Bu Blogda Ara

24 Şubat 2010

Kore'de Bir Hafta - Ikinci gun

Zormuş evet, soğuk bir kış sabahı konukevi ahalisinin ortak kullandığı bir banyoda, buz gibi zemine basarak, musluktan gelen suyun ısınmasını bekleyerek yıkanmak gerçekten zormuş. Öğrenmedim, hatırladım bu zorluğu. Ehh, aydan gelmedim, İstanbul doğumluyum. Az çok bilirim soğuğu. Ama gel de anlat bunu on yıldır 10 derecenin altında kalmamış olan bedenime! Bırak banyoya girmeyi, insanın yataktan kalkası gelmiyor bu havada. Özlemiyor değilim istediğin zaman, camdan havanın nasıl olduğuna bakmaksızın dışarı çıkabildiğim Tayland’ı ya da Vietnam’ı. Ama hayat devam ediyor, buraya yatağın sıcağını öğrenmeye gelmedim. Bir şekilde kurtulmalıyım kıçımın rahatlığından. Alışırsam rahata kalmak isterim sonra. Bu yüzden hareket lazım insana... Eskiden öyle derdik: Nerede hareket, orada bereket (Where is hareket, there is bereket). Önce internet kullanmayı bahane ediyorum ardından beni soğuktan koruyacak giysilerimin olmamasını. Ama nereye kadar? Dün bir marketten aldığım hazır erişteyi (instant noodle) yiyorum sabah kahvaltısı olarak ve ardından da yağan kara aldırmayarak atıyorum kendimi dışarı, bulutlu havanın ve insanın kanının donduran ayazın ortasına.



Hedefim kentin merkezi. Metroya binip Yongdu istasyonuna gidiyorum. İstasyondan çıkarken yaşlı bir kadını mısır ununa benzer bir şeyler satarken görüyorum. Başına geçirdiği eflatun şapkasıyla köşeye oturmuş, etrafındaki curcunadan habersiz, sessizce zamanın geçmesini, müşterilerin gelip ondan bir şeyler almasını bekliyor. Dışarıda hava bulutlu. Kar bir yağıyor, bir duruyor. Güneş de ara sıra bulutların seyrekleştiği noktalardan yüzünü gösteriyor ama görüntünün pek bir faydası yok. En ufak bir ısı farkı söz konusu değil. Kar dik bir biçimde, çivi gibi yağıyor. İşin ilginç yanı on yıl aradan sonra ilk kez yağan kar görmeme rağmen buna ne şaşırıyorum ne de seviniyorum. En son 2003 Nisan’ında Uludağ’ın başında görmüştüm kar. O da yağmayan, tam tersine eriyen kardı. Şimdiki hırslı hırslı yağıyor, sanki kenti ve içindeki farklılıları silmek istercesine. Mücadeleci bir ruhu var görüntüsünde, hırçın bağlanmak istemeyen vahşi bir at gibi! Tüm kirleri örtecek, her yeri bembeyaz yapacak, farkları ortadan kaldıracak ve insanlar tıpkı doğdukları gün gibi birbirleriyle eşitlenecek. Bir avuç kardan bu kadarını beklemek hayalperestlik olur elbette ama insan bu, duramıyor ki hayal etmeden... Hele ben, bunca zamandan zonra kar görünce...



Kentin merkezinde büyük meydanları geziyorum. Büyük protestoların yapıldığı, halkı polisle çarpıştığı meydanlar buralar. Meydandan çıkışı sağlayan ara sokaklar da bol. Dolayısıyla zor durumda kalanların kaçacakları yollar hazır, tabii polis tutmamışsa bu yolları da. Bir binanın önünden geçerken İsrail konsolosluğunun tabelası çarpıyor gözüme. Geniş yollarda yılbaşı dolayısıyla törenler yapılıyor. Bir çeşit resmi geçit var yolda. Geleneksel kıyafetlerini giymiş gençler ellerindeki sancaklarla yolun bir başından öteki başına yürüyorlar. Çocuklar uçurtma uçuruyorlar –daha doğrusu babaları uçıurtmayı uçuruyor, onlar hevesle babalarını izliyor-, kimisi de yol kenarında özel olarak hazırlanmış buz pistinde kayıyor. Ne de olsa hava soğuk, buzun eriyeceği yok! Meydanın ortasında Kore’nin bugün de kullandığı Hangül abecesini geliştiren dahi –Korelilere göre- kralının heykeli var. Adam resmen eğitim devrimi yapmış. Onun sayesinde zor Çince abecesi yüzünden cahil kalan halk okuma yazma öğrenebilmiş. Hangül abecesinin güzelliği Çince gibi çetrefilli olmaması. Tıpkı Batılı abeceler gibi Hangül fonetik bir abece. Yani kelimeleri değil, heceleri okuyorsunuz. Heceler karelerden oluşuyor ve kareler yanyana gelince kelimeleri oluşturuyor. Yapı bakımından Arapçaya benziyor diyebilirim. Tıpkı Arapçada olduğu gibi Hangülde de sesli harfler sessizlerin etrafına konuyor. Böylece ses oluşuyor. Sessiz harfleri öğrendiğinizde geriye bir tek seslilerin nerelere konacağı meselesi kalıyor. Bundan sonrası ise çok kolay. Arapça ya da Tayca okuyabilen birisinin Koreceyi öğrenmesinin çok kolay olabileceğini düşünüyorum. Ben bile çok kısa sürede öğrendim okumayı sırf heves ettiğim için. Bir de Kore’de yaşasam herhalde iki günde hallederdim okumayı...





Meydanda biraz daha gezdiktan sonra yiyecek bir şeyler arıyorum. Bir Kore lokantasına rastgele giriyorum. Şansıma batılı yemekler de satıyorlarmış. Ya da tam tersine şanssızlığıma! Yine bahanem olacak Kore yemeği yememek için. Acılı spagetti söylüyorum. Dün yediklerime kıyasla büyük bir ilerleme sayılır bu yemek benim için. En azından KFC’den makarnaya terfi ettim. Yaklaşıyorum Kore’ye... Amerika, İtalya ve en sonunda Kore 



Yemekten sonra Çeonggiyeçon deresinin etrafında bir süre yürüyorum. Kore savaşından sonra kentin ortasından geçen bu dereyi üzerinden yol geçirmek için betonla kapatmışlar. 2005’de kente güzellik katsın diye tekrar açmışlar. Şimdi kentin ortasında, gri beton bir zeminin üzerinde akıp giden ufak bir suni dere görünümünde. İnsan dere deyince çakıl taşları, kurbağalar, ufak tefek balıklar falan düşünüyor ister istemez. Bu derede bunların hiçbirisi yok. Tamamıyla beton ve üzerinden akan su. Su da Han nehrinden geliyor. Pek çok kentliye göre Han nehrinin suyu temiz değil. Dolayısıyla bu dereni suyu da temiz değil. Derenin yakınına bir de müze yapmışlar derenin tarihini anlatan. Nasıl dereyi kapattık, nasıl tekrar açtık, nasıl turizme hizmet ediyor falan... Dere pek çok istasyonun yakınından geçiyor dolayısıyla yürümek için güzel bir ortam denilebilir. Hani canınız sıkkın ya da sevgilinizle buluştunuz. Bir istasyonda inin, üç-beş istasyon aşağıya yürüyün derenin kenarından, sonra da tekrar metroya binin... Kışın derenin etrafında pek kimse yok ama sanırım yazın buralar çocuklarla ve onları gözleyen anne-babalarla cıvıl cıvıl olur. O zaman da bir şeye benzer...



Derenin yanında bir süre yürüdükten sonra Seul’ün Beyoğlu’su diye anılan İnsadong’a gidiyorum. Sanat merkezleri, geleneksel çayevleri ve lokantaların bolca bulunduğu, bir takım geleneksel el sanatlarının halen canlı tutulduğu bir semt İnsadong. Haftanın belli günleri trafiğe kapatılıyormuş ama bugün arabalar ve tek tük motorlar nadiren de olsa geçiyorlar yoldan. Yol boyunca yürüyorum. Urban art adında bir sergi salonuna girip ABD’li bir sanatçının eserlerini izliyorum. Irak’ta görevli Amerikalı askerleri ellerinde silah, bellerinde yüzlerce mermiyle resmetmiş sanatçı ama bir farkla. Yüzlerini görmüyoruz askerlerin. Onun yerine gülümseyen bir mickey mouse ya da başka bir çizgi film kahramanının yüzü var resimde. Bir çeşit çelişki yakalamak istemiş sanatçı belki! Ya da savaşın çirkin yüzünün çizgi roman kahramanlarıyla temizlenemeyeceğini anlatmak istemiş olabilir... Sonuçta asıl amaçlarını saklayan savaş çığırtkanlarının takındığı maskedir mickey mouse. Barış için savaştıklarını iddia ederler, savunma bakanlıklarına para akıtırlar, saldırmak ve öldürmek için. Sonra da gülümseyen maskelerini takıp uluslararası toplantılara katılırlar. Takmazlar hiç onların gülümseyen yüzlerinin neden olduğu yüzlerce masumun kanını...






Buradan çıkıp bıçak galerisine giriyorum. Japon kılıçlarının ve rambo bıçaklarının sergilendiği, zemin katta bir ufak mekan. Her bıçağın adı ve tarihte ortaya çıktığı zaman dilimi yazılmış önlerine. İnsan bir tuhaf oluyor bu kadar keskin aleti bir arada görünce... Satırlar, testereler, oraklar, hançerler, ucu sivri çakılar, tırtıklı bıçaklar, sustalılar, çatal dilli mızrak gibi uzun kılıçlar... İyi korku filmi çekilir burada. Hani aletlerin dilleri oluyor, her biri kendi hikayesini hatırlıyor ve sahiplerinin ellerinde nasıl cinayet işlediklerini bir bir anlatıyorlar. En sonunda da onları dinleyen çiftin üzerine yürüyüp çifti parçalıyorlar...




Yolda yürümeye devam ediyorum. Yol kenarında merdivensiz bir alışveriş merkezini görünce dalıyorum. Gerçi ilk katta merdiven var ama sonrasında binanın etrafında dolanarak çıkıyorsunuz yukarı. Binanın katları yere paralel değil, spiral şeklinde. Dükkanlar da merkeze bakıyorlar. Dolayısıyla yürüyerek, tek bir basamak çıkmadan yukarı çıkabiliyor, tek tek dükkanları görebiliyorsunuz. Bana bu bina Escher’in “Ascending and Descending” adlı çizimini hatırlattı her ne kadar burada illüzyon olmasa da. Binanın en alt katında çömlek boyuyan gençler vardı. Belli bir ücret veriyorsunuz ve size boya ve boyanacak çanak çümlek veriyorlar. Siz de arkadaşınızla ya da sevgilinizle boyuyorsunuz, isterseniz sanat yapıyorsunuz isterseniz işin cılkını çıkarıp sırf eğleniyorsunuz...






Binadan çıkıp yol üzerinden üzeri çikolatalı goflet ile kaplanmış sıcak cevizlerden alıyorum. Yine yol kenarındaki bir tatlıcı dikkatimi çekip zorla bana gösterilerini izlettiriyorlar. Bir bal kalıbının ortasına ufak bir delik açıp bal kalıbını eliyle genişletiyor tatlıcı ustası. Bal kalıbı daire şeklinde uzun bir lastik halini alınca lastiği ikiye katlıyor ve buruyor. Böylece lastik ikiye katlanmış oluyor. Elindeki iki katlı baldan çemberi önündeki una bandırıp geriyor ve tekrar ikiye katlıyor. Oldu 4. Bu işi yapmaya devam ediyor. Her seferinde bal inceliyor ve toplam sayı ikiye katlanıyor. 14 tekrardan sonra elinde tel tel olmuş bir bal kadayıfı kalıyor. Toplam tel sayısı: 2^14=16,384. Toplam rakamı hep birlikte söylüyoruz –Ehh, ben de katılıyorum onlara bu küçük matematik oyununda bir matematik öğretmeni olarak.- Şov bittikten sonra bir daha yapmalarını istiyorum. Sıkılmadan bir daha yapıyorlar. Bu defa daha bir dikkatli izliyorum ustanın ellerini, incelen telleri. İkinci gösteriden sonra bir paket fıstıklı bal kadayıfı –bu adı ben verdim- alıyorum ve yoluma devam ediyorum.





