Bu Blogda Ara

04 Aralık 2013

Çin Mektupları 19 - Şanhay Maratonu, Okulum ve İnsan Zekası

                              Şanhay Maratonu, Okulum ve İnsan Zekası 

Günler ne kadar da hızlı geçiyor! Daha çok var deyip sürekli geçiştirdiğim Şanhay maratonu bile geride kaldı. Çok iyi hazırlanamadım maratona ama yine de fena değildi. Bu kadar soğuk bir havada ilk defa koşacağım için aslında biraz tedirgindim maraton gününden önce. Sabah uyanınca dün akşamdan kalma yeşil çayın üzerine sıcak su ekleyip içtim. İki tane de küçük "snickers" çikolata yedim ki koşarken bol bol şeker yakayım. Ardından da giyinip kendimi dışarıya attım. Daha önceki koşularda şort ve tek kat tişörtle yetinirdim. Bu koşuda, otelden çıkarken üzerimde üç kat giysi vardı. Ellerimde eldivenler, kafamda bere, altımda da hem içlik hem de uzun eşofman. Buna rağmen sabahın ayazı korkuttu beni. Yarışın başlayacağı “The Bund”a varıp, insanların rahat kıyafetlerini görünce biraz kendimden utandım tabii. Ahali gayet rahat, ne benim gibi spor ceketi giyen var ne de uzun eşofmanla seksenleri anımsatan. Üzerimdekileri çıkaramasam da eldivenleri ve bereyi çıkarıp cebime koydum. Bir süre başlangıç noktasının 50 metre kadar gerisinde ısındım, bacaklarımı gerdim, sorun çıkarmaya en yatkın yanım olan dizlerimi ovdum. Bir yandan da müziği açtım. İlk defa müzik dinleyerek maraton koşacaktım. Evdeyken doldurmuştum sevdiğim sanatçıların sevdiğim parçalarını.

Yarış tam zamanında başladı ama kalabalık uzun süre seyrelmedi. İlk birkaç kilometre hemen herkes zorluk yaşar, insanlar birbirine çarpar, ufak tefek kazalar olur. Oysa katılımcı sayısı fazla olduğundan, ilk birkaç kilometrede gerçekleşmesi gereken rahatlama onuncu kilometreden sonra -10 km koşanlar ayrılınca- başlayabildi. Kısacası ilk on kilometre tuhaf bir cebelleşmenin içindeydim. Bunda, koşma adabına yakışmayacak hareketler sergileyenlerin adamsendeci tavırları önemli bir rol oynadı doğal olarak.

Çinli arkadaşlar trafikte nasıl davranıyorlarsa koşarken de öyle davranıyorlardı. Arkaya bakmadan sağa sola atlayanlar, durduk yere depar yapıp bir anda önüne geçtiğin kişiyi zor durumda bırakanlar, yolun ortasında durup dinlenmeye ya da ayakkabısının bağını bağlamaya başlayanlar… Azıcık düşünseler binlerce insanın kendileriyle aynı şartlarda koştuğunu, bu duyarsızlıkları yapmazlar. Yorulduysan ve dinleneceksen, kenara çekilirsin. Maratonun adabı budur. Yolun ortasında pat diye durup, arkadan gelen yüzlerce insanın sana çarpmasını –ya da çarpmamak için mücadele vermesini- beklemezsin. Ben birkaç defa düşme tehlikesi atlattım. Önümde koşan bir yabancı; sağ arkasından gelip, sol önüne geçmek isteyen bir Çinli koşucunun hışmına uğradı. Çinli koşucunun ayağının topuğu, yabancı koşucunun ayağına çarptı. Herif yere yuvarlandı. Çinli koşucu arkasına bile bakmadan devam etti. Arkadan gelen bizler yabancı koşucuyu yerden kaldırdık. Neyse ki ağır bir hasar yoktu, eleman kaldığı yerden koşmaya devam etti.

Normal koşullarda böylesi ufak bir çarpmada insan sarsılmaz ama uzun bir mesafeyi koştuktan sonra insan bedeni ani gelişmelere tepki verememeye başlıyor. Yani, on santimetrelik bir eşik bile yokuş oluyor koşucu için. Bu yüzden maratonlarda, eğer cidden altın madalya için koşmuyorsan, başkalarıyla değil de kendinle yarışıyorsundur. Ha 3423’üncü olmuşsun ha 3235’inci! Çok bir fark yok arada. Mühim olan bitirmek, hiç durmaksızın koşmak, nefesine düzen vermek, adımlarına odaklanmak, hedefe kilitlenmek ve güzel şeyler düşünmek. Öyle paldır küldür, diğerlerinin konsantrasyonunu bozacak şekilde koşacaksan hiç koşma daha iyi. İnsanlar kendilerini yenmek için koşarlar; tembelliklerinin, bahane üreten egolarının, düzensizliklerinin üstesinden gelmek için. Kaosa daha çok kaos eklemek için değil.

Neyse, ben hiç durmadan 2 saat 10 dakikada bitirdim yarışı. Ahmet Kaya “Kafama Sıkar Giderim” dedi gaz verdi, Cem Karaca “Bana İstanbul’u Anlat, Nasıldır?” diye inletti ortalığı, Pilli Bebek “Dünya Yalan Dünyadır, Üstü Altı Rüyadır” deyip kırdı geçirdi, Ray Lamontagne “I never learnt count my blessings, I chose instead dwell in my disasters.” derken beni Vietnam günlerime götürdü, Zeki Müren “Ah Bu Şarkıların Gözü Körolsun” deyip yıllar öncesinin yaralarını deşti… Onlar söyledi ben koştum, onlar yüreğimi ateşledi ben bacaklarımı. Dizlerimde ciddi bir ağrı yaşamadan, herhangi bir nefes darlığı çekmeden 21,1 kilometreyi bitirdim. "Finish" kemerinin altından geçip, aniden durunca; başım birkaç saniyeliğine döndü. Kolay değil tabii, son iki saattir ayaklarımın altında kaymakta olan dünya bir anda durunca, dengem sarsıldı. Neyse ki kendime çabucak geldim. Biraz su içtim, nefesim düzeldi, renkler canlılaştı... 

Bitişte J bekliyordu. Fotoğraflar çektik. Yarışı bitirir bitirmez sigarasını yakanlara hayretle baktık. Bedava dağıtılan çikolatalardan ve bisküvilerden yedik. Ayakkabı çipini geri verip karşılığında 100 Yuan bile aldık. Sonra da aç ve yorgun bir şekilde otele geri döndük. Ben gün boyunca sürekli yemek yedim. Sanki koşarken midem delinmişti de yediklerim boşluğa gidiyordu. Yedim de yedim. Otele varmadan önce yoldaki Müslüman lokantasında yedim, otelden çıkınca yine yol üzerinde bir şeyler yedim. Lu Şun müzesine gitmeden önce yedim, müzeden hemen sonra bir daha yedim. Tren istasyonunda yedim, akşam eve varınca yedim. Gece yatağa girince duruldu ancak açlığım. Bir maraton gününü de bu şekilde bitirmiş oldum.

Çanco’ya vardığımı bana ilk anımsatan şey havadaki kükürt dioksit kokusu oldu. Bir de nedeni anlaşılmayan ayaz. Şanhay’ın havası hem daha ılıktı hem de daha temiz. Buranın soğuğu sanırım Ankara’nın soğuğu gibi. Kuru, nemsiz, insanı esir eden ama kendisi de coğrafyanın esiri olmuş mazbut bir şey! Havanın soğuk olması pek rahatsız etmiyor beni aslında. Sorun bu soğuğu görmezden gelen kentliler. Örneğin, Çanco’daki evlerin hemen hiçbirinde merkezi ısıtma sistemi yok.  Geceleri hava sıcaklığı sıfırın altına düşüyor, biz klimayla odayı ısıtmaya çalışıyoruz. Bunun nedeni Çanco’nun Yangtze nehrinin güneyinde olmasıymış. Nehrin güneyindeysen ısıtma sistemi kuramıyormuşsun! Şimdilik klimalar odaları ısıtmaya yetiyor ama ocak ayına geldiğimizde durumu kurtarabileceklerini hiç sanmıyorum. Bakalım o zaman ne yapacağız.

Hoş, tek sorun merkezi ısıtma sisteminin yokluğu değil. Kent sanki burada hiç kış olmuyormuş gibi inşa edilmiş. Örneğin bizim dairede tek bir elbise askılığı yok. Eve gelince montunu, kabanını nereye asacaksın? Yok öyle bir askı. Sadece evde değil, koca okulda da yok. Ya elbise askısı diye bir kavramla henüz tanışmamışlar ya da elbise askısı alırlarsa böylesi bir hareketin kışın gerçekliğini kabul etmek anlamına geleceğini düşündükleri için askının varlığını tümden reddetme yoluna gidiyorlar. İyi ama askıyı reddedince hava ısınmıyor ki! Ayrıca okulda da kalorifer olmadığı için sabahları ilk iki saat montla, kabanla oturuyoruz. Sonra yavaş yavaş klima odayı ısıtıyor da çıkarıyoruz kabanlarımızı, rahat bir nefes alıyoruz.

Beni en çok üzen öğrencilerin durumu. Sınıflar buz gibi. Çocuklar sabahtan akşama kadar montlarıyla oturuyorlar. Derste birbirleriyle konuşurken ağızlarından çıkan buharı görüyorum. Ben de derse montla gidiyorum. Klimalar odayı ısıtmaktan acizler. Hem onlar klimayı açsalar bile Çinli öğretmenler gelip kapıyorlar, bir de bunun üzerine pencereyi açıyorlar. Neymiş efendim, soğuk havada öğrenciler dikkatlerini daha iyi toplayabilirlermiş. Eğer sınıf sıcak olursa çocuklar mayışır, öğrenemezlermiş. Haydaaa, çocukların yarısı burnunu çekerken, diğer yarısı tir tir titrerken derse daha mı çok yoğunlaşmış oluyorlar? Her gün sınıf başına en az iki-üç öğrenci hasta, okula gelmiyor.

Okul öyle inşa edilmiş ki sanasın tropikal bir ülkede yaşıyoruz. Tayland’da olsak anlayacağım. Hava hep sıcak olduğu için okulun koridorları dışarıda olur. Orada öyleydi çünkü kış diye bir şey yoktu. Burası bildiğin eli ayağı donduran ayaz kardeşim. Dışarıya koridor mu yapılır? Öğretmenler odasından çıkıp, derse giderken dışarı çıkmamız gerekiyor. Tuvaletler de bildiğin dışarıda, koridorların sonunda. En savunmasız olduğumuz anlarda doğayla baş başayız, oh ne ala…   

Şunu anlayabiliyorum. Çin çok hızlı büyüyor ve bu büyümeyi sürdürmesi için devasa bir enerji ihtiyacını karşılaması gerekiyor. 1,3 milyarlık; enerjiye aç bir ülke ÇHC. Bu enerjiyi nereden bulacak? En rahat elde edilen enerji kaynağı olan kömürü yakıyor. Dünyadaki kömürün yarısını Çin tüketiyor. Bu kadar kömür tüketip, hava kirliliğinin olmaması düşünülemez. Yangtze nehrinin güneyinde merkezi ısıtma sisteminin olmamasının nedeni de aslında hükümetin kömür tüketimine, yani hava kirliliğine bulduğu çarelerden birisi. İyi ama ülke hızla büyüyecek diye okullardaki çocukları üşütmenin ne anlamı var? Toplumun kurban edilecek en son kesimi değil midir çocuklar ve gençler? Daha yavaş büyüse de insanlar ölmese olmaz mı? Daha insancıl, daha sağlıklı yöntemler bulunamaz mı? 

Bazılarına göre hava kirliliği gelişmenin bir gereği. Nasıl ki sanayi devrimi sırasında Londra'daki hava kirliliği yüzünden bazı haftalarda binlerce insan hayatını kaybediyordu, nasıl ki ABD'nin çelik ve diğer ağır metalleri üreten sanayi bölgelerinde hava kirliliği erken ölümlere neden oluyordu; şimdi de sıra Çin'de. Öyle görünüyor ki bazı ekonomistler bu işi sıraya dizmişler ve sırası gelen çeker mantığıyla duruma tarafsız yaklaşmaya çalışıyorlar. Yalnız unutulan bir şey var. Bugün İngiltere ve ABD hava kirliliği konusunda kendilerini aka çıkarmışlarsa bunun iki büyük nedeni var. Birincisi hizmet sektörüne kayan istihdam dağılımı. Bu kayış durup dururken olmadı tabii. Bunu tetikleyen, aslında kapitalizmin en büyük itici güçlerinden birisi olan dışa açılmaydı. Yani, fabrikalarını ülke topraklarının dışına inşa etmeye başlamış olmaları ve bilgi ihraç etmeleri. Bugün Çin'de binlerce fabrikası var batılı şirketlerin. Kendi ülkelerini kirletmiyorlar, Çin'i kirletiyorlar. Peki Çin ne yapacak? Başka bir Çin yok ki gitsinler kirletsinler? Sırası gelen çeker diyorlar ama dünyanın kaynakları sonsuz değil ki herkes sırayı bir sonrakine atabilsin. İşte bu noktada devreye Afrika giriyor. 

Bana göre Çinliler Afrika kıtasını kendileri için kurtuluş bölgesi olarak görüyorlar. Bu yüzden milyarlarca dolarlık yatırımlar yapıyorlar Afrika'nın çorak bölgelerine. Gün gelecek, dev Çin şirketleri bacalarından zehir tüttüren fabrikalarını Afrika'da açmaya başlayacaklar. Şimdilik sadece yollar, köprüler, AVMler inşa ediyorlar. Bir şekilde ileride inşa edecekleri dev sanayi-kentler için altyapı hazırlıyorlar. Doğal olarak fabrikalara giden yollar gerekecek, demir yolları gerekecek ham maddenin taşınması için, fabrikalarda çalışan Afrikalı halk için işçi kentler (örneğin 28 milyon nüfuslu Chongqing) gerekecek. O zaman gelince de Afrika'daki hava kirliliğini konuşmaya başlayacağız. Bu mükemmel bir şekilde işliyor gibi görünen resimde iki sorun var. Afrika'nın nüfusu Çin'in nüfusunu besleyecek kadar büyük değil. İkinci sorun da Afrikalı halkın Çinliler kadar naif olmamaları. İsyana, hak aramaya, mücadele etmeye daha yatkınlar. Bir kere ağızları yanmış tabii, bundan sonra yoğurdu üfleyerek yemek en büyük hakları.Yani işleri kolay değil Çinlilerin. Yalnız paranın açmayacağı kapı yoktur ve nasıl ki sigorta şirketleri insan hayatının değerini parayla ölçebiliyor; Afrikalı siyasetçiler de zamanla kimleri kurban vereceklerinin hesabını yapacaklardır. O güne kadar Çin'deki hava kirliliği ve ısıtılmayan okullar var olmaya devam edecektir. Çocuklar öğrenmenin ilk şartı olan fiziksel rahatlıktan mahrum bir şekilde, elleri kıçlarının altında ders dinlemeye devam edecekler.   
   
Biz yine öğretmeniz, çocuklara kıyasla durumumuz iyi. En azından öğretmenler odasında kaldığımız süre içerisinde pek üşümüyoruz. Öğrencilere cidden acıyorum. Hak etmiyorlar böyle bir muameleyi. Soğuk bir yandan, öğretmenlerinin ve ailelerinin onların cılız zihinleri üzerinde kurdukları baskı ayrı bir yandan, çektikçe çekiyorlar. Zavallılar bir nefes alamıyorlar. İşleri güçleri kelime ezberlemek, SAT sınavından daha yüksek bir puan almak. Yarın yine son sınıfların hemen hepsi Hong Kong’a gidiyor SAT’de son haklarını denemeye. Bir yandan ABD üniversitelerine başvurular, bir yandan bizim ciddi anlamda emek gerektiren ileri seviye derslerimiz… Arada kalıp eziliyorlar, gıklarını da çıkaramıyorlar. Sürekli uyukluyorlar, sürekli yorgunlar. 18 yaşındaki genç erkeklerdeki, genç kızlardaki enerjinin onda biri yok bunlarda. Kanları çekilmiş, damarları havayla doldurulmuş zombiler gibi dolanıyorlar etrafta. Uykuya o kadar muhtaçlar ki benimle konuşurken bile uykuya dalanlar oluyor. Çocukla bir şeyler konuşuyoruz, o gülüyor falan. Sonra hoooop, çocuğun gözleri kayıyor. “Git yüzünü yıka” diyorum. “Yok ben uyumuyorum ki” diyor. Çalış, çalış, çalış…   

Soruyorum ne okuyacaksın üniversitede diye. “Sosyoloji” diyor. “Ehh, o zaman Calculus BC dersini neden alıyorsun? Zorunlu bile değil.” diyorum. “Ailem öyle istiyor.” diyor. Sosyoloji okuyacak çocuğa Taylor serilerini anlatan ben de suçluluk duyuyorum elbette ister istemez. Çocukların bazıları yükü kaldıramıyorlar. Duyumlarıma göre bir kız öğrenci psikiyatri desteği almaya başlamış ve uzun süre okula gelemeyecekmiş. Kontak attı doğal olarak, kaldırmadı kablolar! Benim sınıflarımdan birinde de bir çocuk var kuşkulandığım. Bu aralar bir kenara çekip konuşacağım ya da yukarılardan birilerine bildireceğim. Çocuk sürekli kendi kendine konuşuyor, durduk yere gülüyor, hep yalnız başına oturuyor. Endişelenmeye başladım. Bu yaşta çocuklar bu kadar gergin ipin arasında kalmaya dayanamazlar. Gencecikler daha; naifler, sesleri çıkmıyor diye üzerlerine her şeyi yıkamayız! Tek bir sınav olsa kafalarını takacakları, belki sorun olmaz ama bu çocuklar hem sınava çalışıyorlar, hem liseden mezun olmaya çalışıyorlar (ayrı bir sınav), hem bizim üniversite düzeyinde verdiğimiz AP derslerini takip ediyorlar… ÇHC’den yaşayıp, İngilizce dilince verilen ABD tarihini öğreniyorlar ya! Bunun tersini düşünelim. ABD’de yaşayan bir liseli çocuk ülkesinde Çince öğrensin ve Çin’e adımını bile atmadan Çin tarihi hakkında yapılacak olan sınava hazırlansın. Çince kompozisyon yazsın, Mao’yu ve Ding Ling’i, Sun Yat Sen’i tartışsın! Çalış, çalış, çalış… Nereye kadar? Ne çalıştığının bir önemi yok mu? Yoksa Lao She’nin “Rickshaw Boy”u gibi ömür boyu pedal çevirmek mi var kaderde?

