Bu Blogda Ara

30 Temmuz 2012

Bardak Tartışması Linçe Dönüştü


 Bozboğa’da Dehşet Dolu Saatler. İnce Belli Bardak tartışması büyüdü. Belediye Başkanı: Şehri terk edin. Vali: Ağır tahrik var!

Çomasi ilinin Bozboğa ilçesindeki bir kafede çıkan ince belli bardak tartışması, taraflardan birinin arkadaşlarını ve akrabalarını toplayıp, karşı tarafın evini taşlaması ve ahırını yakmasıyla sonlandı. Olaya geç müdahale ettiği için eleştirilen jandarma bölgede geniş güvenlik önlemleri aldı. Tüm kavganın kendisine ince belli bardakla çay getiren kafe sahibine, Mehmet Bey'in çayını fincanda içmek istediğini söylemesiyle başladığı iddia edildi. 

Olayda mağdur olduğunu iddia eden Mehmet Fincancı (36) şunları söyledi: Kafeye gittim ve masaya oturdum. Çay istedim, bir süre sonra çayım ince belli bardakta geldi. Ben de çayımı ince belli bardakta değil de fincanda içmek istediğimi söyledim. Kafe sahibi bana çemkirdi. "Bizim dükkânda sadece ince bellisi var." dedi. "Hem Türk gelenek ve göreneklerine göre halkın %99’u çayını ince belli bardakta içer" dedi. Beni örf düşmanlığıyla suçladı. Ben kimseyi kırmak gibi bir niyetim olmadığını, ailem fincan işiyle uğraştığı için fincanda içmeye alıştığımı söyledim. İnce belli bardaklarda çay içemediğimi, hem madden hem de mânen rahatsız olduğumu ifade ettim. Bu arada kafe sahibinin oğlu belirdi arkasında. “Ya Sev ya Terk Et” dedi bana, kaşları neredeyse saçlarına değecek derecede yukarıda olan bakışlarla. Ben “Anlamadım, altı üstü fincanda çay içmek istiyorum” dedim. “Bunda büyütecek, kavga çıkaracak bir durum yok” diye de ekledim. Ama dinlemediler.

 Arbede çıktı… Kendimi kaybettim, kafe sahibine vurdum. Onlarda bana vurdular. Yoldan geçerken benim itilip kakıldığımı gören tanıdıklarım olaya müdahil oldular. Sonra ayrıldık ama iyi ayrılmadık. İnce Belli Bardak Sevenler derneğinin başkanı olayı nasıl duymuşsa hemen gelmişti kafeye. Biz kafeyi terk ettik, evimize gittik. Onlar halen devam ediyorlardı arkamızdan bağrışmaya, rahmetli anamıza babamıza küfürler etmeye.

Mehmet Fincancı’nın kardeşi Ahmet Fincancı (29) olayın buradan sonrasını söyle anlattı: Evimizde oturmuş, büyük büyük dedemden kalma fincanlarda çaylarımızı içiyorduk. Bir anda dışarıda bir gürültü duyduk. Ellerinde meşaleler ve bozuk Türkçe kullanılarak yazılmış pankartlar taşıyan bir kalabalık bağırarak, Millet caddesi üzerinden bizim eve doğru ilerliyordu. “Burası Türkiye, Fincan Senin Neyine!”, “Oraya geliriz, fincanını s.keriz”, “Ya İnce Belli Bardak Ya Hiç” gibi sloganlar atıyorlardı. Kısa bir süre içinde sayıları bini buldu. Biz ışıklarımızı kapattık, kapıların arkasına dolapları yerleştirdik, korkuyla bekliyoruz evin içinde. Bir yandan da jandarmaya ulaşmaya, koruma istemeye çalışıyoruz telefonda. Kalabalığın dağıldığı falan yok. Bir saat geçti ama on dakikalık mesafede bulunan jandarma komutanlığından çıt çıkmadı. Öylece oturmuş, bir yandan ağlaşan çocuklarımızı susturmaya çalışırken bir yandan da dualar ediyoruz kalabalığın eline düşmemek için. 

Sonra evimizi taşladılar, camları alaşağı ettiler. Çocukları penceresi olmayan banyoya gönderdik ablaları ve anneleriyle birlikte. Sonra dayanamayıp biz de gittik. Buna rağmen sesleri duyuluyordu.  Ağza alınmaz küfürler edip, hem ailemize hem de yüzyıllardır sürdürmekle gurur duyduğumuz fincan üretimi işimize hakaretlerde bulundular. Ardından da ahırı yaktılar. Ateş dansı yapan Kızılderililer gibi alevleri görünce heyecanları bir kat daha arttı. Az kaldı evi de yakacaklardı ama nasıl olduysa jandarma geldi, kalabalığı dağıttı.

Bu arada söze girmek isteyen kafe sahibi Cemal Bardakcan (51), olayı kendi sözleriyle özetlemeye çalıştı: Bu adam –Mehmet Fincancı’yı göstererek- bana hakaret etti, beni dövmeye kalktı. Önce ince belli bardaklarımıza, yani necip bir milletin necip adetlerini ayaklar altına almak istedi. Fincanda çayı kim görmüş, kim içmiş. Yüzyıllardır atalarımızdan neyi gördüysek onu yaparız biz. Bardakcan ailesi olarak vatanımıza, milletimize karşı kusur işlemeyiz, kusur edeni de affetmeyiz. %99’u ince belli bardakta çay içen bir milletin aziz evlatları olarak fincanda çay içmek isteyenler buyursunlar gitsinler ecnebi memleketlere, ztarbakslarında içsinler o zehir zıkkım çayı, o içi küflenmiş fincanlarda. Benim mahallemde, benim yaşadığım ilçede ben izin veremem geleneklerime hakaret edilmesini. Daha önce yakmıştık fincancıları, mahkeme aklamıştı bizi, mahkemenin aklamadıklarını da devlet affetmişti. Demek ki iyi bir iş yapmışız. Gerekirse şimdi de yakarız, adam olmazlarsa ileride de yakarız. Bu memleketin ekmeğini yiyip bu memleketin geleneklerini ayaklar altına alamazsınız.

Ahmet Fincancı, kafe sahibi Cemal Bardakcan’ın sözlerine aldırmayarak kaldığı yerden devam etti: Ben bu memlekette ileri demokrasi var zannediyordum, kimseyi rahatsız etmediğimiz sürece her istediğimizi yaparız zannediyordum. Ne var kardeşim? Bardakta çay içmek istemiyorum. Bizim de kafemiz var, ince belli bardakta çay isteyene istediğini veriyoruz. Tahrik olmuyoruz, kavga çıkarmıyoruz. Birisini ince belli bardakta çay içerken gördüğümüzde, akşam olunca adamın evine gidip çoluğunu çocuğunu ateşle tehdit etmiyoruz.

Kendisine, kavgayı ilk abisinin başlattığı hatırlatıldığında, Ahmet Fincancı şunları söyledi: Ağabeyim Mehmet biraz ateşlidir, çabuk kızar. Kavga çıkarmışsa, git polise ihbar et, şikayetçi ol. Çıkarız mahkemeye, veririz hesabını. Gelip evimizi taşlamanızın, ahırımızı yakmanızın, ailemizin yüzyıllardır sürdürdüğü fincan geleneğine saldırmanızın, çoluğun çocuğun huzurunu kaçırmanızın ne anlamı var? Hadi biriniz cahilsiniz, hepiniz de mi cahilsiniz? Ne o pankartlar öyle? O küfürler, o canice tavırlar, cadı avına çıkmış ortaçağ rahipleri gibi ellerinde meşaleler… Hepiniz mi insanlıktan bu derece nasipsiz kaldınız? Oysa belediye başkanı daha olayın soruşturması başlamadan bize ilçeden gidin, yoksa kan çıkar dedi. Hiçbir yere gitmiyoruz. Bu ülke onların olduğu kadar da bizim. Neden gidecekmişiz?  Hem mağduruz hem de suçlu muamelesi görüyoruz. Böyle adaletsizlik olur mu?

