Kafka’yı anlamak için onu da bir nebze anlamak gerekiyor. Her ne kadar yaşadıkları toplumlar birbirlerine pek benzemese de sanırım Kafka’nın bir türlü varamadığı şatoya varmış bir yazar o.

“Wind-up Bird Chronicle”, “Sputnik Sweetheart” ve “Dance, Dance, Dance” gibi kitapların Japonyalı yazarı Haruki Murakami’den söz ediyorum. Dün akşam evde oturmuş, ‘Dance, Dance, Dance’den bir bölüm okuyordum. Romanın kahramanı –aynı zamanda anlatıcısı- olan kişi ise ben ilgili satırları okuyorken evinde oturmuş Kafka’nın “Dava”sını okumaktadır. Aramızdaki benzerlik yok denecek kadar az. O bir yazar. Kendisini kapitalist toplumun çarklarına ayak uydurmak zorunda kalmış, makineden farklı olmadığını düşünen bir “kar temizleyicisi” olarak görür. Çünkü yollara düşen karların birileri tarafından temizlenmesi gerekmektedir. Birilerinin lokantaları gezip, fotoğraf çekip, tatlarına bakılan yemekler hakkında yazılar yazması gerekmektedir. O da sevmese de bu işi yapar. Ben ise mesleğini severek yapan bir öğretmenim. O kitap okurken bira içmektedir. Ben demlediğim çayı şeker kalmadığı için acı acı içmekteyim. Böylece çayın da bira gibi bir tadı oluyor denilebilir. Ama ikimiz de kitabı bir yana sallayıp rahatlıkla uykuya dalacak kadar yorgunuz. Ertesi günün sabahı kapı çalınır ve kahramanımız kapıyı açar. Kapıda iki polis durmaktadır. Eve gelen polisler kahramanımızı karakola götürmek isterler. Bu sırada benim kapımı da birileri çalmıştır. Ütü yapmak için gelen orta yaşlı kadın kapıda dikilmekte, çeyrek İngilizcesi ile dün geldiğini ve beni evde bulamadığını söylemektedir. O karakola giderken ben evimde, pek de rahat olmayan koltuğumda bir sağa bir sola dönerek okumaya devam ettim. Bu sırada eve gelen kadın ütü yapmaya başladı. Karakola vardıklarında kahramanımız neden zorla karakola getirildiğini öğrenmek ister. Fakat polisler soruları önce kendilerinin soracaklarını söylerler. İlk soru kahramanımızın dün geceyi nasıl geçirdiğidir. Bir yandan sorgulama odasındaki masanın üzerindeki kül tablasının kaç yüzyıldır orada olduğunu düşünerek kahramanımız soruya net bir biçimde yanıt verir. “Evdeydim ve inanmayacaksınız ama Kafka’nın ‘Dava’sını okuyordum” der. Polislerin Kafka’dan haberleri yoktur. Soruşturma devam eder. Sonunda kahramanımız soruşturmanın amacını öğrenir ve başının ciddi anlamda belaya gireceğinden korktuğu için yalan söyleyerek sorgulamayı atlatır.

Murakami’nin romanlarının en büyük özelliklerinden birisi modern Japonya’yı derinlemesine anlatıyor olması. Genelde uçuk kaçık karakterlerle başlıyor hikayelerine. Her romanında mutlaka okumayı seven birileri var. Bunun yanında bu entellektüel karakterin karşısına çıkan, züppeliğiyle entellektüel karakteri şaşırtan, değiştiren, kendisine bağlayan bir genç kız da var. Romanın genel gidişinde kaybolmalar, sırra kadem basmalar, ortada hiçbir neden yokken öldürülmeler sıklıkla karşımıza çıkar. Bu yolla yazar irrasyonel bir yöntemi romanına sokmaya hep hazır görünür. Çünkü hemen her kahraman sorunludur ve sorunlarını çözmek için yalnızlığa, karanlığa ihtiyaçları vardır. Karakterlerden başka bir de olayların oluşum süreci, neden-sonuç bağlamını inkâra varan şok edici gelişmeler Murakami’nin önemli özelliklerinden birisi. Örneğin yazarın karanlık mekanlara, derin kuyulara, yüksek yerlere, ıssız adalara karşı ciddi bir hayranlığı var. Hemen her romanında bu yerlere bıraktığı kahramanlarını yalnızlık, özgürlük, modern yaşamın açmazları gibi konularda düşündürür, okuyucuyu yorucu ama bir o kadar da heyecan verici bir seyahate çıkarır.