Hava kararıyor, insanlar yoğunlaşıyor. Etrafta yığınla üniversite öğrencisi var. Bir çayevine girip kocaman tasta ikram edilen çaydan kaşıkla içiyorum. Bir de yanında kırmızı fasulye çorbası söylüyorum. O da geliyor ama neredeyse katı. Çorbayı çay gibi kaşıkla, çayı çorba gibi doğrudan tastan içiyorum. Karnım doyduktan sonra kendime bir başlık ve bir atkı alıyorum metro istasyonundan ve konukevime gidiyorum. Ne de olsa ayrılacağım konukevinden yarın sabah, küçük bir otel odası bulacağım, her şeyimin elimin altında olduğu, kimsenin tuvalette işini bitirmesini beklemeyeceğim bir oda... Başka ne isteyebilir ki bir gezgin!

21 Şubat 2010

Kore Günleri - Birinci Günün İkinci Yarısı

İlk hedefim İchon’daki Kore Ulusal Müzesi. Elimdeki “Seoul’s Best 100” adlı rehber kitaptan müzeye gitmek için hangi metro hattını kullanmam gerektiğini, vardığımda hangi kapıdan çıkacağımı öğreniyorum. Metro istasyonuna kadar yürüyorum ve etraftaki insanları gözlemlemeye çalışıyorum. Soğuğa rağmen elleriyle çektiği iki tekerlekli kağnıda kağıt toplayan orta yaşlı bir adam görüyorum. Bir başkası da –görünüşte bir kurye ya da lokantalara malzeme taşıyan bir dağıtıcı- motorunu sürmek için eldivenlerinin üzerine plastik torbalar geçirmiş rüzgarın işlemesini önlemek için. Tüm gelişmişliğine rağmen Kore’de de fakir insan çok. OECD ülkeleri içerisinde toplumsal refaha bütçeden en az ayıran ülkelerden birisi Güney Kore. Durum böyle olunca altta kalanın canı çıksın mantığı işliyor her yerde. Rekabet edemeyen, geride kalan sürünmeye mahkum ediliyor.



Sokaklarda nedense hemen hemen hiç çocuk yok. Tamam, hava soğuk, bu ayazda oyun oynamazlar ama annelerinin yanında da görmüyorum hiç çocuk. Bunun Güney Kore’deki düşük doğum oranlarına bağlayabilir miyiz? Kadın başına bebek ortalaması 1.21 Güney Kore’de. Bu rakam Türkiye’de 2.21. İnsanların bebek yapmamaları için iki temel nedenleri var. Biri modernleşen ve kariyer yapan kadının evliliği ve doğumu geri plana atması. İkincisi ise Kore’de eğitimin çok pahalı olması. Bir de ciddi rekabet ortamını hesaba kattığımızda evebeynlerin işi çok daha zorlaşıyor. Bu yüzden sağlık bakanlığının birkaç ay önce başlattığı evlere şenlik bir proje vardı. Bakanlıkta ve başka resmi kurumlarda ışıkları akşam saat altıda söndürüyorlar ki insanlar mesaiye kalmasınlar, evlerine gitsinler, eşleriyle vakit geçirsinler ve çocuk yapsınlar. Bana kalırsa bu proje sadece ayyaş yaratacak. Millet işten erken çıkıp eve gitmeyecek, arkadaşlarıyla içmeye gidecek. Malum, Koreliler içme konusunda ellerine su dökülecek insanlar. Deli gibi içiyorlar. Sırf geceden kalma baş dönmesinden ve bulanık kafadan kurtulmak için açılmış saunalar bile var ülkede. Gece zil zurna sarhoş oluyorsun, sabahın köründe saunaya gidip, terliyor, bedendeki alkolü nispeten atıyorsun ve saat sekizde ayık kafayla işinin başındasın. Pes doğrusu!

Genelde genç insanlar yürüyor yollarda. Bir iki er geçiyor yanımdan şakalaşarak. Kore’de de askerlik mecburi ve iki yıl. Kuzey Kore tehlikesinden dolayı askerlik sorumluluğunda bir değişiklik olacağını sanmıyorum önümüzdeki yıllarda. Sürekli teyakkuzdalar. Yol kenarında yeşil ışık için bekleyen lise öğrencilerine bakıyorum, elinde pembe şemsiyeyle köşede bekleyen bir öğrenci cep telefonunu yanıtlıyor. KFC her yerde olduğu gibi burada da gençlerle dolu. Metronun girişi (Hongik Üniversitesi İstasyonu) de KFC’nin tam önünde. Metronun işleyiş şeklini öğrenmek zor değil. İlk bakışta karışık görünüyor, dile kolay 11 farklı hat var Seul’u kapsayan. Günde yaklaşık sekiz milyon insanın kullandığı dev bir gizli silah bu. Dolayısıyla metronun gitmediği yer yok gibi. Bir de kentin çok geniş olmadığını hesaba katınca iş daha da kolaylaşıyor. Seul’ün yüzölçümü 600 km2 kadar. Yani bizim İstanbul’un üçte biri. Buna rağmen nüfusu 10 milyonun üzerinde olduğu için yoğunluk çok fazla. Hatta dünyanın en yoğun kentlerinden birisi, belki de en yoğunu...




Kentin hemen her yerine metro ile hiç sıkıntı çekmeden gidebilirsiniz. İstanbul’da Levent-Taksim hattını yapıp, övünenlerin kulakları çınlasın. Elalem kazak örmüş, biz ipin hesabını yapıyoruz! Harita elimde, yüzlerce durak, yüzlerce adını telaffuz etmesi gitmesinden zor yer! İlk bakışta karışık görünüyor ama biraz vakit harcayınca çözülüyor zorluklar. Farklı renklerde çizilmiş hatlar ve İngilizce olarak yazılmış yer adları işi çabucak çözmeme yardımcı oluyor. Sonuçta kentin merkezinde sayılırım ve gideceğim yerlerin çoğu da yakın. Bilet almak için gişe yok. ATM gibi bir makinayla hallediyordun her işi. Gideceğim yeri soruyor makina. Ekrandan seçiyorsun. Sana fiyatı belirtiyor. Sen de parayı gereken yerlere koyuyorsun. Kurbağaların uzun ve yapışkan dilleriyle avlarını yakalamaları gibi makine çekiyor parayı içine. Birkaç saniye sonra önce elektronik biletin düşüyor kutuya ardından da para üstün. Makine bozuk para üstü verebildiği gibi kağıt para üstü de verebiliyor. Dolayısıyla Tayland’da olduğu gibi para bozdurayım derdi yok. Bileti alıyorum ama bir yandan da merak ediyorum bütün bu karmaşadan başı dönecek olan yaşlı başlı insanlar nasıl hallediyorlar işlerini? Kolay değil sonuçta bilgisayarla haşır neşir olmamış bir neslin bu curcunadan bunalmaması...
Dışarıdan yeraltına girince doğal olarak sıcaklık değişiyor. Yolcular için yeraltında geçirilen süre oldukça sınırlı ama metro istasyonlarında çalışan görevliler günlerinin tamamını yerin altında geçiriyorlar. Merak ediyorum bu insanların ruh hallerini. Acaba daha mı sinirli oluyorlar güneşi uzun süre görmedikleri için, ya da içerideki suni ışıklar güneşin yerini tutabiliyor mu? Girişte aburcubur yiyecekler satan yaşlı bir kadına rastlıyorum. Sakız, şeker gibi bir şeyler satıyor. Beli iki büklüm, gözleri fersiz, bacaklarında pek derman kalmamış gibi. Ama her şeye rağmen ayakta durmaya çalışıyor. Az ilerde, merdivenlerin başında yaşlı bir dede var. O da yiyecek bir şeyler satıyor. Uzaktan bakınca geleneksel bir yiyeceğe benziyor. Çaktırmadan fotoğrafını çekiyorum.

Bileti alıp trene bineceğim yere varınca bir Korea Times alıyorum. Trene girince ağır bir koku çarpıyor burnuma. Sanki bütün yolcular öğlen yemeğinde soğan sarımsak yemiş gibi ekşi bir koku var içeride. Ama görünüşte bu durumdan rahatsız olan kimse yok benden başka. Ben de zamanla alışırım diyorum ve geçiştiriyorum. Vietnam’da yaşanan sefalete, kirliliğe, kaosa alışmışım, kim chi’nin neden olduğu kokuya mı alışamayacağım? Yaşlılar veya gebe kadınlar için her vagonda üç koltuk ayrılmış. Vagon dolu olsa bile gençler bu koltuklara oturmuyorlar. Bu bir çeşit zorunlu nezaket gösterme politikası mı demeden geçemiyorum. Şimdi tren dolu olsa ve hamile bir kadın ayakta kalsa, oturan bir genç yer vermeyecek mi kadına? “Kusura bakmayın, yaşlı ve hamileler için verilen kontenjan doldu. Ayakta durmak zorundasınız.” diyebilir. Bir şey demese bile elindeki kitaba ya da cep telefonuna yumularak göz ardı edebilir ayaktakileri. Zaten trendeki yolcuların yarısına yakını cep telefonlarıyla meşgul. Televizyon izleyenler, oyun oynayanlar, internet kullananlar, mesaj gönderenler... Kalan yarısının da bir kısmı uyukluyor diğer kısmı bir şeyler okuyor. Okuyan insanları görünce seviniyorum. Keşke tek tek sorsam ne okuduklarını! Trendeki bir başka tuhaf şey ise tutulacak onca demir varken pek çok yolcunun hiçbir şeye tutunmadan ayakta durmaları. Önce bir çeşit meydan okuma sandım bu durumu. Ama sonra aklıma hijyen gerekçesi geldi. Büyük bir olasılıkla başkalarının tuttukları nesnelere dokunmak istemiyorlardı H1N1, SARS ya da herhangi başka bulaşıcı bir hastalık kaparım diye. Eh, kimse demirlere dokunmadığına göre demirler temizdir deyip ben tutundum. Düşmekten iyidir. Bir de trenin koltukların üstünde, benim boyum yüksekliğinde raflar vardı. Yolcular ellerindeki eşyaları buraya koyabiliyorlar. Bir de okunan metro gazeteleri buraya konuyor. Metro girişinde bedava dağıtılan bu gazeteler sabahtan akşama kadar el değiştiriyor yolcular arasında. Okuyan gazeteyi rafa koyuyor inmeden önce, bir başkası alıp okuyor. Gerçi bu durum benim ayaktaki yolcuların neden bir demire tutunmak istememeleri üzerine ortaya koyduğum kuramla çelişiyor. Belki ilerleyen günlerde daha fazla kanıt toplayıp yeni kuramlar üretirim diye geçiştiriyorum.

Ichon istasyonunda inip müzeye yürüyorum. Dev bir bina ve geniş bir avlusu var. Sağdaki binada Kore’nin tarihi ve kültürü üzerine eserler var. Aynı zamanda misafir sergileri de görmek mümkün burada. Özbekistan, Japonya ve Çin üzerine üç küçük sergi var. Soldaki binada ise İnka uygarlığı üzerine Peru’dan getirilmiş eserler sergileniyor. Soldaki binanın üst katında ise kütüphane var. Sağdaki binaya giriş tamamıyla ücretsiz dolayısıyla önce oraya giriyorum. İçerisi sıcak ve havadar. Sırf bunun için bile gelir insan müzeye! Dostoyevsky değil miydi Rusya’dan kumar borcu dolayısıyla kaçıp Almanya’da günlerini sırf sıcak oldukları için müzelerde geçiren? Tek tek tüm sergileri geziyorum. Fotoğraf çekmenin yasak olmadığı yerlerde bir iki fotoğraf çekiyorum. Ardından da kütüphaneye giriyorum ne var ne yok diye kolaçan etmek için. Üç-beş orta yaşlı insan kitaplara dalmış, sessizce okuyorlar. Kitapların hemen hepsi Korece ve konuları sanat ve sanat tarihi. Bir süre sınırlı sayıdaki İngilizce kitaplarla oyalanıyorum. Bamiyan Buda heykelleri üzerine yazılmış bir makalenin ilk iki sayfasını okuyup kütüphaneden ayrılıyorum.