Kalabalığın dağılmasından ve ilçeye geçici huzurun hakim olmasından sonra, Çomasi valisi twitter hesabından açıklama yaptı: Ben şu anda Marmaris’te tatildeyim. Döner dönmez olaya karışan ayrılıkçılardan hesap soracağız. Buradan bakınca ağır tahrik olduğu gözlemleniyor. Büyütecek bir şey yok. Vatandaşlarımız evlerine dönsünler ve ince belli bardaklarda çaylarını huzur ve sükûnet içinde yudumlamaya devam etsinler.

YHA, Enes Başeğmez – 30 Temmuz 2012

Not: Yukarıdaki haber yalandır ama hayattaki her yalan gibi gerçeği saklamayı değil, hayata hizmet etmeyi amaçlar. Çünkü çoğu zaman bir makalenin, bir denemenin yapamadığını, uydurma karakterlerin canlandırdığı bir oyun, bir öykü yapar.

Not2: Çomasi adı Çorum, Malatya ve Sivas sözcüklerinden türetilmiştir. Bu üç ilde, yakın tarihimizde yaşanan ve ardından “ağır tahrik”, “yanlış anlaşılma” ya da “dış mihraklar” bahanelerine kurban edilen katliamları anımsatmama gerek yok sanırım.

28 Temmuz 2012

Alternatif Metro Hattı Kartal H Tipi Cezaevi Tarafından Açıldı


27 Temmuz 2012, 17:22 - Kartal, İstanbul

Alternatif Metro Hattı Kartal H Tipi Cezaevi Tarafından Hizmete Açıldı

Uzun süredir açılamayan ve şimdiye kadar açılışı 29 defa ertelenen Kartal-Kadıköy metro hattına alternatif, Kartal H Tipi Cezaevi’nden geldi. Hasan Kazmacan (38) ve Hüseyin Kazmacan (35) adlı iki kardeş mahkûmun, bundan dokuz sene önce, bulundukları hücreden kaçmak için kazmaya başladıkları küçük tünel, bugün tüm İstanbul halkına hizmet verebilecek bir cezaevi projesine dönüştü.

Başlangıçta, "Esaretin Bedeli" filmindeki kaçış sahnesinden esinlendiklerini söyleyen abi Kazmacan şunları söyledi: Hedefimiz hapishanenin 500 metre ilerisindeki parka çıkan bir tünel kazmak ve bu hücreden kurtulmaktı. Biz de aynen Andy dibi cebimizde taşlar ve topraklarla bahçeye çıkar, ceplerimizi boşaltırdık. İki kişi çalıştığımız ve hücredeki diğer arkadaşların desteğini aldığımız için kısa sürede bitirdik. Tam tüneli bitirmiştik ki cezaevinin öteki köşesinden aynı parka doğru açılmış başka bir tünelin varlığını öğrendik. Fakat bu tüneli yapanlar tahliye olmuşlar. Dolayısıyla tünel uzun süredir kullanılmamıştı.

Heyecandan zaman zaman soluğu kesilen abi Kazmacan’a yardım eli kardeşinden geldi: Evet, dışardakilerle irtibata geçtik. Bıkmışlar sürekli ertelenen metro açılış tarihinden. Dediler ki “Madem bu kadar geldiniz, madem artık duble tünellerimiz oldu, hadi devam edelim, bu işi Kadıköy’e kadar sürdürelim. Biri gidiş, diğeri dönüş istikameti için iki uzun tünelimiz olsun.” Bundan sonrasında tüm cezaevi dahil oldu zaten. Geceleri 12 saat aralıksız, 3 vardiyayla, yine büyük bir gizlilikle çalıştık. Çıkan toprakları dışarıdaki arkadaşlar halletti. Rayların döşenmesi, durak yerlerinin merkezi yerlere getirilip, tünel genişliklerinin ayarlanması işlerini hep onlar evirip çevirdi. Ve sonunda da mutlu sona ulaştık. Mutluyuz, gururluyuz.
Tünel kazımı sırasında kardeş Kazmacan tarafından çekilen bir  fotoğraf

Tünelin varlığından iki yıl önce haberdar olan cezaevi müdürü Emre Taşdelen, aslında bu tünel işinin bir suç olduğunu ama bunu halka hizmet olarak gördükleri için mahkûmlara ek ceza verilmeyeceğini belirtti. Daha önce CHP’den İstanbul milletvekili olup, seçimi kazanamayan Taşdelen, yaptığı açılış konuşmasında şunlara da değindi: Bizim mahkûmlarımız dünyanın en çalışkan, en diğerkam, en akıllı mahkûmlarıdır. Ve biz başbakanın açmış olduğu çürük duble yollar furyasına çürük duble tüneller eklemiyoruz. Yeni bir çağın, İstanbul halkı için yeni bir şehrin başlangıcını yazıyoruz buraya. Tünelin varlığından haberim olur olmaz kimseyi suçlamadım. Öncelikle işi başlatan sevgili Kazmacan kardeşlerin yanına bizzat gidip kendilerini tebrik ettim. Ardından da tüm mahkûmlara dışarıdaki duraklarda çalışma ve çevre düzenlemesi işleri için gereken programı ilettim. Hepimiz canla başla, kazmayla kürekle, sıcağın yıldırıcılığına ve özgürlüğün albenisine rağmen çalıştık ve bugünlere geldik. Tek bir mahkûm bile kaçmadı. 29 defa açılışı ertelenen Kartal-Kadıköy metrosuna inat, biz tek bir açılış tarihiyle başardık bunu. Vatana, millete hayırlı olsun.

Adını orijinal metro hattı olan M4’dan alan, HAM4 (Halkın Alternatif Metrosu 4), Kadıköy Altıyol’daki boğa heykelinin altından Kartal H Tipi Cezaevine kadar olan mesafeyi 44 dakikada alıyor. Toplam 26 durağı olan HAM4, günde 242.500 yolcu taşıma kapasitesine sahip, ve metrobüs ve banliyö trenleriyle kesişme noktaları sayesinde kesintisiz ulaşıma büyük bir katkı sağlıyor. Vatandaşlar son durak olan Cezaevi durağından, gardiyanlar eşliğinde güvenli bir şekilde dışarı çıkarılıyorlar. 

HAM4 hattının uzun süredir açılamayan M4 hattından önce açılması konusunda İstanbul Belediye'sinden henüz bir açıklama gelmedi. Belediye'nin bu suskunluğu yazılı bir brifing ile bugün öğleden sonra bozacağı sanılıyor. 

Tünele ilham kaynağı olan Esaretin Bedeli filminden bir sahne: Andy dinleniyor.

Açılışa misafir katılımcı olarak gelen Esaretin Bedeli filminin başrol oyuncuları Tim Robbins ve Morgan Freeman, böylesine anlamlı bir projeye ilham kaynağı oldukları için gurur duyduklarını söylediler. Yer yer gözyaşlarını tutamadığı gözlemlenen Freeman, “Andy (Tim Robbins) büyük adamdı. Ben bile onun açtığı tünelden geçip, şöhrete kavuştum” dedi.

Trenlerin kalış saatleri ve hat güzerhagı için www.ham4.com.tr adresine bakabilirsiniz.

Haber: Enes Başeğmez, YHA

------------------------

Not: Bu haberin tamamı yalandır. Haberin içinde geçen Türkçe adları ben uydurdum. Bu adları taşıyan insanlar varsa gülüp geçmelerini temenni ediyorum. Haberde geçen oyuncular gerçek. Film hakkında bilgi almak isterseniz http://tr.wikipedia.org/wiki/Esaretin_Bedeli adresine bakabilirsiniz. (Bu ağbağı çalışıyor. Yukarıdaki gibi uydurma değil.)

Saygılar,

A. 



26 Temmuz 2012

Türkiye'den Mektuplar 3



Vicdanları rahat olmayanlarla davranışlarına mantıksal bir dayanak arayanların hepsinde kendini haklı gösterme hastalığı vardır, bu durum onların düşünce biçimlerini de tuhaflaştırır.
                                                                        L. Durrell, Justine, s 122

Geçen yazıyı “Hayattaki en büyük ibadet başkalarının mutsuzluğuna neden olmadan mutlu olabilmektir.” diyerek bitirmiştim. Araya önce hafta sonu girdi, sonra da ev kiralama, mobilya alma, beyaz eşya bakma gibi benim hiç ama hiç haz duymadığım diğer hayat detayları üşüştü. Zaten hep böyledir. Hayatta aşktan sonra en sürekli, en kesintisiz güç hayatın kendisidir. En ufak bir boşluğu kaldırmaz, her deliğe girer, her boşluktan faydalanır. Bana da öyle oldu. Bir gün yazmayınca tembellik damarda dolaşan ılık kan gibi yayıldı bedenime. Önce hafta sonunu bahane ettim, ardından ev kiralamayla ilgili işleri. Hoş, genelde eve geldiğimde pestilim çıkmış oluyor, tüm gün yakıcı güneş altında yürümekten ve toplu taşı(ya)ma(ma) araçlarına binip inmekten. Bir de bunun üzerine yaşadığım türlü türlü hayal kırıklıkları, akla hayale gelmez fiyaskolar eklenince, zaten geriye heves de kalmıyor yazmak için. Eve gelip, duş aldıktan sonra birkaç sayfa okuyabilirsem kendimi şanslı görüyorum.

 Zaten bu derece yorulduğum ve gerginliğimin arttığı zamanlarda koşamıyorum da! Koşmak da yazmak gibi zihin dinginliği ya da en azından ağzımdan köpük çıkarmayacak derecede bir sinir durağanlığı gerektiriyor. İlginçtir ki koşmak ile yazmak arasında yakaladığım koşutluklar her geçen gün artmakta ve bu artışın ivmesi koşulmayan günlerin sayısıyla doğru orantılı. Mesela koşmanın da yazmanın da başlangıcı en zor kısmıdır. Bu eşiği geçtikten sonra her ikisi de kendiliğinden akmaya, yazamamanın ya da koşamamanın verdiği acı yerini zevke bırakmaya başlar. Koşarken de yazarken de zihinsel bir sağaltım söz konusu olur. Ve son olarak da koşmaya da yazmaya da ara verdin mi tekrar başlamak çok zor olur.

Gelelim sinirlerimi bozan, beni zaman zaman delirmenin eşiğine getiren, bir yazar ya da öğretmen olarak değil de bir vatandaş olarak öz-değersizleşmeme neden olan ve her nasılsa konuştuğum hemen herkesin “Alışacaksın, burası Türkiye” deyip, geçiştirdiği olaylara. Oysa ben alışmak istemiyorum. Alışmak, görmemezlikten gelmektir, bir çeşit vurdumduymazlıktır, umursamaz bir sivri burunla “banane” deyip geçmektir. İşin tuhaf olanı, ben Tayland’dayken absurd bir olay biz yabancıların başına geldiğinde, dillere pelesenk olmuş “This Is Thailand (TIT)” cümlesini kurardık. Bu Tayland’da yaşayan yabancılar için bir çeşit zırh idi, arkasına geçip korunacağımız, bir yandan batılı akılcılığımızı muhafaza edip, bir yandan da Taylandlıları “hoş”göreceğimiz bir alt-kimlik yaratma ve yaşatma çabasıydı. Bildiğim kadarıyla Taylandlılar TIT lafını pek sevmezler, bunu kendilerine yapılmış bir hakaret olarak görürler. Peki aynı olay Türkiye’de yaşayan bir Türkiyelinin başına gelince neden “This Is Turkey” demekten vazgeçmiyoruz? Yoksa yıllardan beri birbiri ardına geçirdiğimiz siyasi ve ekonomik dalgalanmalar karşısında, sokaktaki vatandaşın sahip olabileceği tek savunma mekanizması bu mu? Elinin tersiyle, tıpkı aymaz bir karasineği savurur gibi, gördüğümüz yanlışları savurmak ve kilim altına atıp unutmak. Sanırım bu tavrın ya da bu tavrı doğuran başka yalancı etik prensiplerin kıskacında yaşıyor toplumun büyük bir kısmı.

Geldiğimden beri insanları gözlemliyorum. Fark ettiğim ilk şeylerden birisi hemen herkeste gördüğüm aşırı özgüven. Sokaktaki insanlara bakıyorsun, “şu karşıki dağları ben yarattım.” diyen kabarık bir göğüsle yürüdüklerine şahit oluyorsun. Direksiyonun ardına geçen herkes Michael Schumacher oluveriyor, minibüs şoförleri kamikaze olmaya ezelden ant içmişler gibi sürüyorlar taşıdıkları canları hiçe sayarak. Hadi bunlar kişisel düzeyde, bireylerin kendilerini ve etraflarını yanlış algılamalarından kaynaklanıyor diyelim.

Peki ya şirketler ya da hükümet bazında takınılan kodaman tavırlar? O dağa taşa sığmayan firmaların bir anda süt dökmüş kediye dönmeleri, o suçu başkasına –genelde bilinmeyen bir heyulaya atarlar; sistem bozuk, şirket kararı, hükümet yasa çıkardı, patronun emri- attmaları...

 Mobilya dükkanının camında “Ertesi gün teslim” yazıyor kocaman Nuh tufanından kaçma kocaman harflerle. İçeri girip, alacakların konusunda anlaşıp, teslim tarihinin altı gün sonra olduğunu öğreniyorsun. Ama, fakat, lakin, camda, farklı, kem küm… İstediğinizi söyleyin. Reklam amacıyla sizin avantajınıza olduğu için öne konan bir özellik, sistem arızalarında ilk kurban oluyor. “Efenim, Ramazan ayındayız, çok yoğun çalışıyoruz, siz yine şanslısınız altı güne kavuşacaksınız –bir de böyle üste çıkma var-. Zil takıp, göbek atayım bari eşyalarım altı günde gelecek diye. Hem suçlu, hem güçlüler. Dayanamadım söyledim onlara, camdaki o yazıyı indirmelerini, tutamayacakları sözleri vermelerinin etik olmadığını. İşe yaradı mı? Yarın gidip göreceğim camı tekrar, yazıyı kaldırmışlar mı kaldırmamışlar mı!

Aynı mobilyacıda geçen başka bir gülünç diyalog:
- Cem Bey 4565 TL demişti. Sizin hesap neden 4580 TL oldu?
- Valla ben de bilmiyorum Alirıza Bey. Herhalde bir yerde hata yaptı Cem Bey.  
- Siz hata yapmış olmayasınız. Bir daha bakın isterseniz.
- Yok Alirıza Bey, benim hesabım doğru (yine aynı içi boş özgüven)
- Peki n’olacak şimdi? 15 TL fazla mı ödeyeceğim. Onu da indirin benim için.
- İndirmesine indiririm ama Cem Bey’in hesabından kesilir 15 TL. (Bak şimdi, emekçiyi emekçiye kırdırıyor. 
Satış elemanı olan Cem Bey işçi, ben de işçiyim. “Başka bir işçinin parasına mı göz koydun, bre hırsız” demeye getiriyor. Uğraşmaya değeceğini bilsem “Yok bacım, şirketin kârından kes o 15 TL’yi” diyeceğim ama tutuyorum dilimi. Bırakıyorum serbest düşüşe topladıklarımı…)

Bu iki örnek sadece bu sabah başıma gelenler. Daha neler neler var. Mesela, yurtdışından getirilen telefonları burada kullanabilmek için 100 TL vergi ödemek gerekiyor. İnternetteki yazılara ve bayilerde oturan somurtuk yüzlere göre, bu vergiyi ödedikten sonraki iş çok kolay ve pürüzsüz. Oysa hiç de öyle değil. Tam üç defa gittim, üçünde de “sistem arızalı” yanıtını aldım. Madem zırt pırt arızalanan bir sisteminiz var o zaman tanıtım yazılarınızda “Eğer sistem arızalanmazsa … “ gibisinden şartlar koyun ki biz de bilelim kaderimizin sıfırlar ve birlerden oluşan bir “Matrix”e bağlı olduğunu. Aynı şey banka hesabı açmak istediğimde de oldu. Maltepe’den çıkmışım, Yeniköy’e sırf banka hesabı açtırmak için gelmişim. Formları doldurmuşum, sıra numaramı almışım. Hoooooppp! “Kusura bakmayın Alirıza Bey, sistemimiz çöktü, yeni hesap açamıyoruz.” “Önemli değil” diyorum gülümseyerek. Ne de olsa suç sistemin, onların değil ki! “Herhalde kısa zamanda düzelir, değil mi?”. Kadın saatine bakıyor, bilgisayar ekranına bakıyor ve en sonunda bana bakıyor. “Onu hiç bilemeyiz Alirıza Bey. Siz iyisi mi başka bir gün gelin.” Ne yapacaksın? Bozulan sisteme meydan mı okuyacaksın? Hoş, okusan ne olacak? Bozulmuş zaten, hak yerini bulmuş, Allah müstahakkını vermiş. Etme artık beddua, etme…
Çocuk odası olarak kullanılan odadaki sticker. 
Bir de son birkaç gündür içine girip de çıkamadığım hafakanlar var. Malum, okula ve metroya yakın bir ev kiraladık. Hem ben okula rahat gideyim, hem de J Türkçe kurslarına yorulmadan gidip gelebilsin diye. Gel gelelim ev kiralama işi Türkiye’de bizim bildiğimizden çok farklı yapılıyor. Bir kere ev sahibi hiçbir şeye karışmıyor –sözleşmeyi imzalamak ve parayı almak dışında-. Evi bok mu götürmüş, duvarlara karınca yolu gibi çiviler mi çakılmış, oturma odasında kocaman bir klima deliği mi açılmış, sağa sola abuksubuk çizgiroman kahramanlarının resimleri mi yapıştırılmış! “Türkiye’deki sistem bu” diyor sorduklarım, “bundan daha iyisini bekleme.” İyi dedim, ev boşken her odanın, her kırık döküğün, duvardaki her bir çivinin fotoğrafını çektim. Yakında da göndereceğim kendilerine. Eve ne tek bir çivi çakacağım ne de evden tek bir çivi sökeceğim. Bulduğum gibi bırakacağım. İyi bir kiracı olarak bunu yapmam gerekmiyor mu zaten?  

Hadi kira neyse, ona zamanla alışırız. Peki ya faturaları üzerine alma saçmalığına ne demeli. Fellik fellik dolaşıyorsun farklı semtlerde, elinde kira sözleşmesi ve kimlik kartı. İşler tıkırında gitse ve halledilebilse, ona da bir şey demeyeceğim.  Sular idaresi bizim daireyi kayıtlarda bulamadı. Üç gündür eve gelecekler diye bekliyorum. Onlar gelecek diye ben Maltepe’den çıkıp Çamlıtepe’ye gidiyorum. Ne gelen var ne giden! Niye gelmediniz diye sormak için telefon açıyorum. Ne de olsa haklı olan benim, çemkireceğim. Yooook! Devlet dairesine çemkiremezsin. Memur her zaman haklıdır. “Bizi sabah dokuzdan önce niye aramadınız?” diye azar işitiyorum. “Ne araması? Aramam mı gerekiyordu? Kimse bana aramamı söylemedi?” diyorum. “Beyefendi, bir sürü işimiz var. Biz nereden bilelim sizin sorununuzu?”. Haydaaaa, gene üste çıkıyorlar. “Memur bey, ben iki gün önce geldim. Sorunu dosyaladınız. Şu, şu ve şu hanım ilgilenecek dediniz. İki gün içinde evinize gelinecek dediniz. Ben sizin yüzünüzden iki gündür boş evde bekliyorum.” Adam bu sefer sesini düzeltiyor, hakikate ermiş bir velinin vakurluğuyla “Eviniz niye boş? Siz orda yaşamıyor musunuz?”. Ben mantıksızlığı yakalamışım, sevinçliyim, “Memur bey, musluklarından su akmayan evde ben nasıl yaşayayım.” Bir süre sessizlik, sanırım adalet süzgecinden geçiriyor söylediklerimi. “Tamam, yarın geleceğiz keşfe. Evde olun.” Ben son bir umut soruyorum “Saat kaçta?”. Yine derin bir sessizlik, herhalde programa bakıyor, hesaplıyor falan “Onu biz bilemeyiz. Siz evde olun.” Telefon kapanıyor…

Bu ve benzer konuşmalar defalarca tekrar etti son günlerde. Elektrik sorunu için aradığım TEDAŞ Kalender şubesi, bir türlü yanıt vermeyince ben de merkezi aradım. Telefondaki ses “Buyurun, Halkla İlişkiler, nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Ben de bağırdım boş evin boş salonundan istifade ederek: Çok güzeeeeelll, ben halkım. Yardımcı olabilir misiniz?

Böyle geçti işte günler. Bir elimde Durrell’in melankolik aşk hikayeleri, bir yandan Artshop yayıncılığa ulaşamamanın içimde yarattığı ince sızı, bir yandan Beyoğlu’nda Troçkist devrimcilerle ayaküstü yapılan sohbet –onlara bahsetmedim henüz karnı beyaz Snow’un öyküsünden-, bir yandan adını bile bilmediğim bir adam için kitap imzalayıp verme…

Ama hiçbirisi, hem de hiçbirisi, günün en büyük fiyaskosunun önüne geçemedi. D-100’deki trafiğe kalmayayım diye Haydarpaşa’dan trene bindim. “Oh ne güzel, hem de klimalı, mis gibi.”  Bostancı’da elektrik kesildi. –Açtım tabii cenabet ağzımı, benim neyime gerek klimalı bir vagonda püfür püfür estirerek eve gitmek-. Tren bir 10 dakika, kapıları kapalı olarak bekledi rayların üzerinde. Sonra tekrar çalıştı sistem. Her zamanki gibi biraz bekleyince düzeliyor her şey. Tanpınar zamanında demişti, “Doğu beklemenin yeridir. Azıcık bekleyince her şey ayağına gelir.” Bizim yakada değişen bir şey yok anlaşılan.


Devam edecek: Kim daha batılı? Vietnam mı Türkiye mi?

20 Temmuz 2012

Türkiye'den Mektuplar 2



Bu kenti zihnimde yeni baştan kurmak için buraya gelmem gerekiyordu, yaşlı adamın (Kavafis) yaşamının “kara yıkıntıları”yla dolu gördüğü bu yürek karartıcı taşraya.

                                       Lawrence Durrell, Justine, s 17

Vietnam’dayken bazen arkadaşlar sorardı. “Demek Türkiye’ye dönüyorsun ha! Heyecanlı mısın?”. Benim bu soruya yanıtım ise soruyu yanıtlamaktan ziyade soruyu düzeltme amacı taşırdı. “Evet heyecanlıyım, ama ben Türkiye’ye dönmüyorum, Türkiye’ye gidiyorum. Türkiye benim için herhangi bir ülke; Japonya gibi, Fransa gibi Tayland’ın ya da Vietnam’ın dışında bir toprak parçası.”

Daha önce de dediğim gibi, başkalarını kandırmak, kendini kandırmakla başlıyor. Israrla inanıyorum Türkiye’ye dönmeyeceğime, ısrarla üzerine basıyorum aradaki farkın benim için önemine. Türkiye dönülen bir yuvadan çok tadına bakılacak bir ülke, bir kültür, farklı bir insan coğrafyası. Çünkü dönmek bir yenilgi düşüncesini barındırıyor içinde, bir tükenmişliği, bir bıkkınlığı. Yıllarca yurt dışında yaşadıktan sonra tıpkı gittiğin gibi geriye dönmek, o geçen yılları kaybolmuş gibi algılamana neden oluyor, ister istemez. Sonuçta; dışarıda edindiğin deneyimlerin, yaptığın güzel işlerin, yakaladığın başarı grafiklerinin bu topraklarda yankısını aramak beyhude bir çabadır. Türkiye’deki pek çok insan Vietnam’ı haritada bile bulamaz. Tayland deyince akıllarına neyin geldiği de herkesin malûmu. Durum böyle olunca insanın geçmişine “kayıp” gözüyle bakması kaçınılmaz oluyor. Ama yine de bütün bu olumsuzca –hatta haksızca- içimi kemiren, yenilgi muhabbetini bir yana bırakıp, ilk soruya –dönmek mümkün müdür?-  tekrar yönelirsem, gereksiz labirentlerden uzakta, yapılması gereken tespitlere ulaşabilir, gidilmesi gereken denizlerde yeni keşiflerin altına imza atabilirim.

Türkiye benim için yeni bir ülke olabilir mi? Hadi ben çok değiştim, eskiden hayatımı çevreleyen önceliklerimin yerlerini şimdilerde çok farklı şeyler aldı. Eskiden hiç önem vermediğim şeylere önem verir, eskiden hayatımın merkezine koyduğum pek çok değere sırtımı döner oldum.  Peki ya Türkiye değişti mi? –Bu soruyu Türkiye’de yaşayan birisine sorarsanız, yanıt kesinlikle evet olacaktır ama benim değişimden kastım siyasi ve ekonomik değişimler değil, toplumun özündeki tavırlar, insanlar arası ilişkiler, genel ahlak felsefesi, dinin hayattaki konumu ve gücü.-  Gittiğim yerde karşılaşacaklarım bana yeni bir başlangıcı mı yoksa üstü külle örtülmüş bir unutulmuşluğu mu getirecek? Bu kuşkular ve endişeler sanırım her dönüşte vardır. 

Bunu dönen de dönülen de bilir, alışma sürecine bırakılır bir dönem. Dile, iklime, yollara, konuşmalara, hayatı sarmalayan gündelik hayatın normlarına, görünmez kurallara ve o görünmez kuralları kollayan kodamanlara alışma dönemi…

Dönmek ve gitmek konusunda uzun uzun düşündüm Vietnam’dayken ve kendimi iyice kandırdım ama İstanbul’a varır varmaz, daha köprüye bile varmadan ayrımına vardım yaptığım hatanın. Trafikteki bildik hokkabazları ve bencillikleri görür görmez, tıklım tıklım otobüslerde havası alınmış paketlerdeki kara mantarlar (Tayca: het hoğm) gibi büzülmüş halde ayakta duran insanların yüzlerine bakar bakmaz, aç köpeğin ete saldırması gibi sağa sola savrularak sürülen bir minibüse biner binmez, ufak bir özürle çözülecek sorunların bıçaklı kavgalara dönüşmesine tanık olur olmaz, kadınların erkeklere namus düşmanı, erkeklerin de kadınlara yenilecek ceylan gözleriyle baktıklarını anlar anlamaz;  “Tamam” dedim, “Ben döndüm. Artık kaçacak kelimeler de kalmadı. Ne sığınacak bir dehliz var, ne de tırmanılacak bir fildişi kulesi. Buradasın ve buraya aitsin. Darwin’in üç şıkkından başka şık yok: Migrate, Die or Adapt (Göç et, öl ya da adapte ol) .”

* * *



Babam, ben ve ikiz yeğenler
İlk günler çabuk geçiyor yeni bir ülkeye gelince. Çünkü her şey ilk ya da uzun aradan sonra ilk olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla deneyimleme payına bırakılıyor bir sürü zaman kaybettirici şey. Bir kere aile var ihmal edilemeyen. Anne, baba, kardeşler, yeğenler… Hem sorumluluk hem de eğlence. Aslına bakılırsa; ilk üçü eğlenceden çok sorumluluk, sonuncusu sorumluluktan çok eğlence olarak değerlendirilebilir. Alıştığım yalnız hayatın artık sonlandığını anlamak için bu ortama girmek şart. En basitinden bir kararda bile ailenin her üyesi söz sahibi. Yeni iş yerime yakın bir ev mi kiralamak istiyorum. Birileri buradan gider gelirsin diyor –Günde 4 saat yollarda geçecek, halbuki. Ben Vietnam’dayken yollarda 10 dakikadan fazla geçmezdi. Tayland’dayken de öyleydi. Önce iş, sonra ev, sonra kültür/sanat. İşe gidip gelirken harcanan vakitten nefret ederim.- , birileri önce bir dene olmazsa taşınırsın diyor, birileri ev tut git diyor, birileri de sen bilirsin diyor… Bütün bu curcunadan şikayetçi değilim aslında, uzun zaman görmediğim ya da uzaklarda olduğum için farkında olmadığım bir ilgi taşkınlığı bu. Sen kardeşimizsin, oğlumuzsun; sana yardım etmek boynumuzun borcu tarzında ailevi bir sorumluluk ortaya konan.

Belki de bu ilgi taşkınlığından ya da sokaklarda gördüğüm tuhaflıklardan dolayı defterime şu notu yazmışım, daha geldiğimin ikinci ya da üçüncü gününde: Bu ülkede bir yabancı gibi yaşamak istiyorum. Ülkede zorla tutulan bir gezgin gibi ya da gördüğü her saçma (absurd) durum karşısında gülüp geçen ve ardından da fotoğraf çekip yüzlerkitabına (feysbuk) koyan, burada geçici bir süreliğine görevlendirilmiş, Japon bir mühendis/öğretmen/doktor… Buraya saplanmamış olduğuma kendimi inandırmak istiyorum, bir çıkış kapısının her zaman var olduğuna ve o kapıdan istediğim zaman “ceketimi omuzuma atıp” çıkabileceğime inanmak istiyorum. Daha baştan tuş olmayı kabul etmiş bir pehlivanın sözlerine benziyor. Ama zaten defter bu işler için. Anlık hisleri not alabilmek, onları daha sonra bir süzgeçten geçirip, iyice bir kırptıktan sonra yazılara, öykülere bölüştürerek çoğaltmak için…
Mangal çılgınlığı: Bu daha başlangıç.

İlgi taşkınlığı içeriye doğru ne kadar fazlaysa dışarıya doğru da o derece az ya da eksiktir. Türkiye’de insanlar evlerinin içlerini –mutfaklarını, banyolarını, oturma odalarını- tertemiz, pırıl pırıl tutuyorlar. Bunun yanında evinde tozun üzerine toz kondurtmayan kadınlar, sokakta birer çevre canavarına dönüşebiliyorlar. Otobüste -otobüs zangır zangır sallanırken, düşme riskini de göze alıp, oturduğu yerden kalkıp, birkaç adım yürüdükten sonra- elindeki kağıt tomarını camdan aşağıya fırlatan başı örtülü orta yaşlı teyzeler mi dersiniz, sokaklarda gördükleri kedilere köpeklere pet şişeleri savuran çocuklar mı dersiniz, yediği çekirdeğin kabuğunu oturduğu bankın etrafına atıp adeta bir çekirdek kabuğu denizinde tahtına kurulmuş günebakan güzeli gibi etrafa gülücükler saçan genç kızlar mı dersiniz, yaktığı mangalla tüm Maltepe sahilini dumana boğan beceriksiz erkekler mi dersiniz, çöpten buldukları şişeleri birbirlerine atıp sahildeki güzelim koşu/yürüme yolunu kırık cam cehennemine dönüştüren serseriler mi dersiniz –bu konuda kedilerle yarışıyorlar ama kimin kimden öğrendiğini kestiremedim henüz-, parklardaki heykellerin üzerine abuk subuk aşk mesajları yazan –“bu akşam verecenmi zehra, vermezsen bu heykeli götürecem eve” gibi yaratıcı olanları da var, haksızlık olmasın!-… Liste uzar gider. Evlerimiz ışıl ışıl, sokaklarımızı bok götürüyor.

Çekirdek kabuklarının üzerinde bir taht, kraliçesini bekliyor.

Örneğin bizim sokakta yüzlerce kedi ve onlarca köpek var. Kedilerin görevi üstü asla kapatılmayan –Neden kapatılmazlar? Çünkü kapaklar çok ağır/kirli ve pek çok kadın/çocuk kapağı açamıyor ya da kirli oldukları için el sürmek istemiyor- çöp kutularındaki çöpleri alıp, yolun kenarında kemirerek açmak, çöpleri etrafa saçmak ve yiyebildiklerini yedikten sonra bir gölgelik bulup bir sonraki öğünü beklemek. Köpeklerin görevi, yol kenarlarında ya da apartman önlerinde nöbet tutmak ve iyiliksever komşuların verdikleri kemiklerden nemalanmak. Yaz aylarını “hiçbir şey yaparak” geçiren çocukların görevi ise daha çetrefilli. Kedilere şişe atmak, köpeklere taş atmak ya da onları birbirlerine kızıştırmak, hayvancıklar sıcaklarda susuzluktan ölmesin diye apartman önlerine konan sulakları devirmek ve kaçmak. Benim bildiğim kadarıyla çocuklar ve evcilleştirilebilir sokak hayvanları arasında uyumlu bir sevgi olurdu.  Çocuklar onları severler, onlar çocukları severler. En azından bu Tayland’da böyleydi. On iki yıl boyunca bir çocuğun ortadan hiçbir neden yokken bir köpeğe taş attığını görmedim ben. Ondan sonra, gittikçe yalnızlaşan ve kötü muameleye maruz kaldığı için insanlara güvenini kaybeden köpekler çocuklara havlar ya da saldırırlar. Ardından mahalleli birlik olur, köpeği linç eder. Masum bir köpeği canavar haline getiren biz, ardından da o köpeği vahşice öldüren yine biz… İnsanın lehine işliyormuş gibi görünen bir kısır döngü.

Ve bütün bu karmaşaya rağmen tanıdık bir ülkede yaşıyor olmanın verdiği özgüvenle, ben her sabah erkenden uyanıyor, balkonda kahvemi içiyor, defterime yaptığım listedeki işleri halletmek için kimi zaman Kadıköy’e, kimi zaman Taksim’e, kimi zaman da Maltepe'ye gidiyor, akşam vakit olursa evin yakınında bulduğum bir tarafı orman patika yolda bir aşağı bir yukarı 40-45 dakika koşuyorum. Koşmadığım günlerde de Maltepe sahiline inip, yanımda bir kitap –Lawrence Durrell’ın “Justine”ini okuyorum bu aralar. Bu kitap ada manzarası olmadan okunmamalı zaten*. En azından bir deniz olmalı etrafta, ada mümkün değilse bile.- , bir şişe su ve çimenlere sermek için bir bez, uzanıyorum bir ağacın gölgesine. Güneşin batışına, balık tutan gençlerin kahkahalarına, sahilde yürüyüşe çıkmış aşıkların kırılgan bedenlerini saran sevgi çemberlerine, çimenlerin üzerinde ilk adımlarını atan bebeklere, buldukları kuytu köşelerde saklı saklı bira içmeye çalışan ayyaşlara bakarak akşamı ediyorum.   



Devam edecek: Hayattaki en büyük ibadet başkalarının mutsuzluğuna neden olmadan mutlu olabilmektir.

* Bazı meşrubatların üzerinde olur “Soğuk İçiniz” diye. Elbiselerin etiketlerinde de yazar “Şu sıcaklıkta yıkayınız, sıkmayınız” falan. Keşke kitapların üzerlerine de yazsalar nerede ve nasıl okunmaları gerektiği, belki birer şart olarak değil de birer tavsiye olarak. Hani kitap en iyi etkiyi bıraksın diye okuyucunun üzerinde:  Mesela Durrell’ın kitapları için “Bu kitabı deniz kıyısında, sıcak günlerde okumanız tavsiye edilir.”, Pamuk’un kitapları için “Bu kitabı penceresiz, ışığı yetersiz bir odada okumanız tavsiye edilir”. Murakami’nin kitapları için “Kalbiniz kırık değilse ya da depresyonda değilseniz, hiç okumayın. Aksi takdirde bir şey anlamazsınız.”. Mc Ewan için “Soğuk bodrum katlarında okunmaları iyi olur. Yanınızda arkadaşlarınız olsun, yalnızken okumamanız şiddetle tavsiye edilir. ”. Auster’ın romanları için “Yağmurlu ve rüzgarsız günlerde okunmaları tavsiye edilir. Yanınızda dekoratif amaçlı bir şemsiye taşırsanız yağmur durduğunda da okumaya devam edebillirsiniz.”… 

Maltepe sahilinde gün batımı ve balıkçılar


19 Temmuz 2012

Türkiye’den Mektuplar 1



Bugün 19 Temmuz 2012. On yedi gündür Türkiye’deyim. Bu on yedi gün boyunca ne yaptın diye birisi soracak olsa; verecek yanıtım yaratıcılıktan tümüyle uzak olacaktır. Belki hayata ve içindekilere sırtını dönmüş bir ruhun serzenişlerini dile getiren kara bir tablo çizeceğim kelimelerle, belki harc-ı alem laflar sarfedip, umuttan ve hayatın her şeye rağmen –nedir bu kendisine rağmen her şey olabilen?- güzel olduğundan söz edeceğim. Belki şu an oturduğum balkondan iki-üç saniyede bir yaptığım gibi, denize bakıp, zamanı durdurmanın tek yolunun denizlerin ortasında birer çıban gibi fışkıran adalara gitmek ve oralarda kalmak olduğunu iddia edeceğim –bizim balkondan üç ada görünüyor hava puslu olmadığı zamanlarda, o kadar yakın görünüyorlar ki aradaki mesafeyi bilmesem her sabah koşarak gidip geleceğim sırf ada havasını ciğerlerime doldurup, gün boyu kullanmak için-, zamanın bir aldatmaca olduğunu düşünüyor olsam bile.

 İnsanın kendisini aldatmasının yollarının ve yöntemlerinin sınırı yoktur. Öyle ki kendimizi kandırmak daha kolay, daha masrafsız ve bir o kadar da suçluluk duygusundan uzaktır. Evimiz, şehrimiz, ülkemiz ve hatta dünyamız kendini kandıran ve bir sonraki adımda etrafındakileri kandıran insanlarla doludur. Çünkü hepimiz mutluluğa inanırız, bizi mutlu eden neyse ona bağlanır, o bağlandığımızın kölesi oluruz. Bu öyle bir köleliktir ki –mutluluğun kölesi olmakta ne beis görüyorsun bre cahil?- yayılmak ister, şehrin en karanlık dehlizlerine girmek, en ulaşılmaz zihinlerine dokunmak ister. Amaç kendisini mutlu eden şeyin herkesi mutlu edeceğine olan inancı hem pekiştirmek hem de denemektir. İnsan kendiliğinin bilincine vardığı anda mutluluk sırrını yayma içgüdüsüne de kavuşur. “Ben nasıl yaşıyorsam, başkaları da öyle yaşamalı.” der etrafında sözünü geçirebildiklerine. Anneyse kızını benzetir kendine, babaysa oğlunu, öğretmense öğrencisini, büro şefiyse bürodaki diğer çalışanları, peygamberse ümmetini, filozofsa okuyucularını…

Mutluluğun iksirini bulduğunu iddia eden herkes, hemen bunu yaymanın yollarını aramaya başlar. Çünkü o, kabına sığmayan bir heyuladır, bir melek de olabilir bir şeytan da.  Hatta “Kendi hikayeni yaz.” diyen varoluşçu söyleme yakın post-modern fetvalar bile kaçamaz bu “mutluluk yayma” histerisinden. Modern insanın çıkmazlarından birisidir bu ikilem. Bir yandan bilime ve teknolojiye inanır, hayatı cennete çevirecek yegane yöntemin bilimsel yöntemlerle geliştirilen eğitimden geleceğini savunur. Bunun yanında, işten yorgun argın çıkıp ertesi günün kaygılarından uzaklaşmak için, kendisini Beyoğlu’nda 10 liraya kahveyi ve falı birlikte satan “modern” kahvehanelerde bulur.  Kahve fincanının dibindeki tortuların arasından, kahin görünümlü bir kadının, ona güzel haberler vermesi; bir anlık olsa da ona geleceğini –gideceği baba evini, toplumsal baskıyı, televizyonun taksitlerini, aşktan emin olamayan kalbini-  unutturması, adeta morfin yiyen hasta gibi beyninin uyuşup işe yaramaz hale gelmesi, sadece ve sadece mutlu olmadığını unutmanın getirdiği geçici sarhoşlukla mutlu olabilmesi tüm dünyalara bedeldir.  Falcılar ve onların keskin gözleri aslında içimizdeki ada özleminin bir yansımasıdır. Kent okyanusunun dev ve düşman dalgalarından sıyrılıp, sığınacak bir liman arayışımızın sonucudur falcılar –ya da tüm diğer mutluluk guruları-. Ada zamanın durduğu, mekanın katmanlarına ayrılıp, insana her adımda farklı bir meyvenin tadını deneyimleten bir “yitirilmiş cennettir” şehir insanının gözünde. 

Çünkü ada uzaktır, erişilmezdir, rest çekmişliğin ya da affedilmez bir hata yapmışlığın simgesidir.  Ada denizin üzerinde, baktıkça eski ama unutulamayan bir aşkı anımsatan, derin bir yaradır. Uzaktan sakin görünür, bir ortaya çıkar bir kaybolur ama yanına gidince artık görmemezlikten gelemezsiniz yeni uyanmış devi. Üzerine çıktığınız anda da kanamaya başlar. Oluk oluk, sanki ucu sivri ok yeni çıkarılmıştır etten. O derece zamanı yok eder ada, o derece acımasızdır belleğin içindeki boşluklara karşı. Altı kan kaynayan, üstü kapanmış derin bir yaradır denizin ortasında…

Evin balkonundan görünen üç adadan birisi.

Adalarda zaman duruyor olsa bile –bu da bir mutluluk yanılgısıdır oysa, yine “her şeye” rağmen-, kentin keşmekeşinde hayat; suyun yatağını bula bula akması gibi, devrilerek çoğalan ve çoğalarak devrilen dev bir kartopu gibi, hepsinden öte insanların şikayetten ekşileşmiş yüzlerine rağmen, devam ediyor, çetrefilleşiyor, evriliyor. İçimizdeki sınırlara sığmayan bu küçük dünya, başka bir hayata gebeymişçesine sabahlarını keskin bir bıçak ağzı gibi açıyor, sıcaktan mayışmış yorgun bir aslan gibi gün boyu esniyor ve çürük diş kokan akşamıyla geceye varıyor ve bitiyor. Bir devr-i daim tünelindeymişçesine asla akıllanmayan, asla öğrenmeyen, asla ders almayan roman kahramanlarıyız biz. Salıncak bir oraya, bir buraya vuruyor, zamanın geriye döndürülemeyen kadranları derimizin üzerinde işkence makineleriyle gezinirken, bizler adanın sarhoşluğuyla mutlu, kahve fincanının dibindeki harfler arasında kayıp, bilmem kim gurusunun peşinde zombi, bilmem ne filozofunun arkasında şakşakçı oluyoruz. Mutlu olamıyoruz belki ama mutlu olmaya çalışıyoruz ve yolunda olmakla geçiyor ömür.


Zaten hayatın kendisi de bir yoldan başka nedir ki? Tek hedefi yolda olmak ve yolda ölmek olan bir seyahat bizimkisi. Bunu on iki yıl aradan sonra “yaşamak” amacıyla Türkiye’ye geldiğimde daha iyi anlıyorum. “Yaşamak” kelimesini tırnak içinde yazdım çünkü hak etti böyle bir muameleyi. Geçtiğimiz on iki yılda Türkiye’ye altı defa geldim ama “yaşamak” için değil, tatil için. Tatil, kelimesinin kökenine inersek ataletten geldiğini görürüz. Yani hareketsizlik, tembellik, durgunluk anlamında -bu durumda “tatilde seyahate çıkmak” ifadesi güzel bir oksimoron oluyor- bir kelime. Bu yüzden bazı edebiyatçılar “tatil” yerine “dinlence” kullanıyorlar. Neyse, boğulmayalım etimolojik girdaplarda.

Demek istediğim,  o geldiğim altı yaz boyunca yaşamadım ama soluk almaya devam ettim, bir gezgin gibi gördüklerimin fotoğrafını çektim geri dönünce paylaşabilmek için, az zamana çok şey sıkıştırmış olmak adına hâlâ irtibatım olan dostları tek tek gördüm, bildiğim tüm aile üyelerine ve ben yokken eklenenlere hediyeler getirdim, daha önce gitmediğim şehirlere gittim. Yabancı bir ülkeyi gezer gibi gezdim, zevk aldım, eğlendim ve sürem dolduğunda çalışıp, ekmek parası –pirinç parası demek daha doğru olur benim gibiler için- kazandığım ülkeye döndüm.

Oysa şimdi durum biraz farklı. Ya da ben bunun “biraz farklı” olduğunu düşünüyordum. Oysa “biraz” değil, “çok” farklıymış, bunu anladım. Geri dönüşü olmayan bir biletle geldim Türkiye’ye. Tekrar vatandaş olmaya, tekrar Türkiyeli olmaya, tekrar o on iki yıl önceki Ali olmaya. Kaldığım yerden devam etmem olanaksız, bunun farkındayım. Ne on iki yıl önce ülkeyi terk eden Ali’yim artık ne de Türkiye benim on iki yıl önce terk ettiğim Türkiye. Bu olanaksızlık başka bir soruyu getiriyor yanında, kaçınılmaz olarak: Hangi hayatı, kimin hayatını yaşayacağım? Türkiye’yle tek bağlantım TC Kimlik numaram olduğu için aslında her şey oradan başlıyor. Biraz matrak, biraz hercai, biraz kolaya kaçan, ama doğru olan bu. Sayılarla başlamak, sayarak başlamak…

11 basamaklı bu sayı içinde her şeye kadir cini olan sihirli bir lamba gibi. İkametgah mı istiyorsun? TC Kimlik Nonuz ne? –görevlinin diliyle-. İyi hâl belgesi? TC Kimlik Nonuz ne? Sağlık raporu? TC Kimlik Nonuz ne? Telefon kaydettireceğim. TC Kimlik Nonuz ne? Hesap açtıracağım. Kimliğinizi görebilir miyim? Evlilik cüzdanı? TC Kimlik Nonuz ne? Bu ülkede yaşayacağım. TC Kimlik Nonuz var mı?

İşte böyle; 11 basamaklı bir sayıdan bir insan yaratıyor sistem. Geçtiğimiz 17 günde ne yaptığım da açıklık kazanıyor böylece. İstanbul kazan ben kepçe, sürekli dolanıyorum cebimde kimlik kartımla. Kendimi yaratmak, sistem içinde var olmak için bu şart. Artık işleyen bir banka hesabım var. Birkaç gün içinde ATM ve kredi kartım da gelecek. İkametgahım yaşadığım evde, savcılık şimdiye kadar bir suç işlemediğimi onayladı, yani kanun önünde masumum –masumiyet füzesi yapıp uzaya göndermeliyim belki de-, faturalı bir telefon numaram var, yurtdışından getirdiğim telefonu burada kullanabiliyorum, bir aile hekimim var –onun adı da Deniz, adıyla iyi ediyor beni adam- , iş yerimin adresini sorduklarında yanıt verebiliyorum, dergilere abone olabiliyor, taşıma kaygısından uzak kitaplar alabiliyorum, ehliyet almak ve okula yakın bir ev kiralamak için çalışmalara devam ediyorum, bir yandan da eşya bakıyorum ucuzundan. Kısacası var oluyorum yeniden, belki küllerinden dirilen bir zümrüt-ü anka kadar değil ama Kundera’nın “Kimlik” ve “Bilmemek”  adlı romanlarında yarattığı “geri dönen” karakterler gibiyim. Afallamış, şaşkın ve durgun.

Devam edecek: Geri dönmekle gitmek arasındaki fark ve geri dönmüşlüğe ikna olmak. 

18 Temmuz 2012

Letters from Thailand 5


After the dinner, I move back and sit at my usual spot, a place a bit higher than other chairs and also a bit outside the circle of relatives. I watch one of the aunts –she is a nurse at the district hospital- talking to two kids, one boy and one girl. A few seconds later I notice that she was telling a ghost story to them. Even though I could not hear the words, the way she explained the things and used her body language to depict ghosts or monsters was remarkably successful. I thought she must have done the same thing to her own sons when they were kids. I think it was a kind of story with a moral lesson which will be somehow connected to Buddha’s thoughts or at least the way to be a good Buddhist in modern Thai society. Before the end of the story, the boy left the chair he was sitting on for the entire session and found himself a different company: a bucket of soil which is full of ants. However, the girl didn’t leave her chair. She started crying at the end –afraid of being a bad girl who doesn’t drink milk or doesn’t wai to elders or doesn’t go to the temple for offering her help- and finally found her consolation in the very same aunt’s arms. When the boy sees the girl crying, he leaves the bucket of soil in order to see what made her friend cried. However, his lesson was very soon as well. The ants in the bucket started biting his sensitive skin and soon he too started crying. Aunt nurse hugged him and cleaned his arms, hands and legs from the invasion of ants while talking to him like a prophet, “If you don’t listen to elders, you get punished like this. Next time, stay where you are until the end of the story.”

Kids in İsan are like the kids in any other rural areas in the world. They are poor-looking, prettily-dressed and full of opportunities of fun with their environment: earth, water and air. They don’t know computers yet, no iphones or ipads ever touched their fingertips, no video games yet spoiled their natural life. They usually wander near their houses, play with their peers on the village roads or in the rice fields, swim in a dam or a lake, ride bicycles with their brothers or sisters, climb the trees, play with dogs and cats which are usually friendly in the brutal heat of Thailand. More physical it is, their skin is darker than those who grow up in Bangkok although Bangkok is located about 400 km south of Isan region. However, the same thing cannot be said for the young boys and girls in the villages. The allure of the city life and colors of the modern life style attracts many youth and make them alienated to their own self-beings without giving them much back. I heard many young boys join the local gangs to make easy money so that they can buy those sparkling mobile phones. Although the crime rate is significantly low in İsan region, many of these young people spend their days at internet cafes playing violent computer games or chatting with imaginary friends/girlfriends.

The day I arrived to KK, I saw some fireworks thrown to air from outskirts the village. I asked J about the significance of the fireworks and she told me that originally the fireworks are shot in the air to ask for rain. The peasants did this for hundreds of years during the hot and dry summers. But like everything else, fireworks are also used for pure entertainment for those who cannot find enough ecstasy-provoking activities. Today’s youth uses fireworks to bet for money. They bet on the time that the firework will get back to ground. The one stays in the air longest wins the money.

After finishing with two kids, the nurse aunt comes near to me and talks to me in Thai about my future plans. She seems sad about our going far away. She asks about Turkey, how far is it, how long does it take by airplane, how many people live there, do I have a job etc… I answer them one by one and at the end tell her that “Don’t worry, we will come back next year.” However, my words do not make her convinced. She keeps asking me why I am not working in Bangkok or why I left my work in Vietnam. I have no answers for these questions. I cannot tell her that I need to go to Turkey because I feel my country is getting away from the world of science and freedom. I cannot explain her that we have a government which does everything to make people religious but not moral, not intellectual, not free people.

Then she leaves my desk to help others. Night becomes darker, people get involved in deep conversations about farming, debts, government jobs etc. I take some more photos, watch the differences in people (the men who work in the farm usually have fit body and the veins in their arms are quite visible, the men who work in government offices are usually chubby, it is impossible to spot the veins in their arms)  and then go into the house for reading.

Next day is J’s birthday. We go to KK to have some different air. After doing some shopping, we go to a cinema. Before the movie starts, we are forced to stand up for the King’s anthem. I personally don’t like the idea of standing up for a king. Not for this king or any other kings. If he personally comes to the room where I am sitting, I will definitely stand up and greet him but I would do this to anyone no matter how rich or poor or important or ignorable that person is. I have respect for all humans regardless of his/her class, sex, race, religion and/or nationality. However, being forced to show respect does not really reflect the real respect. It just shows conformism. I can hear from some people saying that “King in Thailand is not only a king, he is a good person and also he is the unifying power for the country”. I fully understand this objection and I also fully object this objection because I believe that a person cannot and shouldn’t be a unifying power for a nation. People in a country should have better reasons to look forward in order to live together in peace. If democracy needs to be balanced by a king whenever it is out of control, then it cannot be called real democracy and surely it won’t be different from the ones “fixed” by the army generals in many other countries including Turkey.

After the movie –It was a postmodern version of Snow White and Seven Dwarves but it was even worse. When will Holywood filmmakers stop enjoying re-making old stories with stupid ends and stripping them to barely visual show? I would rather to see the original story and the jokes so at least it will have some archaic meaning. This way, the result becomes an attempt to create a modern epic but failing with a postmodern shit (cliché) – we went back home. The street going to our house in the village is empty and there is no one around, it is as empty as a desert. 

No one walks on the village roads. Even the shortest distances are taken by motorbike or bicycles. Kids go to school either by motorbike or bicycle, adults go to their offices by their cars… Walking is the sign of poverty and only those who cannot afford any vehicle walk. This is why when I run from village to the district, everyone looks at me as if I am an alien. According to my father-in-law, I am the only person who traveled on feet from village to the district and came back (8 km only) in the known history of the village.

At the weekend, we travel to Kao Ko mountains and stay in a hotel for one night. Then we come back I spend more time on reading and taking notes for stories. Nothing special happens in Thailand since I leave Thailand on 1st of July. Even the time we spent in Bangkok was so usual, so ordinary.

We arrived to İstanbul on 2nd of July at 6 am. From now on, I will write “Letters from Turkey” as right now I am in İstanbul and still trying to settle things in order to catch up a life 12 years behind. Hopefully, I will be able to write enough to make 100 letters (1000 words each) till the end of the year.