Örneğin ‘Wind-up Bird Chronicle’da kuyunun dibine kendi rızasıyla inen kahramanımız orada günlerce oturur, benliğini, geçmişini düşünür, derinlemesine çözümlemeler yaparak okuyucuyu Calvino’nun hikayelerinin ardından kalan düşünsel boşluğa benzer nitelikte karmaşık bir duygu yoğunluğuna sürükler. Aynı tarz felsefi çözümlemeler ‘Dance, Dance, Dance’de otelin karanlık bir katında mahzur kalan kahramanı ile karşımıza çıkar. ‘Sputnik Sweetheart’da ise dev dönme dolabın en tepesinde unutulan kadın, kaldığı otel odasının penceresine gözünü diktiğinde, günlerdir kendisini takip eden adamın yine kendisiyle yatak odasında seviştiğini şaşkınlıkla izler. Tüm bu yalnız kalmalarda okuyucuyu beklenen sona hazırlamak gibi bir amaç yoktur. Çözümleme orada başlar ve biter. O anlık gelişmelerin izlerini ilerki bölümlerde görmemize rağmen ciddi etkilerini hissetmeyiz. Murakami an ile uğraşır ve asıl derdi trajik bir olayı gülünç hâle dönüştürüp, okuyucuyu duygusal dalgalanma ile yormaktır.

Başlangıçta sözünü ettiğim Kafka ile Murakami arasındaki benzerlikler saymakla bitmez. Ama sanırım ne Kafka’yı ne de Murakami’yi derinlemesine tanıyorum. Eğer bir aksilik çıkmazsa Murakami’nin bu romanından sonra, başka bir romanını (Kafka on the Shore) okuyacağım. Sonra da belki Ronald Hayman’ın “K: A Biography of Kafka” adlı kitabını bir daha okurum.

03 Haziran 2007

Söyleşi

İzinsiz Gösteri Dergisi ile yapılan kısa bir söyleşi...

Türkiye dışında Türkçe yazanlar ile Türkiye’de yaşayıp Türkçe yazanlar bence aynı sınıfa dahil edilemezler: Şöyle ki Türkiye ve Türkçe ile bağlarını koruyan Almanya ya da Batı Avrupa’da yaşayan yazarlarla senin gibi Vietnam’da yaşayan yazarların yazdıkları birbirlerinden dolayısıyla farklı olacak, yanılıyor muyum?