Ben bütün bu ders çalışmaların onları nihayetinde daha başarılı ve mutlu edeceğine bir türlü inanamıyorum. Örneğin, İstatistik dersimi alan K diye bir çocuk var. Hiçbir şeyi anlamıyor. Kafası almıyor ya da zor geldiği için takmıyor. Ama görseniz dünyanın en mutlu, en rahat insanı K. Diğer arkadaşları stresten on beş parçaya bölünürken, K etrafa gülücükler dağıtıyor. İşin en tuhaf yanı ise benim K’nın ileride başarılı ve mutlu bir insan olacağına inanıyor olmam. O stresten on beş parçaya bölünüp, on beş ayrı işi aynı anda yapmaya çalışanlardan ne kendilerine ne de dünyaya pek bir faydası olacak. Gelecek; kafasını sakin ve salim tutabilenlerin, yaptıkları işe odaklanmayı başarabilenlerin, dikkatlerini dağıtan şeylere yüz vermeyenlerin olacaktır.

Yaşlandıkça; insan hayatında zekânın rolünün ne kadar az olduğunu, insanın karakterinin onun asıl kaderi olduğunu fark ediyorum. Karakteri; yani cesareti, risk alabilirliği, merakı, hevesi, iletişim kabiliyeti, ânı yaşama dürtüsü, kararlarının arkasında durabilme dirayeti. Zekâ dediğimiz ve mekanik bir soru çözme kabiliyetine indirgediğimiz özelliğimiz aslında bizi uzun vadede kaybedenlerin arasına yolluyor. Bunun farkına varmam için 36 yaşıma gelmem mi gerekiyordu? Sanırım evet, yaşamadan anlaşılmayacak bir şey bu. Yaşamadan, deneyimlemeden, hata yapmadan anlaşılmayacak bir şey.     

Konu iyice dağıldı. Bu yazı da böyle olsun. Maratondan başlayıp, okulla devam edip, zekâyla bitirmiş olayım. Bir mektuba da bu yakışır zaten. 

Aşağıya maraton gününün fotoğraflarını koyuyorum. 

--- 

Bunlar maratonu düzenleyen kurum tarafından çekilmişler: 













Bunları da ben çektim ya da J çekti:


Maratondan önce, ısınma dakikaları

Maratondan bir gün önce, spor merkezinde diğer koşucular arasında adımı buldum :)

Yarış başlamak üzere... Wu, sı, san, er,...

Bereyi çıkardım koşarken. Eldivenlerden birisi yolda düşmüş. Bere hala duruyor. 

Yarıştan sonra. Telefon, sigara ve mutluluk telaşı... 

Yarıştan hemen sonra. 

Yarış günü, öğleden sonra. Lu Xun Müzesinin Önünde. 

Yarıştan hemen sonra. Metroya doğru yürürken. 

Koşudan sonra J'nin çektiği ilk fotoğraflardan birisi. 
Bunu internetten aldım:

Chongqing Kenti. Kaynak: Wikipedia

03 Aralık 2013

DERSHANELER, EĞİTİM VE GELECEĞİMİZ

Türkiye tuhaf bir ülke. Seçimle başa gelmiş ve halkı yönetmekle yetkilendirilmiş bir hükümet, eğitimle ilgili bir kararı alırken eğitimcilerden başka herkesin fikrini soruyor. Hayatında tek bir defa sınıfa girip ders anlatmamış insanlar bir anda öğretmen oluyor, eğitimin her sorununa derman olacaklarını iddia ediyorlar. Başka zamanlarda öğretmenleri hor gören, mesleği ve mesleği icra edenleri adam yerine koymayan köşe yazarları, hiç ilgileri olmadığı halde birer eğitimciymiş gibi dershanelerin kapatılmasının çocuklarımızın geleceğine olan etkisini  tartışmaya başlıyorlar. İş ve sanayi örgütleri konu hakkında sert açıklamalar yapıyorlar. Eğitimle hiçbir ilişkisi olmayan cemiyetler anlaşılmaz açıklamalar yapıp kafaları iyice bulandırıyorlar. İşin ilginç yanı, tuhaf olan bunlaırn hiçbirisi değil, tuhaf olan tüm bu kargaşanın normal karşılanması, kimsenin bundan gocunmaması, bir dini cemaatin dershaneler konusundaki azimli duruşunu kimsenin sıradışı görmemesi ve hatta bunu cemaatin en doğal hakkıymış gibi kabul etmesi.

Öncelikle ömrünün on dört yılını, dört ayrı ülkede mesleğe adamış bir öğretmen olarak kişisel görüşümü belirteyim. Dershanelerin kapanmasının eğitime, yani çocukların gelişimine, onların bilimi ve matematiği algılayış şekillerine, onların edebiyata, spora, tarihe  ve felesefeye bakışlarına bir etkisi olmayacaktır. Bunun en büyük nedeni çoktan seçmeli sorulardan oluşan sınavlardır. Bu sınavların bir zorunluluk olması, pragmatik ve güvenirlilik açılarından kaçınılmaz olmaları ayrı bir yazının konusu. Üniversite sayımız ve her yıl üniversiteye girmek için kapıda bekleşen öğrenci sayımız belli. Üniversite sayısını artırmadan ya da gelecek vizesini üniversiteden başka yerde arayamayan öğrenci sayısını azaltmadan, çoktan seçmeli sınav sorununa bir çözüm üretmek olanaksız.

Dershanelerin kapanmasının eğitim sisteminde bir fark yaratmayacağını savunmamı izah edeyim. Bugün Türkiye’deki okulların hemen hepsi birer dershane gibi işletilmektedirler. İstanbul’un göbeğindeki özel okuldan tutun memleketin en ücra köşesindeki devlet okuluna kadar hemen tüm okullardaki öğretmenler, koşullar gereği, eğitimle değil de üniversite sınavıyla ilgilenmek zorundadırlar. Yazılılarda üniversite sınavında çıkan soruları sorarlar, ödev olarak sınav hazırlık kitaplarındaki soruları verirler, ders anlatırken geçmiş sınavlardaki sorulara ağırlık verirler, benzerlerini türetirler, çocuklar alışsınlar diye daha zorlarını hazırlarlar. Bir şekilde okul “düşünen ve sorgulayan” insan yetiştirme amacından sapar, “soru çözme makinesi” yetiştirme bataklığına döner. Sorular her geçen yıl biraz daha zorlaşır, biraz daha ezbere dayanır, biraz daha özgün düşünceyi ihmal eder hale gelir. Örneğin, böyle bir eğitim sisteminde öğretmen etkinlik yapmaya vakit ayırabilecek midir? Matematiğin ve bilimin sosyal yönlerini öğrencilerine keşfettirmek için bir şeyler çabaladığında sistemin gerisinde kalmışlığın getireceği suçluluk duygusundan kurtulabilecek midir? Yaparak öğrenme, deneyerek ve yanılarak öğrenme, ölçerek öğrenme, keşfederek öğrenme ve daha nice güzel tekniği geride bırakıp, sadece soru çözmeye odaklanarak, ne kadar öğretmenlik yapmış olmaktadır? Sorular çoğaltılsa da mevcut sistemin tüm bu sorulara vereceği yanıt aynı kalacaktır.

Her ne kadar başlangıçta bir destek programı olarak düşünülmüşse de dershaneye gitme, günümüzde, yine dershaneciler tarafından, üniversite sınavında başarılı olmak için gerekli olan şartlardan birisi haline getirilmiştir. Bu gerekliliği şu şekilde izah eder dershaneci karşısına aldığı ebeveyne: Çocuğunuz dershaneye devam etmelidir çünkü sınavda çıkacak sorulara alışmak, soru tiplerini ezberlemek, olası tüm soru tiplerinden yüzlerce örnek çözmüş olmak zorundadır. Bunu yapmazsa çocuğunuz geride kalacaktır, yarışta geri plana itilecektir. Bu cümlelerle ikna edilir çaresiz anne baba. Kendi hazırlamış oldukları rekabet ortamına sokarlar öğrenciyi ve başarılı pazarlama teknikleriyle rekabet ortamının onlardan önce de orada olduğuna karşı tarafı ikna ederler. Oysa zor sorular hazırlayarak çıtayı yükselten, gereksiz ezberlere neden olacak konulara girerek öğrencileri daha bir kendisine bağlayan yine aynı dershanecidir. O bunu yaparken okuldaki öğretmen de aynı baskıyı hisseder omuzlarında. Yavaş yavaş öğretmenliği bırakıp, dershaneciliğe yönelir. Okuldadır ama fizik biliminin güzelliğini anlatmaz, fizik sorularının çözümlerini anlatır.

Durum böyle olunca bundan sonra dershaneler kapanmış ya da kapanmamış; eğitim açısından çok da önemli değildir bu karar. Tartışmayı sıcak hale getiren işin siyasi ve ticari yönleridir. Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış binlerce dershaneden söz ediyoruz. Bu dershanelerde çalışan yüzbinlerce öğretmenden. Ne olacaktır bunca insana ve emeğe? Cemaatin bu konuda iki temel kaygısı vardır. Birincisi ve önemsiz olanı finansaldır. Büyük bir para kaynağıdır dershaneler. Bildiğim kadarıyla cemaatin dershaneleri kolay kolay burs vermez. Özellikle öğrenci mütedeyyin bir ailedense ya da öğrenci abiler aracılığıyla cemaatin has dairesine dahil olmuşsa ondan para almak çok daha önemlidir. Burslar daha çok zeki ve çalışkan olup da henüz cemaatle tanışmamış öğrenciler için saklanır.