İnka sergisi ücretli ve ben hakkında bir şey okumadan girmek istemiyorum. Sonra bir daha gelirim deyip müzeden ayrılıyorum ve konukevine geri dönüyorum. Bu arada hava kararıyor, karnım acıkıyor. Öğlen yemeğinde olduğu gibi akşam yemeğinde de KFC yemek istemiyorum. Bir iki lokantaya girdim ama menüler İngilizce olmadığı için çıkmak zorunda kaldım. Güzel bir kafe buldum konukevinin yakınında. İçeride kitaplar da vardı. Masaların birinin üzerinde Amnesty International’ın dergisini bile gördüm ve dedim belki kafa dengi bir iki arkadaş edinirim. Ama oradakiler de tek kelime İngilizce konuşmuyorlardı. Çaresizce KFC’ye gittim ben de. Ama dedim kendime kızarmış tavuğu ısırırken, bu sonuncu. Kore’ye geldin, adam gibi Kore yemeği yiyeceksin bundan sonra.





Yemekten sonra konukevine dönüyorum. Odama girmeden önce diğer gezginlerle tanışıyorum. Sırbistanlı Novak –Djokovic’i hatırlattım ona hemen!-, Amerikalı Mark, Moğolistan’da çalışan İtalyan asıllı Amerikalı kız ve bir de Belçikalı, modacı gibi giyinen, aynanın karşısında dakikalarca kıçına başına bakan diş doktoru... Kendisi bile şaşırıyormuş diş doktoru olduğuna. Burada ne yapıyorsun dedim. Hiç dedi. Tatilini geçirmeye gelmiş. Gündüzleri uyuyormuş, geceleri diskotekte sabaha kadar tepiniyormuş. Kısa bir muhabbet yaptıktan sonra dinlenmek için odama iniyorum. Konuşacak bir şey bulamıyorum bu insanlarla. Hava çok soğuk, nereleri gezdiniz Seul’de, başka hangi ülkeleri gezdiniz... Sarmıyor pek! Gezmek değil ki önemli olan, gezmek nasıl değiştiriyor seni, kafanda nasıl düşünceler, nasıl fırtınalar meydana getiriyor? Yoksa dünyayı gezmişim ama ben yine seyehatın başındaki ben isem ne anlamı var gezmenin. Pek çok insan için gezmek amaç haline geldi günümüzde. Oysa benim için bir araçtır gezmek, farklı olanı deneyebilmek, ilham kaynağı olacak, beni değiştirecek olaylar yakalayabilmektir. Yoksa koyun gibi yayılmışım çayıra, o tepe senin, bu bayır benim, farklı çimenleri tatmışım, farklı çiçekleri koklamışım, pek bir anlamı yok.



Odama inince Novak ile Mark’ı kapımın ağzında bağırarak konuşuyorlarken görüyorum. Selam veriyorum. Benim muhabbete katılmayacağımı anlayınca kendileri devam ediyorlar. Ben de kulak kabartıyorum odamdan: Yok Tayland’daki kızlar ne kadar ucuzmuş, yok Filipinli kızlar daha iyiymiş çünkü İngilizce konuşabiliyormuş, yok Laos’da marihuana bulmak çok kolaymış. Allah belanızı versin sizin emi dedim içimden. Hadi şimdi gel, bu insanlarla dostluk kur, bir şeyler paylaş, otur birlikte yemek ye... Yok kardeşim, her tanıştığımla dost olamam ben. Demesi kolay! Çocuklara yaptırırsın bu işi: “Ahmeettt, canım, bak bu Ayşegül, Zehra ablanın en küçük kızı. Hadi arkadaş olun bakıym, arkadaş olun da güzel güzel güzel oynayın, oldu mu? Hadi canım benim, sakın saçını çekme onun tamam mı, oyuncaklarını kırma! Oldu mu yavrum? Afferin sanaaaa... “ Çocuklara işliyor da yetişkine işlemiyor işte. Ne paylaşacaksın bu züppelerle? Ne konuşacağım? Kendi ülkelerinde bir baltaya sap olamamış, gittikleri ülkelerde beyaz tenleri, renkli gözleri ve uzun boylarıyla caka satan bir avuç çulsuz. Kulaklıklarımı takıp müziğin sesini açıyorum. Elime de yanımda getirdiğim kitabı alıp harfler oynaşan karıncalara dönene kadar okuyorum. Soğuktan çekindiğim için banyo yapmıyorum bu gece. Ya hasta olursam korkusu hale eski şiddetinde devam ediyor içimi titretmeye. Dişlerimi buz gibi suyla fırçaladıktan sonra yarın yapacaklarımı planlayarak uykuya çekiliyorum.



Yarın: Başlık ve kaşkol alma, Çeonggiyeçon deresinin suniliği, Insadong’da (Seul’ün Beyoğlu’su) yürümek, sanat galerileri (Urban Art), bıçak galerisi, Escher’in bir çizimini hatırlatan ilginç tasarımlı bir bina, çayevi, bal tatlısı -2^14 tane tel-, cevizli goflet.

20 Şubat 2010

Kore’de Bir Hafta

Birinci Gün'ün İlk Yarısı (Çarşamba)

Öncelikle neden Kore diye başlamakta yarar var sanırım. Yılın bu ayında, Filipinler’e ya da Endonezya’ya gidip, beyaz kumsallara uzanmak varken neden kara kışın ortasındaki puslu Seul? Öyle ahım şahım, dillere destan, yeri göğü birbirine katacak bir gerekçem yok. Birincisi Kore hakkında ileriye dönük ciddi planlarım var. Yaşanılabilecek, çalışılabilecek bir ülkeye benziyor. En azından dışarıdan bakınca öyle. Zaten bu görünüşü test etmek için burdayım denilebilir. Peki neden kara kış, bu ülkeye Temmuz’da gelmek daha iyi olmaz mı? Amacım sırf gezmek olsaydı evet diye yanıtlardım bu soruyu ama dediğim gibi ileriye dönük düşüncelerim var. Bu durumda en kötüsünü görmek daha iyi olur. Yolların çamurlu durumuna, erimeyen karların kirli görüntülerine, soğuğun içe işleyen yıldırıcılığına, güneşsiz gökyüzünün yarattığı kötümser ruh haline dayanabilirsem bu ülkenin yazına hayli hayli dayanırım demekir. Bu biraz kız istemeye giderken gelin adayının evine randevu vaktinden bir saat önce varıp, onu hazırlıksız yakalamaya benziyor. Yazın güzel olmayan yer mi var ki Seul güzel olmasın? Yaz aşkları, yaz sarhoşlukları, yazın kurulan ve hayat boyu süren yeni dostluklar, yazın girilen denizler, yazın yenilen dondurmalar, yazın giyilen rahat elbiseler, yazın yapılan çılgınlıklar... Kışı çetin olan her ülkede bunlar az çok yaşanır. İnsan yazın değerini kışın dertleriye cebelleşerek anlar. Doğanın getirdiği çirkinliklerle savaşıp, onu yendikten sonra sevincine ortak olmamanın yolu var mı? Şimdi bırakalım bu klişe lafları da işimize bakalım. Biraz daha devam edersem işi dinsel metaforlara vardıracağım. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır falan...

Ho Chi Minh havaalanında bana bilet kesen kız soruyor “Yalnız mı gidiyorsunuz?”. “Evet” diyorum. Şaşırıyor. Sanki Seul yalnız gidilebilecek bir kent değilmiş gibi. Sonra vizem olup olmadığını soruyor. Ben de Kore’nin Turkiye vatandaşlarına vize uygulamadığını söylüyorum. Bilgisayardan kontrol ediyor ve birkaç saniye sonra şaşkınlıkla “Üç aya kadar kalabilirsiniz orada” diyor. Açıkçası ben de şaşırıyorum. Tayland bile en fazla bir ay verirken! “Ama ben sadece bir hafta kalacağım” diyorum. Benim adıma üzülmüş olacak ki “Yazık, ne yazık” diyen gözlerle bakıyor gözlerime. Pasaportumu ve uçağa biniş kartımı alıp ayrılıyorum bilet kesme gişelerinden. Bu arada belirteyim. Biz Seul diyoruz ama kentin adı Soğl (서울) diye okunuyor. Korecede “l” ve “r” seslerini ayırmak zor. Bu yüzden Koreli birisi “walk” dediği zaman “work” anlaşılabiliyor. Şöyle bir telefon konuşması her ne kadar biraz abartı da olsa olanaklıdır:

- What are you doing?
- I am walking.
- Are you still working? Isn’t it too late for work.
- Why not? I can walk whenever I want. It is nice outside in the evenings.
- So you are working outside now! Visiting your clients? Inspecting the shipment?
- No, I am just walking for fun, for exercise.
- I envy you. For me work is always a burden. I don’t enjoy working at all...
- That is why you are gaining weight. You should walk too.
- Ok, whatever! Keep working! I should not bother you. Talk to you later... Byeeee
- But I can talk while walking! Heyy, are you gone? Helloooo?

Seul’da havanın soğuk olacağından haberdarım. Bu yüzden yeşil ceketimin altına bir de siyah ceket giyeceğim. Bu ceketi 200,000 Dong’a (10 dolar) aldım evin yakınındaki bir marketten. Oraya varınca da atkı ve kafamı sıcak tutacak bir başlık alacağım. En büyük korkum hasta olup, yatağa düşmek. Malum, 10 yıldır SEA’da yaşıyorum. En son 2003’ün Nisan’ında kar görmüştüm ve o da Uludağ’ın tepesindeydi. Bursa’ya inince hava yine ılımandı. Yani son on yılda sadece 1 saatlik bir deneyimim var soğuk hava ile. Durum böyle olunca insan yumuşuyor, bağışıklık sistemi afallıyor aşırı soğukla karşılaşınca. Umarım çabucak alışırım ya da Seul çok soğuk değildir.

Uçakta yanıma yaşlı bir kadın oturuyor. Tüm yaşlı Koreli kadınlar gibi kıvırcık saçlı. Ben pencere kenarındayım ama gece uçacağımız için farkeden bir şey yok. Hayalimde uçak hareket ettikten sonra ışıkların söneceği ve mışıl mışıl uyuyacağımız vardı. Yanıldığımı anlıyorum. Zırt pırt bir şeyler ikram ediyorlar. Önce içecek ve fıstık, sonra gece yemeği, sonra çay-kahve, sonra su-meyve suyu, sonra Kore’ye girişten önce doldurmamız gereken kağıtlar... Ben ilk iki saat Ulaş’ın verdiği “Yeni Harman”ı okuyorum. Kafam dağılınca da Kore alfabesini çalışıyorum unutmamak için son iki haftada öğrendiklerimi. Yanımdaki bayan ise sürekli uyuyor. İki de bir kafası omuzuma düşüyor. Azıcık sağa kayıyorum ki kafası omuzumdan aşağıya düşsün de uyansın diye ama durumun farkına varmıyor kadın. Otobüs değil ki camı açıp sarksam dışarı! En sonunda vaz geçiyorum hareket etmekten. Ne yapayım! Uyuyacaksa uyusun. Oğlu yaşında adamım. Gerçi ara sıra uyanıyor, kafasını kaldırıyor, belki utanıyor yaptığından belki benim sessizliğimden dolayı daha çok ürküyor, kuşkulanıyor niyetimden her ne kadar bir şeye niyet etmemiş olsam bile. Ne de olsa göz yumuyorum onun bilinçsiz hareketine ve ben farkında olmasam da benim umursamaz tavrım yanlış anlaşılabilir. Hani sanki onu ben davet etmişim gibi omuzuma suçlayabilir beni. Gerçi uyanıyor, kafasını kaldırıyor ve beş saniye sonra tekrar düşüyor kafası omuzuma sanki düşecek başka yer yokmuş gibi. Bu şekilde sabahı ediyoruz. Uçak Seul’a varınca da hiçbir şey olmamış gibi kendi yollarımıza gidiyoruz. 5 saatlik yolculuk boyunca tek kelime etmiyoruz. İyi de oluyor...