Bu kaçınılmaz bir farktır. Çünkü sonuçta her yazar farkında olsun ya da olmasın yaşadıklarını, etrafındakileri, kendi iç dünyasındaki çatışmaları yazar. Yurt dışında yaşayan her birey için dil tutunacak bir dal gibidir. Hele bir de etrafta Türkçe iletişime geçecek kişilerin olmaması kişiyi yazı ile özel bir ilişki kurmaya yönlendirir. Bir çeşit çaresizliktir yaşanan. Sonuçta insan kendi anadilinde konuşup yazarken daha çok mutlu olur, kendisini evindeymiş gibi hisseder. Ben aslında yazmaya Tayland’da başlamadım. İlk öykümü 1999 depreminden birkaç ay sonra yazmıştım. O zamanlar nasıl olduysa bir dergi öyküyü ele geçirmişti ve yayınlamıştı. Ben öykünün yayınlandığını dergi elime geçince öğrenmiştim. Öykü yazmaya pek hevesim yoktu! Bol bol okurdum! Bulduğum her şeyi, özellikle felsefe, sosyoloji kitaplarını okumayı severdim. Üniversitede Matematik öğreniyor olmam da buna katkıda bulundu diyebilirim. Sonuçta Matematik güzel olanla güzel olmayan arasında ayırım yapmanıza ciddi yardım edebiliyor. Konulara eleştirel bakmayı, hiçbir şeyi yeterli kanıt olmadan kabul etmemeyi öğretiyor. Bir de o yıllar üniversite yılları olduğu için umut doluydum. Şiir yazardım, edebiyat toplantılarına giderdim, arkadaşlarla bir araya gelip kitap okurdum. Okul bittikten sonra Tayland’a çalışmaya gidince birden kendimi bir dil çölünde buldum. Düşünün! İstanbul gibi bir kültür kentinden, okuyacak kitap bulmak için ikinci el kitapçılardan başka kaynağı olmayan bir Çang May’a gidiş! Okunacak kitapların sayısı sınırlıydı. İngilizce okumayı pek sevmiyordum. Bir yıl kadar sadece şiirle yetindim. Bir gün Türkçe konuşabilme yönüyle yalnız yaşadığım bir köyde –Samyan- Saat’i yazdım. Kimse bilmiyordu ama ben kendimi yazmıştım. Öyküyü İngilizce olarak kendisine özetlediğim İngiliz müdürüm bana Beckett’in de benzer bir öyküsünün olduğunu söylemişti. Ben Beckett’in adını ilk kez o gün duymuştum. Ardından öyküyü okuyan Ulaş bana bunun gibi iki öykü daha yazmamı, yazdıktan sonra da Gençlik Kitapevi’nin öykü yarışmasına göndermemi önermişti. Dediği gibi yaptım. Nasıl olduysa, sanki önceden tasarlamışım gibi İlahi Şaka’yı ve Palyaço’yu yazdım. Aylar sonra ikincilik ödülü kazandığımı duyduğumda artık ne yapacağımı biliyordum. Yazacaktım! Yalnızlığa, dil çölünde yaşıyor olmaya ve hatta çaresizliğe karşı silahımdı yazmak.

Öz olarak bu topraklarda yazmayı diğer topraklardakinden farklı kılan pek bir şey yok. Olabileceğine de inanmıyorum! Yazmak isteyen her insan hemen hemen aynı deneyimleri yaşar. Ve bir gün gelir yazmak ister. Yazmak, geride bir şeyler bırakma arzusu, insanlara bir ders verebilme, bir duygu selini tattırabilme isteğidir. Batı Avrupa’da ya da herhangi başka bir gelişmiş toplumda yaşıyor olsaydım benim öykülerim çok farklı olur muydu? Bu soruyu yanıtlamak kolay değildir çünkü insan bilemez yazmayı tetikleyen tüm etkenlerin neler olduğunu. Genel itibarıyla “evrensel” denilen türden insan üzerine yazdığım için büyük bir olasılıkla öykülerin genel kurgusu pek değişmeyecekti. Ama bunun yanında betimlemeler, karakterler, olaylar değişecektir. Sonuçta öyküyü okuyup bitiren okuyucunun zihninde kalan ne yer adlarıdır ne de betimlemeler. Geride kalan neden-sonuç bağlamında ilerleyen öykünün kurgusudur. Bana kalırsa dünyanın neresinde olursam olayım öykülerimin genel kurgusu hemen hemen aynı kalacaktır. Karakterlerin adları değişir, sıcak bir Mart gününü betimleyeceğime, soğuk bir Ocak akşamını anlatırdım. Ama vermek istediğim mesaj aynı kalır. Çünkü o mesaj içimde büyüyen, dışarı çıkmak isteyen, bir yerlerde benden özgür bir biçimde varolmak isteyen bir canavardır. İçimde bir kin varsa, o kin nerede olursam olayım etrafı yakacak derecede öyküden fırlayıp kendisini bulacak, kendisine yeni bir kimlik edinmeyi başaracaktır. Sonuçta Japon öfkesini Alman öfkesinden ayıran şey sadece ettikleri küfürlerdir. Aynı şey aşk için de geçerlidir. Kültürlerin ya da tarihin farklılaştırdığı aşklardan söz edebiliriz ama sonuçta her aşk öyküsü umuda, yaşama bağlılığa, sevgiye gönderilen bir mektup gibidir. Bakın tarih boyunca yazılmış aşk öykülerine! Hemen hepsi birbirinin aynısıdır. Sonları aynı olmasa bile, karakterlerin geldiği kültürel birikimler farklı olsa bile aşk öyküleri okuyucuda hep hüzünlü, hafif melankolik bir duygu dalgası oluşturur. Çünkü insan aynıdır! Sevgiye, sevmeye, aşka, dostluğa muhtaçtır! Bir Fransızın bir Vietnamlıdan aşk konusunda farklı olduğunu düşünmek saflık olur. Deneyimler farklı olabilir ama ihtiyaçlar az çok aynıdır.


Bir de orda aslında bir Avustralya Üniversitesinde çalışarak sadece Vietnam’ı değil daha pekçok farklı kültürü de yakından tanıma fırsatı buluyorsun, bunun sendeki etkileri neler?

Aslına bakılırsa şimdiye kadar bulunduğum tüm okullarda farklı uluslardan insanlarla çalıştım. Şu anda çalıştığım üniversitede de sanırım en az on beş farklı ulustan insan vardır. İrlandalı’sından, Malezya’lısına kadar hepimiz aynı amaç için bir aradayız. Kitaptaki Göz adlı öyküde böylesine çok uluslu bir yazıhanede çalışan paranoyak bir mühendisin hikayesi anlatılır. Çünkü zordur paranoyak olmamak! Kime, neden güvenebilirsin? Oysa ortada bağlanılacak tek bir ortak nokta vardır. Hayatımızı kazanmak, öğrencilere bir şeyler verebilmek ve bunu yaparken başka kültürleri tanıyabilmektir amaç.. İnsan böylesine çok kültürlü bir ortamda çalışınca doğal olarak kendi kimliğini unutup, var olduğunu sandığı bir üst kimliğe tutunuyor ister istemez. Sonuçta okulda herkes öğretmen. İster Taylandlı olun ister Amerikalı. Bizleri birbirimize bağlayan tek şey mesleğimiz. Dolayısıyla da genel itibarıyla konuşmalar eğitim, dersler, öğrenciler ekseninde geçiyor. Kimi zaman birileri size ‘Yahu, sen Türkiyelisin! Bize biraz ülkeni anlat’ deyince fark ediyorsun ki yabancıların arasında yaşadığın halde o yabancılığı üst kimliğe tutunarak yenmişsin. Anlatıyorsun ülkeni doğal olarak! Tarihten, siyasetten soruyorlar. Ben genelde konuyu dönüp dolaştırıp edebiyata getirdiğim için benden bıkmış da olabilirler. Okulda yazan arkadaşlar da var. Mesela sürekli erotik öyküler yazan ve yazdığı öykülerin altlarına müstear adla imza atan bayan bir İngiliz var. Güzel de yazıyor! Şiirsel bir tonu var. Ara sıra oturup, edebiyattan, yazmaktan konuşuyoruz.

Böyle bir ortamın en güzel yanı insanları oldukları gibi kabul etmeyi çabucak öğreniyor olmanız. Hoşgörülü olmayı, dünyaya farklı pencerelerden zorlanmadan bakabilmeyi, başkalarının gözüyle hayatı algılamayı öğreniyorsunuz. Size tuhaf gelecek ama uzun süre böyle bir ortamda yaşadıktan sonra tek kültürlü bir ortama girmekte zorlanıyorum ben. İnsanların o küçük topluluklarında başkaları hakkında ileri sürdükleri önyargılı düşünceleri beni hemen rahatsız ediyor. Bu biraz renkli televizyonu elinden alınıp, tekrar siyah beyaz televizyonu izlemeye zorlanan insanın durumuna benziyor. Bir kere alıştınız mı renklerin büyülü güzelliğine, siyahın ve beyazın her şeyi ikiye bölen ayrımcılığına alışmak zor olur.


Yeni kitabın çıktı Türkiye’de, belki seni eline daha ulaşmadı. Bu ilk kitabının heyecanıyla kitabın oluşma sürecini anlatabilir misin?

Kitap öykü kitabı olduğu için ciddi bir oluşum sürecinden söz etmek doğru olmaz. Son beş yıldır yazmış olduğum öykülerden seçilmiş on iki öyküden oluşuyor kitap. Öykülerin on tanesi Tayland’da, iki tanesi de Vietnam’da yazıldı. Nasip olursa kalanlardan da ikinci ve hatta üçüncü bir kitap çıkarabiliriz. Kitabın hazırlanma süreci başladıktan sonra üç öykü daha yazdım Vietnam’da. Onları sanırım ikinci kitapta görmek nasip olacak... Belki seneye bu zamanlar! 2008 Haziran gibi...

Heyecanlı mıyım? Tabii ki! Bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Her yazar aynı değil midir ilk kitabının yayınlanması konusunda? Ben bu kitabı bir başlangıç olarak görüyorum. Bebeğin attığı ilk adımlar... İleride çok daha güzel işler başarabileceğime inancım var. Yeter ki azmimden ve kendime olan inancımdan ödün vermeyeyim. Yazarlık Orhan Pamuk’un tabiriyle ‘inat’ isteyen bir şey. İnatçı olmalısınız! Ancak bu şekilde yazmaya devam edebilirsiniz. Her gün bir sayfa yazmak, her gün deftere yarım sayfa ekleyebilmek, yazamadığın zaman acı çekmek, ıstırap duymak... Yazarlık bir çeşit işkencedir... Ben yeni yazmaya başlayan arkadaşlara Pamuk’un Nobel Ödülü aldığı akşam yaptığı konuşmanın metnini birkaç defa okumalarını tavsiye ediyorum. Orada Pamuk çok güzel anlatıyor insanın neden yazmak isteyebileceğini ve neyin bir insanı yazar yapabileceğini. Daha dün Jakkrit adında eski bir Taylandlı öğrencimle internet üzerinde muhabbet ediyorken, yazmaya özendiğini öğrendim. Ona hemen öncelikle okuması için birkaç yazar adı önerdim. Ardından da Pamuk’un konuşmasının İngilizce çevirisini gönderdim. Yazmaya yeni başlayan gençlere gıpta ile bakıyorum. Benim yaptığım hataları yapmamaları için de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum.

Ve gelecekteki projeler: Neler yapmayı, yazmayı, yayınlamayı tasarlıyorsun?

Dediğim gibi! İkinci bir öykü kitabı zor görünmüyor. Sonuçta öyküler hazır. Sadece derleyip, toparlamak gerekiyor. Bir de tabii zaman gerek birinci kitabın sindirilmesi için. Bu yüzden aceleye gerek yok. En az bir yıl beklemeliyiz. İlk kitaba gelen tepkiler ikinci kitabı da haklı olarak etkileyecektir.

Gelecek adına tasarılarım var. Başladığım ve ilk beş bölümünü yazdığım bir roman var. Bu yılın kalan kısmında ve gelecek yılın ilk yarısında bu roman üzerine yoğunlaşacağım. Roman bitince de mutlaka yeni fikirler, yeni oluşumlar kafamda şekillenmiş olacak. Eğer yazarsanız bilirsiniz! Hiçbir yazar, ‘Tamam artık, tüm yazabileceklerimi yazdım, bundan sonra rahat ölebilirim.’ deyip emekliye ayrılmaz. Bakın Dağlarca’ya... İlerlemiş yaşına rağmen içindeki şiir hayvanını beslemekle meşgul. Zaten bir yazın insanı yazmayı bıraktığı anda ölmüş demektir...

02 Haziran 2007

Having Fun with Exam Papers

June 2nd 2007 – 17:56 – Home

I have just finished marking final exam papers. It has been a long marathon of boring readings and markings. Reading the same answer eighty times and putting a similar mark beside the answer all the time is a sort of torture as well. However I have no right to complain about marking since it is part of my job and it is an indispensable thing in terms of assessment. In fact marking exam papers can also be fun sometimes!

