Bu Blogda Ara

09 Şubat 2008

Kalan Gunler

Pazartesiden bugüne (Cuma) kadar hep evdeydik. Günlerin nasıl geçtiğini anlamak zor. Her gün bir öncekinin aynısı. Bir gün yaşıyorsun, diğer günler ‘copy and paste’. Saat beş gibi muhtarın demecini ve altı gibi Tok Cay’ın havlamalarını atlatırsam, dokuza doğru uyanıyorum. Tatilde olduğumu düşünürsek erken bile denilebilir. Kahve, ekmek, yumurta ve acılı tavuk salamından oluşan kahvaltıdan sonra bir süre okuyorum ya da yazıyorum. Ardından kayınların bize bıraktığı gündelik işler var. Bankaya gidip para yatırma, postaneye gitme, fotoğrafları alma, manavdan mandalina satın alma gibi basit işler. Kasabaya inmişken öğlen yemeğini de orada yiyoruz. Som Tam, Gay Yang ve Kao Niyo en favori üçlümüz. Bıkınca Ga Pao Gay Kay Dao ya da Pat Tay Gun. Saat iki gibi eve dönünce sıcak zaten iflahımızı kesmiş oluyor. Bir süre kestiriyorum. Uyuyamazsam, yine okuyorum ya da televizyona bakıyorum. Üç buçuk gibi kayınvalide Tok Cay ile birlikte geliyor. –Tok Cay her sabah kayınvalide ile okula gider, akşama kadar okulda kalır, akşam da yine kayınvalidenin motorsikletini takip ederek geri gelir. İki yıl daha devam ederse ilkokul diplomasını alacak diyorlar. – Saat beş gibi de kayınpeder gelir. Ardından akşam yemeği telaşı alır herkesi. Altı gibi yemek yenir. Tok Cay ve Kahve etrafımızda gezinip, atılan kemikleri yakalar. Kahve hak ettiğinden fazla ilgi görürse Tok Cay hemen hırlamaya başlar. Bu alemin kralı benim demek istemektedir. Biz de Kahve’yi ‘alemin kralı’nın arkası dönükken besleriz. Yemekten sonra, eğer kayınvalidenin İstatistik işi başıma bela olmazsa, bir büyük fincan sıcak ‘naam ma tum’ alır, oturma odasındaki koltukların arkasına, zemine koyduğum minderin üzerine oturur, yine kitap okurum. Akşam 10 gibi de istirahata çekilir herkes.

İşte son beş gün olanlar bunlar. Orwell’ın ‘Burma Günleri’ bitti. Auster’ın ‘New York Üçlemesi’ de bugün bitecek. Sırada Roy’un ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’ adlı romanı var. Bu arada Türkçe bir şeyler okumuş olmak için bilgisayardan Ayfer Tunç’un ‘Ömür Diyorlar Buna’ adlı kitabını okudum. Bir de Montaigne’in ‘Denemeler’inden 50 sayfa kadar okudum dün akşam. Türkçe kitap bulamadığım için, bilgisayardaki e-kitaplar tek çarem. Başlangıçta zor oluyordu ama hikayenin akışına kendimi kaptırdım mı unutuyorum e-kitap okuduğumu. Ana dilimde okuduğum için de daha hızlı çevriliyor sayfalar. Tunç’un zarif ve sade anlatışı, dili kullanırken yaşadığı rahatlığı zaten kitap okumayı sevmeyen birisini bile hiç zahmetsiz sürükleyebilir. Montaigne ise eski bir dost gibidir. Denemeler’i yıllar önce okumuş olmam hiçbir şeyi değiştirmiyor. İnce zekası ve sivri diliyle kurduğu her cümle yine şaşırtıyor beni. Şimdi sırada Tanpınar’ın ‘Huzur’u var. Daha önce okudum ama bir daha okumak istiyorum. Özlediğim bir ses Tanpınar’ınki.

Şimdi klasik bir konudan bahsedeceğim. Bir kurgusal yapıtın ne kadarı gerçektir? Ya da böyle bir soruyu sormanın meşruiyeti var mıdır? Okur kendisine ‘kurgu’ olarak verilen bir yapıtı, bunun ne kadarı gerçek, ne kadarı yazar tarafından yaşanmış, ne kadarı hayal ürünü gibi sorular sorarak, yapıtın tek başına verebileceğinden fazlasını yapıttan beklemiş olmuyor mudur? Bana bu soruyu sordurtan iki şey var. Birincisi dün yazdığım, Kamboçyalı Mustafa’nın –ya da onun sözüne güvendiği bir dostunun-, yazdığım öykülerden yola çıkarak ‘Abi sen Budist mi oldun?’ sorusudur. Peygamberin amcası Hamza’yı oynadığı için Antony Quinn’i müslüman zanneden, ya da boksçu Muhammed Ali’yi canlandırdığı için Will Smith’in yakında İslam’a gireceğini düşünen hayalperest zihniyetlerden pek farklı değil bu durum. Aynı mantığa göre Nabokov, küçük kızların ırzına geçen bir sapık, Dostoyevsky parasız kaldığı için eline baltayı alıp tefeci kadınları boylamasına ikiye bölen bir canidir. Ben böylesi bir cehaleti kurgunun ne olduğunu bilmemeye, edebiyatın insanı ilgilendiren her konuya eğilme hakkı olduğunu kabul etmemeye bağlıyorum. Belli bir zihniyetin ürettiği kitapların dışında kitaplar okumayan insanların bu tür saplantılara takılmaları doğaldır. Elif Şafak da yazdığı romandaki Ermeni kahraman Türkler için kasap dediği için yargılanmıştı. Şafak bir romancı olarak doğru olanı yapmıştı ve var ettiği karakterin söyleyeceği lafı olması gerektiği gibi resmetmişti romanında. Oysa Türkiyenin yobaz savcıları romandaki her karakterin Türkleri övmesini istedikleri için Şafak’ı meşhur 301’den mahkemelik ettirmişlerdi.

Beni bu konuya sürükleyen ikinci neden ise ressam arkadaşım M.R.’nin ‘Mona Mojito’ öyküsünü okuduktan sonra sorduğu soru. Tabii, onun sorusu biraz daha farklı çünkü haklı bir şekilde öykünün kendisi hakkında yazıldığını biliyor ve benim yazdıklarımın ne kadarının gerçek, ne kadarının kurgu olduğunu merak ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse öyküde yazılanlar başından sonuna kadar gerçektir, kurgu olan yanlar bile... Çünkü yazılanları baştan sona ben hissettim, düşündüm, kurguladım ve yazdım. Hayır, bir yazarlık kursunda kimseye Rus katilin hünerlerinden bahsetmedim, bir bardak mojito içip eve gittim ama eve gidince yazıhanede kilitli kalan bir arkadaş aradığı için, motorla onu kurtarmaya gittim. Ne kustum ne de balkona çıkıp motorsikletlere baktım. Hem o gün yağmur falan da yağmıyordu. Öyküyü yazarken bana gereken çatışmayı mojitonun neden olduğu mide bulantısı ile kurguladım. Yavaş yavaş da gerilimi arttırıp, sonunda kahramanın akşam yemeğini kusmasını sağladım. Böylece kafasındaki ve midesindeki mojitodan kurtulmuş olacaktı. Öykü kağıt üzerinde başlayıp, kağıt üzerinde bittiği için öyküdeki kahraman tek bir kusma eylemi ile her iki mojitodan da kurtuluyor ya da okuyucu böyle bir duygu birikimi ile bitiriyor öyküyü. Peki ya gerçek hayattaki yazar için aynı şey mümkün mü? Aslında bütün bir öykü benim sağaltım aracım olarak görülebilir. Sağaltım amacına ulaşmış mıdır? Sanırım bunu tartışmamın bir anlamı yok. İşin o kısmı benimle birlikte mezara gidecek.

Eğer duygularımı, düşüncelerimi doğrudan yazmak isteseydim öykü yazmayı hiç denemezdim. Doğrudan, şimdi de olduğu gibi bir yazı yazar, düşüncelerimi olduğu gibi –saklamak istediklerimi saklayarak- yazardım. Ama ben, öyküde de anlatıldığı gibi ‘a soon-to-be-writer’ım ve kurguyu kendimi anlatmak için en güzel, en samimi yol olarak görüyorum. Kurgu yaptığım zaman saklanacak bir şey kalmıyor. Her şey yavaş yavaş, uygun deliğini bulup su yüzüne çıkıyor. Bu böyle olduğu sürece öykülerin öyküsünü kendime saklamaya çalışacağım. Beni yakından tanıyanlar ya da öyküyle ilişkisi olanlar okur okumaz anlayacaklardır öykünün öyküsünü. Örneğin Amerika’da yaşayan bir dostum ‘İlahi Şaka’yı okur okumaz, “Bırak şimdi Budist rahipleri, bu bizim öykümüzdür.” diye yazmıştı. Çünkü o da yaşadıklarını yazsaydı İlahi Şaka’ya benzer bir şeyler yazacaktı. Belki kahramanlar Budist değil de Hristiyan ya da Musevi olacaktı. Ama öykü de değişen bir şey olmayacaktı. Ama ben bir yazar olarak, kimseye “Bak bu öyküyü öyle değil de böyle okumalısın.” diye rehberlik yapmam. Hatta bu arkadaşıma da ‘Aferin sana, öyküyü doğru okumuşsun.’ demedim. Çünkü yazılı bir metnin her zaman için birden fazla anlamı vardır. Beni tanıyan ve öykünün öyküsüne aşina olan birisinin yorumu ve anlayışı, mutlaka beni tanımayan, yaşadıklarımı bilmeyen birisinin yorumundan çok farklı olacaktır. İşte bu yüzden de öyküdeki hikaye kendi başına konuşmalıdır. Metnin sesinden, yazarın vermek istediği mesaj alınmıyorsa ya okur dikkatli bir okur değildir ya da yazar amacına ulaşamamıştır. Belki bu yüzden M.R. öyküyü bir arkadaşına okuttuğunu ve arkadaşının da öyküyü beğendiğini söylediğinde ben kendimi daha bir mutlu hissettim. Çünkü M.R.’nin dediğine göre arkadaşı öyküdeki Mona Mojito’nun M.R. olduğunu bilmiyordu. Beni de tanımadığına göre, nesnel bir gözle okuduğunu ve geribildirimi yine o gözle verdiğini düşünmeye hakkım var. Öyküyü olduğu gibi okumuş, öykünün hikayesini beğenmiş. İşte benim da varmak istediğim amaç bu. Kimseye bir ders vermek, hayatımı çarşaf gibi insanların önüne sermek değil yazmaktaki amacım. Yaşadığım ya da duyduğum bir güzelliği, bir hüznü, bir sevinci başkalarıyla paylaşmak ve bunu yaparken okuyucuyu eğlendirmek. Sonuçta sirkteki akrobattan farkı yoktur bir yazarın. Her ikisi de hayatını koyar terazinin sol kefesine. Sağ kefeye de hünerini. Hüneriyle hayatını geriye kazanmaktır hedef. Bunu becerebildiği kadarıyla mesleğiyle anılmayı hak eder.

Bir örnek vereyim:

İki gün önce J ile kasabaya indiğimizde, köşedeki bir dükkandan okuldaki kantin için aburcubur yiyecekler aldık. Geri dönerken dükkanı işleten kadından bahsetti J. Kadının kocası üç erkek çocuğuna sahip olduktan sonra ‘kıtıy’ (transeksüel) olmaya karar veriyor, ardından evi terkediyor, makyaj yapıp, etek giyip ortalıkta geziyor. En sonunda da her şeyi karısına bırakıp, Pattaya’ya farang (yabancı) koca bulmaya gidiyor. Şimdi elimde böyle bir gerçek olay var. İki cümleyle olay özetlenebilir. Okuyucu bu iki cümleyi okur ve geçer. İnanması zor bir durum. Düşünebiliyor musunuz kadının yaşadığı kâbusu? Bir sabah uyanıyorsunuz ve üç çocuğunuzun babası olacak adam durduk yere kadın olmaya karar vermiş. Şaka gibi geliyor ilk başta. Ama hayat bu! Her şey mümkün. ‘Hiçbir şey hayatın kendisi kadar şaşırtıcı olamaz.’ diyorlar ya, işte onun gibi bir şey. Şimdi bir içki sofrasında ya da bir çay sohbeti sırasında duyup, şaşırıp, kahkaha atıp ardından da unutacağınız bu iki cümleyi biraz uzatalım. Adama ve kadına ruh verelim, gözyaşı verelim, utanma ve küçük düşürülme duyguları verelim. Hatta biraz daha ileri gidip kahramanlara ad verelim:

21 yaşındaki Nut kendisinden iki yaş büyük olan Tav Noy ile evlendiğinde uzun bir hayat, mutlu bir gelecek ve beraber kuracakları huzurlu bir ailenin hayalini kuruyordu. Geçen zaman kendisini ve hayallerini haksız çıkarmamıştı. Tav Noy evliliğe saygı duyan iyi bir koca, çocuklarını seven ve onlarla ilgilenen şefkatli bir baba, işlerini iyi yürüten disiplinli bir patron idi. Kısa boyu ve tombul bedenine rağmen çevik bir hareket kabiliyeti, yaydan fırlayan ok hızında işleyen keskin bir zihni vardı. Kasabada sevilir, sayılır, toplantılarda konuştuğu zaman kendisini dinlettirirdi. Birbirlerinden ikişer sene arayla doğmuş olan üç oğlunu da terbiyeli ve ahlaklı yetiştirmek için elinden geleni ardına koymamış, kentten özel İngilizce öğretmeni getirtip, çocuklarının genç yaşlarda yabancı bir dile hakim olmalarını sağlamıştı. Ara sıra efemine tavırlarıyla köylülerin masum alaylarına konu olsa da kimse onun erkekliğinden kuşkuya düşmemişti.

Nut içinse hayat köydeki akıntıya kapılmaktan ibaretti. Evlendikten sonra her kadın aynı yaşta oluyordu köyde. Evlenene kadar babanın kölesi, evlendikten sonra kocanın ve çocukların kölesi. Bütün kadınların yaşamı hemen hemen aynıydı. Yapılacak işler belli idi. Çocuklar okula gittikten sonra kocasının kendisine bakması için bıraktığı dükkanda müşterileri bekler, akşam olunca da kasayı kapatıp, tüm paraları kocasına teslim ederdi. Kendisine ait bir banka hesabı hiç olmamıştı çünkü paraya ihtiyacı olduğunda Tav Noy gereğindan fazlasını verirdi ona. O gün de her zamanki gibi başlamış, vahşi bir yangın gibi köye yayılan köpek havlamalarından ve horoz ötüşlerinden çok önce uyanmış, kocasının ve çocukların kahvaltısını hazırlamıştı. Çocukları okula gönderip –şimdi en ufak oğlan ilkokul ikiye gidiyordu-, kocasını uğurladıktan sonra evi üstünkörü bir temizleyip, dükkanı açmıştı. Öğlen yemeğinden sonra bedeni iyice ağırlaşmış, midesine oturan yapışkan pilav yaramaz bir çocuk gibi Nut’u yapmayı tasarladığı işlerden alıkoymuştu. Sıcaktan mayışmış bir halde, iki de bir düşen kafasını sabitlemek için sol kolunu kafasının altına koyuyor, birkaç dakika sonra da karıncalanan koluna bir çare aramaya başlıyordu. Tam sandalyenin altından aldığı minderi kolunun altına koymuş, hafiften bir şekerleme yapacaktı ki telefon sıcağa ve neme aldırış etmediğini haykırırcasına çalmaya başladı. Nut ağzına gelen ilk küfürü savurduktan sonra, kollarını masaya sürterek, neredeyse felç geçirmiş bir hasta gibi telefona uzandı.

- Alo!

Bu kadar yeter. Durduk yere öykü yazmayalım. Şimdi ne mi olacak? Koca, erkek dostunu eve getirecek. Karısı başta kuşkulanmayacak ama adamın sürekli gelmesinden huysuzlanacak... Sonunda da dananın kuyruğu kopacak. Adam gerçekte olduğu gibi sokaklarda makyajlı yüzüyle, mini eteğiyle gezecek. En sonunda da Pattaya’ya Avrupalı koca bakmaya gidecek. Ama bunu yaparken köyün sessizliğini duyacak okur, karısının gözyaşlarını. Çocukların okulda arkadaşları tarafından alaya alınmalarını, kocanın kızkardeşlerinin Nut’u suçlamaları ve Nut’a hiçbir mülk bırakmak istememeleri gelişmelerin şiddetini arttıracak. Bütün bu eklemeler yüzde yüz kurgu olacak. Olamayacak şeyler değil bunlar. Üç çocuk babası bir adamın kıtıy olması nasıl inanılası bir gerçekse, çocukların okulda arkadaşları tarafından küçük düşürülmesi de gerçektir.

Şimdi bu öykünün ne kadarı gerçek? Ne kadarı kurgu? Baştaki olayı bilmeyen bir okur için hepsi kurgu. Baştaki olayı bilen bir okur için gerçek bir olaydan ilham alınarak yazılmış bir kurgu. Capote’nin ‘In Cold Blood’ı gibi bir şey. Tamamının gerçek olma ihtimali var mı? Yok tabii ki! Tamamı gerçek olsa yazarın kabiliyeti nerede kendisini gösterecek? Yazar gerçeğin dolduramadığı incelikleri ya da kulaktan kulağa söylentilerde eriyip giden ayrıntıları dile getirebildiği ölçüde kabiliyetlidir. Okur Nut’un acısını ne kadar hissedebilecek, çocukların utancını kendi utancı gibi görebilecek mi? Adamın hevesini anlayabilecek mi? İki cümleyle ifade edildiğinde bunlar gözden kaçıyor. Edebiyatın görevi de o gözden kaçanı, o bizi biz yapan ayrıntıları ortaya koymak ve unutturmamaktır. Başkalarının derilerinin altına girip, onların acılarını ve sevinçlerini ortaya koyabilmektir iyi yazarlık. En büyük günah değil midir başkalarının acılarını görmezlikten gelmek?

Görüldüğü gibi yazar kendi kişisel deneyimlerinden de katkıda bulunuyor anlatıya. Köpek sesleri, kadının köy hayatındaki rolü, sıcağın dayanılmazlığı benim son günlerde yaşadığım ve yazdığım şeyler. İlerki bölümlerdeki –eğer yazılırsa- ayrıntılar da hep yazarın kişisel gözlemlerinin sonucu olacak. Ama bunlar olayın akışını değiştirmeyecek. Belki yazar sonu saklayıp, bir sürpriz yapacak okuyucuya. Belki sonu başta söyleyip, sessiz bir dramayı okuyucuya ağır ağır aktaracak. Kullanılan yöntem ne olursa olsun öykü başta verdiğim iki cümleyi anlatacak. Baştaki iki cümleyi bilmeyen bir okur için öykünün içindeki hikaye kurgudan öteye gitmeyecek. Ama okur bundan gocunmayacak çünkü amaç eğlenmek ve farklı insanların yaşamlarını öğrenmekse eğer, okuyucu bunu başarmış olacak. Yok eğer okuyucu okuduğu her şeyin gerçek olmasını istiyorsa, bu durumda yanlış metni okumuş demektir. Sosyoloji ya da Psikoloji metinleri bu konularda daha aydınlatıcı, daha detaylı, daha nesnel olabilir. Kurgu yazarının görevi yaşanılan duyguları bir daha yaşatmak, okuyucuyu kurgu kahramanının acılarına ve sevinçlerine ortak etmektir. Bunu yaparken okuyucu zevk almalıdır yoksa öykünün sonuna varmadan bırakır ve öykü amacına ulaşamamış olur.

08 Şubat 2008

3. ve 4. Gunler

Köyde hayat alabildiğine yavaş ve çetrefilli. Kundera’nın ‘Yavaşlık’ adlı romanını hatırlamamak imkansız. Gündüz Vassaf ‘Cehenneme Övgü’ adlı deneme kitabında ‘Yavaşlığa Övgü’ başlıklı bir yazı koymuş muydu hatırlamıyorum ama koymamışsa ayıp etmiştir. Köyde yavaşlık, bir inatın, hani dünyaya ters gitmiş olmak için gösterilen bir tepkinin sonucu değil. Onun kaynağı, hayatı hızlandıracak öğelerin olmaması da değil, tam tersine köyde yavaşlık kentlerde yaşadığımız hızlılık ile aynı anlama geliyor. İnsan yoğunluğu az, yapılacak işlerin kişi başına düşen miktarı az (dağılım eşit değil) ve bunların yanında sıcaklık ve insanların sıcağa karşı gösterdiği tepkiler aynı. Dolayısıyla hızı düşürmek en doğal çözüm. Böylece doğal denge korunmuş, hayat şikayetleri en aza indirerek devam etmiş oluyor. Tabii benim gibi hızın her şey olduğu bir kentten gelen birisi için bu yavaşlığa ayak uydurmak, yavaşlığı anlamak ve içselleştirmek başlangıçta zor oluyor. Banyodaki kovayı doldurmak için çeşmeyi damla damla açmak ve gece boyunca kovanın dolmasını beklemek kent insanının becerebileceği türden bir iş değildir sanıyorum. Kayınpeder arabayı boş yolda bile 60 km/s’den hızlı sürmüyor. İnternete bağlanması zaten ayrı bir destana konu olan sevgili bilgisayarımızın bağlantı hızı 26.4 Kbs.

Bütün bu yavaşlığın doğal olarak sessizliği de getireceğini düşünebilir insan. Oysa köy pek de sessiz bir yer değil. Öncelikle köydeki her evin beslediği köpekler var. Buna bizim evin bahçesinde yaşayan Tokcay, karısı ve beş tane yavrusu da dahil. Tokcay olur olmaz havlar, yavrular annelerinden süt içerken ince, insanın içini acıtan bir ses çıkarırlar, anneleri –adı Kahve- ise içlerinde en sessizi. En ufak bir gürültüde zincirleme reaksiyon gibi başlıyor havlamalar. Bir evde başlayan havlama, yandaki eve sıçrıyor, derken yandaki eve, karşıdaki eve... Tüm köyü yarım saat sürecek bir havlama yangını silip süpürüyor. Köpeklerin dışında horozlar ve inekler var ses çıkaran. Hadi bunlar sadece günün belli vakitlerinde varlıklarını belli eden hayvanlar. Köpeklerden de çok şikayetçi olduğumu söyleyemem. Gürültülerin en kötüsü insanlar tarafından çıkarılanı. Yan bahçede pirinç soyma makinesi çalışıyor hemen her gün. Bir de her sabah köyün tüm alanına ‘uniform’ olarak dağıtılmış hopörlörlerden yayılan haberler var. Köyün muhtarı en son toplantıda neler konuşulduğunu, ne kararlar verildiğini, sabahın beşinde bu hopörlörler aracılığıyla tüm köy halkına duyuruyor. Ben J’ye “Neden sabahın beşi?” diye sorduğumda yanıt beklediğim üzere mantıklı ve tutarlı idi. “Çünkü saat beş köylülerin uyanma ve tarlaya gitme saati. Onlar için bu gürültü bir rahatsızlık değil, kurmalı saatin alarmı gibi. Hem herkesin evde olduğu başka bir zamanı nasıl bulacak muhtar?”



Hayatın çetrefilli olması ise ayrı bir konu. Bu sıcakta ev ev, köy köy gezip, omuzlarında taşıdıkları tırmık ve kürekleri satmaya çalışan adamı unutmamın imkanı var mı? Her gün saat üçte evin önünden geçen dondurmacı kadını? Peki ya araba yıkama yerinde çalışan üstü yamalı, elleri suya girip çıkmaktan pörtükleşmiş kadınları? Kamyonlardan dökülen şeker kamışlarını toplayıp, bir sonraki kamyona yetiştirmeye çalışan yaşlı adamı? Bunun yanında işi olmayan, sabahtan akşama kadar tüm gününü internet dükkanında oyun oynayarak geçiren gençlerden de bahsetmemek yanlış olur.

Tayland’da yaşıyorsanız buranın insanın sevdiği ya da asla vazgeçemeyeceği iki şeyin varlığını saptamakta gecikmezsiniz: Büyük, lüks arabalar ve yerel yemekler. Araba ve yemek Tayland’ı özetleyen iki kavram. Hemen herkesin arabası var bu ülkede. Hiç ihtiyaçları oplmadıkları halde, ikinci hatta üçüncü arabayı alanlar bile var. Ev arabadan sonra gelir. Karısı ve çocuğuyla birlikte 30 metrekarelik odada yaşayıp, Honda CRV süren insanlar tanıyorum. Ev bir yere bağlanmak, bir yerin esiri olmak demek. Araba ise özgürlük. Hem ‘Tay’ özgür demek değil mi? Yemekler meselesine gelince, orada bizi ayrı bir dünya bekliyor. Tayland halkı yemek kültürüyle övünmeyi sever ama yemek yapmayı sevdiklerini pek söyleyemem. Bu yüzden dışarıda yemek ciddi bir alışkanlıktır. Dışarıda yemedikleri zamanlarda da yemeği dışarıdan hazır alırlar. Tabii hazır yemeğin ucuz olmasının da büyük payı var böylesine tuhaf bir alışkanlıkta. Evlerin bu yüzden mutfakları yoktur. Evin içine mutfağı evi aldıktan sonra siz yaptırırsınız. İsterseniz yaptırtmazsınız. Kocaman evler yapıp, mutfağını bahçede, seyyar bir lavabo ile birkaç tabak çanak ile geçiştiren ailelerin sayısı az değildir Tayland’da. Bizim bu evde bile mutfak dışarıda. Gece su içeyim desem, buzdolabı içeride olduğu için suya rahatlıkla ulaşabilirim ama bardaklar dışarıda. Ocak, tabaklar, masa hep dışarıda. Elma içeride, bıçak ve tabak dışarıda...

Cumartesi ve Pazar günleri alışverişle geçiyor. Kon Ken’e gidip geliyoruz. Kayınvalidenin okulundaki kantin için çocuklara aburcubur alıyoruz. Bunları okulda satıp, döner sermaye oluşturuyorlarmış. Kazanılan para yine çocuklara burs ya da giyecek olarak geri dönüyormuş. Pazar günü alışverişten gelince benim haftaya Pazar kalmaya başlayacağım kutiye gidiyoruz. Ormanın içinde, ufacık bir evcik bu. Gece orman karanlık olacağı için yanıma el feneri almam gerektiğini söylüyor kayınvalide. En yakın kuti yaklaşık elli metre ileride. Arkamız orman ama tellerle çevrilmiş tapınağın arazisi. Odanın içerisi sadece bir yatağın girebileceği kadar geniş. Tavanda çıplak bir ampül, duvarda da tek bir priz. Bu prizi akşamları ışık için kullanmam gerekecek. Yanımda kitap getirebilir miyim diye soruyorum J’ye. Gülüyor, yanıt vermiyor. Tapınakta kalırken dünyevi kitaplar okumak pek de doğru bir şey olmasa gerek. İyi ama ne yapacağım ben onca zaman? Kitap okuyamazsam zaman geçer mi? Belki de manastır hayatı bunun için gereklidir. Yaptığın her eylemi düşünerek yapmak, eylemi derinden hissetmek. Yürürken ben yürüyorum, okurken ben okuyorum, konuşurken ben konuşuyorum diyebilmek mi ‘samati’ dedikleri şey? Öğreneceğiz bakalım... Kutide beni tek korkutan şey böcekler ve örümcekler. Ruhlara, perilere, hayaletlere, cinlere pek de inanmayan birisi olarak o taraftan pek bir korkum yok. Ama odaya girer girmez gördüğüm kocaman örümcek beni biraz endişelendirdi. Kutinin önünde sineklik ile örtülmüş bir sahanlık var. Tam ortada da eski bir sandalye. Ormanın ortasında, sessizliği garanti eden bir yer burası. İnsanın aklına ister istemez H. D. Thoreau’nun Walden’ı geliyor. Her ne kadar benim amacım farklı olsa da ben de yazacağım kutide kaldığım süre içinde. Hem de hiç alışık olmadığım bir yöntemle, kağıt kalemle... Yani bilgisayarda yazarken yaptığım gibi ‘Önce yaz, sonra düzeltirsin’ değil de ‘Yazmadan önce iyi düşün, cümlenin güzelliğinden ve doğruluğundan emin olmadan yazmaya başlama’ ilkesiyle yazacağım. Umarım yazmama bir şey demezler. Pra Farang kutide kalırken yazmıştı kitabının bir bölümünü. Hem o bir rahipti, ben sadece öğrenci olacağım. Amacım Budacılığı yaşayarak öğrenmek. Neyse ki bunun için saçlarımı ve kaşlarımı sıfıra vurmam gerekmiyor.

Kutiden eve dönerken aklıma Kamboçyalı Mustafa’nın söyledikleri geliyor. “Hocam, sen Budist mi oldun?” diye sormuştu internetteki sohbet programında. Sorunun içeriğinden çok sorulma şeklindeki doğrudanlık sarsmıştı beni. Üniversite yıllarından beri beni tanıyan birisi Mustafa. Nereden çıktıysa, birileri benim Budist olduğumu söylemiş ona. Orhan Veli’nin “Mualla’yı sandala atıp” hikayesi gibi bir şey. “Kim görmüş Elene'yi öptüğümü?” Sanırım birileri Budist rahip üzerine yazdığım öyküleri okumuş. Yayınlanan kitapta iki tane vardı. Ayrıca yayınlanmayan iki-üç öykü daha var Budacı rahipler üzerine. Gerçek ile kurgu arasındaki farkı anlayacak kadar kitap okuma kültürü olmayan bu zavallı, öykülerdeki kahramanlarla yazarı birbirine karıştırmış doğal olarak. Don Kişot’la Cervantes’i aynı kişi zanneden okur ne kadar okurdur? Hem başka ne beklenebilir roman okumayı gereksiz, zaman kaybı olarak görüp, çay sohbetlerinde onun bunun dedikodusunu yapmayı erdemden gören zihniyetten? Gerçi söylentiyi kimin çıkardığını bilmiyorum ama az çok tahmin edebiliyorum. Neyse, ben Mustafa’ya “İçin rahat olsun kardeşim! Budist falan olmadım.” dedim. Sonra konu kapandı. Ortak dostlarımızdan konuştuk. Ama şimdi merak ediyorum, ne diyecekti eğer “Evet, Budist oldum.” deseydim. Beni arkadaşlıktan red mi edecekti? Yoksa bana acıyacak, teheccüdlerinden sonra bana dua mı edecekti? Hoş, benim için farkeden bir şey olmayacaktı. Her iki durumda da ‘bizden olmayan’ damgasını yiyecektim.

Pazartesi günü Pu Kiyo’ya ehliyet almak için gidiyoruz. Tuhaf olan, Pu Kiyo’ya kadar arabayı benim sürmem. Ehliyet alamayacağımı öğrenip, eve geri dönüyoruz. Tayland’da son altı ay içinda yaşamış olmam gerekiyormuş ehliyet başvurusu için. Bu işi ne diye bu kadar zorlaştırdıklarını anlamış değilim. Sonuçta verecekleri belge sadece araba kullanmamı sağlayacak. Onlar ister versinler, ister vermesinler ehliyeti. Ben arabayı her halükarda kullanıyorum. Kon Ken’e, Ban Ten’e, Pu Kiyo’ya hep arabayla gittim. Bundan sonra da gideceğim. Polis ehliyetimi sorarsa, istedim vermediniz diyeceğim. Bu ülkede altı yıl yaşamış birisi olarak basit bir ehliyet belgesi bana çok görülürse ben de takmam artık onların kurallarını.

06 Şubat 2008

Tayland Gunleri - 1 & 2

1. Gun
Vietnam’ın en sevdiğim yanı Tayland’a dönüşümde bana yaşattığı beklenti dolu heyecan. Motorsikletler memleketinden arabalar memleketine yolculuk adeta benimkisi. Yahya Kemal aynı şeyi Ankara’yı İstanbul için terkettiğinde söylüyordu. Hoş, şairin şiirlerini pek sevdiğimi söyleyemem ama ima ettiği gerçeği paylaşmama engel değil bu. Sekiz yıldır yurt dışında yaşayan birisi olarak İstanbul’un Ankara’ya olan üstünlüklerini sayacak kadar yetkin olmadığımın farkındayım. Ya da var olduklarını düşündüğüm o güzel yanlar artık eskisi gibi var olmayabilirler. İstanbul’un denizi ve tarihi, Ankara’nın resmi binalarına ve geniş yollarına göre daha güzel olmayabilir bazıları için. Yalnız, en azından benim için Tayland Vietnam’a kıyasla bir büyük abi rolünde. Vietnam’da tadamadığım pek çok güzelliği Tayland’da adım başı bulabilmem neredeyse sıradan bir durum. En başta yemekler geliyor sanırım, ardından da insanların sakinliği ve güleryüzlülüğü. Aradığımda sessiz bir yeri kolayca bulabilmem. Bir de tabii Tayland’ın dilini, kültürünü, yaşam tarzını az çok benimsemiş olmam var. Bir çeşit ikinci ev Tayland benim için. Belki de bu yüzdendir yaşadığım ve bundan sonra yaşayacağım heyecanın büyüklüğü. Bir çeşit eve dönüş...

Ayın son günü beklediğimden de meşgul geçti. Tüm uğraşılarıma rağmen eve ancak saat dörtte varabildim. Sonrası da toza ve kire aldırmadan, hızlı bir hazırlanış. Pencereleri kapattım, çamaşır sepetini balkona koydum, buzdolabınınki hariç tüm fişleri prizlerinden çektim. Bulduğum her şeyi çantaya tıktım. J yanımda olmayınca çantayı hazırlama işinde zorlanırım sanıyordum ama umduğumdan daha erken bitti tüm işlem. Zaten elbiseleri çantaya doldururken kendime sorduğum soru “Neye ihtiyacım olur?” değildi. İhtiyacım olmayacakları geride bırakarak hazırlandım. Bir çeşit olmayana ergi yöntemi. Bir Matematik öğretmenine de bu yakışır.

En büyük tereddütü her zamanki gibi Tayland’da okuyacağım kitapları seçerken yaşadım. Başladığım ama henüz bitirmediğim Orwell’ın “Burma Günleri” bilgisayar çantasındaki yerini aldı hemen. Sonrasında Roy’un “Küçük Şeylerin Tanrısı” ve Auster’ın “New York Üçlemesi” ni yanıma aldım. Genelde yolculuğa çıkarken bilmediğim yazarlara pek şans tanımam. Ne olur ne olmaz, beğenmezsem okuyacak bir şeyim kalmaz, durduk yere üzerime risk almayayım diye. Oysa bu sefer bir değişiklik yapıp Updike’ın “Çiftler”ini atıyorum çantaya. İyi bir yazar olduğunu cümle aleme kanıtlamış birisi Updike. Hem şu sıralar Brian da Updike’ın tavşan serisini okuyor. Dolayısıyla beğenmeme olasılığım düşük. Bütün bu okunacak kitapların yanına Emre’nin iki gün önce getirdiği Pasifik Öyküleri’nin beş nüshasını ekliyorum. Tayland’a varınca oradaki dostlara vermek için bu kitaplar. Gerçi Bangkok’ta sadece bir gün geçireceğim. Kalan günler köyde ya da Kon Ken’de geçecek. Yine de fırsatını bulduğum anda adreslere postalayacağım kitapları. Hem belki plan değişir, başka şeyler yaparız... Tatil değil mi bu? Plan yapmamak en iyisi...

Apartmanın önündeki taksi şoförü taksimetreyi açmayı reddediyor. Ben de köşeye kadar yürüyüp, yoldan bir taksi çeviriyorum. Vietnamın dilini bilmesem de taksi sürücülerinin dilini bilecek kadar kaldım bu ülkede. Taksinin içinde sağa sola bakarak ilerliyoruz. Motorsikletler okyanusunda mantar kafası gibi sırıtan tektük arabalar görünüyor köprüden yokuş aşağı inişe geçtiğimizde. Kask kanunu çıktığından beri motor sürücülerinin hemen hepsi kask takıyor. Bayram yerinde ellerinde renkli balonlarla bekleşen çocuklara benziyor motor sürücüleri. Pembe, mavi, kırmızı, yeşil... Kimisi süslü, kimisi eski ve külüstür... Ama hepsinin kornası var. Herkes burnunu bulduğu ilk deliğe sokmak için yarışıyor. Taksinin şoförü hızını almış bir kere: Her iki saniyede bir kornaya basarak ilerliyor. Mızrağıyla düşmanına saldıran şövalye gibiyiz. Mızrağımız kornamız! Aynalardan yoksun motor sürücüleri de sanki ses dalgalarını radarlarla algılıyormuş gibi yolun sağına sağına kaçışıp, gürültü yaparak gelen taksiye yol veriyorlar. Başka çareleri de yok. Ben motor kullanırken nasıl da kızarım arkamdan gelip kornaya basarak ödümü kopartan, çaresizce yolumda gittiğim halde zırt pırt gereksiz yere kornaya basarak arkadan santim santim yaklaşan arabalara. Trafikte gördüğüm karmaşa aslında toplumun genel yapısının bir aynası görünümünde. Ben büyüğüm, sen küçüksün! Dolayısıyla bana yol vereceksin, önde ben gideceğim arkada sen! Yoksa arabaların motorlardan hızlı gittiği falan yok. Önemli olan aracının büyüklüğü ve pahası.

Arabaların motorlara yaptıklarının aynısını motorlar bisikletlilere ve yayalara yapıyorlar. Ya da motor sahipleri araba sahibi olunca kendilerine yapılanın aynısını eski araçdaşlarına yapıyorlar. Dolayısıyla yukarıdan aşağı doğal bir devinimle ilerleyen bir anlayış bu. Taksinin sürücüsüne, “dur, etme, basma kornaya” demiyorum. Desem beni anlamayacak, anlasa tuhaf karşılayacak. Çünkü onun için kornaya basmak ve önüne doluşan motorları savuşturmak yapabileceği en doğal iş. Trafiğe aldırmadan telefona gelen bir mesajı yanıtlıyorum. Kırk dakika kadar süren yolculuğun sonunda havaalanına varıyoruz.

Havaalanı yeni. İkinci kata girer girmez, biletimi aldığım havayollarının yolcu kayıt saatinin geldiğini görüyorum. Kolayca kurtuluyorum elimdeki ayakları kırık olduğu için dik duramayan, sahte Louis Vitton’dan (Böyle mi yazılıyor acaba?). Sonrasında okuldan bir başka öğretmen ile karşılaşıyorum. Birlikte havaalanındaki mevcut üç-dört lokantadan birisine giriyoruz. Singapur yemekleri yapılan bu yerde Tayland yemekleri için ısınma olsun diye Laksi yiyorum. Sonra M. Katılıyor aramıza. Ardından diğer öğretmenlerle karşılaşıyoruz. Toplam altı öğretmen aynı uçuşu almış. Öğretmenlerden birisi kızarkadaşı ile birlikte gidiyor. Dolayısıyla yedi kişiyiz birbirini bilen.

Yolculuk kısa ve kesintisiz. Bir saat onbeş dakika sonra Tayland’dayız. J benim için yemeği etyemez menüden ayırtmış. Ne güzel! Bileti kendim alsam bu derece hassas olamazdım. Domuzlu ekmekarası gelseydi, yemezdim olur biterdi. Hem zaten karnım aç değil. Yalnız insanın kendisini kendisinden daha fazla düşünen birisinin varlığını bilmesi rahatlatıcı bir duygu. Hele bir de bunun için aşkın (transcendental) bir takım aksiyomlara inanmak zorunda kalmamak daha güzel bir duygu. Ne de olsa J dünyasal bir varlık.

Tayland’a vardığımda Sukhumvit üzerinde kalacak olan dört kişi bir taksi tutup gidiyoruz. Tayca konuşmayı azçok becerdiğim için ben sürücünün yanına oturuyorum. Gerçi sürücü gülümsemekten başka bir şey yapmıyor. Sorularıma kısa kısa yanıtlar veriyor ama bir türlü beni tatmin edecek uzunlukta cümleler kurmuyor. Ben adamın Taylandlı olduğundan kuşkulanmaya başlıyorum. Bir keresinde başıma gelmişti böyle bir hadise. Neyseki sürücü elimdeki Tayca yazılmış adresi okuyarak kendisini ispatlıyor. Sukkhumvit üzerindeki sokaklardan birisine giriyoruz. Bizi yolun kenarında bırakıyor. Bundan sonra herkes kendi yoluna gidecek çünkü kalacak otellerimiz farklı.

Taksiden inmeden önce gözüme çarpan iki şeyden burada bahsedeyim: Yol kenarlarında konuşlanmış, makyajdan yüzleri görünmeyen fahişeler ve onlarla pazarlık yaparken bir yandan da sigaralarını tüttüren Güney Batı Asya’lı erkekler. Etraftan Arapça şarkı sesleri geliyor. Yol kenarında televizyonda futbol izleyenlere bakıyorum. Maçın sunucusu Arapça konuşuyor. Nargile tüttüren erkekler, yoldan geçenlere kuşku dolu gözlerle bakıyorlar. Dükkanlarda çalışanlar Taylandlı, müşteriler genel itibarıyla GBA’lı, yollarda saçılıp dökülen kadınlar sanırım her yerden... Küreselleşme dedikleri bu olsa gerek. Parası olmayanın parası olana meşruiyet düşüncesini hiçe sayarak her türlü hizmeti sunması. Bu adamlar kendi ülkelerinde yapamadıklarını yapmak için buraya geliyorlar. Bu kadınlar da kendi ülkelerinde kazanamayacakları parayı burada kazanıyorlar. Bangkok doğunun kerhanesi olma yolunda emin adımlarla ilerliyor sanırım. Açık Pazar sistemi. Vietnam’da tadamadıklarımı Tayland’da tatmak istediğimi söylerken kastettiğim bu değildi. Daha çok yerel yemekleri ve buranın insanının hoşgörüsünü dile getirmek istemiştim. Oysa bu sokakta bahsettiğim iki şeyi de bulmam olanaklı değil. Sanırım benim Tayland’ım başka bir Tayland. Paraşütüyle yanlış yere düşmüş bir asker gibiyim. Hedefi şaşırmak bir yana, hayal kırıklığı ve kızgınlık var içimde.

Taksiden indiğim yerde, kenarında Arapça ‘Helal’ yazan bir dönerci çarpıyor gözüme. Akşam acıkırsam buraya gelirim diyorum kendime. Fahişelerin ısırgan bakışlarından kaçarak, J’nin benim için oda ayırttığı otele varıyorum. Eminim otelin böyle bir yerde olabileceğini o da tahmin etmemişti. Ben oda ayırtmasını söylediğimde, göktrene yakın olmasını istemiştim. Amacım tren hattı üzerinde rahat yolculuk yapabilmekti. Ertesi sabah Dasa’ya kitap bakmaya gideceğim ne de olsa! Hem bir de vakit olursa Silom’a gidip iki H.’yi ziyaret etme plânım var. Sonra Türkiyeli girişimciler tarafından açılan, Anadolu yemekleri sunan lokantada öğlen yemeği yemek var. Bu durumda rahatlık açısından göktrene yakın olmak en iyisiydi. İyi ama böylesine bir yeri J nasıl da bulmuş, anlamak olanaksız. İnternetten yer ayırtınca, otelin etrafının fahişeler ve onları avlamak / onlar tarafından avlanmak için yolları gözetleyen özgüvenleri yaralı erkekler tarafından sarıldığını yazmıyor tabii.

Odama yerleştiğimde koktuğum en büyük şeyin başıma geldiğini fark ediyorum. Odanın penceresi dışarıdan gelen sesleri olduğu gibi içeriye alıyor. Ha sokakta uyumuşum, ha odada! Fark eden bir şey yok. Resepsiyona inip penceresi olmayan ya da arka tarafa bakan bir odanın olup olmadığını soruyorum. Yanıt şaşırtıcı değil tabii: Dem ka! Ayrıca arka tarafından da ön taraftan farklı olmadığını söylüyor kız dudağının kenarına sızan gizemli bir gülümsemeyle. Tekrar odaya çıkıp, J’ye telefon açıyorum. Etrafın ‘hooker’ ve ‘hokka’ kaynadığından bahsedince, bana odamdan dışarı çıkmamamı tembihliyor. Yine aynı kollayıcı rehber! Ben de ‘Tamam, çıkmam!’ deyip telefonu kapatıyorum.

Tabii ki çıkıyorum. Öncelikle dönerden tatmam gerek. Ayrıca sokağı baştan sona gezmek, etrafı iyice gözlemlemek istiyorum. Bir daha böyle bir yere gelmeyeceğime göre, gelmişken göreyim Tayland’ın hep anlatılan ama yaşadığım altı yıl boyunca göremediğim yüzünü. Sokağa adım atar atmaz insanın gözüne çarpan ilk şey ışıklar oluyor. Dükkanlardan gelen ışıklar, yolun kendi ışıklandırması ve bir de seyyar satıcıların ışıltılı arabaları. Bunca ışığa rağmen bulabildikleri karanlık köşelerinde sessizce bekliyor erkek avcıları. Sağ yanımda bir oyuncakçı, onun hemen yanında da seyyar bir makyajcı. Bunca kadının nerede süslenip, yollara döküldükleri açıklık kazanıyor zihnimde. Biraz daha yürüyünce dönerciyi görüyorum. Aç olmadığım halde 50 Baht verip, etli döner alıyorum. Büyük bir otelin önünden geçiyorum. Kaldırımlar kalabalık. Genelde iki-üç kişilik gruplar halinde ayakta dikilen ve etrafı süzen kadınların yanlarında onlarla sözde şakalaşan, ama aynı zamanda çaktırmadan pazarlık yapan erkekler var. Tek korkum beni de kendilerinden zannedip, kendilerine rakip görmeleri. Sokağın içlerine doğru yürümeye devam ediyorum. İnsanlar seyrekleşiyor. Üzerinde Arapça bir şeyler yazan dükkandan içeri bakınca, siyah çarşaflara bürünmüş üç kadın çarpıyor gözüme. Çelişkiye gülüyorum. Bir yanda neremi açacağım diye dertlenen GDA’lı kadınlar, bir yanda da nere mi kapatacağım diye endişelenen GBA’lı kadınlar. Bu ikisinin aynı sokak üzerinde olmasına ve birbirlerinden sadece yirmi-otuz metre uzakta olmasına inanması zor.

Az daha karanlığa doğru yürüyüp geri dönüyorum. Tuk Tuk sürücülerinin ellerindeki masaj salonlarını tanıtan broşürleri göz kırpma çabukluğuyla açıp kapatmalarına aldırmadan, bakışımı yakalayan kadınların şuh ama aynı zamanda utangaç –niyetimi yanlış anlamış olabilirler mi?-, gözlerinden sıvışarak, ‘You, massage’ diye çağıran şişman kadınlara gülümseyip geçerek, bir elimde dönerli ekmek, koltuğumun altında “Burma Günleri”, otele geri dönüyorum. Amacım, gürültüye rağmen bir an önce uyumak ve sabah olunca da Dasa’ya gidip, eski kitapların tozu ve kokusuyla kendimi tüm bu çirkeften arındırmak. Aklıma geçen hafta, bir barda gördüğüm İrlandalı antropolog geliyor. Sarhoş olmamak için siyah çantasındaki eski kitapları kokluyordu.

Odaya girince bilgisayarı açıp gürültü azalana kadar bilgisayarla oyalanayım diyorum. Saat birde yorgun bir biçimde yatağa girdğimde tek arzum bir an önce uyumak. Oysa sabah üçe kadar gözüme uyku girmiyor. Gürültü bir yana, dışardan gelen ışığı engellemek bile olanaksız. Sabah üçe doğru gürültü azalıyor. Müzik kesiliyor. Müşteri bulamamış kadınların kahkahaları ile toparlanan lokantalardan gelen çatal-kaşık-sandalye-masa sesleri dolmaya devam ediyor pencereden içeri. Ben yavaş yavaş dalıyorum uykuya. Tayland’daki ilk akşamım yorgun ve kızgın bir biçimde bitiyor.


* * *
2. Gun

Sabah 7’de uyanmayı yasarlıyordum güya! 9 gibi açtım gözlerimi. Oda sessiz ve karanlıktı... Gece bulamadığım huzuru sabah bulmuştum nihayet. Sanırım geç vakte kadar uyumamın nedeni de geç gelen bu sukunet. Silom’a ve Dasa’ya gitme plânlarını askıya alıyorum. Sokağa çıkıp yol kenarında sıcak-soğuk içecekler satan bir kadından sıcak kahve alıyorum. Kahveye şeker atmasını son anda engelliyorum. Sonra Seven-Eleven’dan birkaç şey daha alıp, otele geri dönüyorum. Geceki renkli ve şatafatlı hayatın yerini, sıcağın esir aldığı uyuz köpekler ile dükkanların kapılarının önünde bekleşen Tuk-Tuk ve motorsiklet taksi sürücüleri almış. Gündüz yaşanan hayat gecekine göre çok daha mat ve yavaş. Güneş yükseldikçe yarasalar mağaralarının en karanlık, en izbe köşelerine kaçıyorlar demek. Geriye sıcağın mayıştırdığı üçbeş seyyar satıcı ile gidecek yeri olmayan dilenciler kalıyor. Sokaklar alın teriyle çalışan, belki birkaç yüz dolar karşılığında bir ayını veren genç kızlar ve genç erkeklerle dolu. Geceki yaşdaşlarına rağmen bunlar hayatın ağır ağır adımlarla çıkılan dik merdivenlerden oluştuğunu daha bir anlamış gibiler. Atlayarak, sağından solundan geçerek, onu bunu aldatarak varılacak hedefe tutunma olasılığının da düşük olacağını biliyorlar. Yüzlerinde yetişecekleri için ciddiyeti var. Ellerinde çantalar bir yere, belli bir saatten önce varmanın aceleciliği okunuyor ayaklarının ritminde. Gidilecekbir yer, yapılacak bir iş... Merdivenin son basamağına değil de bir sonraki basamağına göz dikmişler. Gerisi onları pek ilgilendirmiyor.

Saat 11 gibi otelden ayrılıp Mo Çit istasyonuna gidiyorum. Saat 12 için Pu Kiyo’ya bilet alınca, kalan yirmi dakikamı Bangkok Post’un bitmek bilmeyen sayfalarında yumularak harcıyorum. Otobüse bindikten sonra 6 saat boyunca yaptığım şeyler okumak ve uyuklamakla sınırlanıyor. Gazetenin bazı sayfalarında kralın geçen ay ölen kızkardeşi için verilmiş taziyeler var. Tayland’da kraliyet ailesinin bu kaybı için 100 günlük yas ilan edildiğini duymuştum. Krallarla yaşamaya alışmamış bir neslin ürünü olarak bana ters geliyor bu tür totaliter tavırlar. Sonuçta kralın kızkardeşinin kralın kızkardeşi olmaktan başka bir özelliği yok bildiğim kadarıyla. Ülkeye ya da insanlığa düşünceleriyle, eylemleriyle ışık tutmuş, insanları yönlendirmiş birisi hiç değil. Çalışmalarıyla dünyaya adını duyurmuş bir bilim kadını ya da düşünceleriyle insanları peşine takmış bir yazar/şair olsaydı anlayabilirdim yasın arkasındanki amacı. Sonuçta Tayland bu konularda pek de yoksun bir ülke değil. Neden binlerce insana iş olanağı sunmuş bir işadamının arkasından yas tutmuyoruz da sırf kralın kızkardeşi olduğu için kralın kızkardeşi için yas tutuyoruz? Peki ya ölen düşünürler, yazarlar, sanatçılar... İnsanların değeri bu noktada tartışmaya açılıyor Tayland’da. Bir insanı değerli yapan şey ne inançları ne de anne-babasından miras kalan adıdır. Bu dünyada varsak yaptıklarımızla varız. Hayatın değişkenlerini başkalarının mutluluğunu sağlayacak şekilde düzenleyip, hayatı bir nehrin akışı ritminde yaşayan ve geride çok güzel anılar, çok değerli öğrenciler, çok üretken genç zihinler bırakan yüzlerce büyük insan var bu ülkede. Onların yasını tutmak, kralın kızkardeşi olduğu halde, hediye kabul etmektan başka bir şey yapmamış bir kadının yasını tutmaktan daha mantıklı geliyor bana. Hem bu kadının maaşını da Tayland’ın insanı ödüyordu. Gezilerinin masraflarını, katıldığı partilerde giydiği elbiselerin pahasını ödeyenler yine alın teriyle çalışan Tayland insanının vergileri değil mi?

Aslına bakılırsa Budacı öğeler, mesela ‘fanilik’ öğretisi bunu çok güzel açıklar mahiyette. Her şey, ama her şey geçicidir ve varlığımız ‘karma’mızın değeri ile ölçülür. Yaptıkların neyse osun! Oysa kraliyet ailesinin dahil olduğu törenlerde gördüğümüz Budacı rahipler bu işin pek farkında görünmüyorlar. Ya da belli bir ritüelin ötesine geçmeyen / geçemeyen pörsümüş Budacılığın en büyük ayıplarından birisi bu. Kula kulluğu cesaretlendiren bir anlayışı desteklemek, insanı en büyük değeri olan ‘eylem’inden yoksun bırakmanın sonucu tüm bunlar. Oysa Buda insanın insana kulluğunu sonlandırmak için harcamıştı yıllarını ormanın insanı eğiten yalnızlığında. Sarayını, güzel karısını ve oğlunu geride bırakmasının nedeni de hayatı anlamak, insanı insan yapan şeyin ünden ve paradan çok daha değerli bir şey olduğunu kanıtlamaktı. Günümüz Budacılığının Buda’nın 2500 yıl önce verdiği vaazlardan çok farklı bir görünüme kavuştuğunu, güçlülerin emellerine hizmet eden gündelik ritüellerin ötesine pek de geçemediğini söylemeye gerek var mı?

Meselenin bir de kral yönü var. Mevcut kral elli küsür yıldan beridir tahtta. Yani Tayland’da 60 yaşı ve altı hemen her insan için –bu nüfusun yüzde sekseninden fazlası demek-, bugünkü kral gördükleri tek kral. Bilinçleri işler hale geldiğinde karşılarında bu kralı gördü insanlar, çocukluklarında ve gençliklerinde hep bu kralın önünde eğildiler. Belki pek çoğu yine bu kraldan aldılar diplomalarını. Çocuklarına, torunlarına bu krala saygı duymalarını öğrettiler. Evlerine, dükkanlarına, arabalarına bu kralın resimlerini astılar. Durum böyle olunca benim gözümde basit bir insan olan kralın, Tayland halkının gözünde yarı tanrı yarı melek olması kaçınılmaz. Jung’un ‘Universal Motherhood’ dediği türden, şefkati ve koruyuculuğu tek bir bünyede barındıran mutlak güç onlar için. Kızkardeşi için 100 gün yas ilan edildiğine göre, kendisi öldüğünde Tayland’ın kapılarının birkaç yıllığına kapanacağını düşünmek pek de hayalperestlik olmaz...

Akşam 6’da Pu Kiyo’da otobüsten inince kayınpederle J karşılıyor beni. Birlikte göl kenarındaki bir lokantaya gidip akşam yemeği yiyoruz. Bir buçuk ay aradan sonra Siam yemeklerine tekrar kavuşmuş olmak sevindiriyor beni. Dom Yam Bıla, Pat Pak Gun ve Gun Toot geliyor sofraya birer birer. Bir de adını bilmediğim başka bir yemek. J mutlu ve tatmin olmuş görünüyor. Beş haftadır birbirimizi görmedik. İkimiz de tek parça olarak birbirimizin karşısındayız. Kayınpederin yanında ona sarılamıyorum. Kayınpeder kendi dünyasında. Yemeklerin ve biranın zevkiyle dört köşe. Ben sabırsız...

Yemekten sonra eve gidiyoruz. Tok Cay her zamanki gibi aşırı sevgi gösterisi ile karşılıyor beni. Bacaklarımın arasından geçiyor, üzerime zıplıyor, elimi yalıyor. En azından İsan insanı köpeklerin sevgi ve sadakat gösterilerini geleneksel kaygılar ile yasaklamıyor. Yasaklar insanlar içindir. İyiyle kötüyü ayırt edebildiği halde, kötüyü seçebilenler için. Tok Cay geçen onca yıla rağmen unutmuyor beni. Onu Catucak’dan alıp Rayong’a götürdüğümüzden beri neredeyse dört yıl geçti. Biz Bangkok’a taşınınca onu köye bırakmak zorunda kaldık. Sonra başından ne maceralar geçti. Ama yine de ilk sahibini unutmuyor. Beni her gördüğünde, her sabah ve akşam, üzerime saldırıp benim onu okşamamı istiyor. Kafasını hafifçe okşayınca sakinleşiyor, kuyruğu ağırlaşıyor. Yavaş yavaş ayakları yere değiyor. Ben akşamları koşmaya gidince benimle geliyor ama daha ilk turu atmadan koşmayı bırakıyor. Eve koşarak döndüğümde tekrar yanımda beliriyor. Böylece evdekiler onu da benimle birlikte okulun etrafında yedi tur attığını düşünecekler. Oysa Tok Cay birinci turdan sonra bahçede top oynayan çocukların peşine takılıyor. Ben yedinci turu bitirip, durmaksızın eve yönelince yanımda tekrar beliriyor. Farkında olmadan yapılan bir aldatmaca belki... Ya da eve dönüşü sezmenin bir sonucu. Çünkü onun için de ev sıcak yemek ve içten sevgi demek. Bu ikisini birlikte bulabileceğimiz başka bir yer var mı?

Kayınvalide cenazeye gitmiş. Saat 9 gibi dönüyor siyahlar içinde. Salonda oturuyoruz. Tüm koltuklar televizyon izlemeyi kolaylaştırmak için özellikle odanın ortasına yerleştirilmiş. Salonda oturuyorsan televizyon izlemekten başka çaren yok. Bahçeye çıkmak zor çünkü sivrisinekler beş dakikada insanın kolunu bacağını kan kırmızıya çeviriyorlar. Ben de oturup gazete okumaya devam ediyorum. Aynı makaleleri, aynı iş ilanlarını, aynı karikatürleri birer defa daha gözden geçiriyorum. Bir yandan da televizyondaki reklamlara takılıyor gözüm. Tayland kanallarında görmeye alıştığım, sivri zekanın ürünü o güzel reklamları arıyor gözüm. Her zamanki gibi sigorta şirketlerinin reklamları en akıllıca olanları. Diğerleri vasat ya da vasat altı. Saat 10 gibi salondan ayrılıyorum. Biraz daha okumak ve kitabın son bölümüne ulaşmak için.