Seul havaalanı büyük. İndiğimiz yerden vize gişelerine gitmek için trene biniyoruz. Sağda solda konuşan makineler var, bir şeyler mırıldanıp duruyorlar. Yok yürüyen merdivenin sağında durun, yok transfer yolcu iseniz şurdan sağa dönün, yardım istiyorsanız şu düğmeye basın falan... İnsan bir tuhaf oluyor yanından geçtiği direk arkasından bir şeyler mırıldanınca, ister istemez dönüp bakıyor biri beni mi çağırıyor diye! Vize gişelerine varınca pasaportumla ilgili korkum ayyuka çıkıyor, ya sorun çıkarırlarsa, ya bu pasaport çok eski, sayfaları dolmuş derlerse, ya elektronik değil diye beni ülkeye almazlarsa! Malum, Kore bir teknoloji devi, her şey makineler tarafından idare ediliyor. Ehh, bizim pasaportlar da malum, veresiye defteri gibi. Ad ve soyadın dışında tüm kimlik bilgileri pasaportun sonunda ve tamamen Türkçe. Dört defa uzatılmış son kullanma tarihi. Vize tatbik edilemez yazılan sayfaları bile vize ile dolu ve kimsenin taktığı yok. Ulaş Avustralya’ya giderken Avustralya konsolosluğu vermemişti vize bu sayfalardan dolayı, Ulaş yeni pasaport almak zorunda kalmıştı, tabii yenisi de eskisi gibi... Çok kolay taklit edilebileceği için hemen her gümrükte diğer yolcuların iki katı kadar zaman harcıyorum vize gişesinde. Görevli pasaportun fotoğrafını çekiyor bilgisayarla. Barkodu olsa tüm bilgiler anlık bir zaman diliminde bilgisayara aktarılacaktı ama yok işte. Yıllardır yeni pasaportu çıkaracaklarını söylüyorlar ve yıllardır bir gelişme yok. Ne kadar zor olabilir ki böylesine bir dönüşüm. Hani Türkiye o kadar fakir bir ülke de değil ki parayı bahane etsinler. Zaten ahdim var, hiçbir zaman Türkiyeli’lerin olduğu sıraya girme çünkü çok beklersin. Neyse, pasaport sorun çıkarmıyor ama görevli soruyor Kore’yi ziyaret nedeni olarak yazdığım ‘Tet Holiday’ ifadesine. Benim ahmaklığım işte. Tet, yeni yıla Vietnam’da verilen ad. Kore’li görevli nereden bilsin Tet’i. Kafası karışıyor doğal olarak. Ben de ‘New Year’ diyorum. Anlamıyor. ‘Lunar New Year’ diyorum. Anlıyor, anlamıyor, geçiştiriyor... Mührü basıyor. Artık resmen Kore topraklarındayım.



Havaalanı serin. Bu dışarıdaki soğuk havanın habercisi olsa gerek. Ceketimi giyiyorum ve ilk iş olarak hemen para değiştirmeye gidiyorum. 100 dolar veriyorum banka görevlisine. Kadın parayı alıyor, mavi ışığa tutup sahte olup olmadığını kontrol ediyor ardından da para sayacına koyuyor. Sayaç çalışıyor ve duruyor! Küçük ekrandaki rakam: 1. Ama kadın tatmin olmuyor. Parayı tekrar sayaca koyuyor. Tekrar çalıştırıyor. Ekrandaki rakam: 1. İkinci denemeden sonra tatmin olmuş olacak ki bana Kore vongu veriyor karşılık olarak. Ben bir yandan içimden gülüyorum bir yandan da merak ediyorum ne olurdu eğer makina 1 değil de 2 deseydi! Makineye mi güvenecekti yoksa sağduyusuna mı? Peki ya makine 0 deseydi? O zaman bana hiç para vermezdi ve siz bana bir şey vermediniz ki derdi! Haksız da sayılmazdı çünkü sonuçta kanıtım yok ona para verdiğime dair. Olayın gülünçlüğüne rağmen sesimi çıkarmıyorum. Sonuçta kadın işini yapıyor ve büyük bir olasılıkla başındaki patronu ona böyle yapmasını söylüyor. Dolayısıyla denecek bir şey yok. Bir süre ortalıkta geziniyorum, çıkmam gereken kapıyı arıyorum. Görevli birisi ben sormadan yardımcı oluyor.

Havaalanının dışına çıkınca havanın soğukluğunun ne derece olduğunu anlıyorum. Üzerimdeki ceketlerin beni bu ayazda korumayacakları açık. Hemen binmem gereken otobüsü buluyorum ve şoföre gideceğim yeri soruyorum. İkinci durakta ineceksiniz diyor. İlk durağın elli kilometre uzakta olduğunu henüz bilmiyorum tabii! Otobüs rahat ve duraklara gelmeden önce, tıpkı metrolarda olduğu gibi uyarı anonsları yapılıyor. Kapının hemen yanında 3 sıra oturak konulabilecek bir yere çantalık koymuşlar. Büyük sırtçantamı oraya koyuyorum. İçinde bilgisayarımın olduğu çantayı yanıma alıyorum. Pencereden dışarıyı izliyorum. Sabahın alacakaranlığı henüz etkisini yitirmemiş. Hava bulutlu, yağmur ya da kar ha yağdı ha yağacak. Camın içeriden buğulanması şaşırtıyor beni her ne kadar nedenini bilsem de! Cama Kore harfleriyle adımı yazıyorum çocukça bir zevk alarak. Küçükken evin camlarına resimler çizer, o resimlerin kalıcı olmasını dilerdik. Oysa cam yazı tutmazdı, tıpkı plajdaki kumlara çizilen resimlerin ilk dalgayla yok olması gibi.



Yollar geniş ve pürüzsüz. Trafik yok denecek kadar az. Bu kentin dünyanın ikinci büyük kenti olduğuna inanmak zor. 20 milyonun üzerinde insan yaşıyor Seul’de. Kore nüfusunun neredeyse yarısı burada yani. Kente yaklaştıkça arabalar artıyor, trafik yoğunlaşıyor. Trafik ışıkları çoğalıyor önümüzde, birini geçsek diğerine takılıyoruz. Duraklarda bekleşen insanları görüyorum, soğuktan korumak için ellerine taktıkları eldivenlere, boğazlarını saran, ağızlarını kapatan kaşkollara bakıyorum bir yandan dışarı çıktığımda ne yapacağımı düşünerek. Yer yer eriyememiş kar birikintilerine takılıyor gözlerim. Durakların arkasında karaya çalmış, tostopak olmuş, buzlaşmış kar birikintileri bunlar. Rastgele serpilmişler oraya buraya. Demek birkaç gün önce kar yağmıştı Seul’e.



Otobüs ikinci durağa geldiğinde kimseye sormadan iniyorum. Sormaya da gerek yok! Her şey açık ve net. İnince biraz afallıyorum çünkü yolun hangi yönüne doğru ilerleyeceğimi bilmiyorum. Bir de hafif hafif döktürmeye başlayan yağmur var. Şemsiyem de yok ki açsam, kuru kalsam. Bir süre yürüdükten sonra aradığım kafeyi görüyorum. Elimdeki yol tarifine harfi harfine uyarak sanki elimle koymuşum gibi buluyorum konukevini. Otelden çok eve benziyor. Büyük bir olasılıkla, kiraya verip az gelir elde edeceğine, bu şekilde işletmeyi yeğlemiş bir yatırımcının evidir. Konukevini buldum fakat sorun bulmakla çözülmüyor. Kapıyı açan yok. Bahçe kapısındaki zile defalarca basıyorum ama kimse oralı olmuyor. Belki sabah erken olduğu için herkes uyuyordur diyorum içimden. Etrafta biraz yürüyüp, cep telefonuyla birkaç resim çekiyorum: Buz tutmuş bir gölcük, yol kenarındaki bisikletler, trafiği kontrol eden bir robot ve Nam San tepesinin uzaktan görünüşü. Ardından da köşedeki kafeden bir kahve ve bir iki parça çörek alıyorum. Burada internete girip kablosuz internet olanağından faydalanarak Tayland’a mesaj gönderiyorum. Ardından tekrar yola düşüyorum. Saat 10 gibi kapı açılıyor ve ben nihayet konukevine girebiliyorum.



İçerisi sıcak ve dağınık. Bekar evi gibi açıkcası. Üç katlı ve her katta odalar ve tuvaletler var. Mutfak giriş katında. Resepsiyon masasının yanında iki bilgisayar var. Duvarlarda yemek ısmarlamak için hazırlanmış yığınla broşür, masanın karşısında Seul’u anlatan rehber kitapçıklar, pencere dibinde de iki geniş koltuk var. Mutfak ve tuvaletler ortak. Hatta pek çok kişi odaları paylaşıyorlar tanımadıkları insanlarla. Benim odam tek kişilik ama yine de tuvaletim ve banyom yok. Alt kattaki odama yerleşmem için saatin 12 olmasını bekliyorum. Bu arada internete girip okulun işleriyle uğraşıyorum. Sonuç olarak bugün çalışıyor görünüyorum. Saat 12’de odama yerleşiyorum. Zemin katta, karanlık denilebilecek bir oda. Bir pencere var ama çok az ışık giriyor odaya. Yerden ısıtmalı olduğu için dışarıdaki soğuğu hissetmiyor insan içeride olduğu sürece. Camın küçük olmasının nedenini anlıyorum. Eşyalarımı odaya atıp dışarı çıkmaya hazırlanıyorum. Ne de olsa boşa harcayacak vaktim yok. Resepsiyondaki görevliden ödünç şemsiye alıyorum. İşin güzel yanı şemsiyeyi ben ona sormadan o bana teklif ediyor. Dışarı çıkacaksın, ıslanırsın diyor ve ayakkabılıktan bir şemsiye çıkarıp elime tutuşturuyor. Memnuniyetle kabul ediyorum ve hemencecik elimde şemsiye, üzerimde iki kat ceket, ayağımda tenis ayakkabıları ve soğuktan donan burnumla dışarı atıyorum kendimi.


Birinci gün devam edecek: Metro, Kore Ulusal Müzesi, kütüphane, konukevinde kalan diğerleri, soğuk su, yollardaki insanlar ve yemek sorunu...

06 Şubat 2010

Üçüncü ve Dördüncü Günler - Son

Bugün köye canavar geldi. Ya da öyle sandık. Daha doğrusu kapının önüne park eden üçtekerin sahibi öyle anons etti ve bizi sokağa çıkardı. Canavar ki ne canavar! Yakalanmadan önce üç yetişkini ve bir çocuğu öldürmüşmüş. Bana kalırsa reklamın çocuk kısmı erkek düşmanı kadınlar için eklenmiş olabilir. Üç erkeğin öldüğüne üzülmezsin belki, bari çocuk için biraz gözyaşı dök bre kalpsiz der gibi bir şey. Adam çözmüş pembe dizilerdeki toplumun her kesimine hitap edebilme felsefesini. Ben gerçi Vietnam’da gördüğüm cinsten beş ayaklı bir kedi ya da çift başlı bir tavuk falan bekliyordum canavar olarak. Gördüğümüz iki metre boyunda siyah bir yılandı. Ürkütücüydü evet, o koca yılanla aynı odada ya da ormanda karşı karşıya kalmak istemez kimse. Pitonmuş! Yok yok kobraymış! Boğa yılanı diyenler bile oldu. Bana kalırsa tarlada buldukları sıradan bir yılan. Belki normalden biraz uzun, o kadar. Ama pitonmuş, piton! Öyle dedi üçtekerin sahibi. Ahali gittikçe arttı, yılanın etrafında halka oluşturdu, adamın yanındaki kadın –sirklerdeki şatafatlı kızlar gibi giyinmemişti maalesef, sıradan bir İsan köylüsüydü!- elindeki çengelli bir sopayla yılanı kontrol etmekle meşguldü. Ben bir süre olanları izledikten sonra eve dönmeye hazırlanıyordum ki birden gerçek canavar çıktı piyasaya. Meğer yılan hazırlıkmış büyük haber için, gözlerimizi ve gönlümüzü asıl bombayla tarumar etmemek için özenle hazırlanmış bir sınamaymış. Bunu asıl canavarı görünce öğrendik. Adam kalabalığın istediği sayıya ulaştığını kavrayınca üçtekerin arkasındaki kutuları açtı. Bu kutularda yirmibirinci asrın en büyük mucizesi olan, her derde deva ilaçlar vardı. Saç dökülmesinden, bel ve boyun ağrısına, göz bozukluğundan kalp ve böbrek hastalıklarına, cilt karalığından sivilce işgallerine, hemoroidden adet bozukluklarına kadar her türlü sorunun çözümü adamın elindeki küçük şişelerdeydi. Hatta isteksiz kadını 7/24 istekli hale getirecek, uyuyup da uyanmayan erkekliği ateşler saçan ejderhaya dönüştürecek iksirler bile mevcutmuş diğer kapalı kutularda. Tabii, gerçek canavar ortaya çıkınca insanların bir kısmı uzaklaştı bu sinsi canavarın ceplerine dalıp paralarını yutacağından korktukları için. İnsan köylüsünde para ne gezer? İnternetin saatinin 5 baht (25 Kuruş) olduğu yerde ya internet yerden fışkırıyor olmalı ya da insanların alım gücü bu kadarından fazlasını kaldıramıyor olmalı. Neyse, gidenler gitti, kalanlardan birkaçı ürünlere bakmaya, kimisi de almaya başladı. Kutularda yılan ısırması için aşı olup olmadığını sorduk, yok dedi. Umarsızca güldük! Ben yavaş yavaş evin yolunu tutarken bu adama pazarlama ödülü verilmesi gerektiğini düşünüyordum. Bir yılanla başla ve her derde deva ilaçlarla bitir... Gelsin bizim okulda Pazarlama okuyan öğrenciler bu adamdan ders alsınlar. Okulda öğrendiklerinden çok şey öğrenirler hayatın ceremesini çekmiş, bana Marquez’in romanındaki çingeneyi hatırlatan bu usta pazarlamacıdan.

Neyse, araya canavar girdi, sırayı bozdum. Dünü anlatacaktım. Sabahtan umutla uyandık. Öğlenleyin kayınlar okullarından izin alacaklar ve hep birlikte yakınlardaki şelaleye gidecektik. Bu civarda güzel şeylerin de olduğunu duymuştum ama bugüne kadar beni götürmemiş olmaları şaşırtıcıydı. Gerçi J de hiç gitmemişti bu şelaleye. Öğlene kadar üfürükten işlerle uğraştım. İnternet kafeye gidip elmekleri okudum, blog sayfasına yazıyı koydum, biraz ders çalıştım. Eve gelince de kayınları bekledim. Onlar da gelince kayınpederin kamyonetiyle –Kamyonet dediğime bakmayın. Arkasında kamerası olan, beş kişilik araba. Tayland insanının araba sevdası öyle azımsanacak bir şey değildir.- yola çıktık. Hedefimiz Çayapum ilindeki Mor Hin dağı ve Tat Ton şelalesi. Yalnız doğal olarak zırt pırt durduk yollarda. Önce J ile ben öğlen yemeğini yemediğimiz için durduk. Sonra karınca yumurtası almak için. Karınca yumurtası deyip geçmemek gerek, kilosu neredeyse 20 TL, pahalı bir protein kaynağı. Akşama salatasını ve çorbasını yapacaklarmış. Aralara sıvışan karıncaları ayıracaklar elbet!





Yumurtaları aldıktan sonra iki kere daha durduk. Birincisinde limon ve salatalık malzeme aldılar, ikincisinde de ananas. Okuldaki çocuklar ananas yesinmiş öğlen yemeğinde. 10 kilo ananası bu yüzden almışız. Aynı yerde ben kendime buzlu kahve aldım. Kadıncağıza kahveme şeker koymaması gerektiğini söyledim, anlamadı. İlla koyacak, tatsız olurmuş. Yahu dedim, etme eyleme, zehir etme bana kahveyi, koyma şeker. Sonunda ikna ettim. Bana kağıt bardağı verirken ağzını kenarıyla sinsice gülüyordu. Pişman olacaksın, birazdan geri gelip, şeker için ayaklarıma kapanacaksın der gibi bir hali vardı. Kahveyi elime aldım, yanlışlıkla gam mığn (Vietnamca teşekkürler demek) dedim ve arabaya bindim. Dura kalka vardık dağa. Meğer gideceğimiz şelale ulusal parkın içindeymiş. Dolayısıyla da giriş ücretli. Taylandlılara 40 Baht, yabancılara 200 Baht. On sene önceki Ali olsaydım bunun en azından bu sayfada yaygarasını çıkarır, Tayland’ı adaletsizlikle, terbiyesizlikle, turiste nasıl muamele edeceğini bilmemekle itham ederdim. Şimdiki Ali gayet sakin, çünkü köprünün altından çok sular geçti. Bana kalırsa az bile alıyorlar yabancılardan. Niye mi? İzah edeyim:

Yabancıların Tayland’da açtıkları fabrikalara bakın. Buralarda çalışan bir işçinin maaşı 200-300 Dolar civarındadır. Aynı işi yapan ama ABD’de ya da Japonya’da çalışan bir işçiyi düşünün. Onun maaşı da 2000-3000 Dolar civarındadır. Zaten sırf bu yüzden, yani ucuz iş gücünü sömürmek ve yasalardaki işçi hakları konusundaki gevşekliklerden faydalanmak için geliyorlar dev şirketler GDA’ya. Durum böyle olunca yabancının beş kat fazla ödemesi az bile. Ha diyebiliriz, her yabancı ABD’den, İngiltere’den, Güney Kore’den gelmiyor. Türkiye’nin ekonomisi Tayland’ın ekonomisinden çok da iyi değil. İyi ama kaç tane Türkiyeli geliyor ki Tayland’a zaten? Gelenlerin çoğu da otel odasından çıkamayacak kadar meşgul oldukları için parklara falan gitmezler. Kısacası kurunun yanında yaş da yanıyor birazcık. Olsun, helal olsun... Umarım ödenen paralar iyi işler için kullanılır. Temenni etmekten başka çaremiz yok.

Parayı ödeyip içeriye girdikten sonra arabayı park ediyoruz ve şelaleye iniyoruz. Tabelaları değil de suyun sesini takip ediyoruz. Şakır şakır akıyor yukarılardan. Hoş Tayca’da şelaleye verilen ad namtok, yani düşen su. Her düşen suya da namtok dediklerini söyleyebilirim. Nakhon Nayok’taki namtok bir metrelik bir şeydi. Bu yüzden burada beklentilerim askari. Derenin kenarına varınca haksız olduğumu anlıyorum. 4-5 metrelik bir şelale bu. Derenin yatağı o kadar geniş ki debi az olduğundan –yağmur yağmayalı aylar olmuştur herhalde. Yağmur mevsiminde ne coşar bu ırmak be!!!- suyun içinde yürüyen insanlar sanki suyun üzerinde yürüyormuş izlenimi veriyor. Bunda insanın gözünü kamaştıran yakamozların ve kırılarak yansıyan ışığın rolü de var elbet. Derenin az yukarısında beyaz derileriyle gündüz feneri gibi parlayan şişman yabancıları görüyorum. Derenin ortasına oturmuşlar, filozof gibi düşünüyorlar. Yanlarında yüzen bir tas olsa Arşimed ve yaveri derdim. Aşağıda ise dökülen suyun meydana getirdiği çukurda yüzen gençler var. Biraz daha aşağıda dev bir kayanın üzerine tırmanmış birkaç genç kız şelalenin resmini çiziyordu. Bir de yabancı genç, kayanın etrafında köpekbalığı gibi dolanıp duruyordu. Belki kayanın üstündeki kızlardan birisi sevgilisiydi ya da kısa zamanda öyle olacağını umuyordu. Ben bizimkilerin ısrarına dayanamayarak ayakkabılarımı çıkardım ve dizlerime kadar suya girdim. Fena da olmadı. Su serin ve temiz, hava da çıldırıcı sıcak...



Sudan çıktıktan sonra tekrar arabaya döndük ve dağın tepesine doğru yola çıktık. Önlerinde yaşlı ninelerin torunlara baktıkları evleri geçtik, civcivlerin deli gibi sağa sola koşuşturdukları yolları kat ettik, asfalt yolun sonuna gelip toprak yolda epey gittik ve sonunda dağın zirvesine vardık. Keskin yamaçlı bir yerdi zirve her ne kadar deniz seviyesinden sadece 1950 metre yukarıda olsak bile. Aşağıya bakınca geniş ovadaki köyler, köyler arasında damarlar gibi giriftleşen incecik yollar, göletler, su arkları, yemyeşil pirinç tarlaları ve tarlalarda çalışan, bu yükseklikten zar zor seçilen köylüler görülüyordu. Bulunduğumuz yerde ise kayalardan meydan okurcasına fışkıran ağaçlar vardı. Hava sisli olmasaydı ovanın güzel resimleri çekilebilirdi. Bir süre otların, ağaçların ve kayaların fotoğrafını çekip aşağıya indik. Geri dönerken ufak bir kaya parçasının etrafına renkli çaputlar sarıldığını dördüm. Kayanın önüne de iki sarı tabakta bir şeyler sunulmuştu. Ben bu kayanın fotoğrafını çekerken J karşı çıktı. Yok hayaletler peşimi bırakmazmış, yok insanlar o taşa saygı duyuyormuş, falan filan. İnsanların yükseğe çıktıklarında başlarının döndüklerini bilirdim de ufacık bir kaya parçasından medet umacak kadar akıllarını kaybedeceklerini düşünmezdim. Oysa daha bu başlangıçtı. Asıl sürpriz aşağıdaydı.










Yaklaşık 100 metre kadar aşağıda dev kayalar vardı. İki metreden on metreye kadar farklı boyutlarda yüzlerce kaya. Dağın doğal gelişiminin bir sonucu olarak açıklanabilecek taşlar işte. Jeologlara göre onbeşmilyon yıllık bir geçmişi varmış bu kayaların. Bizdeki Kapadokyanın ilkel hali. Belki birkaç milyon yıl sonra bu kayalar da Kapadokya gibi olurlar. Maalesefe ben göremeyeceğim, belki bu blog yazısı o günleri görür! İlk bakışta hayran bırakan nesneler ama çabucak gözü alışıyor insanın. Biraz zorlamayla birisini tavşana, diğerini kuşa, bir ötekini Buda’ya benzetebilirsiniz. Hatta biraz daha zorlarsanız atının üzerinde şaha kalkmış bir Büyük iskender’i ya da Picasso’nun Guernica’sını da çıkarırsınız kayaların ağaçlarla ve kuşlarla olan kombinasyonundan. İnsan zihninin sınırları torbaya sığmaz ki büzesin! İstediğine benzet, istediğin şekli ver. Konuştur hayal gücünü ve sanatını... Ama ne olur, gözünün yağını yiyeyim, öğrettiğim Matematik aşkına, okullarda öğrenilen bilim ve sanat aşkına bu taşa toprağa tapınma, önlerinde eğilme, onlardan bir haltmış gibi yardım bekleme. Olmadı elbette. Kayaların önlerindeki tabelaları sonradan gördüm. Tabelanın birinde kısaca şu yazıyordu: Bu taşın önünde secdeye gidenler ya da taşa saygı gösterenler iyi şans kazanacaklar ve hastalıkları iyileşecek. Diğer tabelada ise şu yazıyordu: Bu taşın önünde secdeye gidenler ya da taşa saygı gösterenler zaferle ödüllendirecekler. Hay maaşallah, nabza göre şerbet, ağza göre kaşık... Birinci kayanın tepesinde güzel bir ağaç vardı ve ben ister istemez insanları bu inanışa sürükleyen şeyin ağacın varlığı olduğunu düşünmüştüm. Harcı alem açıklama: Taş yüksek ve sert (erkeklik simgesi), üzerinde bir ağaç bitecek kadar doğurgan ve merhametli (kadınlık simgesi). Eee, o halde neden tapmayalım biz bu kayaya... Diğer kayanın üzerinde görünürde hiçbir şey yoktu. Onun neden zayıflara zafer getirdiğini anlayamadım.





Şimdi düşünüyorum da eğer etrafta kimse olmasaydı ben o tabelayı parçalardım. Ortamı da orada hiç tabela yokmuş gibi düzeltir eve öyle giderdim. Niye mi? Yok, Hz. İbrahim’i örnek aldığım falan yok. Benim derdim hoşgörünün sınırlarının çizilmemesi, insanları bilimsel düşünceye ve matematiksel kavramaya yönlendireceğimize, bu tür teşviklerle onları geriletmemiz, aptallaştırmamız. Biz boşuna mı öğretiyoruz okullarda matematiği, fiziği, kimyayı? Boşuna mı giriyor öğrenci labaratuara? Sonunda dağ başında gördüğü bir kayaya sırf üzerine kuşların bıraktığı bir tohumdan dolayı ağaca gebe kaldığı için tapacaksa ne anlamı var okumanın, deney yapmanın ve öğrenmenin? Tamam, inanca saygı ama nereye kadar? Ben insanları inançsızlığa saygıya davet ediyorum. Bilime ve bilimsel düşünceye saygıya, mantığa ve mantıklı düşünmeye saygıya çağırıyorum. Hoşgörü eylemlere olur. Bir insanı kayanın önünde secde ediyorken görsem hoşgörür ve inancını yaşıyor derdim. Ama bu inancın tabelalara taşınması, resmiyet kazanması beni şiddetli bir biçimde rahatsız etti. Tektanrılı dinlerde görülen batıl inançları (pagan kalıntıları da diyebiliriz) toplasanız hepsinden daha fazla batıl inanç bulursunuz Budizm’de. Oysa Budizm insanın kendisi dışında tanrı aramasını yasaklar. Buda insanın en büyük sorununun yaşam denilen acı dolu yumak olduğunu ve bundan kurtulmanın tek yolunun dört asil gerçeğe sarılmak olduğunu söyler. Bu tip, taşa toprağa tapınma, böcekten filden medet umma gelenekleri Hinduizm ve Brahmanizm, hatta daha da eski olan Paganizm ve Totemizm kaynaklıdır. Benzer örnekler tektanrılı dinlerde de vardır. Kabedeki hacerül esvede (siya taş) dokunmak isteyen hacıları ya da Anadolu’daki yatırların sağına soluna çaput bağlayan, kuyulara bozuk para atan insanları düşünün. Ortodoks kilisesinde İsa heykeline el yüz sürmeler de buna örnek olabilir. Ama yine de ben Anadolu’da insanları bu eylemlere sürükleyen tabelaların varlığından haberdar değilim. İnsanlar atalarından gördüklerini yapıyorlar, imamların ve müftülerin uyarılarına rağmen.





Neyse, ben zaten bu tabelaları okumadan önce bu iki kayadan birisine tırmanmaya yeltenmiştim. Milletin saygı duyduğu kayaya tırmandığım için beni tutuklamamaları ilginç. Belki de lanetlenmişimdir şimdi. Ya da tam tersine, kayaya sarılarak en büyük şansı ve en büyük zaferi elde etmişimdir... O yüzden benden korkmuşlardır. Hava kararmaya başladığı için tekrar arabaya atlayıp eve doğru yola koyuluyoruz. Yolda durup, akşam karanlığında kalabalıklaşan, kızarmış et ve tütsü kokan bir pazardan kao niyo ve kızarmış tabuk alıyorlar. Ardından tekrar arabaya atlıyoruz. Gün boyu gelen mesajları okumayan kayınpeder, telefonu J’ye verip mesajları okumasını söylüyor. J mesajları okuyor: Bilmem nerede trafik kazası, şu kadar ölü, TRT başı Taksin Kamboçya sınırından Tayland’a girmek istiyor, bilmemnerde yeni bir alışveriş merkezi açılmış, ve İsan’da bir tapınakta bir Budist rahip yüz pi bop (insanların iç organlarını yiyen bir tür hayalet) yakalamış ve uygun yöntemleri kullanarak hayaletleri yok etmiş. Derin bir nefes alıyorum gülmemek için. Yol gözümün önünde akıyor. Eve varana kadar karanlığı, arabaları ve yol kenarlarındaki lokantaları izliyorum. Eve varınca da karınca yumurtası salatasından azıcık alıp yapışkan pilavla yiyorum. Ardından da bilgisayarın başına geçip yazmaya başlıyorum.



Cuma günü, yani köydeki son günümde kayda değer bir şey olmadı. Sabah koştum ve her zamanki gibi koşarken aklıma binbir türlü tuhaf düşünce geldi. Koştuğum yol bu sefer çok daha güzeldi. Havlayan köpeklerden kaçayım derken kendime çok hoş bir koşu yolu buldum diyebilirim. Koşudan sonra J ile kasabaya indik, internet kullandık, yemek yedik. Sonra yapacak bir iş olmadığı için eve geldik. Akşam üzeri koştuğum yolun ne kadar olduğunu anlamak için motorla aynı yolu tekrar gittim. Tam altı kilometre koşmuşum. Haziran'da Phuket yarı-maratonuna katılacaksam daha yapacak çok iş var demektir. Ben eve geri döndükten sonra da kayınvalidenin arabasıyla tarlaya gittik. Dunu traktörüyle düzlemiş tarlayı. Ben derenin kenarındaki akasyaları suladım dereden ibrikle su taşıyarak. Bu arada kayınvalide Dunu'ya hayat dersi verdi her zamanki anaç sesiyle. Acelesi yok ne de olsa! Zaten bu tarlayı da Dunu'ya iş çıkarmak için almış. Hani yeüenim meşgul olsun, para kazansın, köyü terketmesin diye. Dunu bir gittiydi Bangkok'a, geriye geldiğinde kız arkadaşı hamileydi. Everdiler hemen, şimdi hem baba, hem koca, hem traktör sahibi bir çiftçi hem de futbolcu... Bir daha giderse kimbilir ne olur?

Bu arada ben günün potunu kırdım. Nereden aklıma geldiyse, bir ara boşuma geldi ve J'ye derenin suyunu göstererek 'Bu su tatlı su mu?' diye sordum. O da yanıt vermek yerine alaylı alaylı güldü. Hani İsan'da deniz vardı da yüzmedik mi der gibi... Benim sorum da tarihe cehalet abidesi olarak geçmiştir. Aha buraya yazıyorum ki geçsin, genç kuşaklar aynı hatayı yapmasın.

Eve dönerken Dunu'nun bebeğini sevdik ama ben doğal olarak çabuk sıkıldım. Ne kadar oynayabilirsin ki bir bebekle? Agu bugu! Eee, sonra? Sıkıldım ve eve döndüm. Canavar gelene kadar da dışarı çıkmadım. Akşam yemeğine amcalardan birisi gelmişti. Hep birlikte yine sıcak tencere (hot pot) yedik. Sonrasında ben yine odama çekildim. Ertesi gün de uçağa atlayıp Bangkok'a gittim. B ile buluştuk, kahvaltı ettik, kitaplar ve Bangkok'taki hayat üzerine muhabbet ettik. B yolları bilmediği için beni havaalanına bırakamadı. Taksiye bindim. Ne büyük şans ki taksi sürücüsü de bilmiyordu yolu! Bana sorup durdu sanki Bangkok'ta sabahtan akşama kadar direksiyon sallayan benmişim gibi. Zar zor, birkaç kere yanlış yola girdikten sonra bulduk havaalanını... Sonrası Vietnam vesselam...

Bir süre güncellemeyeceğim sayfayı. Yapılacak yığınla iş var. Kore'den dönünce Kore izlenimlerimi yine böyle gün gün yazarım artık...


Bahçedeki kameriyenin altında kahvaltı yapan Ali.

05 Şubat 2010

İkinci Gün

İkinci günün birinci günden farklı olma şansı pek yok. Sabah alarmsız uyanmanın keyfi var. Bahçede kahvaltı yapmanın güzelliği var. Kahvaltıdan sonra kameriyenin altındaki oturağa uzanıp kitap okumak var. Ağaçların hışırtısına, tavukların gıdaklamalarına, yoldan geçen satıcıların bağrışlarına, yan arsada otlayan sığırların cıngırdayan çanlarına kulak kesilip biraz kestirmek var. Ama tüm günün böyle geçmeyeceği, geçemeyeceği de aşikar. Uzandığım yerde önce Beyaz Kaplan’ı bitiriyorum. Sonra dün yazdıklarım üzerine düşünüyorum. Acaba buradaki insanlar beni ukâlâ birisi olarak mı görüyorlar? Fildişi kulesinden aşağıya bakan, onlarla aynı seviyeye inmeye çekinen bir entel dantel? Onlarla sadece yemek sırasında birlikte olabiliyorum. Diğer zamanlarda ben kendi küçük dünyamdayım. Belki de beni çok bilmiş, zavallı bir zevzek olarak görüyorlardır. Olsun, onların yerinde olsam ben de aynı şekilde düşünürdüm. İşin aslı ise benim onların basit yaşamlarını kıskanıyor olmam. Nasıl bu kadar basit, bu kadar kolay mutlu olabiliyorlar? Ben ve benim gibi kent çocuklarının doymaz bir iştahı vardır mutluluk konusunda. Yok şunu da yapayım, plan yapayım, okuyayım, düşüneyim, zart edeyim, zurt edeyim... Yok efendim, yok... Dunu anlatıyor işte: Traktörle tarlayı ekine hazırlarken gördüm kocaman bir fare. Atladım hemen aşağıya, o kaçtı ben kovaladım, o kaçtı ben kovaladım, en sonunda yakaladım deyyusu. Koydum torbaya. Akşama eve gidince verdim hanıma, kızarttık yedik. Mide bulandırıcı mı? Hiç de değil! Bir kere tarla fareleri lağım fareleri gibi hastalık taşımaz. İkincisi buranın köylüsü hangi tür farenin yenileceğini, hangi türün yenilmeyeceğini bilir. Hem zaten sorun o değil, çıkarın fareyi hikayeden, koyun tavşanı. Anlatmak istediğim şey Dunu’nun mutluluk kavramı. Somut, tanımlanabilir, ulaşılabilir ve her şeyin ötesinde göğüs kabartabilir. Ortada bir amaç, bir eylem ve bir ödül var. Hepsi kısa sürede olup bitiyor. Öncesi ve sonrası yok. Kent insanı öyle mi? Okur, yazar, çalışır ve sonunda bir yere varamadığı için şikayet eder... Hem zaten okul tek başına bir ödül bile değildir. Ne işe yarar diploma? İş bulmaya. Eeee, ne işe yarar iyi bir iş? Para kazanmaya. Ne işe yarar para kazanmak? İyi bir yaşam kurmaya... Ölme eşeğim ölme, yaz gelecek de otlar bitecek de sen yiyeceksin...  Bak, şikayet ediyorum. En büyük sorunumuz da bu, şikayet! Cem Karaca’nın tabiriyle, yarım porsiyon aydınlık biziimkisi. Ama yerli halkı beğenmediğim falan yok, tam tersine kıskanıyorum onları, onların küçük mutluluklarını ve iyi tanımlanmış, sınırları belirlenmiş dünyalarındaki heveslerine imreniyorum. Elde değil zaten imrenmemek! Beni bu düşüncelerden Tok Cay uyandırıyor. İlla kafasını okşuyacağım, illa gıdısına dokunacağım, yoksa gitmez. Köyün en pasaklı köpeği Tok Cay. Sanırım son altı yıldır bir kere bile çimmedi. Boynuna tasma takmamıza da izin vermiyor. Deli oğlan gibi geziyor ortalıkta.

Öğleden sonra arabaya atlayıp KonKen’e doğru yola çıkıyoruz. Amacımız İsan ürünü olmayan bir öğlen yemeği yemek. Yollar bakımlı ama sıklıkla geçen şeker kamışı kamyonları insanı ürkütüyor. Pek çoğu kapasitelerinin çok üzerinde yüklenmişler. Devrilmemek için yolun ortasına yakın gidiyorlar ve bu durum arkadaki hızlı girmek isteyen aracı zor durumda bırakıyor. Kimi zaman kamyonu geçemediğimiz için dakikalarca takip ediyoruz yer yer dökülen şeker kamışlarına ve kamyonun egzozundan çıkan siyah dumana bakarak. Kamyonları bu kadar yükle süren şoförlerin aldıkları risk de ayrı bir mesele. Daha az yük taşısalar bu yapacakları tur sayısını arttıracağı için harcayacakları petrol masrafını arttıracak. Dolayısıyla da kârdan kaybedecekler. Biraz daha fazla kazanabilmek için hem kendilerini n hem de yolu onlarla paylaşan diğerlerinin hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Çok geçmeden bir kaza mahalline varıyoruz. Bir köyün girişini geçtikten az sonra devrilmiş koca bir kamyon. Arkadaki damperlerden öne yakın olan yan yatınca şoförün içinde bulunduğu kısım da yan yatmış. En arkadaki damper nasıl olmuşsa sağlam kalmış, yıkılmamış. Kamyonun sol kapısı açıktı. Demek ki şoför sol tarafa tırmanıp, öyle çıkmıştı –ya da yardıma gelenler onu bu şekilde çıkarmıştı- kamyondan. Şimdi bu şoförün kaybettiği zamanı ve parayı düşünün. Onu bu halde gören diğerleri daha dikkatli sürecekler kamyonlarını, virajlara daha temkinli girecekler, araç sağlarken daha tedbirli olacaklar. Bir kamyonun ettiği zarar sayesinde yüzlerce kamyon olması gerekenden azıcık daha fazla kâr edecek. Ve hayat hiçbir şey olmamış, ya da her şey olması gerektiği gibiymiş gibi devam edecek.



Küçük yolun sonuna geldiğimizde aklımıza Rongrığa’dan sola dönünce varılan dinazorlu lokantalar geliyor. Bölgeye dinazorlu dememizin nedeni yakınlarda yapılan kazılarda dinazor kemiklerinin bulunmuş olması ve bu kemikleri sergileyen bir müzenin varlığı. Belediye de turistler gelsin diye yolun sağına soluna dev dinazor heykelleri dikmiş. Yani araba sürerken bir anda kendinizi Jurassic Park’ta hissetmeniz olası. Boynunu eğmiş, keskin dişleriyle yoldan geçenlere bakan bir dinazor ve hemen arkasında şirin yavrusu! Hoş, büyük bir olasılıkla gözlerinde kamera vardır bu heykellerin. Trafiği denetlemek, vurkaççıları yakalamak için kötü bir yöntem sayılmaz. Dinazorları geçip, yol kenarındaki lokantalardan birinin önünde duruyoruz. Her zamanki gibi gay yang, som tam ve kao niyo söyleniyor. Zaten bu üçlüyü yemeden bir insan İsan’a geldiğini iddia edemez. Yemekten sonra az önce ineklerin su içtiği küpten su alıp ellerimizi yıkıyoruz ve yola devam ediyoruz. Yemeğin ağırlığından bir de sıcaktan uykum geliyor. Cat Stevens’ın sesi bile yetmiyor göz kapaklarımı kaldırmaya. Zar zor varıyoruz Kon Ken’e. Tayland’lıların tabiriyle doğunun Paris’ine... Hoş Paris’e hiç gitmedim ama bu tabiri daha önce Diyarbakır için duymuş olmam iki ülkede de ekonomik olarak geride kalmış kısmın en güzel kentine o bölgenin Parisi yakıştırması yapılması ilginç.



Alışveriş merkezinde bir şey yapmıyoruz vakit öldürmekten başka. Orta direğin tapınağı bu alışveriş merkezleri, sisteme karşı günah çıkarma mekanları. Ben kitapçıya gidip gazete alıyorum. Ardından da bir yerden kahve alıp, gazeteye yumuluyorum. İki ilginç haber: Herhangi bir resmi izni olmadan insanlara sizin cildinizi beyazlatacağım yalanını söyleyerek, onların deri altlarına şırınga ile bir takım sıvılar sıkan genç bir dolandırıcı yakalanmış. Haberi okuyunca şaşırmadım. Tayland insanının beyaz cilt için yapmayacağı delilik, harcamayacağı servet yoktur. Bunu fırsat bilen akıllı işbilirler de değişik yollar buluyorlar elbet. Yakayı ele verinceye kadar da iyi para kırıyorlar. Bana kalırsa televizyonda reklamı verilen tüm o kozmetik firmalar aynı nedenle kapatılmalı, reklamlar yasaklanmalı, cilt rengine ithaf edilen her türlü güzellik tanımı panolardan kaldırılmalı. Bu reklamlara çıkan ünlüler, televizyona çıkıp, cilt renginin önemli olmadığı mesajını veren programlar yapmalılar. Kendi beyazlıklarının gündüz sokağa çıkmamalarından ve ailelerinden gelen genlerden kaynaklandığını itiraf etmeliler. Milyarlarca dolar paranın harcandığı dev bir sektör beyazlatıcı krem sektörü. Hiçbirinin bir işe yaramadığı, deri renginin tamamıyla genlere ve güneş ışığına maruz kalmaya bağlı olduğunu hemen her doktor bilir ama yine de söylemez. Ben Tayland’a ilk geldiğimde sırf kadınlara yönelikti reklamlar. Şimdilerde erkekler için de çıkmış beyazlatıcı kremler. Gittikçe kötüleşiyor durum. Gittikçe daha bir ırkçı, şekilci oluyor insanlar. Bir Hindistanlı ya da Filipinli öğretmen aynı işi yaptığı halde bir beyaz öğretmenden –Rus ya da Fransız olabilir, İngiliz ya da Avustralyalı olması da şart değil.- çok daha az maaş alır. Bu ayırım toplum tarafından öylesine kanıksanmıştır ki kimsenin aklına sormak gelmez. Filipinliysen maaşın 300 dolar, İsveçliysen –ya da Türksen- 1000 dolar... Sırf bu yüzden okullar Filipinli hocaları asistan olarak alırlar, sömürmek ve sonucunda semirmek için. Aynı şekilde Afrikan-Amerikalı zenci öğretmenlerin de bu ülkede iş bulmaları zor. Aileler isyan ediyor, benim çocuğuma başka hoca verin, korkuyor deyip müdüre şikayette bulunuyorlar. Çocuklarını kendileri gibi ırkçı yetiştiren anne-babaların statu quocu tutumları bunlar. Maalesef kâr ve prestij tutkunu pek çok okul yöneticisi ailelere rehber olacaklarına, ailelerin ipiyle karanlık kuyuya girmeye razı oluyorlar.

İkinci haber ise başbakanın evine kimliği belirsiz kişilerce bok torbası atılmış olmasıydı. Ne tuhaf bir ülke, değil mi? Başka ülkelerde başbakanlara suikast düzenlenir, hadi olmadı ağzı burnu kırılır, evine kurşun sıkılır. Burada evine bok torbası atıyorlar. Başbakan da mazlumiyetini şu ifadelerle dile getirmiş: Her ay oğlumun güvenliği için 300000 Baht (yaklaşık 9000 Dolar) harcıyorum. Malum, kırmızılar ve sarıların savaşı devam ediyor. Toplumun her tarafını bölmüş durumda bu kavga. Baksalarmış torbadaki pisliğin kırmızı mı sarı mı olduğuna? Oradan yola çıkarak olayın sarıların provakasyonu mu yoksa kırmızıların saldırısı mı olduğunu çıkarırlardı. Dün yemekte bile ayrıydı amcalar. Büyük amca kırmızı olduğu, Taksin’i ve TRT’yi savunduğu için kendi başına, diğerlerine yanaşmadan oturmuştu. Diğerleri, bizimkiler de dahil olmak üzere sarıydı, yani kralcılar. Bizimkilerin tutumuna içten içe kızsam da alternatifim olan kırmızıların ülkeyi satan/satmak isteyen dolandırıcılar olduğunu bilmek beni sessiz yapıyor. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık yani. O yüzden bana sorduklarında ya yanıt vermiyorum ya da şaka yoluyla ben turuncuyum diyorum.

Gazetenin okunacak hali kalmayıncaya kadar okuyorum. Sonrasında J geliyor. Çok iş yapmış gibi biraz daha vakit öldürüp yemek yiyoruz. Ardından da eve dönüyoruz. Devrik kamyonun halen yolda olması şaşırtmıyor bizi, Tok Cay’ın bizi köyün girişinden eve kadar takip etmesi de. Ne de olsa onun akşam yemeği bizim öğlen yemeğinden kalan kemikler. Bunu o da biliyor. Eve girip televizyonu kurcalıyorum. Bir anda kazara TRT Türk çıkıyor. Karşımda tüm netliğiyle Türkçe konuşan bir sunucu Balkan Antantını anlatıyor. Kızın sarışın olması kayınpederi şaşırtıyor. J onurla Türkiye’de sarışınların çok olduğunu söylüyor babasına. Hani kocam Avrupalı, sizin sandığınız gibi Arap değil anlamında. Ben de boyatmıştır saçlarını diyorum. Dipleri siyahtır onların! Oturuyorum ve hiç alakam olmasa da sırf Türkçe konuştukları için televizyon izlemeye koyuluyorum. Futbol maçlarının sonuçları, İstanbul’da kar, Yeni Şafak’tan bir gazeteciyle yapılan birebir dış politika muhabbeti... Gece 1’e kadar televizyonla haşır neşir olduktan sonra ben de diğerlerine katılıp istirahata çekiliyorum.

Duzeltme: Dun Tayland'in resmi dininin Budizm oldugunu yazmistim. Sevgili Ulas uyardi. Budist rahiplerin bu konuda baskisina ragmen henuz resmi bir dini yok Tayland'in.


Yarın: Gezmeye gidiş, karınca yumurtası, zırt pırt durmak, zırt pırt bir şeyler almak. Limon, ananas, ga pao vs... Ardından ulusal parka giriş, farang ayrıcalığı 5 kat fiyat, şelale (namtok), neden şelaleye gider insanlar? Kentte iken başımıza yağmur yagsa kıyameti koparırız, paçamıza su bulaşsa belediyeden şikayetçi oluruz. Kentleri kurutuyoruz sonra da su sesi duymaya şelalelere akın ediyoruz. Derenin ortasinda mantar gibi oturan yabancılar, resim çizen gençler, şekersiz kahve, manzara, stone henge of Thailand, taşlara tapma, nereye kadar inanç özgürlüğü? benim tırmanmaya çalıştığım kayanın aslında uğur getiren ve önünde eğinilmesi gereken bir ulu taş olması. Budizm’deki pagan artıklar... İslamdaki ortodoks ikonografi artıkları gibi. Hacerul esved!Kara sevdanın anlamı: topluca melankoliğiz vesselam! Eve dönüş, cep telefonuna gelen mesajların okunması: bir rahip 100 pi bop yakalamış. saat neredeyse dokuz. Karınca yumurtasıyla salata ve çorba yapılıyor. Kızarmış tavuk ve salatanın tadı...

04 Şubat 2010

Kuzeydogu Tayland - 1

Birinci Gün – Ban Ten ilçesindeki hanım köyü, Kuzeydoğu Tayland

Köydeki ilk günümü evde geçirdim. En son geçen yıl bu zamanlar gelmiştim kayınları ziyarete. Köyde değişen hiçbir şey yok. Hayalkırıklığının değil, durağanlığın başkenti burası. Havlayan köpekler, gün doğmadan başlayan ve tüm köye hopörlörlerle anons edilen tapınak vaazları, ellerinde boş tencerelerle kapı kapı dolaşan yalın ayaklı rahipler, yoldan ara sıra geçen arabaların çıkardığı uğultu, güneşin doğmasıyla okullarına giden ufacık tefecik çocuklar, bisikletle ya da motorla tarlaya inen çiftçiler ve bir de Tok Cay’ın hareket eden her nesneye gırlaması, kimi zaman havlaması... Ben ise odamda sürekli çalan, bulunduğum mekana ve insanın beyninin esrar çekmişcesine uyuşturan sıcağa rağmen çaldığım jazz ile birlikte okuduğum ve okuyacağım kitapların, yazılacak yazıların, çalışılacak konuların arasındaydım her zamanki gibi. Sabah biraz ders çalıştım. İstatistik ödevini bilgisayara geçtim. Öğlen güneşin tehditine rağmen koşmaya çıktım. Hava o kadar ağırdı ki köyün etrafında iki tur atınca iflahım kesildi. Çek çekebildiğin kadar havayı, ciğerine dolan sanki oksiğen değil de ateş topu! Bir de peşime takılan köpekler ve olur olmaz her yerde karşıma çıkan inek bokları vardı tabii. Yarım saat olmasına rağmen koştuğuma değdi. Pirinç tarlalarının uçsuz bucaksız yeşilliklerinin arasında, ördeklerin ve tavukların koşuşturmalarına aldırmaksızın, ara sıra bana selam veren köylülere zorla da olsa gülümseyerek –koşarken gülümsemek zor oluyor bu sıcakta- yarım saatliğine de olsa yalnız başına olabilmek, kafesten uzak olabilmek güzel bir duygu. Başka türlü bu yavaşlığa ve sessizliğe tahammül etmem olanaksız. Eve gelince biraz kitap okudum. Aravind Agida’nın Beyaz Kaplan’ına devam ettim. Hindistan’ın kirli çamaşırları ancak bu kadar güzel bir mizah diliyle anlatılabilirdi. Defterime not aldım. Bitirince yazacağım birkaç satır bu roman üzerine.

Öğleden sonra J’nin annesinin getirdiği garili tavuğu yapışkan pilavla yedim. Ardından da dolaptan yeni çıkmış, buz gibi sari (armut gibi ama daha sulu ve daha tatsız bir meyve) dilimlerini indirdim mideme. Sonrasında da kasabaya internet kullanmaya gittik. Doğal olarak ilk gittiğimiz kafe çocuklarla doluydu. Tekrar arabaya binerken J’ye çocukları internet kafelere alıp, onların saatlerce oyun oynamalarına izin vermenin ne kadar yanlış olduğunu anlatıyordum. Oysa kasabada tek bir kitapçı yok, olsa da zaten kimse gitmezdi... Böyle online oyunlar varken, onu bunu öldürmek, etrafa sıçrayan kandan orgazm olurmuşçasına zevk almak varken kim ne yapsın kitabı? Başka bir kafeye gittik. Orası da kapalıydı. Meğer sahibi öğretmenmiş ve okuldan gelince açıyormuş. Ehh tabii, çocuklar da o zaman geliyorlar kafeye. Neyse ki onu beklememiz gerekmedi. Öğretmen hanımın annesi bizim için açtı kapıyı. Guatr hastası olduğu ilk bakışta anlaşılan, güldüğü zaman yıllardır çiğnediği mağkların (mağk: hafif uyuşturucu özelliği olan, bağımlılık yapan bir çeşit meyve) dişlerinde bıraktığı siyah izler belli olan bir kadındı annesi. İnternette bir saat harcadıktan sonra eve geri döndük. Akşama parti vardı. Tüm teyzeler, kuzenler, halalar, amcalar bize geleceklerdi. Bu partinin benim eve gelişim ile ilgili olmamasını çok isterdim ama bilinçli olarak benim geldiğimin ilk gününe denk getirildiğini sezmem için dahi bir dağmat olmam gerekmiyordu. Yoldan bira ve buz aldık, eve gittik.

Akşam misafirler birer birer geldiler. Felç geçiren büyük amca hemşire olan karısı ve son bir yılda sırım gibi uzamış olan oğluyla geldi. Ardından yeni torunu olan amca; karısı, iki oğlu, gelini ve torunu ile şen şakrak girdiler geniş bahçe kapısından. Kızları tıp okuyan hala ve amca güzel beyaz arabalarıyla göründüler Tok Cay’ın havlamalarına aldırmayarak . Birkaç da tanımadığım yüz vardı ama çok önemli olmadıkları konuşmalara en az benim kadar uzak olmalarından anlaşılıyordu. Nereden geldiklerini bilmediğim elektrikli tencerelere sular kondu. Ardından sebzeler ve balık. En son da gulsen. Acı sosu da ekleyince yemek hazır oluyordu. Tayland’da yemek sorunun bu kadar kolay yolla çözülmesi, herkesin aynı anda yemek yaparken yemesi ve bir yandan da tüm olayın sosyal bir etkinliğe dönüşmesi beni hep şaşırtmıştır. Erkek-kadın, çocuk-yetişkin, evsahibi-misafir gibi ayırımlar yemek yapma ve yeme sırasında ortadan kalkar böyle durumlarda. Herkes yapar, herkes yer, herkes konuşur, herkes kahkaha atar, herkes paylaşır ve herkes mutlu olur...
Ayrı bir ilginçlik de yemek olayının acılı sosun bitmesiyle sonlanmasıydı. Sonuçta yenilen sıcak yemeğin içine konulan sebzelerden ve balıktan ayrı bir tadı yoktu. Yani ciddi bir karışım, tatların birbirlerine girip yeni bir lezzet üretmesi söz konusu değildi. Durum böyle olunca da tüm lezzet yükü acılı sosa biniyordu. Sos bitince de yemek tatsız olacağı için sofra kaldırılıyor, insanlar yanlarına içeceklerini alıp, derin muhabbetlere dalıyorlardı. Bizim gibi uzun süre pişirme geleneğine sahip ülkelerde durum farklıdır. Mesela köylerde şenlik zamanlarında yenen keşkeği düşünün. Yahnisi olmadan da pekalâ yenir. Çünkü uzun zaman kaynar keşkek dev kazanlarda. Öyle ki en sonunda içinde ne olduğunu bile bilemezsiniz yemeği yerken.

Ben yemeğe başından beri dahildim ama konuşmalaras pek katılamadım çünkü köylüler kendi aralarında İsanca konuşuyorlardı. Tayca konuşsalar çatpat araya girer, üç beş laf ederdim ama İsancam birkaç basit kelimenin dışında yok gibi. Ben de öylece oturdum ve sessizce yemeğimi yedim. Büyüklere vay yaptım, küçüklerin vayına karşılık verdim. Bir yandan da düşündüm İsanlıların ayrı bir kültürleri, ayrı bir dilleri olmasına rağmen neden özgür bir ülke için savaşmadıklarını? Sonuçta İsanca okullarda öğretilmiyor. Laos dışında resmi dili İsanca olan ülke de yok. Bunun yanında bu bölgede yaşayan insanlar Laoscayı zaten okuyamazlar. Dolayısıyla yazamadıkları bir dili konuşuyorlar. Oysa Laos abecesi tıpkı Kımerce ve Tayca gibi Sanskritçeden türetilen bir abecedir ve bir Taylandlının Laosca okumayı yazmayı öğrenmekte zorlanacağını zannetmiyorum.

Büyük bir olasılıkla bu durumun en büyük nedeni iktisadi. Tayland bu bölgede istikrarlı denilebilecek az ülkeden biri. Ne Laos gibi fakir ne de Kamboçya gibi iç savaşla yaralanmış. Bu yüzden İsanlılar için Tayland’a bağlı olmak, Tayland kralına sadık kalmak daha kârlı. Onların bu sadakatı kendilerine devlet yatırımı olarak geri dönüyor. İsan bölgesi turizmden çok az gelir etmesine rağmen temiz yolları, eli yüzü düzgün okulları, iyi kötü hizmet verebilen sağlık kurumları ile Tayland’ın diğer bölgelerine göre kayda değer derecede fazlasıyla sorunları olan bir bölge sayılmaz. Kuraklık gibi doğal sorunları saymazsak tabii. Bizim Güneydoğu bölgesini hatırlamamak olanaksız tabii İsan’dan bahsedince. Bakımsız yollar, öğretmeni olmayan okullar, okulu olmayan köyler, sağlık ocağında doktoru olmayan kasabalar, işi olmayan binlerce genç... Bir de tabii buna yüzyılların getirdiği bağnazlık, namus davaları, kız çocuklarını okutmama gibi yine devletin ilgisizliğiyle arta gelen sorunlar ekleniyor. İstanbul’a metro, İstanbul’a üçüncü köprü, Ankara’dan İstanbul’a altı şeritli otoban yapalım... Yolların geçeceği yerlerin yakınlarını politikacılarımızın dağmatlarına, kayınlarına, oğullarına ucuza satıp, onların birkaç sene içinde köşeyi dönmelerini sağlayalım. Kim ne yapsın doğudaki okula öğretmenle... Sonra da bu insanlar baş kaldırınca askerimizi gönderip, bu ülkenin vatandaşını bu ülkenin askeriyle savaştıralım. Ölen askerimize şehit deyip feveran edelim. Diğer vatandaşımıza da terörist diyelim. Her iki taraftan da ölenlerin adlarının Mehmet, Ahmet, Hasan, Hüseyin olması şaşırtmaz bizi hiç. Çünkü yeni adları vardır onların, kendilerine devlet tarafından biçilen yeni adları...Hastalığın nedenini bulup, nedeni ortadan kaldırmak yerine, semptom olarak beliren çıbanların başlarını keselim. Çıban çıktıkça keselim, çıktıkça keselim, bunun bir sonunun olmayacağını bilerek kesmeye devam edelim.

Aslında Tayland da sütten çıkmış ak kaşık değildir. İsanlıları isyan ettirmeyen şey yakınlardaki ülkelerin Tayland’dan çok aşağıda olmaları ve kendilerinin devletten yeteri kadar hizmet almalarıdır. Yakınlarda petrol zengini bir Kuzay Irak olsaydı durum aynı mı olurdu? Olmayacağını Güney Tayland’da yıllardır süren şiddet olayları gösteriyor. Her gün gazetelerde haberlerini görüyoruz motorla işine giderken öldürülen öğretmenler, arabalarında kurşunlanan aileler, kauçuk çiftliğinde öldürülüp kafası kesilen köylüler... Şakası yok bu işin. Güneydeki müslümanlar Malezya’ya bağlanmak istiyorlar. Neden? Birincisi din onları ayırıyor Tayland’ın çoğunluğundan. İsanlılar gibi Budist değiller ki benimsesinler Taylandlı olmayı. İkincisi de Malezya’nın zengin olması. Ben 2000’de Yala’ya gittiğimde oradaki halkın kendilerini Taylandlı ve müslüman diye ikiye ayırdıklarını hatırlıyorum. Yemek yediğim lokantadaki garson kız ben müslüman değilim Tayım (Taylandlıyım) demişti. Yani Tayland’ın güneyinde müslümanlık dinden çok etnik bir üst-kimliğe dönüşüyor ve dolayısıyla müslümanlar Taylandlı olmayı Budist olmakla eş anlamlı tuttukları için Taylandlı olmayı reddediyorlar. Tayca da konuşmuyorlar zaten. Beraberinde gittiğim S abi oradan bir kızla nişanlanmıştı ve kızın arkadaşlarıyla bazen Malayca konuşması akıcı Tayca okuyup yazabilen S abiyi kimi zaman zor durumda bırakmıştı. Din konusundaki sert ayrımda devletin resmi dininin Budizm olmasının da önemli bir rolü var elbet. Evet, Tayland’ın resmi dini var ve Budizm ülkeyi birlikte tutan Kral ve Milletten sonra üçüncü önemli unsur. Bayraktaki mavi renkli şerit kralı, kırmızı renkli şerit milleti, beyaz renkli şerit de Budizmi temsil eder.

Sonuçta her yerde olduğu gibi insanların yarattıkları suni üstkimlikler insanları bölmeye, gereksiz yere can almaya, kan akıtmaya devam ediyor, devam edecek. Sınırlar ortadan kalkmadan, sömürü bitmeden, insanın insana yaptığı zulüm sonlanmadan, kalplere dikenli teller çekip aynı toprağın ceremesini çekmiş toplumları birbirinden ayıran tanrılar ortadan kalkmadan bu kavga döğüşün ortadan kalkacağı da yoktur.
Yemekten ayrılıp odama çekiliyorum. Telefonda B ile konuşuyorum. Haziran’daki Phuket maratonuna hazırlanmaya çalışacağımı söylüyorum. Birkaç dakika kitaplar üzerine konuşuyoruz. Sen ne okuyorsun, ben ne okuyorum falan filan... Telefonu kapattıktan sonra Sarah Vaughan’ın CD’sini koyuyorum bilgisayara. I don’t know why but I am feeling so sad cümlesi dolduruyor odayı bir yerlerimi yakarak... Beyaz Kaplan’ın sayfalarına yumulup, uykum gelene kadar Bangalorun sefil şoförlerini ve onlardan birinin gözüyle değişen Hindistan’ı okuyorum.

---------------------------------------------------------------------------------

Yarın: Birinci günden sonraki günlerin olanaksızlığı. Dinazorlar, somtam, kao niyo ve gay yang yemek, artanları torbaya koyup Tok cay için saklamak, Konken’e gidiş, şekerkamışları , dev alışveriş merkezleri, para harcamak ve dünden kalan artıklarla yemeğe devam... Neden hep yemek: Çünkü tek ortak noktamız. Hepimiz yemek zorundayız,ben bile, dillerini konuşmasam, dinlerini benimsemesem, kültürlerine yabancı olsam bile...