Last night I worked until 1 am so that I can leave only 10 more papers to today. I did! Although lots of distraction tried to stop me and I was so tempted to take action against my own targets, I achieved to stay awake until 1 am. I realized that the speed of marking is decreasing by the elapsing time. If I mark five papers in the first one hour, then in the second hour this number drops to four or even three. The third one hour period might yield one or two papers at all. The main reason for the deceleration must be exhaustion due to the reading same things over and over and paying attention to the grammatically wrong sentences or algebraically inconsistent mathematical equations. I did not deduct any point for the grammar mistakes as long as the sentence is semantically correct and gives me the right idea. I cannot blame students for the grammar mistakes they did since it is their second language. I would not be able to imagine myself taking a Statistics exam in Vietnamese! I would definitely fail! While marking papers and noting the most common mistakes, I also fabricated possible errors I have had in my recent IELTS test. I talked about the “inflection” point for an analysis of a graph. What if I spelled “inflection” wrong and made a big mess about the statistical analysis… A sentence like “The inflection on the curve stops her (UK) to reach the climax point” can easily turn to “An infection on the curve stops her to reach the climax point” or “An injection on the curve stops her to reach the climax point” …

One can have fun with marking! It is not easy but still not impossible! When I woke up today morning at 8 am, even before having my simple breakfast of eggs, bread and coffee, I wanted to mark a few more papers. It might be good to start the day with marking. Why not! It is a mental exercise and it opens up one’s mind in terms of finding errors and being just. After getting to bed at 1 am last night, I could not sleep well. I was marking papers all night, correcting, ticking on the papers, writing notes on another paper, crossing out, laughing at funny answers, and drawing hanging man beside a wrong answer, hesitating to give an extra five points for a partially correct answer, crying while seeing the sum of all points does not reach up to 50% and even talking with the owner of the exam paper. It lasted all night and it was really colorful. These things happen to me a lot! Whatever I work on before sleeping, I continue doing it all night during my sleep. When I used to work on school timetables for the high school I worked in Bangkok, whenever I stop working in the evening and went to bed straight, all night I continued playing with Excel boxes and colors assigned to each teacher on the spreadsheet. It was like playing Tetris and suddenly when you close your eyes, those shapes don’t stop dropping from the ceiling. Hopefully I am not a narcoleptic! I can still differentiate the dreams from reality and when I wake up I know where the movie ended. Sometimes I also believe that every good writer must be a little bit narcoleptic. He or she must believe that dreams are true so that he or she can make others believe his/her dreams are real and why he/she wrote them as if they are real. A good novel is nothing more than an attempt to convince others that your dreams are true. Especially South American writers are more closed to this kind of definition. They write their dreams with an enormous power that the dream or the magic becomes real. That is why we call Latin American literature as “magical realism”. Who can stay untouched after reading “One Hundred years of Solitude” or “Blindness”. Although they look like dreams or imaginations, they are actually as real as Dostoyevsky’s “Crime and Punishment” or Tolstoy’s “Anna Karenina”. Anyway, in this case being narcoleptic is not as good as being a writer! Imagine that I dream I have finished marking, entered all the exam scores to the grading sheet and did the moderation. Then next morning I am at the airport waiting for the flight which will take me to white sands of Ko Chang! But in real, nothing is completed! Dream is dream, real is real! Time to wake up! I don’t want to be embarrassed like Sarah in Jonathan Coe’s novel “House of Sleep”. She thought she moved the footnotes from the article but actually it was all dream. Next month her boyfriend lost his job and the magazine he worked has been sued by Pope, prince of England and four more influential figures. It was all because of her narcolepsy. Funny ending though, a little bit cruel for Sarah!

After having breakfast I put one of the Mozart CDs to the player. It was Marriage of Figaro at the beginning. I said to myself “what a good start!” and continued my fight with papers. One of the most amazing mistakes done by students is logical inconsistency. Most of my students think that “if A then B” is equivalent to “if not A then not B”. I don’t know where they got this idea from but this wrong logical implication cost them a lot. They also kept making mistake of “assuming” the normality of population. Even though the question clearly says that the population is normal, they want to assume it! This must be effect of memorizing the sentences instead of understanding them. They don’t want to accept the fact! Assuming may sound better for some but not in this case. Besides this, almost 30% of my student spelled “assume” as “assumpt”. If I had different variations, I would think that they don’t know how to spell “assume” but there was no any other kind of misspelling. Either “assume” or “assumpt” were all on the papers. I wondered that they studied same notes or same book which leads them to this misspelling… How can we explain this? There must be other ways to misspell a word, right?

Another fun paper was saying this: Because the population is normal, we don’t have to “scare” about the sample size. Well! Well! Well! What can I say? You might think of sample size is a kind of monster so that it will scare you once it gets too big!!! And even the sample size gets to big, no need to worry because we have a normal population which waits to protect us. You are right! But I guess this poor student meant “Because the population is normal, we don’t have to “care” about the sample size.” That little “s” made me laugh a lot! Thank you! Whoever you are! There were also so many misusages of the words of variation, variable, variance, variability and variant. One student wrote about “standard variation” and used the same word in different pages. I thought he meant “deviation”… Another misusage was sample and sampling. That is why they wrote sample is normally distributed instead of sampling distribution of means is normal. Some even wrote that “We are 95% confident that sample mean is between … and … “ instead of “We are 95% confident that population mean is between … and … “ Should I also mention the one who wrote “regression region” instead of “rejection region”? Or the one who wrote “significantly positive” rather than writing “strongly positive”.

On another paper I saw this: The student calculated the probability of revenue of the health clinic will exceed a certain amount. To calculate the probability that exactly in three weeks of a month the revenue can exceed the same amount, he multiplies the first number by three. Well, this is a fine mistake but not unpreventable! Because after he multiplied it by three, he got a 1.149. Then here he must see that something is wrong! How can a probability value become more than 1? He does not worry about it! That is Math he might have thought! Actually this is a big problem! A good student can feel the mistake before ending the question. One student calculated standard deviation so high that it is almost twice the range! Well! Any reasonable person knows that standard deviation is usually a small number comparing with range. Another student copied my notation of distance between two quartiles but apparently he did not understand the notation. Instead of subtracting small number from big one to find the distance, he has multiplied them. The result was satisfactory since he got the direction of skewness correct but with a weird (and a new) method.

I have mentioned algebraic disasters and there were so many on the exam papers. Should I teach my students that a/(b/c) is not equal to a/b/c? I think this is something they are supposed to learn at high school, or even middle school. I have studied “order of operations” in grade 8 and since then I did not forget how the brackets make our life easier! Another big algebraic problem was forgetting the position of the parenthesis or totally ignoring it before taking squares. This of course caused big troubles.

Some students were actually very lucky. They have made two mistakes such that those two mistakes somehow cancel each other and lead the operations to the right answer. It was amazing to see how the math works in a case like this but of course student did not get much share from my amazement! He lost the points and I laughed at the numbers dancing before my eyes.

At the end I have finished marking before 3 pm while listening to Mass Requiem from Mozart. I went to school, entered the grades. While entering the grades to the grade sheet, I have realized that some of the papers I have marked are not actually mine. They were from other groups. At least 10 students wrote their group numbers or their teacher’s name wrong. I got a paper it says “Blaise” at the blank which is for teacher’s name. The funny thing is there is no Statistics teacher called Blaise in this semester. He taught Statistics last semester. When I told him that “you have a Statistics paper to be marked because there is your name on it”, he supposed a paper left from last semester, he forgot to mark and now he needs to do it. Some students wrote that they belong to group 10 or 11. We don’t have group 10 or 11. I spent almost half an hour to find out who is in which group by checking their numbers one by one on SRS lists. In fact one student wrote his number wrong so it took me more than 10 minutes to realize that his number does not exist in the whole lists.

Anyway, the day is over… I again turned to English in my blog but this is an exception. I want my students and other Statistics lecturers also read this. They can even contribute it and we can have a list of common and funny Statistics mistakes. It might help prospective Statistics students to be aware of them and not to repeat.

Tomorrow I will continue writing in Turkish… There are things in my mind which have been waiting for last 4 days. I stopped writing because of the exam papers but now I have no more excuse… Back to work!