Cemaatin dershaneler konusunda bu derece tutkulu olmasının bir diğer nedeni de cemaatin insan kaynaklarının büyük bir bölümünün dershaneler tarafından karşılanıyor olmasıdır. Dershaneler cemaatin yanlarına adam çekme yöntemlerinden birisidir. Daha önceki yıllarda kafalanamayan çocuk için son şans  lise 3 ya da 4'dür. Dershane bahanedir. Önemli olan çocuk kafalansın, cemaati tanısın ve iyi bir üniversiteye girdikten sonra da cemaatin kurumlarında (ışık evlerde, yurtlarda vs) kalsın. Böylece cemaatin nüfusu artsın. 

Bunun yanında iyi bir üniversiteye girmesi de önemlidir. Boğaziçi, ODTÜ, Marmara, Bilkent ve benzeri zirve okullar girilmesi gereken okullardır. Lisede ayağı cemaate alışan öğrenci üniversitede bozulsa bile –cemaatten uzaklaşsa bile-, sempatizan olarak uzun süre devam edecektir. Cemaatin lise öğrencisini gruba dahil etme yöntemi yaklaşık olarak şu şekilde gelişir:

Öğrenci Ömer dershaneye başladığında mutlaka ona cemaatten bir arkadaş (Ahmet) belirlenir. Ömer bunu bilmez tabii. Zaten Ahmet’in kafalaması gereken en az yarım düzine arkadaşı olacaktır. Sonuçta Ahmet de Ömer gibi bir dershane öğrencisi olduğu için Ömer ondan kuşkulanmaz. Zaten aynı okulda okuyordurlar, belki de birbirlerini tanıyordurlar. Birlikte ders çalışırlar, bazen birlikte gezerler. Dostluk ilerledikçe Ahmet açılır. Mesela bir gün Ömer'e derki "Ya ben çalışıyorum ama olmuyor. Benim tanıdığım üniversiteli abiler var. Çok iyi ders çalıştırıyorlar. Birlikte gidelim mi?" Böylece Ahmet, Ömer'i alır ve okula yakın bir ışık evine götürür. İTÜ’de uçak mühendisliği okuyanYakup abiyle tanıştırır. Yakup Abi, güler yüzlü ve yardımseverdir. Bu işi vatanı ve milleti için yapmaktadır. Haftanın bir günü başlayan ders çalışma programı zamanla sıklaşır. Bir süre sonra Yakup abi,  3-5 kişilik bir öğrenci kitlesine haftada 3-4 gün ders çalıştırıyor olur. Tabii, derslerden sonra çay ve bisküvi ikram edilir, yemek yenir, oyunlar oynanır. Önemli olan çocukların ayağının eve alışmasıdır. Bu muhabbetler sırasında ufaktan da olsa dini konulara girerler. Namazdan, imandan bahsedilir. Daha sonra da Ömer, Yakup abisini dershanede görmeye başlar. Yakup abi, Ömer ve Ahmet’in dershanedeki rehber hocasıyla birlikte çalışmaktadır. 

Dönem arası yaklaşmaktadır. Dershane bir kamp ayarlar. İki haftalığına çocuklar uzak bir yurtta ders çalışacaktır. Ömer buna hayır diyemez. Orada belki namaza başlar, belki ilk defa Risale-i Nurla ya da Gülen'in sohbetleriyle tanışır. Bir yandan da deli gibi ders çalışır. İkinci dönemde artık namazları abisi tarafından kontrol ediliyordur. Çeteleyle; kaçırdığı namazlar, okuduğu kitaplar, dinlediği kasetler kayıt altına alınır. Haftalık toplantılara katılır, hem derslerinden hem de manevi dünyasından dolayı hesap verir Yakup abisine. 

Yıl sonuna gelindiğinde, hemen hemen tüm grup kıvama gelmiştir. Üniversite sınavında başarılı olanlar gittikleri kentlerdeki evlere ve yurtlara yerleştirilir. Kendilerini kanıtlamış olanlara ufak öğrenci grupları verilir sorumluluk olarak. Böylece itaati, sadakati, hizmet etmeyi öğrenir. Henüz kendisini kanıtlamamış olanlarsa yavaş yavaş ev ortamına alıştırılır. Üniversite sınavında başarılı olamayanlar ya kalıp bir yıl sonraki sınava çalışırlar ya da yurt dışındaki üniversitelere kanca atmaya bakarlar. Tabii ki yurt dışında yalnız olmayacaklardır. Yine cemaatin evleri, yurtları onları beklemektedir. 

Aşağı yukarı bu şekilde döner cemaatin çarkları. Yaklaşık otuz yıldır da bu şekilde sorunsuz bir biçimde işlemiştir. Şu anda devletin üst kademelerinde; belki yargıda, belki askeriyede, belki emniyette yer alan memurlar bu şekilde dahil edilmişlerdir cemaate. Cemaat en büyük gelir ve insan kaynaklarına zarar gelecek diye korkmaktadırlar şimdilerde. Hoş, dershaneler kapansa bile onlar yine yollarını bulurlar, benim bundan kuşkum yok. AKP döneminden önce nasıl tomurcuklanıp palazlandılarsa, kendilerini desteklemeyen bir AKP’nin olduğu yerde de büyümeye devam edeceklerdir.

Beni asıl rahatsız eden şeylerden birisi cemaatten bir kişinin çıkıp da açık açık dertlerini anlatmamalarıdır. Hep gizli kapaklı hesaplar, hep metaforik laflara bulanmış söylemler, gizli tehditler, otuz ayrı anlama gelecek açıklamalar... Yok şefkat tokatıymış, yok Kerbela’ymış, yok şuymuş buymuş. Dolaylı konuşarak kredi topluyorlar güya, dolaylı konuşarak otuz ayrı şeyi ima ediyorlar aynı anda. Biriniz de cesur olun, çıkın meydana, anlatın derdinizi. “Biz” deyin, “en çok öğrenciyi dershanelerde kafalıyoruz. Böyle bir kaynaktan vazgeçemeyiz.” Bunun yasa dışı olmadığını söyleyen siz değil misiniz? Yasa dışı değilse ilan edin, herkes bilsin. Anne babalar çocuğunu sizin dershanenize gönderirken açık açık bilsin çocuklarına ne olacağını. Demokratik bir ülkeden de beklenen bu değil midir? Batıda misyoner okulları bu şekilde çalışırlar. Ebeveynler bilirler çocuklarını böyle bir okula gönderdiklerinde, çocuğun ne öğreneceğinden haberdardırlar. Siz de böyle yapın, açın kartlarınızı ve oynayın. Broşürlerinizde bahsedin bunlardan. Işık evleriyle birlikte çalıştığınızı tanıtım reklamlarınıza yazın, fedakar cefakar Yakup abilerin resimlerini de koyun reklamlara. “Biz bunlarla varız, çocuğunuz bir yıl sonunda sadece iyi bir üniversite kazanmayacak, aynı zamanda Risale-i Nur okuyan, Gülen dinleyen, çay demleyen, yemeğe “taam”, toplantıya “istişare” diyen bir şakirte dönüşecek.” yazın yollara, köprülere astığınız reklam afişlerine. Yaptığınız işten utanmadığınıza göre bunu yapabiliyor olmalısınız. Çocuğunuz kararsız kaldığı zamanlarda istiareye yatacak ve rüyasını yorumlatacak yazın, geceleri teheccüde kalkacak yazın, akşam namazlarından sonra dört rekat fazladan evvabin namazı kılacak yazın, farzdan sonra salat-en tüncina okuyacak ve "ve-l afat" derken ellerini ters çevirecek yazın, becerebilirse dış işlerine ya da MİT’e girecek yazın, harp okulu sınavında başarılı olursa üniversiteye gitmeyecek asker olacak yazın.

Madem varsınız mücadelede, diğerleri gibi var olun. Cılız bedenlerinizi gerin, açın göğsünüzü size karşı olanlara. İsterseniz meydana çıkın, protestonuzu yapın. Meclis binasına yürüyün, belediyeye yürüyün, MEB’na yürüyün. Bakalım polis size de biber gazı sıkıyor mu? Nasıl ki Gezi Parkı olaylarında gençler kendi bedenlerinden başka bir şeye güvenmeyerek çıktılar ve inandıkları değerler için mücadele verdiler; gaz yediler, tazyikli su yediler, cop yediler... Yeri geldi canlarını verdiler. Siz de çıkın kendinize bu kadar güveniyorsanız. Bugüne kadar neyi kurban verdiniz de ağlıyorsunuz savaşta şehit edilen kocalarına ağıt yakan kadınlar gibi? Bir tane şakirt mi canını kaybetti herhangi bir mücadele sırasında? Bir tane cemaat mensubunun burnu mu kanadı? Bırakın sağa sola sızmayı, arkadan işler çevirmeyi, onun bunun yatak odasına koyduğunuz kameraları ifşa edeceğiniz kilit zamanı beklemeyi, önemli mevkilere gelmiş memurlara bira şişeleriyle tedbir yaptırmayı, arama yapmak için girdiğiniz evlere daha önce var olmayan kanıtları koymayı... 

Bırakın ve gösterin gerçek yüzünüzü. Türkiye’nin geleceğiyle oynayacaksanız dürüst olun, gençlere ve onları yetiştiren ana babalara karşı yüzünüz ak, gönlünüz ferah olsun. Olamıyorsanız ikiyüzlüsünüz demektir. İşte o kadar.


3 Aralık 2013 – Çanco, Çin 

18 Kasım 2013

Çin Mektupları 18 - Arthur Smith ve Çinli Kimliği

Son günlerde iyice Çin kimliği sorununa taktım kafayı. Sanki bu sorunu halledince her şey düzelecek, Çin daha yaşanılabilir bir ülke olacak. Böyle bir iddiam olamaz, olmayacak da. Yalnız, geçmişte yapılan ve günümüzde de yapılagelen bir haksızlığı reddetme, bu haksızlığı yapanlara hesap sorma ve en azından gelecek de karşımıza çıkacak benzer retoriklerin önüne geçme adına önemli bir yanı var bu işin. Çünkü Çin’in yakın tarihinde henüz bu konuyla ciddi bir hesaplaşmanın yapılmış olduğunu söylemek güç. Ülkenin sevip saydığı, büyük yazar olarak dünyaya takdim ettiği Lu Şun gibi dev kalemler bile aynı kimlik sorunundan mustarip olmuşlarsa, Bertrand Russell gibi aydın kimliğiyle milyonlara örnek olmuş keskin bir zekâ bile kendinden önce gelen oryantalist söylemi reddetmek yerine, kolaya kaçıp üzerine yatmışsa; bu konuda söylenecek şeyler henüz bitmemiş demektir.

Öncelikle kimlik sorunsalı ile başlayalım. Bir milleti, bir ırkı diğerlerinden ayrı yapan alamet-i farikası var mıdır? Soruya hayır yanıtı vermek zor çünkü hepimiz bir şekilde bir yere, bir topluluğa ait hissederiz kendimizi. Aşağıdaki parkta, pijamalı ve atletli adamları mangal yapıyorken görsem, "Aha Çanco'ya Türkler gelmiş." derim hemen. Kesişim noktalarımız "biz" kelimesinin içini doldurur ve bir noktadan sonra "aidiyet" sorumluluğunu meydana getirir. Bu aidiyet her ne kadar toprağa doğru olsa da zamanla toprağın üzerinde yeşeren ürünlere de yayılır bu his. Bu ürünlerden birisi de hiç kuşkusuz insandır. 

İnsan, tıpkı buğday gibi, tıpkı koyun gibi, tırtıl gibi, çiçek gibi toprağın bir ürünüdür. Sadece toprak değil tabii; iklimin, coğrafyanın, nüfus yoğunluğunun, suyun, havanın ve birbirini etkileyen yüzlerce farklı doğal değişkenin bir ürünüdür insan. Fonksiyon hem çok değişkenlidir hem de değişkenler arası var olan pozitif ve negatif korelasyonlar, insanı tam olarak anlamamızı olanaksız hale getirir. Bu zorluk kimi zaman düşünen insana tuzaklar hazırlar. Çünkü sindirilmesi gereken bilgi çok fazladır ve insanın hem zamanı hem de akıl gücü sınırlıdır. Bu yüzden pek çok düşünen zihin, insanlar arası farkları doğal nedenlere bağlamak yerine, yapay (hatta çoğu zaman varlığı bile kanıtlanamayan) nedenlere bağlar. Böylece işin içinden çıkar ve kurtulur. Sorunun kaynağını görmezden gelerek sorunu anlamak olanaksızdır, bir de çözüm üretmeye kalkışırsak iş iyice kontrolden çıkar.

Ben, bir milletin, bir ırkın kendilerine ait, “değişmez” ve “yerinden oynatılamaz” karakterleri olduğuna inanmıyorum. Daha önce de yazmıştım, insan coğrafyanın kölesidir. Şartlar insanı zorlar, şekilden şekle sokar, var olanı yok eder, olmayanı var eder. Çünkü Darwin’in yaşayan tüm organizmalar için kullandığı üç kural insan için de geçerlidir. Göç et, Adapte ol ya da Öl (Migrate, Adapt or Die).

İnsan bir yerde yaşam koşulları zorlaşınca adapte olmaya çalışır. Büyük bir olasılıkla da bunu başarır. Sıcağa da alışır, soğuğa da! Kıtlığa da alışır bolluğa da! Susuzluğa da alışır her yıl tekrar eden su taşkınlarına da! Baktı olmuyor, tüm uğraşlarına rağmen beceremiyor, ne koşulları değiştirebiliyor ne de kendisini; bu durumda göç etmek zorunda kalır. Göç etmek kolay değildir çünkü bilinmeze açılan yelkendir göç. Geniş ailelerin, çocuklu kadınların, yaşlıların ve sakatların içinde bulunduğu topluluklar için göç aynı zamanda kayıptır. Göç edebilenler eder, kurtarır canını. Yeni bir toprakta, yeni bir hayata başlar. Oraya ayak uydurmaya bakar. Edemeyenler ölür, toprağa karışır, bir nev’i geldikleri yere dönmüş olurlar. Ölenlerin dışındakiler değişmeye mahkumdur. Yeni yere göçmüş olsa da eski yerde kalmış olsa da adapte olmak bir zorunluluk olacağı için "kültürün" ve ona bağlı olan "kimliğin" ortaya çıkması, evrilmesi kaçınılmazdır.

Örneğin ben,  Çin’de neredeyse evrensel bir kültür gibi kanıksanmış olan “yavaşlığa övgü” kavramının ülkenin coğrafyasına bağlı olduğunu düşünüyorum. Bu fikir, geçen akşam bir arkadaşla Çanco’nun içinden geçen kanal boyunca yürürken geldi aklıma. Bir kanal var, içinde su var ve su akıyor. Akıyor ama aktığını anlamak olanaksız. O kadar yavaş, o kadar ağır bir debisi var ki suyun insan bakarken usanıyor. Tabii bu benim, usanıyorum çünkü çağıldayarak akan Çoruh nehrini görmüşüm, kış aylarında kenarlarını yıkacakmış gibi akan Melet ırmağını izlemişim… Türkülere, halk hikayelerine konu olmuş bu çağıldayarak akan ırmakları dinlemişim, köyün şırıldayarak akan deresinde ıslanmışım. İnsanların hayatını şekillendirmiş, kavgalara ve barışlara sebebiyet vermiş, dağlardan kopup çağlayarak akan; denize ulaşınca sakinleşen, sessizleşen bu ırmaklar. Oysa burası Çin ve burada ırmaklar akmıyormuş gibi akıyor. Bunun nedeni eğimin çok az olması, kilometrelerce gidiyorsun rakım birkaç metre artıyor. Kentler Çin’de dümdüz. İnsanı heyecanlandıracak bayırlar, üzerine çıkınca aklını başından alacak rüzgârlı tepeler, dalgaların kayaları dövdüğü sahiller yok. Varsa yoksa akıp akmadığı belli olmayan nehirler, durgun sularıyla tatlı su kaynağı olmaya devam eden göller ve bir de yeşillikler içinde yapılan küçük parklar. Dolayısıyla bu kentlerde yaşayan insanlar da kentin doğal yavaşlığına ayak uydurmak zorunda. Her yere ve her şeye bir sükûnet hâkim. Neden acele etsin ki! Irmağa bırakılan mallar saatte 3 km hızla güneye doğru ilerliyorsa, ticareti hızlandırmanın ne anlamı var? Yavaş yavaş işler halloluyor işte! Doğadaki bu yavaşlık kültüre kesinlikle yansıyor. Kültür de nihayetinde insanın kimliğine şekil veriyor. (Modern Çin'de tabii ki hız önemli bir etken insanların hayatını şekillendiren. Zaten kentlerin bugünkü yapısı kenti doğadan koparıp, doğayı kente hapsetmeyi hedefliyor. Nehirleri de kimsenin gördüğü yok artık. Üzerindeki köprülerden geçiliyor, yanında motor sürülüyor ama kimse nehre bakıp onu hayatının bir yerinde içselleştirmiyor. Bir süs ve hatta bir fazlalık gibi.) 

Kimlik dediğimiz olgu, insanın üzerinde yaşadığı toprakla olan ilişkisini tanımlar. Değişken olduğu kadar soyuttur da. Bir milletten ya da ırktan çok, toprağa ve toprağı değerli yapan “emek” faktörüne bağlıdır. Yani, doğanın insan üzerindeki eksiksiz gücünü saymazsak, sınıflar arasındaki ilişkilere, farklara ve en çok da sürtüşmelere bağlıdır. Bu noktadan bakınca hayatını misyoner olarak geçirmiş, gittiği her yerde yaverleri tarafından korunup kollanmış, tanıştığı Çinlilere “Tanrı’nın yolunu bulamamış zavallılar” gözüyle bakmış bir rahibin, Çin toplumu hakkında yazdıklarının ne derece gerçeği yansıtabileceğini az çok tahmin edebiliriz. Biz belki ederiz ama maalesef, bu ülkede yüz yıldan uzun zamandır akıl tutulmasına neden olan bir yapıtın, onun gözüyle Çin’e bakmayı kendilerine düstur edinmiş aydınlar tarafından övülmesine engel olamayız.

Sözünü ettiğim rahip Arthur Smith. Dillere destan kitabına ad olarak “Chinese Characteristics” adını vermiş. Kitabı internetten, ücret ödemeksizin edinmek mümkün. Ben büyük bir kısmını okudum ama nedense okudukça hevesimi yitirdim, canım sıkıldı. Genelde başladığım kitabı bitirmeden kolay kolay bırakmam bir kenara ama Smith’in, gözlemlerinden yola çıkarak vardığı sonuçlar öylesine banal, öylesine bilimsellikten uzaktı ki bir türlü ortaya attığı iddialara ciddiye alamadım. Bir de o kendini beğenmiş tavırlar, Çinli halkı geri zekâlı yerine koyma, köylüleri İsa’nın ışığına muhtaç cahil ve kirli insanlar gibi görme…

Arthur Smith

Smith, Çin’e yıllarını vermiş birisi. Bende pek saygı uyandırmasa da takdiri hak edecek bir yanı olduğunu kabul edebilirim. Tipik bir misyoner, köyleri geziyor, halkı İsa’nın yoluna çağırıyor. Tüm dindarlarda olan kendinden olmayanlara hoşgörülü davranma hastalığı onda da var. Hristiyan olmayanları kendisiyle eşit görmeme, onları karanlıklar içinde kalmış zavallılar olarak tanımlama hastalığı. Bir rahibin ister istemez sahip olduğu bu "mesihi" bakış açısı kitabın her sayfasına yansıyor doğal olarak. Kitap 1890’larda basılıyor ve 1920’lere kadar Çin üzerine kafa yoran hemen hemen tüm yabancılar tarafından en çok okunan kitaplardan birisi oluyor. Bunda etkili olan en büyük neden doğal olarak kitabın “gerçeği anlamaya ve ona pasif olarak ayna olmaya değil de onu şekillendirmeye odaklanmış” (James Hevia)  oryantalist tarzı.

Kitaptan bir bölüm
Malum, oryantalist bakış açısı, başlı başına bir sindirme politikasının aracıdır. Önce rahipler gelir, ardından tüccarlar ve sonra da askerler. Askerlerden sonra da daha çok tüccar gelir, ülkenin tüm kaynakları sömürülene kadar askeri, din adamı ve tüccarı seferber olur. İşleri bitince de çekip giderler. Arkalarında, kendi ülkelerine birer oryantalist gibi bakmaya ant içmiş “içi beyaz dışı sarı/siyah” işbirlikçiler bırakarak. Bu örüntü o kadar yaygındır ki sömürgecilik sonrası (post-colonnial) edebiyat kapsamında kabul edilen hemen her romanda, bu işbirlikçilere rastlarız. Orwell’ın “Burma Günleri” romanındaki Dr Veraswami karakteri buna çok iyi bir örnektir. Bilerek ya da bilmeyerek sömürgecilere yardımcı olurlar, onların işlerini kolaylaştırırlar. Çünkü beyaz adam halkı küçük görse, halk ona itiraz edebilir ama halkın kendi içinden çıkardığı ve insanların saygınlığını kazanmış birisi halkı aşağıladığında “Haaa, bunun bir bildiği vardır.” demeye başlar insanlar.

Kitaptan bir bölüm.
Kitapta anlatılanları tek tek yazmaya gerek yok. Başlıklar genel olarak “Yüz, Zaman, Tasarruf, Saygı, Nezaket, Yabancılara duyulan nefret, Yalan söyleme, Duyarsızlık” gibi genel adlardan oluşuyor. Bu başlıklar altında Smith ağır ağır Çin halkı hakkındaki gözlemlerini ve bu gözlemlerden çıkardığı tuhaf sonuçları tartışıyor. Örneğin zaman başlığı altında Çinlilerin zamana riayet etmediklerini, asla dakik olmadıklarını, böyle şeyleri kafaya takmadıklarını söylüyor. Buraya kadar bir sorun yok. İnsanların dakik olması uygarlığın hız ve emek kavramlarının kesişim noktasına ulaşmasına bağlıdır. Köylü neden zamanla uğraşsın? Hem zaten hayat yavaş hem de işleri hızlı yapıp arta kalan vakitte ne yapacak? Sanayi devrimini yaşamamış bir ülkenin zamana sahip çıkmasını beklemek abesle iştigal değildir de nedir? Hadi bunu geçtik, zamana saygı duymamanın kimlikle olan ilişkisi ne kadar güçlüdür? Sanayi devrimini yaşamış ülkeleri görüp gelmiş Çinlilerle hiç mi tanışmamış Smith? Onların farklı davrandıklarını hiç mi gözlemlememiş? Ayrıca, dağda bayırda saatle iş yapan mı kültürsüzdür yoksa saatiyle gününü bölen mi? Maalesef bu soruları yazara sorma şansımız yok. Olsaydı keşke, gelseydi Smith görseydi zamanında kalkan trenleri ve otobüsleri. Gelseydi de görseydi bir dakika bile gecikmeyen metroyu… Kimlik mi dediniz? Çinliler geç kalmayı sever mi dediniz? Zamanın parayla ve verimle eşdeğer tutulduğu bir topluma dönüşen Çin’de doğal olarak Çinliler de bu değişimi yaşamış, kent hayatına uyum sağlama adına gerekli adımları atmışlardır. Çinliler üzerlerine düşeni yapar ama batılıların gözündeki Çin imajını değiştirmek zordur.

Kitabın ilk baskılarından birisinin kapağı.
Ekonomi başlığı altında ise daha büyük bir ayıba imza atıyor Smith. Bir tanıdığını 20 km uzaktaki bir mesafeye taşıyan hamalların 10 kuruş tasarruf için nasıl da aynı yolu yürüyerek geldiklerini anlatıyor. Hamallar, gittikleri yerde para verip kahvaltı yapmak yerine, geri gelip ücretsiz yemeklerini yemişler. Smith’e göre bu aşırı tasarrufun, ihtiyacı olduğu halde harcamamanın, kısacası cimriliğin göstergesiymiş. Haklı olarak şaşırıyor insan, haklarında yargıya vardığı kişiler insan taşıyarak hayatını kazanmaya, belki ailelerini geçindirmeye çalışan hamallar. Hele bir kendini onların yerine koy bakalım, hele bir üç kuruşun hesabını yapmak zorunda kalacak kadar yoksullukla tanış. Böylesi ekonomik bir seçimi, insanların sınırlı gelirlerine ve bu sınırlılığın zorladığı seçim yapmaya atfetmek yerine, bundan “Çinliler para harcamazlar.” diye bir sonuç çıkarmak, hem akıl dışıdır hem de okuyucuyu ister istemez Smith’in niyeti hakkında kuşkuya düşürür. İnsan, koşullara göre çözüm üretmek zorundadır. Hamallar da büyük bir olasılıkla 10 kuruşun hesabını yapacak kadar yoksuldu. Zengin bir Çinlinin 10 kuruş için 20 km yürüyeceğine kim inanır? Paran varsa davranışların ona göre şekillenir, rahat davranırsın, etrafındaki ufak tefek olayları dikkate almazsın, kendini güçlü ve sarsılmaz hissedersin. Parasızsan karakterin de ona göre şekillenir. Bir tek kuru gururla yürütemezsin karakterini. Bir süre sonra gazın biter ve yolda kalırsın.

Uyku başlığı altında söylemini ırkçılığa kadar vardırır, Smith. Çinlileri; buldukları her yerde uyuyabilen, bir tuğlayı kafalarının altına yastık yapıp horuldayabilen, tüm dünya başlarına yıkılsa dahi uykularını bölmeyen bir millet olarak karakterize eder. Bir yerde, öğlen uykusuna dalan köylüleri "kış uykusuna dalan ayılara" benzetir. Aynı paragrafın sonunda, isterse Çin'de bir uykucu yarışması yapabileceğini söyler. Bu yarışmada el arabasına oturmuş halde, kafası yukarıda, bacakları havaya doğru dikilmiş, ağzı açık bir şekilde, tıpkı tavandan sarkan bir örümcek gibi uyuyan Çinlileri yarıştıracaktır Smith. Kullandığı dildeki şimdiki zaman vurgusu ve Çin'de yaşamışlığının getirdiği özgüven -okuyucuya da bulaşır bu güven duygusu-, doğal olarak Smith'i daha etkili yapacaktır. 


Kitabın sonunda Çin'in kendi başına ayakları üzerinde durup duramayacağını sorar ve buna vereceği yanıt hazırdır. "Çin'in reformu için belli başlı karakterlerin hedeflenmesi ve kirlenmiş huyların temizlenmesi gerekir. Vicdan hak ettiği makama geçirilmelidir." Bu da ancak Hristiyanlığın Çin topraklarında yayılmasıyla ve İsa'nın mesajının kalpleri fethetmesiyle mümkündür. Aksi takdirde Çin'deki "karaktersizlik" sorununu çözmeye olanak yoktur. 

Şunu kabul edebilirim. Bir millet kendi kimliğini başka milletleri tanımadan fark edemez. Öyle değil mi? Basit bir örnek vereyim. Tüm erkeklerin sakal bıraktığı bir toplumdan birisi başka bir yere gitse ve sakalsız erkeklerin normal karşılandığını görse, anında sakalından bir anlam çıkarmaya başlayacaktır. O andan itibaren sakal basit bir fiziksel fark olmaktan çıkar ve aidiyeti temsil eden bir özellik halini alır. Bu şekilde toplanan aidiyet duyguları da zamanla taşlaşır ve kimliğe dönüşür. Bu bir Türk için böyle olduğu gibi, bir Çinli için de böyledir. Başkasının aynası olmadan kendini görmen, kendini tanıman ve tanımlaman olanaksızdır. Buraya kadar sorun yok. Asıl sorun böylesi bir karşılıklılığın kolayca anlaşılabileceğini bilmelerine rağmen Smith’in yapıtının aşırı derecede ilgi görmüş olması ve kendisinden gelen pek çok düşünürü peşine takmış olması. Öyle ki sadece bireyleri değil, tüm bir 4 Mayıs hareketi düşünürlerini meşgul etmiştir “Biz Çinlilerin neyi eksik?” sorusu. Çinli aydınlar, kendilerinde bir şeylerin yanlış olduğuna öylesine inanmışlar ki artık sorunun çözümü için hayatlarını sözde var olan ve bozuk olan Çin Kimliği’nin yanlış taraflarını tamir etmeye adamışlardır.

Oysa Çin Kimliği de tıpkı tüm diğer ulus-devletçi kimlikler gibi bir efsaneden ibarettir. Batılı oryantalistlerin kendi çıkarları için ortaya attıkları bir çeşit yemdir. Kancaya takılanlar yıllarını bu konuya kafa yorarak harcamıştır. Varsa insanlar arasındaki farklar bunun en büyük sorumlusu sınıflar arası uçurumlardır. Dünyanın her yerindeki köylülerin hareketleri birbirine benzer. Aynı şekilde dünyanın her yerindeki kentli zenginlerin davranışları da birbirine benzer. Bu benzerlikler, aynı ulus-devlet içindeki farklardan çok daha önemlidir.  Eğitimsiz insanlar dünyanın her yerinde hurafelere bel bağlar, matematik ve bilim eğitimi almamış insanlar her yerde saçma sapan inançların esiri olur. Sanayileşmemiş toplumlar daha az dakiktir. Eğitim seviyesi düşük olan toplumlarda gelenekler hâkimiyetini sürüdür, kadın alınıp satılan bir “mal” gibi muamele görür, erkekler ana-babalarının laflarından kolay kolay çıkamazlar. Bu ve benzeri sorunları sözde kimlik yarasını tedavi ederek değil, insanları eğiterek çözebiliriz. Öyle görünüyor ki Çin bu konuda ciddi bir yol kat etmiştir.

Smith sınıflar arası farkları kimlikler arası farka indirgerken genelde somut örnekler kullanmıştır ama bütün bu örneklerde zayıf ve emekçi olan kesim Çinlidir. Ya kendi başından geçen bir olayı anlatır ya da bir tanıdığının -yabancı bir tüccarın, diplomatın ya da askerin-. Tüm bu olaylarda Çinli karakteri zayıf yönüyle öne çıkar. İşe zamanında gelmez, işi doğru dürüst yapmaz, işten kaytarmak için sürekli bahaneler üretir... Bir çeşit patron-işçi ilişkisidir yaşanan. Böyle olmasına rağmen her yerde patron yabancı ve işçi Çinli olduğu için bir çeşit "yanıltıcı değişken" sendromuna maruz kalır çıkarımla. Böylesi bir sendromdan mustarip de değildir Smith çünkü çıkardığı sonuçlar işine gelmektedir. Eleştirmen Hayford'un deyimiyle, "Eğer Smith Çinli yoksul halkı Amerikalı yoksul halkla karşılaştırabilseydi, bu göreceli benzerliklerden daha sağlıklı sonuçlara ulaşabilirdi." Bir başka eleştirmen Lydia Liu ise buna ek olarak Smith'i, içinde bulunduğu oryantalist paradigmaya sıkı sıkıya bağlı kalmakla suçlar.  

Bana öyle geliyor ki, Smith bu kitabı günümüzde yazsaydı büyük bir tepkiyle karşılaşırdı. Bunun en büyük nedeni Çin'in artık gelişmekte olan bir ülke olması değil, dünyanın postmodern bir devri geride bırakmış olmasıdır. Kültürlerarası farklar artık hiyerarşik bir cetvelle ölçülmüyor. Ayrıca hız çağında insanların daha çok seyahat etmeleri, daha çok şeyi görmeleri kültürler arası etkileşimi artırdığı için, bu tarz sert söylemlere pek yer kalmıyor. Bu oryantalist ve ırkçı söylemlerin tamamen ortadan kalktığı anlamına da gelmez tabii ki! Maalesef günümüzde de Smith gibi düşünen ve yazan pek çok gezgine/yazara rastlamak mümkün.

Beni üzen şey, Lu Şun gibi bir yazarın Smith’in kitabını, bir paçavra gibi duvara savurmaması ve bu konuda sert yazılar yazmamış olması. Oysa, günümüz Çin’inde onun kadar değer verilmeyen Lao She, “Ma Bey ve Oğlu” adlı romanında yerden yere vurur Çin’de kök salmaya çalışan, sömürgeci kafalı misyonerleri.

Lu Şun’un, Bertrand Russell’ın, Lao She’nin, Mao Zedong’un ve 4 Mayıs Hareketindeki diğer aydınların Çin kimliği konusundaki fikirlerini bir sonraki mektupta yazacağım. 

12 Kasım 2013

Çin Mektupları 17 - Tianning Pagodası

Bu cumartesi hava fena değildi. Çanco’nun simgesi haline gelmiş olan Tianning Pagoda’sına bir gidelim dedik. Ne de olsa dünyanın en yüksek pagodası. Aynı zamanda 154 metreye varan yüksekliğiyle yeryüzündeki en uzun boylu ahşap yapı. Toplam on üç katı var ve her katı bir önceki katına göre biraz daha küçük çaplı. Her biri bir öncekinden biraz daha ufak şemsiyelerin üst üste konmuş hali gibi düşünülebilir. Ya da internete girip “pagoda” sözcüğünü arayarak pek çok resme ulaşılabilir. Uzaktan bakınca pek fark etmiyorsunuz ama dibine gidip gözümüzü dikince heybetli bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Kentin simgesi dedim ama eski bir yapı olduğu sanılmasın. 2002’de inşaata başlamışlar, 2007’de de bitirmişler. Topu topu altı yıllık bir geçmişi var. 

Pagoda'nın tapınağın bahçesinden görünüşü.
Gerçi, pagodanın bulunduğu alan 1350 yıldır (Tang Hanedanlığından beri) kutsal bir yer. Buraya defalarca pagoda dikmişler, defalarca da yıkmışlar. 2001 yılında, Dünya Budist Topluluğu tarafından buraya bir pagoda dikilmesi kararı alınmış. Uzak yakın tüm Budist ülkelerden gelen bağışlarla pagoda inşa edilmiş. Kullanılan ahşabın hemen hepsi Burma’dan ve Papua Yeni Gine’den getirilmiş. Pagodanın en üst katında 30 tonluk bir çan var ama çanı çalmak için bağış yapmak gerekiyor. Ayrıca pagodaya giriş çok ucuz değil. Kişi başı 80 Yuan (26 TL) ödedik. Şanhay’daki Konfüçyüs Tapınağı sadece 10 Yuan idi.

Çaputlar ve künyeler. Tibet Budizmini anımsatıyor. 
Uzun uzun pagodayı ve içindekileri anlatmaya gerek yok sanırım. Tıpkı tüm diğer kültür nesnelerinde olduğu gibi burada da önemli olan deneyimi yaşamak olduğu için ben ne kadar canlı sözcüklerle anlatırsam anlatayım, okuyucu için çok bir şey ifade etmeyecektir. Pagoda, adını taşıyan Tianning Tapınağının bir parçası, aynı zamanda Kırmızı Erik parkının hemen yanı başında. Parka giriş ücretsiz olduğu için ikisinin girişi ayrı tutulmuş. Parktan bakınca pagoda ne kadar haşmetliyse, pagodanın tepesinden bakınca da park o kadar geniş ve alımlı.

Tapınağın içi. Bronz Buda heykelleri. 
Tıpkı diğer tapınaklarda da olduğu gibi burada da toprak rengi kumaşlara bürünmüş rahipler, mini eteğini çekiştirerek secdeye eğilen Budist kadınlar, sıkıntıdan akşama kadar cep telefonuyla oynayan müze sorumluları, gördüğü her şeyin fotoğrafını çeken gençler ve sağda solda çığlıklar atarak koşturan çocuklar vardı. Aslına bakılırsa benim en çok ilgimi çeken şey pagodanın kendisi olmadı. Büyük kapıdan içeri girmeden önce, yürüme yolunun iki tarafındaki duvarlara işlenmiş, sanırım Budist hikayelerden sahnelerin canlandırıldığı kabartmalardı en çok dikkatimi çeken. Her bir yüzde, hayatı takmamayı kendisine düstur edinmiş, gülerek birbirleriyle konuşan, bir Zen menkıbe kitabından fırlamış olduklarını düşündüğüm, şen şakrak adamların hayat hikayeleri vardı. Çehrelerini saran o mutluluğu, yanaklarına yayılan o tatmin olmuşluk duygusunu izledim. Hepsinin bakışlarında hayatı çözmüşlüğün, ufak tefek sorunları dert etmenin gereksizliğinin mesajı vardı.  Yüzyılları aşan, hanedanların üzerinden atlayan, savaşların ve kıyımların yanından geçen bir bilgiçlik, bir tamamlanmışlık, bir Nirvana’ya ulaşmışlık duygusu fışkırıyordu gözlerinden. Sönmüş ateşin külleriyle ustaca oynayan yüzlerdi bunlar… Uzun uzun baktım her birisine, birkaçının da fotoğrafını çektim, sonra etrafta dolanmaya devam ettim.

Tianning Tapınağı - Neden sarıya boyanmış? Müze olduğu için mi?
Bu gezintiler sırasında iki defa Çinli gezginler tarafından durdurulduk. Birincisinde kulağımın dibinde ben sağırmışım gibi bağırarak konuşan bir yazarla tanıştım. Bendeki şansa bakın ki adam roman ve öykü yazıyormuş. Tek sorun benim Çince, onun de İngilizce konuşamıyor olmasıydı. Üç beş kelime İngilizce biliyordu ama derdini anlatana kadar –örneğin bana nerelisin diye sorana kadar- beş dakika geçiyordu. Gerçi, tapınağa gelen diğer ziyaretçilerden birisinin İngilizcesi iyiydi de bize biraz yardımcı oldu. Ayaküstü 10-15 dakika konuştuk. Telefon numaralarımızı verdik birbirimize. Eleman Çanco’lu değilmiş. Kristalleriyle ünlü olan Lianyungang adlı bir kenttenmiş. Eve gidince baktım, buraya çok da uzak değil. Belki bir hafta sonu atlar gideriz, adını bile söyleyemediğim (Defterime adını Çince karakterlerle yazmış. Neyse ki telefon numarası Çince rakamlarla değil.) bu yazar arkadaşın misafiri oluruz.
Kadın mutluluktan çıldıracaktı neredeyse :) Neyse ki adamın aklı başında idi biraz. 
Bir diğer ilginç olay da pagodanın bahçesinde gerçekleşti. Genç bir çocuk utana sıkıla yanıma geldi. “Merhaba, ben … “dedi. “Babam sizinle resim çekilmek istiyor. Mümkün mü acaba?” Ben şaşırdım tabii, kendisi için konuşsa anlayacağım da babası için böylesi bir ricada bulunması tuhaf geldi. “Babanız kim?” dedim, şaşkınlığımı gizleme ihtiyacı duymadan. “Babam, bakın şurada. Yanındaki de annem. Ben onu mutlu etmek istiyorum. Sizinle bir fotoğraf çekilirse çok mutlu olacak.” dedi. “Bir insanı mutlu etmek ne kadar da kolay bazı ülkelerde.” diye geçirdim tabii aklımdan. “Olur” dedim gülümseyerek. Genç delikanlıyı medeni cesaretinden dolayı tebrik etmek için sırtını sıvazladım. Genç, koşarak babasına gitti. Birkaç saniye sonra babasıyla beraber yanımdalardı. Önce babasıyla fotoğraf çekildim, ardından annesiyle, ardından hem babası hem annesiyle, sonra kim olduğunu bilmediğim genç bir kadınla (ablası, halası ya da teyzesi olabilir), ardından bu kadının kocası olduğunu düşündüğüm bir adamla, ardından da ikisiyle, sonra genç çocukla ve annesi babasıyla… Bu arada J, benim konu mankenliğimi tarihe geçirmek için bir iki kere deklanşöre bastı. Fotoğraf faslı bittikten sonra ben onlara, onlar da bana teşekkür ettik ve ayrıldık. Pagoda'ya girdik.
Sahneye sonradan girenler. 
Pagodanın her katı birer müze olarak yapılmış ama her kata giriş yok. Biz ilk iki katı gezdikten sonra asansörle 11. kata çıktık. Burada camdan ve kristallerden yapılmış Buda heykelleri vardı. Manzara da fena değildi. Yalnız, ne kadar yüksek yapılırsa yapılsın artık insanlar bu yüksekliğe rağbet etmiyorlar çünkü hemen herkes gökdelen gibi binalarda yaşıyor. Kim ne yapsın pagodanın tepesine çıkıp kenti izlemeyi. Biz yine adet yerini bulsun diye 11., 12. ve 13. katlardan balkona çıkıp, şehr-i Çanco’yu tüm sisleri, tüm kirleri ve tüm sakinliğiyle temaşa eyledik.  Açıkca itiraf edeyim, “Sana dün bir pagodadan baktım aziz Çanco” diyesim hiç gelmedi. Zaten hava kirliliğinden dolayı uzakları göremedik. Sadece burnumuzun dibindeki yapıları gördük, tanıdık, parmakla işaret ettik. Çalıştığım okul hemen yanı başımızda görünüyordu, parktaki insanlar bizim pagodanın tepesinde olduğumuzu fark etmeyecek kadar yeşille meşgul, az ileride Yanling yolu, kilise, AVMler. Gerisi de yok zaten. Uçsuz bucaksız bir grilik, sürekli dünyaya buzlu bir camın arkasından bakıyormuşuz hissi uyandıran bir yabancılık…
Pagoda'nın tepesinden Kırmızı Erik Parkı
En üst kattan sonra içeriden bir merdivenle dev çanın olduğu bölüme gidiliyor. İnsan sormadan edemiyor cidden, “30 tonluk bu demir çanı bu yüksekliğe nasıl çıkardınız?” diye. Çan’ın etrafı çevrilmiş, arkasında bir görevli bekliyor. Çan çalmak için yüklü bir para ödemek gerekiyor. Tek başına çalmak diye bir seçenek yok. Onun yerine, 1-3 kişi için 200 Yuan, 3-5 kişi için 300 Yuan gibi bir ücret tarifesi var. Çan çalmak gibi bir fantezim olmadığı için bir iki fotoğraf çekip inişe geçiyoruz.
Pagoda'nın tepesinden çalıştığım okul.
Eve gidince pagodalar hakkında biraz okuma yapıyorum. Çin’deki pagodaların hemen hepsi birbirine benziyor. Budizm’in ortaya çıktığı ülke olan Hindistan kaynaklılar. İlk yapılanların tabanı daire ya da kare şeklindeymiş ama 10. yüzyıldan itibaren sekizgen bir şekle bürünmüşler. Kutsal emanetleri, dinsel metinleri ve halk tarafından saygı duyulan kişilerin küllerini saklamak için yapılan stupalardan türemişler. Her ne kadar böyle somut amaçlar için yapılmış olsalar da halk tarafından üretilen hurafelerden nasiplerini almamaları olanaksız. Aşağıdaki alıntı wikipedia’dan.

Kristal Buda heykeli ve etrafındaki ışıklı süsleme.
Fuzhou’daki bir pagoda 1210 tarihinde çökünce; kent ahalisi bu elim kazayı, o yılki memurluk sınavlarında (KPSS) yaşanan büyük başarısızlığa bağlamışlar. Malum, bu sınavları geçmeden devlette önemli noktalara gelmek kolay değil. Halk, 1223 yılında pagodayı tekrar dikmiş ve üzerine o yıl sınavlarda başarılı olan adayları adlarını kazımış.  Böylece kentin başındaki uğursuz havayı kovacaklarını düşünmüşler.

30 tonluk demir çan. 
Küçük bir hikaye ama aslında Çinlilerin inançları hakkında çok şey söylüyor. Hatta hemen hemen tüm halkların inançları hakkında bir şey söylüyor da diyebiliriz. Herbert Allen Giles, 1911’de yazdığı “Çin Uygarlığı” kitabında (Bu kitabın ve aynı devirde yazılan benzeri oryantalist kitapların eleştirisini ileriki yazılarda yapacağım.) şöyle diyor.

Adını anımsayamadığım bir tanrı ya da tanrıça. 
İlahi bir müdahale gerekmedikçe sıradan Çinli vatandaş etrafındaki kutsalları ihmal etmekten çekinmez. Ne zaman ki bir hastalık ya da bir ekonomik sorun adamın ailesinin başını sarar, o zaman adamcağız hemen tapınağa koşup tanrılarının önünde secdeye gider.

Duvardaki kabartmalardan bir tanesi. Diğerleri için ağbağını aşağıya koydum.
Burada her ne kadar Giles’ın görüşüne itiraz etmesem de –kendi gözlemlerimden ve okuduğum diğer metinlerden yola çıkarak-, bu söylemin oryantalist bir tarafı olduğunu savunabilirim. Çünkü sadece “Çinli sade vatandaş” değil, dünya üzerindeki “tüm sade vatandaşlar” yapıyor böylesi bir hareketi. Dolayısıyla, doğuluya vurduğu sopayla kendisine ya da kendisinin geldiği batı uygarlığına vurmayı unutuyor Giles.

Asya'da sıkılıkla karşımıza çıkan heykellerden birisi. 
Bunu belki yaptığı ayrımcılığın nereye varacağını bilmeden yapıyor. Sonuçta kendisi Çin’e kısa bir yabancı gözüyle bakmış, üç-beş Çinli aydınla konuşmuş, ama kitabında yollarda gördüğü, dillerini ve geleneklerini bilmediği fakir fukaraları yazmış birisi Giles. Pek çok oryantalist yapıtta görülen sınıf-farkı kökenli tuhaflıklar onun kitabında da var olduğu kabul edilen “Çinli kimliğine” indirgeniyor. Gilles adından söz etmese bile, Kuzey Amerikalı bir misyoner olan Arthur Smith’in, “Chinese Characteristics” adlı kitabından etkilendiği bir gerçek.  Hatta Lu Şun’un da bu kitaptan çok etkilendiğini ve bu yüzden yıllarca kafasını Çinli kimliğindeki arızaları tanımlamaya ve çözümlemeye yorduğunu söyleyebiliriz. 

Çin Kimliği ve Oryantalizm başlı başına bir mektubun konusu olacağı için burada kesiyorum. Aşağıya pagodada çektiğimiz diğer resimleri ekliyorum.

Daha fazla bilgi için: