Bu Blogda Ara

30 Kasım 2012

Türkiye'den Mektuplar 23


                                                  Running is the art of suffering (Brian R)

Her sabah umutla gidiyorum okula, belki bir şeyler değiştirebilir, bir işe yarayabilir ve nihayetinde birilerine faydalı olabilirim diye. Okula giden yokuşu çıkarken aklımda genelde o gün öğreteceğim konular hakkında örnekleri evirip çeviriyorum; bunu nasıl anlatırım, bunu nasıl daha kolay hale getiririm diye. Demir kapıdan içeri girerken içim genelde olumlu duygularla doluyor. Yine çocuklar, yine eğitilmeye muhtaç gençler. Maalesef bu heyecan ve güzel duygular derse girmemle son buluyor.

Öğrenciler alabildiğine laçka, alabildiğine saygısız ve sorumsuzlar. Dersler hep bir curcunayla geçiyor. Ne doğru dürüst bir matematik öğretebiliyorum ne de öğrettiğim dersten zevk alabiliyorum. Üstüne bir de öğrencilerle girdiğim saçma sapan diyaloglar var. Yok siz benimle ilgilenmiyorsunuz, yok benim soruma yanıt vermiyorsunuz, yok beni anlamıyorsunuz. Tamam, herkes ilgiye muhtaçtır ama bu kadar da karşındakine ilgi sömürüsü yapıldığını ilk defa gözlemliyorum! Elini kaldırıp, hesap sorar gibi hocayla konuşmalar, anlamadığı zaman hocaya bağırmalar, sınıftan çıkarken hocaya kızdığı için kapıyı çarpmalar, hocanın "neden defterine bir şeyler yazmıyorsun uyarısına" cevaben defterini açıp, sırıtarak "bir şeyler" yazan öğrenciler, ders yeni başladığından dolayı tuvalete gitmesine izin vermediğim için sınıfın ortasında "hocam regl oldum yaaa" diye bağıran kızlar, ders anlatırken kafama tebeşir atanlar, bir türlü uykuya doymayan uykuseverler, benim gözümün önünde arkadaşının sınav kağıdına soru çözmeye çalışanlar ve ben onu yakalayınca, sınıfın ortasında arkadaşına ağza alınmayacak küfürler edenler, derse geç gelenler ve geç kağıdını almak çok kolay olduğu için birkaç dakika sonra derse girmek hakkıymış gibi elinde mühürlü bir kağıtla derse girenler…Liste uzayıp gidiyor. İşin kötü yanı, bunların en az birisi hemen her gün olan şeyler. 

Bazen bunların hepsi bir günde oluyor ve ben artık kendimi uçurumdan aşağıya bırakıyorum. Kimi zaman patlıyorum sınıfta, bir öğrenciyi kurban ediyorum. Kimi zaman kendim basıp gidiyorum, sanki gidebilecek uzak bir yerim varmış gibi. Akşam olup eve dönme zamanı gelince zaten ne şikayet edecek halim oluyor ne de birileriyle durumu konuşup, dert yanacak gücüm. Sürüne sürüne eve gidiyorum, bir gün daha başarısız bir öğretmen olduğum, bir gün daha öğrencilere matematiği sevdiremediğim, bir gün daha bir öğrencinin bile kalbine giremediğim için, üzülerek, tasalanarak.

Bazen bölüm odasında sıkça duyduğum cümleler beliriyor kafamda, “çok takma kafana, başka okullar daha kötü, daha fena da olabilirdi…”. Hiçbirisi gerçek anlamda çözüm kaynağı olamayacak ama anı kurtaracak dost tesellileri bunlar. Ne takmamayı becerebiliyorum ne de başka okulların bundan daha kötü olduğuna inanmanın bana ne faydası olacağını anlayabiliyorum. Günler bu “aşağılanmış olmak” ve “bir işe yaramıyor olmak” düşüncelerinin kafamın içinde estirdiği kara bulutlarla geçiyor. Ben her sabah okula yine umutla gidiyorum, her gün yine umutlarım kırılıyor öğrenciler ve yöneticiler tarafından, ve nihayetinde eve yine aynı ruh haletiyle dönüyorum. Bazen de kendimi suçluyorum beklentilerimin çokluğu nedeniyle. Ben sadece matematik öğretmek istiyorum, öğrenciler matematiği sevsinler, matematiğe aşık olsunlar, matematiği hayatlarının farklı safhalarında kullanabilsinler istiyorum. İlk geldiğim zamanlarda çocuklara şiiri, edebiyatı, felsefeyi sevdireyim diye bir hayalim de vardı. Artık o da kalmadı. Matematik dillerin en güzeli, en eksiksizi, en şiirsel olanıdır. Matematiğin dilini sevemeyen, en azından bu dile karşı saygı duymayı öğrenemeyen bir insan ne felsefeye saygı duyabilir ne edebiyata ne de şiire.

Bugün yine okulda abuk subuk olaylar gerçekleştiği için yazıya böyle başlamak zorunda kaldım. Yoksa biraz daha ciddi, biraz daha derli toplu şeyler yazmaktı amacım. Akşamları eve gelince kafamı toparlamam birkaç saatimi alıyor. Sırf bu yüzden artık her sabah gazeteyi alıp, akşama kadar okumamayı düşünüyorum. Akşam eve gelince, gazeteyi açıp ülkemin gittikçe zavallılaşan halini görüp, kendi küçük dertlerimi unutabiliyorum. Başkalarının acılarını kendime merhem yapmak ne kadar doğru bir harekettir bilemem ama en azından akşamları kurtarıyor. Uykum gelene kadar kitap okuyabiliyorum ya da ders çalışabiliyorum. (UoL istemediğim halde bana bir şans daha verdi dolayısıyla nisan ayında yine “Contingencies” sınavına gireceğim. Bu defa geçmem gerekiyor. Bu da bulduğum her boş vakitte finans matematiğine, uzun hayat sigortası hesaplarına dalacağım demektir.)

Yalnız, bulduğum bu geçici çare maalesef gücünü gece karanlıklarında yitiriyor. Tıpkı gece yarısından sonra balkabağına dönüşen at arabası gibi, benim başka sorunları öne alarak ihmal ettiğim gerçek sorunlar, geceleri rüyalarda ya da saatlerce yatakta dönüp durmalarda kendisini gösteriyor. Geçenlerde rüyamda dersteydim. Hangi sınıftı ya da ne anlatıyordum hatırlamıyorum ama ders sırasında yine böyle tuhaf bir muhabbete dalıyoruz. Sonra gözlerim kararıyor ve sınıfın ortasında bayılıyorum. Arka sıralardan bir çığlık duyuyorum ve uyanıyorum. Saat sabahın üçü. Sonrasında zaten uyuyamıyorum. Bir battaniyeye sarılıp, çalışma odama gidiyorum. Sabaha kadar karşı yoldan geçen tek tük arabalara bakıyorum. Sabah olunca da okula gidiyorum.

Sanırım aynı günün akşamında bir başka tuhaf hadise olmuştu. O gün proje yapan iki öğrenciye ders anlatmak ve sonrasında da ödev yapan öğrencilere yardım etmek için yurda gitmiştim. Akşam 9:30 civarı eve dönerken, metroya çıkışına yakın bir yerde genç bir çocuk durdurdu beni. Üzerindeki kıyafetlerden lise öğrencisi olduğu belliydi. “Abi bakar mısınız?” dedi nazik bir dille. Ben de “Buyur” dedim. “Buradan otostop çeksem arabalar durur mu, biliyor musunuz?” diye sordu.  Ben çocuğa baktım, yola baktım. Biraz da afalladım açıkçası. Kafamın içi zaten folloş bir halde, bir de insana rüyadaymış hissi veren bir olay. “Dururlar herhalde. Sen öğrenciye benziyorsun.” Çocuk bana baktı, tatmin olmamış gibiydi yanıtımdan. “Yarım saattir bekliyorum. Durmadılar.” dedi. Üşümüştü belli, elleri ceplerindeydi. Rüzgar acımasızca içine işliyordu insanın. “Nereye gidiyorsun?” dedim. Kafasıyla bir tarafı gösterir gibi yaptı. “Sanayi mahallesine” dedi. Kafasının gösterdiği yön doğruydu ama beklediği yol yanlıştı. “Burada arabalar dursalar bile onların Sanayi mahallesine gitme olasılıklar düşük. Bence sen şuradaki anayola çık, karşıya geç, oradan çek otostopu.” dedim. Çocuk yüzüme baktı, “Tamam abi, sorun değil. Burada da dururlar” dedi. Ben de “İyi sen bilirsin, ama dikkatli ol. Başına bir şey gelmesin” deyip ayrıldım oradan.

Metro durağından aşağıya döndüm, yokuş aşağıya yürümeye başladım. Beş dakika kadar yürümüştüm ki benim jeton düştü. “Lan, Allah belanı versin senin, Ali” dedim kendi kendime. Çocuğun belli ki parası kalmamıştı ve minibüs parası isteyemediği için yoldan geçenlerle otostop muhabbeti yapıyordu. Beni kaz kafam da bunu anlayıp, çocuğa bir 2 TL vereceğine, işe yaramaz tavsiyelerde bulundu, belki de çocuğu daha çok çileden çıkardı. Yürüdüğüm yolun ortasında durdum, geriye doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Çocuk az önce gördüğüm yerde yoktu. Bir ihtimal, belki benim tavsiyeme uyup anayola girmiştir dedim ve anayola baktım ama orada da yoktu. Belki bir araba durmuştu belki de benim kadar duyarsız olmayan birisi çocuğa minibüs parası verip, çocuğu göndermişti. Bana da yine aynı iğrenç yenilmişlik hissiyle eve dönmek kalmıştı. Yol boyunca düşündüm tabii, neydi beni bu kadar duyarsız hale getiren. Tayland’dayken ya da 

Vietnam’dayken etrafımdaki insanları daha sık görür ve kollardım, başkalarına yardım etmeye daha çok vaktim ve halim olurdu. Şimdilerde her şey kendime dönmüş durumda. Okuldayken çok az vaktim oluyor durmaya ve düşünmeye. Okuldan eve gidince de yığılıyorum bir yana, ağır bir patates çuvalı gibi. Yalnız bu yığılmanın asıl nedeni çok çalışmak ya da çok yorulmak değil. Psikolojik olarak kendimi bir şey yapmış, bir işe yaramış hissedemediğim için yığılıyorum ben. Bir “hamster” gibi içinde bulunduğu dev çemberi döndüren ve bunu, çemberde koşmanın gereksizliğine inanarak yapan bir köle gibi hissediyorum. Bürokrasinin kıskaçlarından ziyade (bu fazlasıyla Kafka olurdu), egoların kıskaçları tutuyor ellerimden, ayaklarımdan. Kazanamayacağım bir savaşı vermek korkutmuyor beni, savaşmama izin verilmemesi ya da savaşmanın sevdiklerime zarar vereceği düşüncesi yıpratıyor. Basit bir örnek vereyim içinde bulunduğum “absurd” durumun içler acıtan halini.

Sınıflarda saat olmaması beni çok rahatsız eden bir şey. Dönem başından beri hep bir saatin eksikliğini hissediyorum. Öğrencilerin karşısında kol saatime bakmak pek hoş bir davranış olmuyor çünkü öğrencilere “Bak, öğretmen de sıkıldı, bitse de gitsek diye zırt-pırt saatine bakıyor.” dedirtmek iyi bir şey değil. Bir sınıf saatinin gerekliliği en çok da sınav zamanlarında ayyuka çıkıyor. Sınav devam ederken öğrenciler ikide bir saati soruyorlar, sınavın yirminci dakikasından sonra iki-üç dakikada bir kaç dakika kaldı deyip sınav ortamındaki sessizliği bozuyorlar. Ben de böyle bir şey olmasın, hem öğretmenler hem de öğrenciler için güçlü bir referans kaynağı olsunlar diye sınıflara, okulun saatiyle senkronize olmuş, saatler konulmasını teklif ettim. Aşağıya bu teklifi yaptığım e-posta iletisini geçiyorum:

Sayın ……,

Bu okulda çalışmaya başladığımdan beri benim için -bence okul için de- büyük bir eksiklik olarak gördüğüm duvar saatleri konusundan söz etmek istiyorum. Ne sınıflarda ne bölüm odalarında ne de bilumum toplantı mekanlarında insanlara zamanı hatırlatan büyük duvar saatleri var okulumuzda. Bu durum, pek çok zaman, referans almakta bizleri zorluyor. Derse geç giren öğrenciye en büyük dersi duvarda sessiz şahitliğiyle haykıran saat verebilir, sınav sırasında ikide bir kaç dakika kaldığını soran ve sınav atmosferinin bozan öğrenciye de aynı saat yanıt verebilir. İşe geç gelen öğretmenden, işten erken çıkan görevliye kadar her şey/ herkes iyi bir şekilde senkronize edilmiş saatler aracılığıyla uyarılabilir. Saatler sadece zamanı göstermez, zamanı kontrol eder, parçalara böler, onu yönetir. 

Sizden ricam, en azından sizin yetki ve etki alanınızdaki yerlere büyük saatler koymanız -her bir sınıfa birer tane, bölüm odalarına birer tane, geniş toplantı odalarına en az bir tane- ve bu saatlerin doğru zamanı gösterdiğini sürekli kontrol edebilen basit bir yönetimsel mekanizmayı harekete geçirmeniz. Okulda pek çok sorun vardır ve tabii ki basit mekanik aletlerle bu sorunlar çözülemez. Yalnız, zamanı doğru kullanamayan inanların yaşadığı bir toplumda / kurumda sorunların bitmeyeceği de ayrı bir gerçektir. Bu konuda kafa yormuş yazarlarımızdan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitütüsü" romanında bir alıntıyla bitireyim iletiyi.

Sahibinin en mahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütünheyecanlarını paylaşan,yahut masasının üstünde gün dediğimiz zaman bütününü onunla beraber olup bittisiyle yaşayan saat ister istemez sahibine temessül eder, onun gibi yaşamağa ve düşünmeye alışır.."

İyi çalışmalar ve bol güneşli günler,

Ali

 Tabii ki böyle bir iletiye yanıt geleceğini beklemiyordum. En azından iletinin muhatabı olan kişi bana “Siz kim oluyorsunuz da bana mesleğimi öğretiyorsunuz, haddini bil” demedi. Yapılmayan bir şey değil sonuçta. Belki de sırf bunun için kendimle gurur duymalıyım. Yalnız, iletiyi göndermemden yaklaşık 20 saat sonra, bu yöneticiyle okulun bahçesinde rastlaştık. Selamlaştık, el sıkıştık. Bana iletimden dolayı teşekkür etti ve isteğimin neden gerçekleştirilemeyeceğini kendince gerekçelerle izah etti. Ona göre, bu daha önce farklı okullarda denenmişti ama öğrenciler duvardaki saat yüzünden derse odaklanamamışlardı. Ayrıca okuldaki sınıfların ortalama oda sıcaklıkları farklı olacağı için saatlerin aynı hızda çalışacaklarını garanti etmek imkansızdı. Bu durumda bize gereken birer atom saatiydi ama onlar da çok pahalıydı.

Böylesine saçma bir argüman karşısında ben karşı-argüman geliştirmeyi bile düşünmedim. Güldüm, geçtim. Daha önce çalıştığım okullarda duvarlarda saat olurdu ama hiçbir sorun yaşanmazdı. Türkiye’deki çocukların saate karşı dayanılmaz bir zaafları mı var? Saat zamanı gösteren bir araçtır ve insan bir süre sonra onun varlığına alışır, olur olmaz vakitlerde başını çevirip saate bakmaz. Hadi, böyle bir zaaf var ve çocuklar saate bakıp saniyeleri sayacaklar. Bu sınıflardaki hocaların hiç mi iradesi yok çocukları bunu yapmaktan caydıracak? İkinci bahanenin bilimsel yönden saçma olduğunu anlatmaya hiç gerek yok sanırım. Bir kere okuldaki sınıf sıcaklıkları birbirlerinden çok farklı değil. İkincisi de sıcaklığın pil üzerindeki etkisi ne olursa olsun, pil bitmeye yüz tutmadan zaten saat yavaşlamaz. Öyle olsaydı, duvarlardaki saatlerimiz sürekli bir hızda yavaşlamaya başlarlardı. Oysa öyle olmuyor. Sadece pil iyice zayıflayınca, yani bitmeye ramak kalınca saat yavaşlıyor ve kısa bir süre sonra da duruyor. Pilin doluluk derecesine göre olsaydı, dünyadaki tüm saatler geri kalırlardı. Gerçi bu yönetici, bölüm odalarına ve toplantı odalarına saat koydurmaya çalışacağını söyledi ama henüz bu konuda da bir icraat göremediğim için bir şey diyemeyeceğim. Açıkçası hiç umudum yok. Beklentiler içine girip, kendimi yormak istemiyorum.

Buna benzer bir başka olay daha oldu geçtiğimiz günlerde. İnsan kaynaklarına bir ileti gönderdim. Dedim ki “Benimle yapılan mülakattan sonra bana iş teklifi yapan kişiler, bir maaş çizelgesinden bahsetmişler ve o çizelgeye göre bana x TL maaş önerebileceklerini söylemişlerdi. Bu adı geçen çizelgeyi görmem mümkün mü? Ayrıca, e-sigorta kayıtlarında benim brüt maaşım olduğundan az gözüküyor. Bir hata mı var yoksa ben mi yanlış bir beklenti içerisindeyim.” Tabii ki yazdığım ileti bundan daha uzundu ama kısaca –ve gayet nazik bir dille- bunları sordum. İK bana bir gün sonra yanıt verdi. Şu anda çok meşgul olduklarını ve en kısa zamanda bana döneceklerini yazdılar. Bu yanıtın üzerinden neredeyse 10 gün geçti ama henüz ikinci bir yanıt yok. Tatmin edici bir yanıt beklemiyorum zaten. Hatta umudumu neredeyse yitirdim. Yukarıdaki saat muhabbetini açmasaydım, büyük bir olasılıkla aklıma bile gelmezdi İK olayı. Lojmanlar konusunda şeffaf olmayı beceremeyen okuldan maaşlar konusunda şeffaf olmasını bekleme ya da en azından bu konuda adil olduklarını kanıtlamalarını talep etmek, bu ülkeye bile bol gelen bir demokrasi beklentisi olurdu. Bu yüzden çok kasmaya gerek yok. İçimde yine o ses, “takma kafaya” diyor. Kafaya takmıyorum ama nasıl oluyorsa yazıyorum…

Bazen kendime şunu da söylemiyor değilim. Belki de bu sıkıntıların çoğu koşamadığım için oluyordur. Brian “Running is art of suffering.” derdi. Belki de koşarak yeteri kadar acı çekemediğim ve sonucunda kafamı boşaltamadığım için böylesine “kimsenin kafaya takmadığı” ufak tefek sorunları kafaya takıyorum. Bir koşabilsem, bir kendime gelebilsem! İstanbul maratonundan beri 1 km bile koşmadım. Korkuyorum, sağ dizimdeki ağrı geri gelecek diye. Maraton günü defalarca durup, dizime masaj yapmak zorunda kalmıştım. Her biri 5-10 saniye süren bu masajlarla 500 metre koşabiliyordum sadece. Sonrasında acı tekrar dayanılmaz hale geliyordu, bir daha duruyordum. İnternete baktım. İki temel neden bulabildim benimkisi gibi (Sağ dizin dışında, dışarıya bakan tarafta. Aslında diz demek bile doğru olmayabilir o bölgeye. Kas ağrısı ama çok şiddetli.) bir ağrı için: Yokuş aşağı koşma ve ısınmadan koşma. Sanırım her ikisini de sıklıkla yaptım ben Türkiye’ye geldiğimden beri. Bu yüzden bir süre –belki 1 hafta daha- ara vermek iyi olur diye düşündüm. Yokuş aşağı koşmamak için de bundan sonra sadece okuldaki futbol sahasının etrafında turlayacağım. Sıkıcı bir koşu oluyor genelde ama yokuş inip, dizimi tamir edilemez bir tahribata sürüklemekten iyidir. Aşağıya maratondan sonra çekildiğim birkaç resimden birisini koyayım. Maraton gününü anlatan bir yazı yazmaya başladım ama bitiremedim. Ne zaman bitirebilirim bilemiyorum. Resim arada kaynamasın -Türkiye'ye geldiğimden beri yaşadığım en güzel gündü. İçinde koşu vardı, acı vardı, boğaz vardı, bitiş çizgisi vardı, aile vardı, yemek vardı-. 


25 Kasım 2012

ÖĞRENMENLER GÜNÜ


                                                    ÖĞRENMENLER GÜNÜ

Bugün öğretmenler günü, yani eğitimin ve öğretimin toplum ve gelecek açısından tartışılacağı, geleceği inşa edecek nesillerin sahip olması gereken vasıflarının masaya yatırılacağı, eğitimin sorunlarının sansürsüz ve makyajsız bir şekilde enine boyuna ele alınacağı gün. Böyle bir günün önemini anlatmaya başlamadan önce, eğitimin 21. Yüzyıl dünyasında ne anlama geldiğini anlamamız ve bu anlayışın bize vereceği olası aydınlanma sayesinde yol haritamızı çizmemiz gerekir.

Eskiden eğitim, bir çocuğu/genci terbiye etmek ve fiziksel olarak olanakların sınırlı olduğu bir yerde ona olası en fazla bilgiyi vermek olarak tanımlanırdı. Öğrenci derse girer, öğretmenini dinler, itiraz etmeksizin duyduklarını ezberler ya da zorla da olsa kanıksar ve sürecin sonunda verilen bir sınavı geçip, diplomasına kavuşur. Bu tanımda öğretmen dolu bir sürahiye, öğrenci ise boş bir bardağa benzetilebilir. Öğretmen bardağı doldurur, kendinde olup öğrencide olmayanı öğrenciye aktarır.

Oysa günümüzde eğitim, en azından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, farklı bir tanımlamanın sınırları içerisinde algılanıyor. Artık ne öğretmen dolu bir sürahi, ne öğrenci boş bir bardak olarak algılanmaktalar. Öğretmen yaptığı işin her aşamasında yeni şeyler öğrenir, dolayısıyla aynı zamanda bir “öğrenmendir”. Öğrenci de boş değildir sınıfa girdiğinde, bir birikimi vardır, bir karakteri vardır, bildiklerinin üzerine inşa edebileceği şeyler vardır. Öğrenci olduğu kadar hem öğrenmenine hem de sınıftaki diğer arkadaşlarına karşı “öğretcidir” de. Öğrenci okula bir şeyler öğrenmek için değil, bir şeyler öğrenmeye hazır hale gelmek için gelmelidir. Yani, öğretmenin görevi öğrenciye bilgi vermek değil, öğrenciyi bilgi almaya hazır hale getirmek ve onu bilgi “talep” eden bir “talebe” haline getirmektir. Bilgiyi arayıp bulacağı ilk yer tabii ki okuldur ama öğrencinin, bilginin sınırsızlığının farkına varacağı yer de okuldan başka bir yer değildir.

Öğretmenin görevi, sınıfın karşısına geçip, öğrenciye bilgi vermek, doğruyu dayatmak ya da ahlakın değişmez kurallarını anlatmak değildir. Öğretmenin görevi, öğrencinin bilgiye ulaşmasını sağlamak ve bu süreç sırasında olası vakit kaybını en aza indirmektir. Dik üçgeninin en uzun kenarının uzunluğunun karesinin diğer iki kenarın uzunluklarının karelerinin toplamına eşit olduğunu, öğretmenin yol gösterici yönergeleriyle, öğrenci kendisi keşfetmelidir. Bu sonuca ulaşmak kimi zaman birkaç saat alabilir ama sonuçta öğrenci keşfetmenin tadına varacaktır. Pisagor’u, işi gücü karmaşık matematiksel kuramlar üreten bir dahi olarak değil de kendisi gibi düşünen bir insan olarak görecektir. Hepsinin ötesinde, öğrenci neyi neden yaptığını anlayacak ve yapmış olduğu keşfin verdiği zevkle yeni keşiflere yelken açmak isteyecektir. Kısacası matematiği ve matematiksel bilgi edinim yöntemini içselleştirecek, onu sevecek ve hayatın farklı alanlarında matematiksel düşünceyi severek kullanacaktır.

Günümüzde “öğrenci merkezli eğitim” denilen bu akım aslında Sokrat’tan beri bildiğimiz bir yöntemin günümüze uyarlanmış halidir. Eflatun’un diyaloglarından birinde Sokrat bir öğrenciye karenin alanının iki kenarının uzunluklarının çarpılmasıyla bulunduğunu öğretir. Yalnız bunu öğretirken yaptığı tek şey soru sormak ve her sorudan sonra öğrencinin teyidini almaktır. Sonunda öğrenci karenin alanını nasıl hesaplayacağını öğrenir. Sokrat ise (aslında Eflatun) işin yönteminde takılmıştır. Öğrenciye sorar “Şimdi ben sana yeni bir şey öğrettim mi?”. Öğrenci “Hayır” der. Eflatun’un “Matematik bir hatırlamadır” sözüne çok güzel bir açıklama olabilecek bu diyalog aynı zamanda günümüzün eğitim anlayışına da ciddi bir yakınlık arz eder.

Kısaca özetlemek gerekirse, öğretmen öğrencinin öğrenmesine yardımcı olan bir etkinlik düzenleyicidir (facilitator). Ortamı hazırlar, öğrencinin olası sorularının yanıtlarını kullanıma hazır hale getirir, öğrenciyi soru sordurmaya teşvik eder. Böylece öğrenci öğretmeni karanlığı aydınlatan bir fener olarak değil, karanlık yollara konmuş işaretleri gözden kaçırmamasını sağlayan bir iç ses olarak algılar. İşaretleri söylemez öğretmen, “Şunu yap, bunu yap” demez, elinden geldiğince geri planda kalıp, öğrenciyi aktif hale getirmeye çalışır. Kolay gibi görünen bu yöntem aslında aktif ders anlatmaktan daha zor ve yorucudur. Ayrıca daha çok entelektüel birikim ve öngörü gerektirir. Öğretmen öğrenciyi tanımalı, öğrencinin bilişsel birikiminin ve entelektüel yeteneklerinin düzeyine vakıf olmalıdır.  

Gelelim günümüzde Türkiye’de uygulanan sisteme. Maalesef yukarıda anlattığım ideal yöntemlerden çok uzak bir noktadayız Türkiye’de. Başbakan dershaneleri kapatma tehdidini bir takım çevrelere savuradursun, okulların birer dershaneye dönüşmüş olması gerçeği, alabildiğine acı verici, alabildiğine gerçektir. Hem okullar dershanelere dönüştükten sonra, yani eğitimin can damarı olan ulusal eğitim sistemi, dershaneci bir sisteme indirgendikten sonra, hükümet isterse kapatsın dershaneleri, bir değişiklik olmayacaktır ülkenin yakın geleceğinde.

İngilizcede örgün eğitim kurumlarında çalışan eğitmenlerle, öğrencileri bir takım sınavlara hazırlayan kurumlarda çalışanları ayıran kelimeler vardır. Örgün eğitim kurumlarında çalışanlara “teacher” denirken, öğrencileri sınavlara hazırlayanlara “tutor” denilir. Batıda bu ayırımın ciddi bir ontolojik anlamı vardır. “Teacher”ın görevi bilgiyi öğretmek;  nedeniyle, nasılıyla işlemek ve öğrenciyi bilgiye aşina kılmaktır. “Teacher” öğrencinin akademik gelişimi kadar onun sosyal ve ahlaki gelişimini de gözlemler, kayıt altında tutar ve gerekirse, uzmanların da desteğiyle, sürece müdahale eder. “Teacher” bilim ve matematik sevgisini aşılamakla yükümlüdür, bilime ve bilimsel düşünceye saygılı olmak zorundadır, bilimsel yöntemi tek bilgi edinme yöntemi olarak kabul etmelidir.

Oysa “tutor”un böyle bir sorumluluğu yoktur. “Tutor” sınavda çıkabilecek soru türlerine odaklanır, o türde soruları öğrencinin nasıl en çabuk ve en doğru biçimde çözebileceği üzerine kafa yorar. Hedef bilgi vermek ya da bilim sevgisi aşılamak değildir. Hedef bir sınavı geçmek ve sonuçta istenilen bir üst okula gitmektir. Durum bu olunca “tutor” ile “teacher” arasındaki ontolojik fark kapanmayacak bir uçurum olarak algılanabilir. Birincisi alabildiğine pragmatist ve işlevseldir, diğeri kuramsal ve idealist.

Yukarıda da yazdığım gibi, günümüzde okullarımız birer dershane havasında idare ediliyorlar. Özellikle özel okulların başarıları, üniversiteye gönderebildikleri öğrenci sayısıyla ölçüldüğü için, durum daha bir içler acısı hale geliyor. Laboratuvarda deney yapıp öğrenciye yerçekimi ivmesini ölçtürmenin ne gereği var, 10 m/s2 olarak kabul edelim yeter. Öğrenci bir kere bile kimya laboratuvarına girmeden bitirebilir liseyi. Dört sene boyunca kimya dersi alır ama derslerde sürekli sözü edilen moleküller, bileşimler, asitler, bazlar; üç-beş harfin yan yana gelip, sağlarına sollarına birkaç sayı kabul ettikleri soyut nesneler olarak kalırlar zihinlerde. Hayatında hiç asit görmez, hiç baz da görmez. Limonun asidik, sabunun bazik olduğunu da, eğer şanslıysa ve bir şekilde bilime merak sarabilmişse, çok sonraları okuduğu kitaplardan öğrenir.

Durum böyle olunca insan durup düşünmeden edemiyor: Neyin öğretmenler gününü kutluyoruz? Eğitim sistemimizin hal-i pür melali gözlerimizin önünde. Bir de bunun yanında okulsuz köylerimiz, okulsuz öğretmenlerimiz, öğretmensiz okullarımız varken, nasıl oluyor da insanlar öğretmenlerin gününden bahsedebiliyorlar?  Öyle okul girişi öğretmenlere bir çiçek vererek, öyle okulun “herkes” butonundan tüm çalışanlara “Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun” mesajları atarak mutlu olmuyor öğretmenler maalesef. Bu ülkede sınıfında bıçaklanıp öldürülen öğretmenler var, bu ülkede kaçırılıp günlerce ailelerinden uzak tutulan öğretmenler var, bu ülkede bir şeyler değiştirmek istediği halde sürekli bürokrasinin kalın duvarına çarpan, azarlanan, haddi bildirilen, aptal yerine konan öğretmenler var. Beş yıldızlı otellerde akşam yemekleri verip, kürsüye çıkıp, vatan-millet-gelecek tekerlemelerini sittin kere tekrar ederek, öğretmenlerin günü gün olmuyor maalesef… 

Son olarak da saygı sorununa değinmek istiyorum. Ben hiçbir mesleğin bir diğerinden daha üstün ya da daha fazla saygıyı hak ettiğini düşünmüyorum. Dolayısıyla öğretmenler de bir marangoz ustasından ya da bir manavdan daha fazla saygı hak etmezler. İlla bir saygı görecekse bu saygıyı kazanmalıdır öğretmen. Öğrencinin gözünde yükselerek, öğrencinin kalbini kazanarak, öğrenciye kendini sevdirerek yapar bunu. Yapamazsa da sorun değildir zaten. Yani öğrenme işlemi, öğrenci öğretmene saygı duymasa da gerçekleşir. Nasıl ki lokantada karnımızı doyurmamız için garsona şekilci bir saygı gösterisinde bulunmuyoruz –bu garsonun emeğine saygı duymadığımız anlamına gelmez-, nasıl ki bindiğimiz otobüsün şoförünün önünde ceketimizi iliklemiyoruz, aynı şekilde öğretmenin karşısında da olduğumuzdan farklı görünmemiz gerekmez. Bir insan, işini yapan bir görevli, ne kadar saygıyı hak ediyorsa o da o kadar saygı hak ediyordur etrafından. Öğrenci bu kadarını bile anlasa, yani “karşısında işini yapmak isteyen bir insan var ve sırf insan olduğu için saygıyı hak ediyor” düşüncesine kendisini alıştırsa, aslında o tuhaf saygı güzellemelerine de gerek kalmayacak ve eğitim gereksiz kutuplaşmalardan uzak bir şekilde, kendi varlığını ikame edebilecektir.

Bu şekilci saygı kültüründen kurtulduğumuz gün, öğretmenler gününe de gerek kalmayacaktır. Tıpkı diğer emekçiler gibi, öğretmenler de 1 Mayıs’ta meydanlara çıkıp, baharın ılık güneşi altında şarkılar söyleyip, işçinin bayramını kutlarlar. Nihayetinde öğretmenler de birer işçidir, hem fiziksel olarak hem de zihinsel olarak elini taşın altına koyan bir işçidir. Onun bayramı da diğer emekçilerin bayramıyla aynı gündür. Özel günler üretip, gereksiz taltifler ve tezyinlerle alay edileceklerine, en azından gerçekle yüzleşmiş olurlar.   
                                                                                              

13 Kasım 2012

Türkiye'den Mektuplar 22


Bugün kendimden söz etmek istiyorum. Bunu yaparken derdim kimseye kendimi anlatmak değil, daha çok kendime kendimi anlatmak. Yazılı olmayan bir şey benim kafama girmiyor. Her ne kadar elimden geldiğimce beş duyumu kullanarak ve duyumlarımı kâğıda dökerek yazmaya özen göstersem de sonradan öğrenilen bu durum, benim, neredeyse tamamıyla “görsel” yollarla öğrenebilen bir insan olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden de kendimi yazacağım bu akşam, belki kendime sürekli tekrar ederek öğretemediğim şeyleri, yazarak öğretebilirim. Hem zaten günlerdir bir şey yazamadım.

Okuldaki işler ASLA bitmiyorlar, ASLA da bitmeyecekler. Onlar bitmeyince de ben, beni bekleyen bir sorumluluktan dolayı huzursuz oluyorum. Huzursuz olduğum bir zamanda da yazamıyorum. Yazmaya otursam okumam gereken yazılı kağıtları ya da ödevler boyunlarını büküp bakacaklar sanki, kıskanacaklar benim yalnızlığımı, zevk alarak bir şeyler yapmamı. Yok ama, bu akşam getirmedim kağıtları eve, meydan okudum işlere. Bundan sonra da getirmeyeceğim. Evdeyken öğretmen olmayacağım artık. Okunacak bu kadar çok kitap, yazılacak bu kadar çok konu varken, mesai saatlerinin dışında çalışmak yakışmıyor bana. İşlerin yoğunluğu konusuna daha sonra değineceğim ama şimdi biraz kendimden söz edeyim. Neleri sevmediğimden. En vahşi ve kızgın (en çok da kendime) halimle yazıyorum dolayısıyla yazdıklarımdan sorumlu değilim.

1. Müzik sevmem: Herkes gibi ben de dinlerim müzik –şu anda da dinliyorum-, yolda yürürken, metroda giderken, ders çalışırken; etraftaki gürültüyü bastırmak için iyi bir araçtır müzik ya da kafayı bulmak için. Yalnız ben, öyle başkaları gibi, bir şarkıyı özlemem, bir konsere gidip öyle iki-üç saat müzik dinleyemem –ya uykum gelir ya canım sıkılır, bitse de gitsem diye saniyeleri sayarım-. Benim için müzikle gürültü arasındaki tek fark ikincisinin daha çok rahatsız edici olmasıdır. Müzik biraz daha düzenlidir, periyodik bir fonksiyon gibidir, dalgalanır, ara sıra kırılmalara uğrar, tepelere çıkar, yerlerde sürünür; insanın iç dünyası gibi durağan değildir, duygu fırtınalarına gebedir… Bir de bazı şarkıların sözlerinin şiirsel olması etkiler beni. Yoksa ne saksafonun sesine aşinayımdır, ne de piyanonun tınılarına. Çalarsa dinlerim, iyi gider kitabın ya da yazının yanında. Mozart’dan Bach’ı ayırabilecek kadar müzik bilgim vardır ama ikisi de yaklaşık aynı duyguları yaşatır bana. Vivaldi’yi, Wagner’i, Rahmaninof’u severim ama bu sevgi bir kedi nankörlüğü ile ölçülebilecek kadar yüzeyseldir. Olmazlarsa hayatımın sonu gelmez, hiçbir eksiklik hissetmem, hiçbir açlık da duymam. Varsa bir yerlerde açarım, o çalar ben de işime bakarım. Müziksiz bir hayat benim için müziklisinden farksızdır. Ofiste çalışırken rock dinlerim çünkü en iyi rock müziğin tantanası bastırabiliyor ofisteki, kimi zaman benim de dahil olduğum gürültüyü. Yazarken genelde klasik dinlerim böylece şarkıların sözleri dikkatimi dağıtmaz. Yollarda radyo dinlerim, bir sonraki parçanın bilinmiyor olması işi daha zevkli hale getirir.

Müzik sevmememin bir nedeni de müzikte sevilecek şeyin ne olduğunu bilmememdir. Yani tınıları mı sever insan, ritmi mi, müzik aletinden çıkan sesi mi, o sesin yüreğinde yarattığı kıvılcımları mı, anımsadığı eski aşkları mı? Bunları ayırt edemediğim ve değerlerini anlayamadığım için de müzik benim için bir ihtiyaç değildir. Hayatım boyunca gittiğim konserlerin sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmez. Onların da çoğu klasik müziktir. Hadi gittiğim kafede, barda birileri rock ya da jazz çalıyorsa benim de hoşuma gider bu ama oturup orada aval aval müzik dinleyemem. Ben arkadaşımla muhabbetimi ederim, arka fonda müzik çalsın.
Müzik dinlemem, müzik hakkında saatlerce yorum yapanları da anlayamam. Neyi tartıştıklarını, neyi dert edindiklerini merak ederim, çoğu zaman da kafam basmadığı için ortamdan sıvışmaya bakarım. Belki biraz müzik eğitimi alsaymışım ve nota algısı geliştirebilseydim durum farklı olurdu ama artık çok geç. Müzik de sonuçta başlı başına bir dil, bir iletişim aracı. O dilin kurallarını, harflerini, kelimelerini küçük yaşlarda öğrenmezsen bir daha çok zor öğrenirsin. Örneğin, neden Mozart büyük bir besteci olabilmiştir. Bir kere müziğin değer verildiği bir ülkede ve devirde doğuyor. Sonra babası Mozart’a her türlü müzik eğitimini çok erken yaşlarda veriyor. Küçük Mozart okuma yazma öğrenmeden, belki ikiyle ikiyi toplamadan çok çok önce notaları biliyordu, zihninde onları canlandırabiliyor, duyduğu bir tınıyı anında hafızasına aktarabiliyordu. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru ebeveyne doğmak şart dahi olmak için. Ondan sonrası da sıkı çalışma ve durmaksızın üretme. Çang May’dayken ben keman dersleri almıştım da nasıl rezil olmuştum hem kendime hem oradaki arkadaşlarıma. Ben kim, keman çalmak kim…

2. İşle/Parayla İlgili Sözlü iletişimi Sevmem: Elimden gelse tüm gün hiç konuşmasam, herkesle yazarak anlaşsam. Ne insanlarla yüz yüze konuşmayı severim ben ne de telefonda konuşmayı. Telefon çaldığında daha açmadan “bitse de kapatsam” derim içimden. Tabii ki severim dostlarla bir araya gelmeyi, kahkahalar atmayı, kafayı demlemeyi. İyi bir ortamda muhabbet etmek çok farklı bir şey. Benim kastım işyerinde, bankada, postanede, gerekli gereksiz bilumum mekanlarda konuşmak zorunda kalmak, tanımadığın insanlara durumu izah etmek.

Ofiste bazen telefon çalıyor. Normalde bölüm başkanımız açar telefonu ama kendisi ofiste olmayınca telefona o anda yakın olan kim varsa o bakıyor. Karşıdaki kişi telefondaki kişinin bölüm başkanı olmadığını anlasa bile sorar “Bölüm başkanı orda mı?”. “Kendisi burada değil” derim nazik bir dille ama aslında içimden “Ya kardeşim, bölüm başkanı burada olsaydı zaten o açardı. Açmadığına göre demek yok. Hadi kapat da işimize bakalım.” derim. Ben olsam arayan, başkasının sesini duyar duymaz, çaaat diye kapatırdım suratına. Eskiden olsa bu davranışı kaba bulurdum ama o kadar çok kabaca davranış gördüm ki son 3-4 ayda, artık hiçbir şey bana kaba gelmiyor. Ne gerek var boş muhabbete. İki taraf da rahat etsin, zamandan tasarruf sağlayalım. Ha bir de not bırakanlar var. Deli midir nedir? İnternet çağındayız beyfendiiiii/hanfendiiiiii, gönder bir elmek, okusun işte. Ne gerek var elçiye. Hem telefondan bırakılıp, kağıda yazılan mesajın karşı tarafa ulaşıp ulaşmadığını da bilemeyeceksin. Sonra bölüm başkanı gelir, notu görür/görmez, not masanın altına düşer, notun kimden geldiği ya da saati yazılmamıştır, nottaki el yazısı okunaklı değildir, notu alınca ne yapacağını bilemez ve notu yazana sorar, notu yazan da orada olmadığı için hareket gecikir…

Sanırım insanlar konuşmayı işten saymıyorlar ama yazmayı işten sayıyorlar. Benim için de tam tersi. Benim için konuşmak meşakkatli bir iş. Yazmak zevkli, kalıcı, doğrudan, öyle sesin tonuna falan ayar vermen de gerekmiyor… Verin bana klavyeyi, akşama kadar yazayım. Zaten okunup okunmamak da çok umurumda değil. Her şeyi yazayım, planlayayım, kuralları açık ve seçik hale getireyim. Konuşarak anlaşmak iletişim yöntemlerinden en etkisizi ve en çetrefillisi gibi gelir bana. Bazen düşünüyorum, yazıyı keşfeden insanlar neden yasaklamamışlar konuşmayı. Rahat ederdik işte, gereksiz bir sürü dırdırdan kurtulurduk. Dünya daha sessiz olurdu. İnsanlar gereksiz yere bir sürü boş muhabbete girmezdi.  Yazışarak hallederdik işlerimizi. İnsan yazarken daha dikkatlidir, mesajını göndermeden önce kontrol eder, yanlışları siler. Yanlış anlaşılmalardan arındırır. Hem yazılı olan kalıcıdır, dönüp bakarsın, tekrar tekrar kontrol edersin.

3. Fiziksel kataloglamaları sevmem: Bilgisayarda bir klasörün içine yüzlerce klasör, bu klasörlerin her birinin içine de yine yüzlerce klasör ve dosya koyabiliriz. Neredeyse sonsuz bir sınıflandırma yapabiliriz. İç içe girmiş dünyalar yaratabilir, çok düzenli ve anlamlı kataloglamalar yapabiliriz.  Böyle bir olanak varken, tutup da halen dosyalara kağıt sıkıştıranları, koca koca klasörlerde ders notlarını, sınavları, bilumum öğretmenlik dosyalarını saklayanları anlayamıyorum ben. Sınıflarda birer bilgisayarımız olsa da rahat rahat kullanabilsek hazırladığımız dosyaları ders esnasında. Hem kağıda yazılı olmadığı için, istediğin zaman git değiştir metni, üzerinde oyna, yanlış varsa düzelt.

4. Mekanik olabilecekken olmayan şeyleri sevmem: Ben hayatı alabildiğince mekanikleştirme taraftarıyım. Evet, tam da öyle, trim tikitak, trim tikitak… Kurallar, kullanma talimatları, son tarihler, elektronik takvimler, e-takvim yoluyla toplantıya çağırmalar, dosya paylaşım programları sayesinde pek çok kişinin aynı dosyalar üzerinde çalışabiliyor olması… Hayat zaten o mekanikleşmenin dokunamadığı yerlerden deliğini bulup, bir şekilde fışkırır havaya, bizim telaşlanmamıza gerek yok. Yani biz çok fazla bilgisayarlarla haşır neşir olunca, Türk kahvesinin tadı değişmeyecek. Yine gideceğiz öğlen yemeğinden sonra, yine içip kahvemizi, edeceğiz muhabbetimizi. Ben zaten mantı yerine doygunluk hissi veren ve bizi yeteri kadar besleyen haplar içelim, tuvaletlerimize otomatik kıç temizleyiciler koyalım, sokağa çıkıp işe gitmek yerine bizi temsil eden robotlarımızı gönderelim demiyorum. Hayatı kolaylaştıran ve insanın doğasından kaynaklanan hataları en aza indirgeyecek teknolojileri kullanalım.  

Bir şey öneriyorum, “İnsanlar bilgisayar kullanmaya o kadar alışık değiller burada” diyorlar. Alışsınlar efendim, eğer birilerinin azıcık zorlayıp bilgisayarı anlamaları işleri kolaylaştıracaksa, alışsınlar, zorlasınlar azıcık kendilerini. Biz de anamızın karnından bilgisayarla doğmadık herhalde, biz de öğrendik gayet zahmetli bir şekilde. Her türlü gelişmeye ayak diretenlere gerici derler ve aslında gericilik öyle çok da sandığımızdan uzakta değildir. Bırakalım hayat mekanikleştiği yerde mekanikleşsin. Ford arabayı bulduğunda da aynı itirazı yapmışlardı insanlar, sonra ne oldu? Var mı İstanbul’da işine at arabasıyla giden şimdi? Evinizin yanında orman bile olsa ata binip gitmeyeceksiniz, arabaya bineceksiniz ya da otobüse/metroya. Bırakın makineler, bilgisayarlar kontrol etsinler hayatımızı. Çünkü onlar kontrol ettikleri zaman kavga, dövüş olmuyor. Onlar daha iyi görüyorlar programda yaşanacak bir sorunu, onlar daha iyi algılıyorlar sonuna varılamayacak projeleri. İşimizde alabildiğine mekanik olalım, kalan vakitlerde de şiir okuyalım, saz çalıp dans edelim, spor yapalım. Ben demiyorum ki her bokumuzu elektronikleştirip, çayımıza da çip katıp içelim. Mekanikleşmenin en güzel yanı insana zaman kazandırması ve bunu yaparken kişisel/kurumsal çatışmaları minimuma indirgemesidir. İnsan mekanikleştikçe daha fazla zaman ayırabilir yaşamaya/yaratmaya. İş yerinden çıkınca, at telefonu bir köşeye, git sporunu yap, yogayla nirvanaya ulaş, sevgiline gerçek çiçekler al, kokla toprağı, sür yüzüne gözüne… Hayatı mekanikleştirmek hayatı yaşamaya engel değildir, tam tersine hayatı mekanikleştirememek hayatı yaşamaya engeldir çünkü zamanını kemirir ufak tefek şeyler, bitin pirenin hesabını yaparsın onu senin yerine yapacak makineler varken. Bırakalım yapsınlar, çalışsın makineler bizim yerimize. Ki yapıyorlar da! Her yeni nesil bir öncekine göre daha mekanik, daha teknolojiye uyumludur. Bu uyumu sağlayamayan kurumlar geride kalırlar, bir türlü de anlayamazlar neyi nerede yanlış yaptıklarını. Çırpınır dururlar oldukları yerde, daha da çabuk batarlar çamura. Bir de bu karmaşanın ceremesini alttakiler çeker. Patronlar bitmeyen işlerden, başarıyla sonuçlanmayan projelerden işçileri sorumlu tutarlar.

 5. Toplantıları sevmem: Gereklilerini de sevmem, gereksizlerini de. Toplanıyoruz, muhabbet ediyoruz, şundan bundan konuşuyoruz, ayrılıyoruz. Hiçbir şey olmuyor. Tamamıyla vakit kaybı, tamamıyla yaratıcılığa vurulan bir balta. Ben Vietnam’dayken toplantı yapmazdım. İşler çok güzel tıkırında yürürdü. Kimse de şikayetçi değildi. Öğretmenler de memnundu İstatistik dersinin gidişatından öğrenciler de. Hemen her şey alabildiğine mekanikti, öğretmenler ders notlarını hazırlamakta özgürdü. Yani öğretmen sınıf içerisinde istediği gibi dersi anlatabilirdi. Böylece onların yaratıcılıklarını engellememiş olurdum. Yalnız tüm öğrencilerin erişebildiği bir ders kitabı, yine herkesin sorularına ve çözümlerine ulaşabildiği bir alıştırma kitapçığı vardı. Benim vermem gereken kararları ben verir ve takımdaki arkadaşlara elmekle bildirirdim, her şeyin prosedürünü uzun uzun, etrafını cami ağyarını mani bir şekilde yazar, ortak klasörümüze koyardım. Soru işareti bırakmazdım ki toplantıya gerek olsun. Tek tük prosedürleri, kuralları okumayanlar bana sorarlardı ve ben de izah ederdim durumu ya da bazen izah bile etmez soru soranı doğrudan bahsi geçen kuralın olduğu sayfaya yönlendirirdim.

Pek çok toplantıda kararlar oylamayla verilmiyor dolayısıyla zaten verilmiş olan kararları dinlemek için oraya çağrılmışız. Toplantının tutanağı bir şekilde elinize ulaştırılacağı için yazmanıza da gerek yok. Diyelim bir iş için oylama gerekiyor. Bunun için de bir sürü online site var. Gidersiniz, kaydolursunuz, oylanacak soruları oraya yazarsınız, herkes adını kullanmaksızın oyunu kullanır. Bunun için toplanmanın, laklak etmenin bir anlamı var mı? Birbirimizin yüzünü de görmeyelim mi? Görmeyelim efendim, zaten görüyoruz akşama kadar, istesek de istemesek de görüyoruz. Ne gerek var hiçbir yararı olmayan etkileşimlere?

Eve iş götürmeyi sevmem: Aslına bakılırsa öğretmene, eve iş götürmesi yasaklanmalıdır. Siz hiç eve iş götüren fabrika işçisi gördünüz mü? Bizim kanun önünde ve çalışma şartları göz önüne alındığında, bir işçiden ne farkımız var. Hiçbir farkımız yok -gurur duymalıyız bu farksızlıktan- aslında, boynumuza taktığımız kıravattan başka. Eğer bir öğretmen mesai saatleri içinde kendisine verilen işleri yapamıyorsa –ki bu içler acısı bir durumdur çünkü aynı öğretmenden bir de kendisini geliştirmesi ve yaratıcı olması beklenir-, ya verilen işlerin miktarında bir sorun vardır ya da öğretmen ortalama bir insandan çok yavaş çalışıyordur. Sonuçta memurlar gibi belli mesai saatleri dahilinde çalışan insanlarız. Vietnam’dayken haftada 40 saat çalışma yükümlülüğümüz vardı. Dolayısıyla dersim yoksa okula 9’da ya da 10’da gidebilirdim. Yine aynı şekilde sınav kağıdı okuyacaksam, akşam 10’a, 11’e kadar okulda kalabilirdim. Çalışma saatleri rahat olunca, insanın eve iş götürmesinde mantıksal olarak bir sorun yok. Önemli olan işin yapılması ve kurumun işlevselliğini yerine getiriyor olması. Gelelim şimdiki okuluma. Tamam, burası bir lise ve durum çok farklı. Mesai saatlerimiz sabah 7:45’den akşam 5’e kadar. Ama bu saatler dahilinde bizden beklenen işlerin bitmesi olanaksız. Böyle olunca da bazı öğretmenler eve iş götürüyorlar. Onları gören diğerleri de arkada kalmamak için aynı şeyi yapıyorlar. Sonunda da anormal olan eve iş götürme eylemi normal oluveriyor ve eve iş götürmeyi reddedenler yanlış bir şey yapıyorlarmış gibi bir zan altında bırakılıyorlar.

Böyle bir kurumda yapılması gereken ilk şey yöneticilerin, öğretmenlerin sorumluluklarını gözden geçirmeleridir. Bir öğretmenden haftada beklenen kağıt okuma, sınav yazma, ders anlatma, nöbet tutma gibi görevlerin ne kadar zaman tutacağı, öğretmenin lehine olacak bir duyarlılıkla hesaplanmalıdır ve ardından en gereksiz olanlar öğretmenin omuzlarından alınmalıdır. Ancak böyle bir şey yapıldıktan sonra, öğretmen yaratıcı olmak için vakit bulacaktır. Bütün samimiyetimle yazıyorum, yaratıcılık için gerekli ilk şeylerden birisi “başarısız olabilme lüksüne sahip olmaktır”. Bu yoksa insan yaratıcılığı deneyemez, böyle bir deney için gerekli cesareti kendinde bulamaz.  Sabahtan akşama kadar bir saniyesi bile boş olmayan –öyle ki artık yemeği bile alelacele yiyip, hemen masamın başına dönüyorum kalan işleri bitirmeye-  bir insan nasıl olur da derste yaratıcı örnekler verebilir, nasıl olur da kendisine “ne yapayım da öğrencilerin ilgisini çekebilecek bir ders anlatayım” sorusunu sorar? Gerçi bunu düşünmesine gerek yoktur çünkü bir makine gibi elimize tutuşturulan ders notlarını öğretmemiz istenir bizden, tek bir kelimeyi es geçmeden, tek bir soruyu atlamadan, bana göre hiç de anlamı olmayan yüzlerce birbirinden karışık örneği çözerek, öğretmenlik yapmamız istenir. Bunları yaparken, bir maraton koşucusu gibi durmaksızın yol alırız. Her şeye rağmen zaman yine yetmez çünkü öğrenciler en akla gelmez bahanelerle dersten alınırlar, geride kalırlar. Biz onlara okuldan sonra bizleri görmelerini isteriz, kimisi gelir, kimisi eker.

Bir de bu zamansızlığın üzerine, yöneticilerin bilgisizliği ve egoizmi eklenince, öğretmenin omuzlarına bir yük daha biniyor. Sanki o iletişim hatalarını, yanlış toplantı saatlerini, zırt pırt değişen etkinlik planlarını, hiç de işlevsel olmayan iletişim sistemini kendisi yapmış gibi yükün altına girer ve nihayetinde ezilir, küçülür, hiçbir işe yaramayan, sadece kağıda yazılı olanları tekrarlayan, kendisinden istenileni minimum yaratıcılıkla yapan bir robotcuğa dönüşür. Asıl mekanikleşmesi gereken şeyler ihmal edildikleri için öğretmenin dersteki en önemli –öğrenciye en fazla etkide bulunabileceği, kendinden bir şeyler verebileceği-  saatleri mekanik bir anlatıma dönüşür. Sıkıcı, tekdüze bir ders, içinde öğretmenin kişiliğinin/kişisel tarihinin/kişisel birikiminin olmadığı hilkat garibesi bir makine kalır geriye.

Çok şey yazılabilir bu konularda ama daha önce de yazdığım gibi benim bunları burada yazmış olmam hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Sırf kızgınlığım geçsin, içimde kalmasın diye yazıyorum. Bir yerlerde, birilerinin yüzüne patlamaktan çok daha iyidir burada yazmak ve boşalmak.  O yüzden daha derine girsem de, sorunları sosyal ya da psikolojik açıdan incelesem de değişen bir şey olmayacak. Belki gereksiz yere vaktimi harcamış olacağım.  Onu da ben pek istemiyorum. Belki ileride, bu okuldan ayrıldıktan sonra, bu okulda geçirdiğim acı tatlı günler üzerine bir kitap çıkarırım. Onu da zaman gösterecek. 

01 Kasım 2012

Türkiye'den Mektuplar 21


Türkiye’ye geleli dört ay oldu. Halen en büyük zevklerimden birisi sabah erkenden kalkıp, bir şeyler atıştırdıktan sonra –ya da atıştırırken-, bir pencere önüne oturup, sabahın kente inişini izlemek. Bunu hafta sonları da dahil hemen her sabah yapıyorum. Kimi zaman kitap okuyorum pencerenin önünde, kimi zaman yazıyorum –şimdi de olduğu gibi-, kimi zaman da avareliğin tadını çıkarıp benim gibi sabahı bekleyen kuşlara, kedilere bakıyorum. Sabahın bir bıçak ağzı gibi keskince gelmesi ve geceye son vermesi beni her sabah heyecanlandırıyor, umutlandırmasa bile! Kaldığım evin okula yakın olmasının da böylesi bir lüksle kendimi şımartmamda bir katkısı var sanırım. Uzaklarda yaşasaydım, belki daha erken kalkar, sabahın köründe yollara düşerdim. Bir de kafada sürekli dolanıp duran “acaba geç kalır mıyım kaygısı!”, “hangi yoldan gitsem sorusu!”, “hava da ne kadar soğuk oluyor sabahları!” şikayeti... Belki de sabahları uyanır uyanmaz, cep telefonundan yandex’e girip, İstanbul’da hangi yolların açık, hangilerinin kapalı olduğunu inceleyecektim. Ev okula yürüme mesafesi olunca bütün bu kaygılar, uzak ve adı az bilinen bir ülkedeki doğal afet haberleriymiş gibi geliyor.

Bu odaya “çalışma odası” adını verdik ama ben 2.4.03 demeyi tercih ediyorum. Sokağın 2 nolu apartmanının, dördüncü katının, üçüncü “en sık kullanılan” odası burası. Bu odanın penceresinden bakınca manzarayı ikiye bölen geniş ve kıvrımlı bir yolu fark etmemek olanaksızdır. Çıkışlı inişli toplam dört şeridi olan, hiçbir zaman aynı anda dörtten fazla aracı üzerinde hareket ediyor halde görmediğim, güzel ve bakımlı, abimin deyimiyle cillop gibi bir yol. Yolun en büyük özelliği birbirinden sosyo-ekonomik açıdan ayrılan iki mahalleyi, kesin bir çizgiyle coğrafi olarak ayırıyor olması. Yolun sağ tarafı, benim de içinde bulunduğum gecekondu mahallesi. Buradaki en yüksek yapılar 4 katlı, gecekondudan bozma, çoğunda tek bir ailenin –ve birkaç kiracının- yaşadığı binalar. Çok büyük bir alanı kaplamıyor ama üç tane camisi var birbirine neredeyse eşit uzaklıkta. Evlerin bacalarından soba dumanları tütmeye başlamış bile, çocuklar otobüs duraklarını kale yapıp sabah akşam cam levhayı dövüyorlar meşin yuvarlakla. 

Yakında kentsel dönüşüme kurban edileceği söylenen bu mahalle sessizce direnişe hazırlanıyor –en azından bazıları-. Duvarlarda yazılar var “Yıkıma Karşı Tek Yumruk” gibi. Zaten ben evden çıkıp, okula varana kadar içinden geçtiğim sokakların adlarını yazsam, bu mahalleden başka bir tavır beklenmemesi gerektiği sonucu çıkar. Sokak adları, sırayla olmasa da şöyle: Evrim Sokak, Özgür Sokak, Emek Sokak, Birlik Sokak, Barış Sokak…  Büyük bir olasılıkla mahallenin demografik yapısı son yıllarda değişti, emekçi-direnişçi kesimin yerini emekçi-dindar kesim aldı. Dolayısıyla da yıkıma sıcak bakan, “büyüklerimiz böyle uygun görmüş” diyen, “yapılan teklif fena değil abi” diye lafa bodoslama dalan, “böyle gecekondularda yaşayacağımıza paşa gibi bize verilen apartman dairesinde yaşarız” hayali kuran insanlar azımsanmayacak kadar çok. Oysa bilmiyorlar ki kentsel dönüşüm diye adlandırdıkları, salt “politik olarak doğru olan” ifadenin altında ne paraların döndüğünü, bilmiyorlar ki aldıkları işçi maaşlarıyla kendilerine verilen apartman dairelerinin aylık aidatını bile ödemekte zorlanacaklarını ve bir süre sonra taşınmaya zorlanacaklarını, bilmiyorlar ki devletin salt bir apartman dairesiyle değil, en az beş yıllık bir fark faturası ile karşılarına çıkacağını ve bilmiyorlar ki tüm bunların kent merkezlerinin soylulaştırma (gentrification) girişiminin bir ayağı olduğunu, tıpkı Cihangir’de, tıpkı Sulukule’de yapıldığı gibi… Bilseler belki, şimdilerde içinde yaşadıkları sokakların adlarına yaraşır bir biçimde işin kavgasını verirler. Zaten bu sokak adları da kalmaz kentsel dönüşümden sonra, bunu da yazmış olayım.

Yolun öteki tarafında ise derli toplu evlerin içinde bulunduğu siteler var. Dersiz topsuz, rengarenk çapulcu sürüsünün karşısına dikilmiş düzenli bir ordu gibiler. Kendinden emin, vakur ve temkinli bir duruşları var. Sabah saatlerinde en ufak bir kımıltı olmuyor sokaklarında. Hemen herkesin arabası olduğu için insanların çoğu apartmanın kapısından çıkıp arabanın kapısına kadar yürüyor. Henüz hiçbir binanın bacasından duman tütmüyor, hiçbir evin çatısında yama yok, hiçbir binanın duvarları badanaya hasret kalmamış, hiçbir sokakta çöpler birikmemiş. Yolun sağ tarafındaki düzensizliğin esamesi yok yolun sol tarafında. Sağ taraftaki üç caminin aksine burada bir cami görünmüyor. Bir tane varsa da bile minaresi binaların gölgesinde kalmış olsa gerek ki seçilmiyor benim penceremden. Demek pek önemsemiyorlar onlar camilerin boylarını, poslarını bizim bu cenahtakiler gibi. Ayrı dünyaların insanları, aynı dili konuşan ve belki günde iki kere de olsa aynı yolu kullanan. Tepenin hafif düzlüğe kavuştuğu yerde zaten yol ikiye ayrılıyor. Sola dönünce bu sitelere ulaşıyorsun, sağa dönünce büyük bir anayola. Öyle bir yol, ayırıyor zenginle fakiri, okumuşla okumamışı, rütbeliyle rütbesizi, makam sahibi ile asla makam sahibi olamayacak olanı… Biraz dikkatli düşününce bu tip yollardan azımsanmayacak sayıda olduğunu fark ediyor insan! Boyacıköy ile Baltalimanı’nı ayıran sahilden Reşitpaşa’ya giden yol, Levent ile Çeliktepe/Emniyet Evleri’ni ayıran Büyükdere Caddesi, yakın bir gelecekte Maslak ile Ayazağaköy’ü ayıracak olan belki henüz adı konmamış yeni yollar…

Bayram yeni bitti, insan bir kere alışmayadursun tatilin getirdiği atalete –ne getirir ki tatil başka?-. On iki yıl aradan sonra ilk defa bir kurban bayramı yaşadım. Çok şükür, tek bir kurban kesilişini görmedim, ne kan gördüm ne de doğranmış bir hayvan. On iki yıl önce işler çok farklı yapılırdı. Sokak ortalarında, yol kenarlarında, bağlarda bahçelerde, aklın alabileceği her yerde, insanlar hayvan boğazlarlar, kent kesif bir kan kokusuna teslim olurdu. Bizler ise yükü ganimet bilip sokaklara çıkar, kan, ter ve irin içinde mahalle mahalle gezer, deri toplar, ardından da sabaha kadar aynı pisliğin içinde deri tuzlardık. Sanırım artık kimse tenezzül etmiyor kurban derilerine. Zenginleyen yeşil sermayenin sadakayla kaybedecek vakti yok, daha büyük hesaplar var peşlerinde koşulan, daha büyük pastaların daha büyük payları. Ben yollarda deri toplayan tek bir genç bile görmedim ama belki de onlar yine çalışıyorlardı. Gönülden uzak olunca gözden de uzak oluyor olabiliyor bazı şeyler…

Bütün bu eski anılardan uzak, sessiz ve sakin bir bayram geçirdik. İlk gün aile üyeleriyle, ikinci ve üçüncü gün şair/yazar arkadaşlarla, dördüncü gün yine aileyle. Sonrasında da Cumhuriyet Bayramı vardı, evlere şenlik. Gittik Taksim’e, bir süre oradaki törene katıldık, elimizde bayrak yoktu ama en azından kalabalık yaptık. J de görmüş oldu coşkuyla bayram kutlayan insanları, onların krallıklarını kutladıklarından çok biz kralsızlığımızı kutluyorduk. Neyse ki tazyikli suyla ve biber gazıyla tanışmadı henüz. Belki ileride tanışır, kim bilir! Hükümetin yeni sloganı bu olabilir mesela. Bir biber gazı şişesi ve üzerinde “her nefis bunu tadacaktır.” mesajı. Çok da yanıltmış olmazlar. Ne de olsa gitgide daralıyor çember!

Törenin ardından “Gergedan Mevsimi” adlı filme gittik. Güzel bir filmdi, fotoğraf sergisini gezmiş izlenimi uyandıran ve bu hissi uzun süre zihninizde tutabilen nadir filmlerden birisiydi. Konusu –dikkatli düşününce- biraz “rahatsız edici” geldi bana ama zaten rahatsız etmeseydi güzel olamazdı. İran devrimi ve sonrasında yaşanan işkencelerin, mağduriyetlerin konu olarak seçilmesine tabii ki lafım yok. Şiirleri Farsça orijinallerinden anlayabilseydim ne güzel olurdu! O orman sahnesi, o deniz kıyısı sahneleri, o kaplumbağa ve gergedan sahnelerindeki metaforik anlatımlar hem güçlüydü hem de düşündürücü. Ama asıl konu zaten bunların hiçbiri değildi. Asıl konu, son yıllarda sinemada/edebiyatta/tiyatroda sıklıkla karşılaşılan ve insanların gitgide “evet” yanıtı vermeyi avangartlık olarak gördüğü “uğruna kötülük yapılan aşk, aşk mıdır” sorusuydu, bana göre.  Filmin konusu hakkında yazıp bu yazıyı okuyanların film izleme keyiflerini bozmak istemem ama konu aşk olunca herkesin bir söyleyeceği vardır. Hatta konu aşk olunca herkesin bir söyleyeceği olmalıdır, değil mi?

Çocukların aşkı eğlencedir, gençlerin aşkı acı ve hüsran, olgunların aşkı ise salt mutluluk. İnsanın bu sonuncusunu anlaması için çok aşk acısı çekmesi gerekebilir, muhakkak! Ama üç-beş hendek atladıktan sonra hakikatin o kadar da uzakta bir yıldız olmadığının farkına varıyor insan. Aşk, insanı mutlu etmek için vardır ve insanı mutlu ettiği sürece aşktır. Eğer insan aşkı yüzünden mutsuz olduğunu iddia ediyorsa o insan aşkı anlamamış demektir ve kendi bencilliğinin kurbanıdır çünkü aşk başkasını kendine esir ederek mutlu etmez insanı, başkasını mutlu ederek mutlu eder. Bu durumda ortaya çıkan sonuç şudur: Aşkı için kötülük yapan insan, başkasına zarar veren insan, aslında bunu aşkı için değil, sözünü geçiremediği bencilliği için yapıyordur. İnsan bir kafestir, kuşunu arayan (Kafka diyor bunu, ben değil.). Kafes boş kaldığı sürece varoluş işlevini yerine getiremediğini düşünür. Dolayısıyla arar da arar içine hapsedeceği masum bir kuşu. İşte aşk böyle bir kafes olmamaktır, varoluş işlevini dışsal bir varlığa yüklememektir, kendi kendine var olabilmek ve ancak meyve verdikçe yaşayabilen tuğba ağacı olabilmektir.

Konu aşka gelince  nasıl da laçkalaşıyor insan. Gerekli gereksiz bir yığın benzetmeye dalıyor, uçuyor gidiyor hiç olmadık yerlere. Sinemadan çıkınca hızlı adımlarla Dolmabahçe’ye doğru yürümeye başladık. Taksim meydanı civarında pek sorun yoktu ama Gümüşsuyu’ndan yokuş aşağı inmeye başlayınca benim sağ dizim ciyak ciyak bağırmaya başladı. Gündüz, Fatih Ormanı’nda koşarken de böyle çığlıklar atmıştı bu diz ama sonra durulmuştu. Demek intikamını akşamın darına saklamış. İşin kötüsü iki hafta sonra 15 km koşacağım ben. Nasıl olacak da bu diz bana müsaade edecek, bilemiyorum. İyice korkmaya başladım aslına bakılırsa, Çin lokantalarının ve konsoloslukların arasından geçerek, aşağıya inerken, sağ diz kapağımın yerinden fırlayıp, tangır tungur sesler çıkararak kendi başına yokuş aşağı ineceğinden…

Kafamda bu sorular, yaşlı bir dede gibi seke seke indim yokuşu ve merdivenleri. Yokuş aşağıya inmiştim ama nefes nefese kalmıştım, acıdan ve aşırı efor sarfetmekten. Aşağıya vardığımızda Cumhuriyet Bayramı şöleni başlamıştı. Kalabalığa karıştık ve boğazın ortasından yükselip, gökyüzünün lacivertinde pare pare ışıklara dönüşen havai fişek gösterini izledik. Bir yanımızda tüm ihtişamıyla Dolmabahçe sarayı, önümüzde siyah sularıyla boğaz, ardımızda her yaştan binlerce insan… İnsanın kendini mutlu hissetmemesi imkânsız. Tuttum J’nin elinden, kalabalık marşlar söyledi ben de dilim dolandığı kadarıyla uluslararası niteliği olan şarkılar. Ardından da Beşiktaş’a kadar yürüdük. Ben küçükken de Cumhuriyet Bayramları böyle mi olurdu diye geçirdim içimden. Olmazdı sanırım, artık daha bir coşkuyla kutlanıyor, daha bir katılımla, sanki. Eskiden Cumhuriyet bir zorunluluk, bir dayatmaydı halka. Şimdi Cumhuriyet bir seçenek, elden gitme olasılığı ürküten bir değer oluverdi. İnsanlar gider gibi yapana -kaçan kovalanır- sahip çıkmak istiyorlar herhalde. Yoksa böyle coşkulu kalabalıklar vardıydı da ben mi hiç rastlamadım 23 yıllık Türkiye yaşamımda?

Beşiktaş’ta da yoğun bir kalabalık vardı. Sahildeki parkta bir popçu bangır bangır konser veriyordu. Hoş, bu popçunun konserine gitmekle, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamamayı eşdeğer görenlerdenim ama olsun, eğlensin insanlar, kendilerini eğlendiren şey her ne olursa. Beşiktaş’ta dolmuş beklerken uzun zamandır yollarda görmediğim dilencilerden -pek dışarı çıkmadığımdan, dilencilerin sayısının azaldığından değil yani- bir tane gördüm, durağın arkasında. Etraftaki curcunadan bîhaber, öylece para bekliyordu. Çiselemeye başlayan yağmurdan dolayı, kabuğuna çekilen kaplumbağa gibi, kirli kabanına sarmıştı kafasını, gözünü.  İçim cız etti tabii, bir yanda en büyük bayramını kutlayan bir millet, bir yanda o bayramdan zırnık nasibini alamayan bir dilenci. Orwell kitabının sonlarına doğru berduşlardan bahsediyordu. Berduşlar ile zenginler arasındaki tek farkın para olduğunu, kalan tüm alanlarda –kültür, bilgi, girişim vs- her iki tarafın ortalamada aynı olacağını iddia ediyordu. Cesur bir iddia olduğunu söyleyebilirim ama çok da yanlış görünmüyor, özellikle İstanbul’daki zenginlerin tavırlarını ve davranışlarını gördükten sonra.

Dolmuşlar geliyordu ama dolmuş olarak geliyorlardı –Bugün de hep totolojilerden gidiyoruz. Tatilde atalet yaptım, dolmuşa da dolmuş olduğum için binemedim- . Beklerken dilencilerin toplumdaki rollerini düşündüm ve tuhaf –rahatlıkla itiraz edilebilir- bir sonuca ulaştım: Şarkıcılar, besteciler nereden para yaparlar? İnsanların biten aşklarından kalan ve sömürülmesi kolay melankolik duygulardan, patriotik marşlardan, yoksulluğun getirdiği acı dolu hayatlardan... Sırf melankoliden adını yapmış bir Sezen Aksu var bu ülkede, acıların üzerine müziğini kazık gibi dikmiş Orhan Gencebay var. Bir bakıma insanlardaki bu sömürülmeye en hazır duyguları sömürürler müzik yapanlar, besteciler, güfteciler. Biz insanlar da zevk alırız günde üç-beş defa tozumuzun alınmasından, bir türlü eskitilmesine izin verilmeyen aşkların dürtmesiyle hüzünlenmekten, gaza gelip acılarla gurur duymaktan…

Yapılan iş topluma yararlı mıdır, zararlı mıdır, bu tartışılır. Benim amacım bu değil. Beni amacım dilencilerin de farklı bir iş yapmıyor olduklarını göstermek. Kör bir dilenci –Ya da kör numarası yapan, ne fark eder ki yalancı olması. Ne yani, Küçük Emrah zavallı fakir bir çocuk mu? Sezen Aksu çok mu aşk acısı çekmiş? Orhan Gencebay gerçekten bu dünyanın batmasını isteyen bir bedbaht mı?- görme duyumuzun ne kadar önemli olduğunu anlatır bize ve göremeyen bir insana empati duymamızı sağlar. Biz bu duygusal sağaltım için o insanın önüne 1 TL koyarız. Yani ortada alınan bir hizmet vardır. İçimizdeki o sınırsız acıma hissi, düşmüşe karşı duyulan o karşılıksız merhamet duygusu, yollarda gördüğümüz dilenciler sayesinde ayakta durmayı başarır. Biz de bu insani hizmet karşılığında onlara ücretlerini veririz. Bize vicdanımızı kaybetmemeyi öğrettikleri için dilencileri, düşmüşleri, sakat kalmış acuzeleri hor görmeyiz. Bir servis vardır ve bu servisin bir ücreti vardır, tıpkı hüzünlü bir şarkıyı dinlemenin zamansal/parasal bir ederi ve duygusal bir getirisi olduğu gibi.  Bunun yanında kimimiz vermez parayı, çünkü o insan almamıştır verilen servisi, alıcıları kapalı olduğundan belki, servis doğru sunulmadığından belki de…

Bu noktadan bakınca dilenciler de amme hizmeti yapan birer memura dönüşürler. Ben bile şaşırdım geldiğim noktaya, ama olsun, değdi düşünmeye. Birbiri ardına gelen dolmuş dolmuşlardan biraz soluk alıp, durağın arkasına geçtim. Cebimdeki tüm bozuklukları -3.5 TL olduğunu tahmin ediyorum- avucuma alıp, dilencinin önündeki kutuya attım. Adam kafasını kaldırıp bana baktı, açılan ağzından yıllara meydan okuyup gelen iki dişi göründü. Belli ki teşekkür ediyordu. “Cumhuriyet Bayramın Kutlu Olsun amca” dedim gülümseyerek. Adam başını salladı, bir şey demedi ama ben anladım onu. Sesimi çıkarmadan durağa geri döndüm ve henüz dolmamış bir dolmuş gelene kadar, uzaktan, yaşlı amcayı izledim, sık sık Orwell'ın Londra sokaklarında rastladığı ve dost edindiği berduşları anımsayarak...