Bu Blogda Ara

02 Ocak 2014

Mavi En Sıcak Renktir

 Abdüllatif Keşişe’nin yönettiği “Mavi En Sıcak Renktir” filmini dün akşam izledim. Film, hakkında okuduğum onca olumlu eleştiriye rağmen bende çok ciddi bir etki bırakmadı. Bir çeşit hayal kırıklığı olarak algılanabilecek bu durumun en büyük sorumlusu olarak filmin hikâyesinin alabildiğine yavan olmasını ve yönetmenin izleyiciyi ucuz yöntemlerle doyurmaya çalışmasını sayabilirim.

Mavi En Sıcak Renktir her şeyden önce bir aşk hikâyesi. Lise son sınıfta okuyan Adele’in cinselliğe uyanışı, bu uyanışı tatmin etmek için giriştiği arayışlar ve sonunda bir cinsel kimliğe kavuşmasının buram buram deneyim, fiyasko ve acı kokan serüveni. İçinde tüm diğer aşk hikâyelerinde görmeye alıştığımız masumiyet var, tutku var, şehvet var, gözyaşı var, hafiften bir direniş var, kalp kırıklığı ve ayrılık var. Bütün bunlar var ama hikâyenin kendisine özgün bir özelliği yok. Konusunun iki eşcinsel genç kız arasında yaşanan tutkulu aşk olması dışında ne ciddi bir yaraya parmak basıyor film ne de herhangi girilmemiş bir ormana girip bizleri hayrete düşürüyor.

Bu satırları yazarken birilerinin bana sanat cahili ya da eşcinsel düşmanı diyebileceğini  hesaba kattım ama her şeyden önce kendime karşı dürüst olmam gerektiği için düşüncelerimi olduğu gibi yazmak zorundayım. Birileri belden aşağıya vurup, üzüm yemek yerine bağcıyı dövme yarışına girecekse; varsın yapsınlar. Ben yine de diyeceklerimi diyeyim.   

Öncelikle filmin hikâyesi çok basit ve klişe. Aşkı ve cinselliği tanımaya çalışan bir genç kızın arayışları, buluşları, kaybedişleri… Bu konuda yapılmış yüzlerce, hatta binlerce film yok mu zaten? Mavi En Sıcak Renktir bize farklı olarak ne getiriyor? Farklı olarak neyi tatmamızı sağlıyor? Bu soruları yanıtlamamız gerekir her şeyden önce. Filmdeki eşcinsellik konusunu çıkardığımız anda ortada ciddi anlamda bir şey kalmadığını görürüz. İki kızın birbirine âşık olması yerine, bir oğlanla bir kızın âşık olmasını işleseydi ve benzer sevişme sahnelerine yer verseydi, bu film en iyi olasılıkla “erotik” olarak kategorize edilecekti. Benim ergenlik yıllarımdan adlarını anımsadığım “Dokuz Buçuk Hafta”, “Emanuella”, “Vahşi Orkide” gibi filmlerin arasına konacaktı. Çünkü filmdeki iki ana karakterin dışındaki karakterlerin hemen hiçbirisinin filme etki eden bir rolü yok. Bütün film, iki ana oyuncu ve bu oyuncuların etrafında dolanan onlarca figüran tarafından yapılmış gibi.

Oysa, bir aşk hikâyesinde aşkı etkileyen yüzlerce etken vardır. Ekonomik sıkıntılar vardır, aile baskıları vardır, sağlık sorunları vardır, iş hayatının getirdiği strese yenik düşen bireyler vardır, aşkı bütünlüğüyle yaşamaya utanan baskıyı içselleştirmiş çiftler vardır, dinsel hurafeler vardır, cinsel takıntılar vardır… Bu “var”larla hikâye ilginçleşir, karmaşıklaşır ve karakterler gerçek anlamda ete kemiğe bürünürler.   


Filmin başrollerini paylaşan iki oyuncu da çok başarılı bir performans sergilemişler. Rol yapmıyormuş gibi rol yapmışlar. Genç yaşlarına rağmen bunu başarmış olmaları gerçekten takdire şayan bir üstünlük. Zaten tüm filmi bu güçlü oyunculuk ve benim çok da yaratıcı bulmadığım birkaç kamera çekim yöntemi sırtlamış. Kameranın sürekli olarak oyuncuların yüzlerine odaklanması ve aralıksız olarak yakın çekimde ısrar etmesi yönetmenin, aşkı dış dünyadan soyutlama çabası olarak da algılanabilir. Oysa, filmin başlarında, kızların birbirlerinin evlerine gitmesiyle çok güzel bir sınıfsal ayrımın altını çizmişti senaryo yazarı. Bu ayrımın üzerine biraz daha gidip, hikâyeyi renklendirmek yerine, ana karakterin salya sümüğünü gözümüze sokan yakın çekimlerle ve artık harcı âlem olmuş ışık oyunlarıyla –Örneğin, parktaki öpüşme sahnesinde dudaklar ayrıldıkça güneşin göz kırpması- izleyiciyi oyalamaya çalışması bir çeşit bocalama gibi geldi bana. Yani, film tamamıyla erotik bir şova dönüşmesin, biraz estetik sos katayım da ödüllere aday olsun diye eklenmiş, çok da gerekli olmayan biçimsel çözümler.

Filmin başlarında yakalanan sınıfsal/değersel ayrımın işlenmemiş olması filme büyük bir eksiklik getirmiş. Örneğin, Adele’in anne ve babası, kızlarının lezbiyen bir ilişkiye girdiğini öğrendiklerinde nasıl tepki verdiler?  Adele’in başlangıçta ilişkiyi anne babasından saklamasından anlıyoruz ki böyle bir ilişkiye pek razı değiller. Oysa Emma’nın ailesi açık görüşlü ve hoşgörülü. Kızlarının tercihine saygı duyuyorlar. Bu yüzden Emma kendisine güveni tam, sokakta yürürken de “Seni artık sevmiyorum” derken de ayakları yere basıyor. Bu özgüvenler arası farkın meydana getirdiği dengesizliği film boyunca hissediyoruz ama maalesef Adele’in de birgün kendi ayakları üzerinde duran bir cinselliğe kavuşacağına dair herhangi bir ize film boyunca rastlamıyoruz.

Bu farkların üzerine gitmek ve fırsatını yakalamışken aşkın sınıflarüstülüğünü savunmak varken, yönetmen dakikalar süren sevişme sahnelerine odaklanıyor. Ne yalan söyleyeyim, sevişme sahneleri beni rahatsız etmedi ama sıkıldım izlerken. Bir an önce bitsin de aşkı izlesek dedim içimden. İki kız yerine, bir oğlan bir kız olsaydı yine sıkılırdım büyük bir olasılıkla. Çünkü sahnelerde herhangi bir yaratıcılık da yoktu. Belki bu sahnelerle “Bakın, lezbiyen çiftler de en az heteroseksüel çiftler kadar güzel sevişebiliyor.” demek istemiş olabilir yönetmen ya da aralarındaki tutkulu uyuma dikkat çekmiş olabilir. Yatağın dışında var olan bir gerilimi yatağa yansıma girişimini sanatsal bir uğraşı olarak algılayabilirim –bunun tersi de olabilir- ama yatağın sınırlarının dışına çıkmayan bir sevişmenin bir sanat filminde neden bu derece gözümüze sokulduğunu anlayamam.

Bütün bunların üzerine, yani hikâyenin yavanlığı ve o yavanlığı kurtarmak için ortaya konan klişe kamera hileleri yetmiyormuş gibi, bir de bir anlığına görünüp sonrasında kaybolan tabularla karşılaşıyoruz filmde. Örneğin, okuldaki kavga sahnesi güzel ama peki ya sonrasında ne oluyor? Arkadaşları kabul mü ediyor Adele’i?  Adele’in ilişkisini ailesinden gizlemesi olması gereken bir ayrıntı ama aile hiç mi öğrenmiyor bu ilişkiyi? Öğrenince ne oluyor? Bir izleyici olarak bunları bilmeye de hakkımızın olduğunu düşünüyorum.

Filmi beğenenlerin büyük bir çoğunluğu, bana kalırsa, geleneksel olmayan bir ilişki türünü normale indirgediği için sevmiştir bu filmi. Hem içinde tutkulu bir aşkın ve ateş gibi bir cinselliğin olduğu bir filmi kim beğenmez! Benim en beğendiğim sahne, Adele'in denize girip, suya sırt üstü uzandığı sahneydi. Sadece kafasını suyun üstünde bırakıp, Emma'nın saçının rengine çok yakın olan bir maviliğin içinde, onun gökyüzünü süzen hüzün dolu gözlerine bakmak, filmi özetlemekle eşdeğerdi adeta. Nedense filmi öve öve bitiremeyen eleştirmenlerin hiçbirisi bu sahneden bahsetmemiş. Oysa, filmde orijinal denilebilecek az sayıda sahneden birisiydi bu. 

             Eyes Wide Shut filmindeki efsanevi sahnelerden birisi.

Tüm basitliğine rağmen sırf oyuncuların güçlü performansını görmek için izlemeye değer bir film. Eşcinsellerin var olma haklarını, onların insanca yaşama mücadelesini, eşcinselliğin bir tercih değil de bir yönelim olduğunu izlemek istiyorsanız Mavi En Sıcak Renktir iyi bir seçim olmayacaktır. Sanırım benim hayal kırıklığımın en büyük nedeni böylesi bir beklentiyle filmin karşısına geçmiş olmam oldu. Türkiye-Almanya ortak yapımı olan Zenne bu konuda çok daha başarılı bir yapım.  Hayal kırıklıklarının yıktığı bir aşkı izlemek istiyorsanız “The Revolutionary Road”ı izleyin derim. Ayrıca cinselliğin insan doğasında meydana getirdiği karmaşık labirentleri izlemek isterseniz Kubrick’in “Eyes Wide Shut”ını tavsiye ederim. En azından hikâye sıkıcı değil, en azından sürrealist denilebilecek kamera çekimleri ve sahneler mevcut, en azından hikaye bir şeye benziyor…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder