Bu Blogda Ara

12 Mayıs 2014

T. B.'ye Mektup 4.2 - Kelâm Kanıtı (2)

Üçüncü İtiraz: Evrenin yasalarını Tanrı yapmadıysa kim yaptı?

                                   Nature and Nature’s laws lay hid in night:
                                   God said, Let Newton be! and all was light.
                                                                               Alexander Pope

Bu soruya haddimi aşarak yanıt vermeye çalışacağımı belirteyim öncelikle. Ne teorik fizik konusunda ciddi araştırmalar yapmış birisiyim ne de matematiğin son yıllarda hızla gelişmekte olan karmaşık sistemler kuramına aşinayım. Okuduklarımdan öğrendiklerimin dışında bu konulara kafa yormuş da değilim. Hoş, okuduğum bilimsel kitaplarda da aradığım yanıtları pek bulamadığımı itiraf etmeliyim. Büyük bir olasılıkla yanlış yere bakıyorum. Aradığım şey tatmin edici bir yanıttan ziyade biraz hayal gücü ve bu hayal gücünün ürünlerini sade bir dille anlatabilen kıvrak bir kalem. Bulamadığım için de aklıma yatan iki temel hipotezden söz edeceğim bu yazıda.  Bunlardan birincisi zaten herkesin bildiği M-kuramı. Diğeri ise henüz emekleme aşamasında bir kuram olan Yakınsak Markov Zinciri kuramı. Bu kuramların her ikisi de alabildiğine teknik bilgi gerektiriyor. Benim bilgisizliğim, konuları basite indirgememe ve basit örneklerle anlatmama yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Denemekte yarar var. Zor olandan başlayayım.

Birinci Hipotez: Evren Yakınsak Markov Zincirleri Toplamıdır?

Bomboş bir yolda araba sürdüğünüzü düşünün. Arabanızın hızını kendiniz belirlersiniz. İsterseniz saatte 50 km hızla gidersiniz, isterseniz saatte 150 km hızla. Zikzak yaparak, dur kalk yaparak, motoru gürleterek, direksiyonun başında uyuklayarak… Yolda tek başınıza olduğunuz için karışanınız olmaz. Kaza yapma olasılığınız düşüktür. Hayatta kalma içgüdüsünden başka yolun bir kuralının olmadığını düşünürsünüz. Böyle bir süre gittikten sonra sizinle aynı yönde giden bir arabaya rastladığınızı düşünelim. O arabayı gördükten sonra mutlaka arabayı sürüş şeklinizde bir değişiklik olacaktır. Ne de olsa yolu paylaşmak zorundasınız. Yol çok geniş olsa da bu durum değişmeyecektir çünkü kaza yapma olasılığınız önceki duruma göre bir hayli yükselmiştir. Biraz daha ilerleyince yolda başka arabaların da olduğunu görürsünüz. Git gide daha temkinli, daha dikkatli sürersiniz arabayı. Bir süre sonra arabaların yol üzerindeki yoğunluğu o kadar artar ki artık istediğiniz zaman direksiyonu sağa sola kıvıramazsınız, sürekli aynaya bakmak zorunda kalırsınız, hızınızı siz değil trafiğin kendisi ayarlar, zikzak yapamazsınız, emniyet şeridine giremezsiniz. Kaza yapmamak için mecburen trafiğin meydana getirdiği kurallara uymak zorundasınızdır. Başlangıçtaki keyfi halinizden eser kalmamıştır. Artık her hareketinizi sağınızı solunuzu, önünüzü arkanızı dolduran araçlar belirler. Yeri geldiği zaman yol verirsiniz –kavga etmek istemiyorsunuzdur-, yeri geldiği zaman önünüzdeki araçla aranıza mesafe koyarsınız –uykuya dalıp çarpmak istemezsiniz-. Buna rağmen kaşınan burnunuzu kaşıyabilir, uzun süredir çalmakta olan CD’yi değiştirebilirsiniz. Özgürlüğünüz arabanın içiyle sınırlanmıştır. Dışarıdan bakan birisi için arabanın içinde istediğini yapan ama yol üzerinde varsayılan kuralları sonuna kadar uygulayan bir şoförsünüzdür. Oysa yol üzerinde herhangi bir kural yoktur. Kurallar arabaların sayısının artmasıyla evrilmiştir, kısa sürede şu anki halini almıştır. Trafiğin debisiyle trafikteki araba sayısı arasındaki ilişki döngüseldir. Artan araba sayısı debiyi düşürür, düşen debi araba sayısını arttırır. Araba sayısı arttıkça trafik belli kurallara yakınsamıştır. Bu yakınsamanın tek bir kuralı vardır, o da hayatta kalma içgüdüsüdür.

Şimdi bu örnekten çıkıp evrene bakalım. Evrendeki yasalar da bu şekilde evrilmiş olabilirler. Biliyoruz ki evrene hakim olan yasaların hepsi matematiksel ifadelerle yazılabiliyor. Bu kolaylık aslında bize evrenin yasalarının fiziksel (bu evrenle ilişkili) değil de matematiksel (bu evrenden bağımsız) olabileceği konusunda bir fikir verebilir. Biliyoruz ki matematiksel cümleler evrenin her yerinde, hatta evrenin olmadığı bir ortamda bile geçerli olacaktır. Örneğin, 2+2 olası tüm evrenlerde 4’e eşittir. Çünkü 2+2’nin 4’e eşit olmadığı bir evren rasyonel olarak mümkün değildir ve en azından biz insanlar için evren olarak tanımlanmayı hak etmiyordur. Einsten’ın deyimiyle bu evrenin en anlaşılmaz yönü evrenin anlaşılabilir olduğu gerçeğidir. Anlaşılamayacak bir evrenin evrenlik vasfını yitirebileceğini, ontolojik açıdan olmasa da, epistemolojik açıdan iddia edebiliriz. 

Matematiğin çok-evrenselliği konusunda daha kapsamlı ve ilginç bir örnek vereyim. Elimizde herhangi bir yerden toplanmış 1000 tane sayı olsun. Bu sayılar herhangi bir değişkenin almış olduğu 1000 değer olabilir. İsterseniz gezegenler arası mesafeyi ölçün, isterseniz mahalledeki çocukların boylarını. Fark etmez. Bu 1000 değer içinden rastgele 50 elemanlı bir örneklem (sample) seçelim. İstatistiksel bir kuram olan Merkezi Limit Kuramı (Central Limit Theorem) bize der ki olası tüm 50 elemanlı örneklemlerin aritmetik ortalamalarının frekans dağılımı Normal Dağılıma yaklaşacaktır. Burada unutulmaması gereken bir şey olası tüm örneklemlerin sayısının 1000 üzeri 50 gibi çok büyük bir sayı olmasıdır. Sayının çok büyük olması bizi çok ilgilendirmez çünkü kuram sayılardan bağımsız olarak, tüm olası popülasyonlar için kanıtlanmıştır. Asıl dikkat etmemiz gereken nokta bu kuramın evrenden bağımsız olarak geçerliliğini sürdürebiliyor olmasıdır. Yani, ister bu evrenden topladığınız değerleri koyun bilgisayar programına, isterseniz olası başka bir evrenden topladığınız sayıları. Sonuç değişmeyecektir. Örneklem dağılımı normal dağılıma o kadar yakın olacaktır ki olasılıkları hesaplarken basit bir normal dağılım tablosundan alacağımız değerleri kullanabileceğizdir.

Bu örneği şu yüzden verdim. Evrenin yasaları rastgele var olan değerlerin belli dağılımlara yakınsamaları sonucu oluşmuş olabilirler. Kısacası yasayı var eden iki önemli kavramdan söz edebiliriz. Matematiksel kesinlik ve rastgele değerler. Bu ikisinin de evrende bol miktarda bulunduğunu söyleyebiliriz. Tanrıtanırların argümanlarına destek olarak sundukları düşük olasılıklar da aslında bu noktada çözümlenebilir. Bu düşük olasılıkların büyük bir çoğunluğu bilgi yoksunluğunun sonucudur. Eksik olarak öne sürdüğümüz modellerde doğal olarak bilgi filtrelemesi yapmamız belli bir noktadan sonra olanaksız hale gelmektedir. Örneğin, bir torbada 1’den 1000’e kadar sayılar olsa ve ben rastgele bir sayı seçsem, bu sayının 500’den büyük olma olasılığı 0,5’dir.  Sayının 400’den büyük olduğu bana söylenmişse bu durumda bir bilgi filtremesi uygulayabilirim. Sayının 400’den büyük olduğu biliniyorken, 500’den de büyük olma olasılığı 0,83 civarındadır. Sayının 450’den büyük olduğunu biliyorsam, bu durumda sayının 500’den büyük olma olasılığı 0,9’un üzerinde olacaktır. Kısacası, bilgi arttıkça daha önce çok küçük olan olasılık artacaktır. Bu filtreleme işlemi uzun süre devam ettirilince olasılığın 1 (%100) gibi bir kesinliğe yaklaşabileceğini kestirebiliriz. İşte bu noktada işin içine Markov Zincirleri girmekte.

Yine basit bir örnekle izah edeyim. Diyelim ki bir kasabada bugün yağmur yağarsa yarın da yağmur yağma olasılığı 0,6’dır. Bugün yağmur yağmazsa yarın yağmur yağma olasılığı 0,2’dir. Kolaylık açısından bu olasılıkların sabit olduklarını kabul edelim. Bu durumda, örneğin pazartesi yağmur yağarsa, salı günü yağmur yağma olasılığını biliyorumdur.  Hatta çarşamba ve perşembe günlerinin yağmur olasılıklarını da basit bir ikili ağaç (binary tree) yardımıyla hesaplayabilirim. Örneğin pazartesi günü yağmur yağmışsa çarşamba günü yağmur yağma olasılığı 0,6*0,6 + 0,2*0,4 = 0,44’dür. perşembe günü yağmur yağma olasılığı ise 0,6*0,6*0,6 + 0,2*0,4*0,6 + 0.6*0,2*0,4 + 0,6*0,8*0,4 = 0,376’dır. Bu hesaplamaları kolaylaştıran ikili ağacı aşağıya ekliyorum.

Çerçeve içine alınmış sayıları çarpıp, dört çerçevenin sonucunu toplarsak sonuca ulaşırız.

Buraya kadar ilginç bir durum yok. Basit bir olasılık hesabından başka bir şey yapmadık. İlginçlik pazartesinden ileriye doğru gittiğimizde ortaya çıkıyor. Pazartesi yağmur yağdığını biliyorsam, ileriki günlerde yağmur yağma olasılıklarının gitgide düştüğünü (0,6 à 0,44 à 0,376 à …) gözlemleyebilirim. Ayrıca bu azalma oranın düştüğünü de gözlemleyebiliyorum. Dikkat edilirse sayılar arasındaki fark düşmektedir. Bu durumda şöyle bir soru sorabilirim: Bu sayılar belli bir sayıya yakınsıyor mu? Yani, pazartesi yağmur yağdığını biliyorsam, beş bin gün sonra yağmur yağma olasılığını hesaplayabilir miyim?

Yanıtımız evet. Evet, çünkü bu örnek tipik bir Yakınsak Markov Zinciri örneğidir. Eğer yukarıdaki her bir ikili ağacı bir geçiş matrisine (transition matrix) çevirirsem, hesapların basit bir matris çarpımına indirgendiğini görürüm. Bu matrise T diyeyim. Eğer, bu matris uzun erimde yakınsayacaksa bir limiti olmalıdır. Aşağıdaki resimde, yağmur örneğinin geçiş matrisini ve bu matrisin yakınsadığı limitin nasıl hesaplandığını görebilirsiniz.

R+ yağmur yağma durumunu, R- ise yağmma durumunu gösteriyor. Matrisin her bir satırındaki olasılıkların toplamı 1'e eşit olmak zorundadır. Bu tek bir koşul altındaki tüm olasılıkların toplamının 1'e eşit olmasıyla aynı şeydir.  

Resimde de görüldüğü gibi bugün yağmur yağıyorsa sonsuz gün sonra yağmurun yağma olasılığı 0,33 gibi bir sayıya yakınsamaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan birisi filtreleme işleminin tersini yapıyor olduğumuzdur. Yani, sonsuzdaki günden bir önceki gün yağmur yağdığını bilsem, sonsuzdaki günde yağmur yağma olasılığı yine 0,6 olacaktır. Tabii ki 0,33 olasılığına ulaşmak için sonsuza kadar beklemek gerekmez. Yirmi gün sonra olasılık 0,33’e o kadar yakın olacaktır ki farkı ihmal etmemek abes kaçacaktır.

Şimdi bu örnekte verdiğim 2x2 matrisin yerine 10000x10000 bir matris düşünün. Evrenin büyüklüğü ve sayısal değerlerin çokluğu göze alındığında çok daha büyük bir matrise ihtiyacımız olacağını varsayabiliriz. Yalnız bu matriste bol bol sıfır olacaktır çünkü olası tüm olayları sıraladığımızda pek çok olay birbiriyle çelişeceği için bunların birbiri ardı gelme olasılıklar sıfır ya da sıfıra yakın olacaktır. Böyle bir matrisin de uzun erimde tıpkı benim yukarıda ifade ettiğim matris gibi artık değişmeyen bir limite yakınsayacağını söyleyebiliriz. Bu değişmeyen matris de aslında bizim evren yasaları dediğimiz yasaları içeren matristen başka bir şey değildir. Limit matristeki sıfır sayısı, ilk matristekinden daha çok olacaktır ve bu durum bizim işimize yarayacak bir sonucu getirecektir. Sıfırların bol olması, örneğin herhangi bir satırda bir tane 0,999999999999999999999999999999999999999999999 gibi bir sayının olmasını gerektirebilir. Bu durumda şimşek çaktıktan sonra neden göğün gürlemesi gerektiğini çözmüş oluruz. Gök gürlemesi gerektiği için değil, diğer tüm olasılıklar sıfıra yaklaştığı için gürlemektedir. Aynı şekilde bir odada bulunan oksijen atomları kafa kafaya verip odanın bir köşesine toplanabilir ve odada yaşayan canlıların ölümüne neden olabilirler. Böyle bir şeyle karşılaşmayız çünkü bizim entropi dediğimiz yasanın tersine işleme olasılığı sıfıra çok yakındır. Bu sıfıra yakınsama herhangi bir yasa koyucunun elinden çıkmış olabileceği gibi salt matematiğin rastgelelik üzerinde işleyen kuralları doğrultusunda da gelişmiş olabilir.

Tüm bu yazdıklarımın bir hipotezden ibaret olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Yalnız Tanrı’nın varlığı da bir hipotez olduğuna göre, rakip bir hipotez üretmiş sayılabilirim. Ayrıca Tanrı’nın varlığı gibi sınanamayacak bir hipotez değildir benim ortaya koyduğum argüman. Örneğin, 1980’lerde bir matematikçi (Conway) tarafından ortaya atılan Hayat Oyunu (Game of Life) benim yukarıda taslağını çizdiğim evrenin yakınsak bir Markov Zinciri olabileceği hipotezine benzer sonuçlar vermiştir. Conway’in oyunu çok basit iki ilkeye dayanmaktadır. Sonsuz uzunlukta ve ende bir satranç tahtası düşünün. Bu tahta üzerindeki kareler için iki durum söz konusudur: Canlı veya Ölü. İki ilke ise şunlardan ibarettir:

1.       Canlı bir kare eğer iki ya da üç canlı komşusu varsa canlı kalır. Üçten fazla komşusu olduğunda aşırı nüfus yoğunluğundan dolayı ölür. (Hayatta kalma ilkesi)
2.       Ölü bir kare üç tane canlı komşuya sahip olduğunda canlı hale gelir. Canlı komşu sayısı sıfıra ya da bire düştüğünde, kare yalnızlıktan dolayı ölür. (Doğum ilkesi)

Başlangıçta çok basit olan bu ilkeler oyun başladıktan kısa süre sonra çok karmaşık, önceden tahmin edilemeyen sonuçlar doğurabilmektedir. Tıpkı trafik örneğinde izah ettiğim gibi akla hayale gelmeyecek örüntüler oluşup, bu örüntüler arasında karmaşık kurallar belirmektedir. Oyunu burada uzun uzun anlatmak yerine aşağıdaki videoları izlemenizi ya da http://www.emergentuniverse.org/#/life sayfasındaki oyunu bizzat oynamanızı tavsiye ederim. Beş-on dakikanızı alacak bir iştir ama hayat oyununun tam olarak ne anlama geldiğini kavramak açısından internetin sağladığı olanakları kullanmak, kelimelerle oyunu izah etmekten hem daha öğretici hem de daha zaman kazandırıcı bir yöntem.  

Videolardan ilk ikisi ayrık (discrete) zaman dilimlerini kullanarak ilerleyen sistemler. Oyunun orijinal versiyonu da böyle. Üçüncüsü, aynı oyunun sürekli (continuous) zamana uyarlanmış hali. Dördüncü video ise wolfram alpha arama motorunun kurucusu, aynı zamanda fizikçi olan Stephen Wolfram’ın üniversite öğrencilerine verdiği doksan dakikalık bir ders. Bu ders sırasında Wolfram, uzun uzadıya basit algoritmalardan nasıl çok kompleks örüntülerin oluşturulabileceğini anlatıyor.

Ayrık zamanlı Hayat Oyunundan Farklı Kombinasyonlar


Ayrık zamanlı Hayat Oyunundan Farklı Kombinasyonlar


Sürekli zamanlı Hayat Oyunundan Farklı Kombinasyonlar


                                              Stephen Wolfram'ın verdiği bir buçuk saatlik ders. 

Peki, Hayat Oyunu bize tam olarak ne anlatmaktadır? Tam olarak ne anlatmakta olduğunu henüz çözmüş değiliz. Matematikçiler ve bilgisayar programcıları, özellikle son yıllarda, yoğun bir şekilde bu ve benzeri oyunlar üzerinde kafa yoruyorlar. Amaçları hayatın ya da daha büyük ölçekte evrenin başlangıcı konusunda ip uçları elde etmek. Daha geniş anlamda evrenin çok basit birkaç kuralın sürekli kendisini tekrar etmesi sonucu (recursive) oluştuğunu, yeryüzündeki hayatın da yine buna benzer bir yolu izleyerek oluştuğunu kanıtlamak. Böyle bir hipotez sanıldığından çok daha iddialıdır çünkü elimizde ne evrenin ilk koşulları hakkında yeterli bilgi vardır ne de evrenin sahip olduğu enerjiyi laboratuvara sokma yetimiz mevcuttur. Sonlu beyin gücümüzle, sonlu bilgisayarlarımızla çok büyük ölçekte kombinasyonları taramak zorundayız. Bunun vakit alacağı, pek çok seferde bizi yanıltıp başa döndüreceği aşikardır. Bu demek değildir ki sonuç bize çok uzaktır. Başta da dediğim gibi bilim iğneyle kuyu kazma işidir. Ucunda garanti olsaydı herkes bilim insanı olurdu. Belki böylesi bir çözümü bizim neslimiz göremeyecek. Belki 300-500 yıl alacak sağlıklı sonuçlara ulaşmamız. Yine de denemekten bıkmayacağız; aramaya, sorgulamaya, her düşüşümüzden sonra bir dahakine daha iyi düşmek için ayağa kalkmaya devam edeceğiz.

Çünkü bilime inanan insanlar evrenin doğumu ve yasaların oluşumu üzerine kafa yormayı bırakırsa ortamın kimlere kalacağı aşikardır. Kolay çözüm evreni kendi dışında bir bilince bağlamaktır ki bu bilinç ne bilimsel olarak kanıtlanabilir ne de herhangi bir araştırmanın konusu olabilir. Bir önceki yazıda da dediğim gibi Büyük Patlama’nın (BP) niçin oluştuğuna bilim herkesin kabul edeceği bir yanıt veremeyecektir. Çünkü BP başlamadan önce ortada zaman yoktu ve bilimsel çalışmalar için zamanın olmadığı yerde fizikten bahsetmek yersiz olacaktır. BP’nin ötesinde ne vardı sorusuna akıllı bir bilim insanı “BP’nin ötesi yoktur.” şeklinde yanıt verecektir. Başlangıçta BP vardı, derken zaman ve mekan oluştu, derken rastgele dağılan milyar kere milyar kere milyar sayıdaki parçacıkların dağılımları matematiksel dağılımlara yakınsadı. Yakınsayamayanlar bir çeşit doğal seçim sonucunda ya kayboldu ya da olasılıkları sıfıra çok yaklaştı. Bu yakınsama sonucunda bizim bugün evreni mümkün kılan birimsiz sabit sayılara ulaşıldı. Bu açıklamayla tatmin olmayan tanrıtanıra, bilim insanının yapacağı başka bir şey yoktur. Bilim insanının görevi tanrıtanırı inancından vazgeçirmek değildir zaten. İnanmak isteyen kişi her halükarda inanmak için bir gerekçe üretecektir.

İkinci Hipotez: M-kuramı

M-kuramı ya da çoklu evrenler kuramı denilen bu kuram son yıllarda fizikçiler ve evrenbilimciler arasında rağbet görmeye başlamıştır. Özellikle ip kuramının (string theory) matematikçiler tarafından ele alınıp, topolojik simetride incelenmeye başlamasıyla, M-kuramı daha bir popüler olmuştur. Bu kurama göre atom altı parçacıklar, tek boyutlu birbirlerine farklı formlarda iplerden oluşmakta ve bu iplerin farklı konumlarını izah etmek için on bir boyut gerekmektedir. İşin fizik boyutu beni aşmakta olduğu için detaya giremeyeceğim ama anladığım kadarıyla bu yazıyı ilgilendiren kısmı şu şekilde özetlenebilir.

İçinde yaşadığımız evren olası pek çok evrenden sadece birisidir. Burada “pek çok” derken, birkaç demek istemiyorum. Stephen Hawking, en son yayınlanan “The Grand Design” kitabında bu sayının 10500 (1’in yanına konan 500 tane sıfır rakamı düşünün) civarında olduğunu söylüyor. Yani yaşadığımız her saniyede milyarlarca evren sıfırdan var olup yaşayamadığı için tekrar yok oluyor. İçinde yaşadığımız evren bu 10500 tane evrenden birisi ve gördüğümüz kadarıyla yaşayabilmiş. Evrenimiz yaşadığı için de içinde gezegenler, yıldızlar oluşabilmiş. Bizimkisi gibi yaşayan başka evrenler de var olabilir, onlarda da “canlı” olarak adlandırılabilecek varlıklar yaşıyor olabilirler.

M-kuramı benim yukarıda anlattığım ilk hipoteze göre çok daha kolay bir yol öneriyor evrenin oluşumu sorusunu yanıtlamak için. Kolay derken bu fizikçiler için var olan bir kolaylık değil, evrenin nereden geldiğini düşünen ama işin bilim kısmına pek de bulaşmak itemeyen benim gibiler için bulunmaz bir yanıt sunuyor. Eğer içinde yaşadığımız evren, olası 10500 evrenden birisiyse, bu durumda bunların içinden en az bir tanesinin hayatı barındırma olasılığı hiç de sandığımız kadar düşük olmayabilir. Bu da ince ayar ya da ilk başlatıcı sorusuna yanıt olabilir.

Bütün bunları yazmışken değinmeden geçemeyeceğim. M-kuramı ya da İp Kuramı henüz fizikçiler tarafından doğrulanmış kuramlar değillerdir. Daha çok matematiksel temelleri olan, bir takım matematiksel tutarlılık testlerini geçebilmiş hipotezler olarak anılmaktadır. Dolayısıyla bilim dünyasında da tanrıtanır çevrelerde de henüz pek rağbet görmediğini söyleyebiliriz. Hatta bazı Hristiyan çevreler, benim bir önceki yazımda da iddia ettiğim gibi, M-kuramı kanıtlansa bile bu Tanrı’nın olmadığını kanıtlamaz demektedirler. Bu da bizi en başa, Tanrı’nın varlığını kanıtlama sorumluluğunun kimde olduğu sorusuna götürür.

Başta da dediğim gibi bilim insanın ya da tanrıtanımazın Tanrı ile bir alıp veremediği yoktur. Keşke Hawking kitabı boyunca Tanrı’nın varlığından hiç söz etmeseydi –bu durumda satışlar büyük oranda düşecektir- ve salt fizikten ve matematikten söz etseydi. Çünkü tanrıtanımazlar bilimsel kuramların yardımıyla yeni hipotezler ortaya atıp, Tanrı’yı her seferinde biraz daha köşeye sıkıştırınca –ya da sıkıştırdıklarını sanınca-, tanrıtanırların eleştirilerine maruz kalıyorlar. Bu eleştiriler genelde iki yönde oluyor. Birincisi bilimin de yanılabileceği, tüm bu yazılıp çizilenlerin tanrıtanımaz bilim insanlarının taraflı görüşleri olduğu eleştirisi. Bu eleştiride tanrıtanırlar tamamıyla yanılıyorlar diyemeyiz ama zaten bilim insanları yanılabiliyor olduklarını saklamazlar kimseden. İkincisi ise bir önceki yazıda da dediğim gibi “Eeee, en baştaki madde nereden geldi?, En baştaki enerjinin kaynağı neydi? BP neden durup dururken gerçekleşti?” gibi bilimin –ve başka hiçbir makamın- yanıtlayamayacağı sorularla kafaları karıştırıp, yanıtın olmamasından yola çıkarak Tanrı sonucuna ulaşmak.

Bu yazdığım iki hipoteze yenileri de eklenebilir ama acizane kanaatimce hiçbirisi tanrıtanırın “Hepsi nereden geldi?” tavrına –artık sorusuna demiyorum- tatmin edici bir yanıt veremeyecektir. Bunun en büyük nedeni de bu tavrın mantıksal değil de psikolojik bir tavır olmasıdır. Eğer bir insan kendisini güvende hissetmiyorsa ve bu hayatın bir gün gelip de sonlanacağı gerçeğine katlanamıyorsa, inanmak işine gelecektir. İnanç onu rahatlatacak, uykusuz gecelerden kurtaracak, sonsuz sorulardan arındıracaktır. Böylesi bir rahatlığı kim bırakmak ister? Tanrıtanımazlık cesaret işidir, risk almaktır. Evrende yalnız olduğumuz, bu hayatın tek fırsat olduğu, bir gün sadece kendi hayatlarının değil evrenin hayatının da sonlanacağı gerçeğine alışmak, bunu kabullenmek kolay değildir. Dolayısıyla böylesi bir cesareti gösterebilen insanın, bu cesareti göstermek yerine kolaya kaçarak sırtını kutsal bir güce dayayan insanlar tarafından anlaşılması doğal olarak zordur.

Tanrıtanırla tanrıtanımaz arasındaki tavır farkını şu örnekle izah edeyim. Bir çocuk düşünün. Annesi onu lunaparka götürmüştür. Çocuk o kadar eğlenir ki akşam eve dönmek istemez. Annesi bir ton dil döker. “Oğlum, hadi hava kararacak. Baban eve gelecek. Biz de gidelim, babandan önce eve varalım, akşam yemeğini hazırlayalım.” diyecektir. O akşam eve giderler ama çocuğun aklı lunaparkta kalmıştır. Her fırsatta parka gitmek, oynamak ister. Çünkü var olan zevkin sonlanacağı gerçeğine çocuğun alışması kolay değildir. İşte tanrıtanır bu çocuğa benzer. Bu dünyaya gelmiştir, güzel güzel yaşamıştır. Baktı hayat bitiyor, perde kapanıyor. İçindeki çocuk uyanır. Bitsin istemez, burada bitse bile başka bir yerde devam etsin ister. Bu yüzden de önüne hazır konan inanç şerbetini içer, rahatlar. Böylece gönlü rahat olur, sıkıntılarından kurtulur. Tanrı var ya da yok, o dünya hayatında huzura kavuşmuştur. Hep alıntıladığım bir roman cümlesiyle bitireyim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Mümtaz, bir akrabası olan Suat’a sorar “Neden inanmıyorsun?” diye. Suat’ın yanıtı hafızalara kazınacak cinstendir: “O saadetten mahrumum.“

Peki inanmak bu derece saadetse, insanı sıkıntılardan kurtarıyorsa neden inanmayanlar inanmamakta ısrar ediyorlar? Bu da iki ya da üç sonraki yazının konusu olsun. Bir sonraki yazıda estetik ve/veya ahlâk kanıtlarını ele alacağım.


* Bu yazıyı yazmadan önce iki kitap okudum. Bunların birincisi William Poundstone’un The Recursive Universe kitabı. Beni Conway’in hayat oyunuyla o tanıştırdı. İkinci kitap ise yazıda da sözünü ettiğim Stephen Hawking’in “The Grand Design” adlı kitabı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder