Bu Blogda Ara

20 Temmuz 2013

ÇİN MEKTUPLARI (1) - 20130720

                                                       
“Uzak nedir?” dedim. “Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için, gidecek yer ne kadar uzak olabilir?”. Ve nihayetinde köprüleri yakıp Çin’e gitmeye karar verdim. Şanghay yakınlarındaki ufak bir kentte (3-4 milyon nüfusu var) matematik öğretmenliği yapacağım birkaç yıl. Lise son sınıflara AP Calculus ve AP Statistics öğreteceğim.  Vietnam’da altı yıl istatistik ve sayısal analiz (içinde azıcık Calculus vardı) öğretmiş birisi olarak yeni işe alışmam sorun olmayacak gibi. Çin de sonuçta bir Asya ülkesi. Yemekleri Tayland’ın yemeklerine, gelenekleri Vietnam’ın geleneklerine benziyor olabilir. Hoş, benzemiyor da olabilir. Ben Vietnam’a gidiyorken hakkında çok az şey biliyordum. Gidince öğrendim, öğrendikçe alıştım ve sevdim. Aynı şey Tayland için de geçerli. Çin için durumu farklı yapacak bir fark göremiyorum. Nüfusu fazla, yüzölçümü fazla, tarihi eski ve etkileyici, kültürü derin ve insanları çeşitli.

Sözleşmem iki yıllık ama ne kadar kalırım, gideceğim ülkenin şartları bana ne getirir; bunları zamanla öğreneceğim. 2000’de Tayland’a gittiğimde hiç öngörmediğim halde altı yıl kalmıştım. Sonrasında sürpriz bir gelişmeyle Vietnam’da iş bulduğumda bir yıllığına gitmiştim ama orada da altı yıl kalmıştım. Halen orada lideri olduğum grubun üyeleri bana yazıp, şikâyette bulunuyorlar yeni koordinatörleri hakkında, geri gel diyorlar. Onlara da dedim, buraya da yazayım. Dünya büyük ve her ülkenin kendisine ait bir büyüsü var. Bir kere alıştı mı bünye, farklı kültürler görüp tatmanın gizemine, bir daha akıllanamıyor. İşte bu yüzden dönmeyeceğim Vietnam’a, kısa süreli arkadaş ziyaretlerini saymazsam tabii.

Bir plan yapmıyorum Çin hakkında. Hani bir laf vardır ya “Tanrı’yı güldürmek istiyorsanız plan yapın.” diye. Kimseyi güldürmeye niyetim yok. Dolayısıyla hiçbir plan yapmadan, dönüş tarihimi bilmeksizin, biletimi tek yönlü alarak çıkıyorum yola. 1999’da yazdığım bir şiirde “Yaşamak ya yolda olmak, ya yolda ölmek” demiştim. Sanırım benim hayatım yollarda geçecek, hiçbir yerin evim olamayacağını kendime kanıtlayınca da ömür tükenmiş olacak. Hem madem öğretmenlik bir insanı maddi anlamda tatmin edemiyor, en azından gezerek kültürümü artırmama vesile olsun, manevi anlamda beni doyursun, beslesin. Tayland’da bir, Vietnam’da iki, Türkiye’de de bir kitap yazdım (henüz yayınlanmadı sonuncusu). Blogumda onlarca yazı yazdım, kimisi siyasi, kimisi edebi, kimisi de güncel. Bir aksilik çıkmazsa Çin’de de bir yıl içinde “Çin Öyküleri” adıyla bir kitap çıkarmayı düşünüyorum. Olmazsa “Çin Günlükleri“ adıyla, üslup açısından daha basit olan bir gezi kitabı da hazırlayabilirim. Vakit olursa ikisini de yaparım. Neden olmasın?

Türkiye’ye geçen yaz gelmiştim. Buraya gelirken uzun süre kalırım diye düşünmüş; bu plana göre eşyalar almış, boş ev kiralamış, bir yığın masraf yapmıştım. Nerede hata yaptığımı hâlâ tam olarak kestiremiyorum. Türkiye mi yanlış ülkeydi? Seçtiğim/seçildiğim okul mu yanlış okuldu? Çalışma yöntemim mi yanlıştı? Beklentilerim mi fazlaydı? Kendimi çok mu yukarıda görüyordum? Fazlasıyla ben-merkezci miydim? Bu vakitten sonra geriye dönüp geçmişin muhasebesini yapacak değilim. İnsanın başına ne gelirse verdiği yanlış kararlardan dolayı gelir. İyi ya da kötü, bir yıl geçirdik Türkiye’de. Sıkıntılı bir yıldı ama güzel şeyler de olmadı diyemem.  Tam alışmaya ve sevmeye başlamıştım ki (zaten sevmek alışmaktan başka nedir ki?) gidiyorum. Pişmanlık duymuyorum ama biraz dargınım kendime. Sanki yeteri kadar gayret sarf etmemişim, sanki Türkiye için diğer ülkeler için gösterdiğim kadar sabır göstermemişim gibi hissediyorum.  Bunları biliyor olmama rağmen gidiyorum çünkü uzaklar çağırıyor. “Ben atlara ve uzaklara hayranım.” dememiş miydi şair? 

Hem dün bir liste yaptım J ile beraber. Türkiye’de yaşadığım olumlu ve olumsuz şeyleri listeledim. Olumlular olumsuzları açık ara ile geçti. Neden mutsuz olacakmışım bu durumda? Gidiyorum çünkü çağrıldım, gidiyorum çünkü buralarda aradığımı bulamadım, gidiyorum çünkü gelecekten umutluyum, gidiyorum çünkü gitmeyi kendime daha çok yakıştırıyorum. Hepsinden öte, gidiyorum çünkü bilinmezin albenisi çekiyor beni. Karanlığın, fark edilmemişin, unutulmuşun…

Biletim 16 Ağustos akşamına. 17 Ağustos’ta, öğleden sonra varacağım Şanghay’a. Her şey o kadar planlı programlı ki hiçbir şeyi dert etmiyorum. Havaalanına inince beni alacaklar, otele götürecekler. Birkaç gün otelde kalırken; telefon alma, banka hesabı açma, vizeyi daimiye çevirme gibi temel ihtiyaçları gidereceğim. Bir de kiralık ev bakacağım. Yabancı öğretmenlere yardımcı olsun diye görevlendirilmiş bir bayan –adı L olsun- tüm konularda bize rehber olacak. 23 Ağustos’ta oryantasyon programı için başka bir kente gideceğiz. Bu program için yapılacak yolculuğun tren biletleri bile alındı.  Programın içeriği belli, yemek ve kahve molalarının saatleri belli, kimin hangi odada konuşma yapacağı belli. Hatta L geçen hafta bana yazdığı bir elmekte ne yeyip, ne yemediğimi bile sordu.  Ne de olsa misafiriz, ne de olsa henüz bilmiyoruz Çinlilerin yazılı olmayan kurallarını.

Bir ülkede misafir olmak güzel bir duygu, nereden bakarsak bakalım. Tamam öz yurdumuzdan uzaktayız, tamam dili ve kültürü bilmiyoruz, tamam etrafımızda olan pek çok olaydan habersiz kalıyoruz. Bunların yanında güzel yanları azımsanmayacak kadar çok. Bir kere o ülkeye ait olmadığınız için sürekli misafir modunda yaşıyorsunuz. Çok eşya almıyorsunuz, çok masrafınız olmuyor, pek çok şeyi kafaya takmıyorsunuz. Bir derviş hayatı yaşıyorsunuz ister istemez. “Ben yolcuyum zaten, bana ne maldan mülkten.” diyorsunuz.  İhtiyaçlarınız dışında para harcamıyorsunuz ve dolayısıyla hafif yaşıyorsunuz. Bunun yanında genelde yerel halkın güler yüzü –eğer siz onlara bir yamuk yapmazsanız- her zaman için sağlam bir sığınak oluyor sıkışan başınıza. Misafirsiniz, yardıma muhtaçsınız. Belki zavallı değilsiniz ama onlar isterse sizi zavallı haline getirebilirler. Bir ihtiyacınız olduğunda size yardımcı olacak birileri mutlaka çıkıyor. Ya da siz kendi rahat olduğunuz sınırlar içerisinde (comfort zone) kalmaya kendinizi zorluyorsunuz ve dolayısıyla bu alan içerisinde mutlu bir şekilde yaşayabiliyorsunuz. Yurt dışında yaşayan insanlar bu yüzden genel itibarıyla hallerinden memnundurlar. Eğer kazançları da iyiyse kolay kolay ayrılmazlar bulundukları ülkelerden.  

Daha rahat arkadaş edinirsiniz yurt dışında çünkü sizin gibi yabancı olanlarla çok temel bir ortak yönünüz vardır: Evden uzakta olmak. Sırf İngilizce konuşabildiği için birisiyle arkadaşlık edebilirsiniz, birlikte bisiklet turuna çıkabilir, yemek yiyebilir, sanat sergilerine katılabilirsiniz. Tabii ki uzun vadeli arkadaşlıklar için dil ortaklığından fazlası gerekir. Mesela Tayland’da tanıştığım ve hâlâ irtibatımı sıkı sıkı koruduğum sadece iki arkadaşım var. Çünkü her ikisi de okumaya ve yazmaya meraklı. Vietnam’da da durum farklı değil. Yüzlerce insanla tanıştım ama mektup yazdığım, iş dışında ciddi konuları tartışabildiğim arkadaş sayısı sadece iki.

Avantajlarının yanında dezavantajlarından da bahsetmeliyim. Bir kere dili ve kültürü içselleştirmediğiniz sürece etrafınızda olanlardan bîhaber yaşarsınız. Tuhaflıklar bazen eğlenceli olsa da genelde hayal kırıklığına neden olur. Kimi zaman sinirleriniz gerilir, kimi zaman şalterleriniz atar. Bunun yanında yazılı olmayan kurallara aşina olana kadar sıkıntı yaşarsınız. Hatta bu kuralların bir kısmına alışsanız bile asla hepsini bilemeyeceğinize göre önünüz bir yerlerde tıkanır. Yerel halk çok kısa sürede, çok daha az ücret ödeyerek, çok daha az zahmet harcayarak bir işi hallederken siz yabancı olduğunuz için ve raconu bilmediğiniz için günlerce bekledikten sonra ve daha fazla ücret ödeyerek aynı işi halledersiniz.

Türkiye’de bunun farkını açık açık gördüm. Yazılı olmayan ve insanlar arası yakın ilişkilerden –akraba yardımı, tanıdık kıyağı, ben-bugün-senin-sırtını-sıvazlıyorum-sen-de-yarın-benimkini-sıvazlarsıncı mentalite oldukça yaygın Türkiye’de. Benim bunun farkına varmam –Mesela 9 ayda mahkemelerle, uzun yolculuklarla, bir ton parayla halledemediğim bir nüfus kaydı işi, tanıdık birisine bir telefonla halloldu.- bir yılımı aldı. O kadar ki tanıdık kişi bana içerledi durumu ona daha önce anlatmadığım için. Nereden bilebilirdim ki? Ben Türkiye’de yabancı gibi yaşamaya çalıştığım için alışmakta zorlanmıştım, hâlâ zorlanıyorum. Bir türlü içinde bulunduğum kafesin aslında içinde doğup büyüdüğüm kafes olduğunu kavrayamıyorum. Ya da kafesin tüm dünya olduğuna inandırıldım son on iki yıl içinde.

Daha fazla uzatmayacağım. Çin Mektupları serisini, her biri yaklaşık 1000 -1200 arası sözcükten oluşan mektuplarla oluşturacağım. Uzadıkça çekilmez ve okunmaz oluyor mektuplar.

Bir sonraki mektupta yola çıkarken yanıma alacaklarımdan ve yeni başladığım Çin okumalarından söz edeceğim.

 20 Temmuz 2013





10 Temmuz 2013

Sanal Dilencilerin Doğuşu

* Kafam daha dingin olunca güzel bir öykü yazacağım bu konuda. Aşağıdaki pek istediğim gibi olmadı. Silinip baştan yazılması gerek. Üşeniyorum...

Sanal Dilencilerin Doğuşu

Kentin en zengin mahallesinden başladılar temizliğe. Belliydi bahanelerinin çok önceden, kapalı kapılar ardında geleceği planlayan fütürologlar tarafından hazırlanmış olduğu; “Kenti fakirden, fukaradan, düşmüşten, sakattan,  körden, topaldan arındırıyoruz.” diye bağırıyorlardı ellerindeki megafonlarla. Reklam mı yapıyorlardı yoksa cürümlerine destek mi arıyorlardı belli değildi. Halk  izliyordu tedirgin, elleri vicdanlarında. Kimi yerde alkışlayanlar oluyordu yapılanları –kara camların arkasında kalmış görünmez güçlerdi bunlar-, kimi yerde yuhalayanlar kalpleriyle. Hükümetin emri kesindi. İçerisinde pek çok bürokratın, milletvekilinin ve bakanın yaşadığı bu semtte dilenci istemiyorlardı. Hepsi derhal temizlenmeliydi. Gitmek istemeyenler ağlarla avlanıp, derdest edilip, öylece götürülmeliydiler.  Başbakan bir doğu Asya gezisinde tanık olmuştu böylesi bir insan avına, çok sevmişti.  Vietnam’da, trafik kurallarına uymayan motosiklet sürücülerinin üzerine atılan ağların aynısıydı dilencilerin üzerine atılan. Tıpkı kontrolden çıkmış vahşi bir hayvanı yakalamak için kullanılan türden, ince örülmüş, siyah ve ağır bir ağ.

Taktik hep aynıydı. Bir dilenci sokağı boşaltın uyarısını takmayınca, polisler önce ortalıktan kayboluyor, dilenciye “Ohh be, gitti başımın belaları.” izlenimi veriyorlardı. Bir süre sonra, sessizce arkasından yaklaşıyordu iki ya da üç polis.  Önde bir memur elindeki ağı atıyor, ağın altında çaresizce çırpınan dilenci karga tulumba kamyonete tıkılıyordu. Olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki tek bir dilenci bile kaçamamıştı ağlardan. Bir grup insan hakları savunucusu genç, bir köşe başında gösteri yapmaktaydı ama onların bu gösterisi de çok uzun süremedi. Polise mukavemet olarak nitelendirilen bu davranış önce gaz bombasını getirdi, ardından da tazyikli suyu. Polis direnmeye devam edenlerin üzerine ağ atıp, onları da dilencilerin konduğu kamyonetlere doldurdu ve meydandan uzaklaştırdı.

Sonra diğer semtlere daldı polis, nerede bir dilenci gördü, aldı götürdü. Sakatlığına, numara yapıyor oluşuna, başkası için çalışıyor oluşuna, anne-oğul beraber dileniyor oluşuna, aslında dilenmiyor da selpak mendil satıyor oluşuna bakmadan hepsini tıktı ıslah evlerine, onlar dolunca da yetimhanelere, sığınma evlerine ve en sonunda da hapishanelere. Dilenmek yasaktı dünyanın en büyük on ekonomisine girmeye aday olan ülkede. Kötü bir imaj, küçük düşürücü bir ortam yaratıyordu yırtık pırtık elbiseleriyle kaldırımları işgal etmiş bu üretmeyen insan güruhu. Öyle ya! Ya üretip hakkıyla para kazanacaksın, kazandığından vergi vereceksin ya da yaşamayacaksın.

Sırf bu yüzden babaların oğullarına verdikleri harçlıklara vergi koydular, özel ders vermeyi ve otostop çekmeyi yasakladılar, kadınların haftada bir gün toplanıp pastalı börekli yaptıkları altın günlerine sınırlamalar getirdiler. Yapılacaksa altın günü bunu bankalar aracılığıyla devletin izin verdiği kurumlar yapardı. Böylece kontrol altına alınırdı tüm para akışı. Her el değiştirmeden de vergi alabilirdi devlet, tek bir kuruşu bile kaçırmadan.

Polisin dur durak bilmeyen şiddeti ve hükümetin her şeyi paraya çevirme hırsı halkta endişeyle karışık bir korkuya neden oldu. Tüm bu yasaklar bir şekilde delinebiliyordu. Örneğin otostop çeken bir genç arabaya biner binmez şoförle tanışıyor, polisin durdurup hesap sorması halinde söyleyecekleri tutarlı bir söylem birliğini birlikte oluşturuyorlardı. Böylece birbirini hiç tanımayan iki insan komşu ya da aile dostu olabiliyordu. Şoför zaten genci her gün aynı yere bırakan, babacan bir insandı. Genç de bu karşılıksız iyiliğe her gün teşekkür eden ama kesinlikle şoföre para vermeyen bir kadirşinastı.

Peki ya dilenciler! Onları nasıl geri getirebilecekti kent? Hoş, onlarsız kent daha bir temiz, daha bir güzeldi kimilerine göre. Bir kısım diğerleri de dilencilerin toplumda var olan eşitsizlik hastalığının semptomlarından birisi olduğunu, semptomu ortadan kaldırarak hastalığın çaresini bulmuş olmadığımızı söylüyordu. İstediğin kadar kes kanserli bölgeyi, kanserin kökünü kurutmadıkça yine çıkacaktır tümörler hiç ummadığın yerlerden, hiç ummadığın zamanlarda. 

Kent bir süre daha eylemlerle karıştı ama polisi aşamadı insanlar. Bazı işi gücü yerinde insanlar ben de dilenciyim, beni de alın diyerek eylem yaptılar kentin en geniş meydanlarında. Hapishaneler; avukatlarla, öğretmenlerle, doktorlarla doldu. Hükümet olağanüstü hal ilan edip, sokaklarda boş boş duran herkesi dilenci ilan etti. Köşede sevgilisini bekleyen genç iki gün gözaltında tutuldu dilenci olabilir şüphesiyle, parkta arkadaşını bekleyen bir kadın önce tartaklandı, gitmeyi reddedince de üzerine ağ atıldı, karga tulumba kodese tıkıldı. Yorulup kaldırımın bir kenarına oturan yaşlı teyzeler, ibadetinden sonra bir oturağa kurulup yaşıtlarıyla sohbete dalan yaşlı amcalar hep aynı muameleyi gördüler. “Kim, sokak ortasında boş duruyorsa, yani bir şey üretmeyip, bir şeyler alıp-satmıyorsa, o kişi dilencidir” diyordu yeni yasa. Yayıldıkça yayıldı bu dalga. 

Hükümet, mevsimin yaz olmasından istifade edip okulları nezarethaneye çevirdi. Binlerce, on binlerce avare insan buralarda tutulmaya başlandı. Bir süre sonra bu kadar çok insanın günlük yemek, temizlik ve barınma masrafları hükümete yük olmaya başladı. Bir yerden, bir şekilde finanse etmeliydiler bu kadar dilencinin bakımını.

Hükümet nihayet beklenen açıklamayı yaptı. Ellerinde bulunan yüzbinlerce dilenciyi zengin batı ülkelerine göndereceklerini söylediler. Üç aylık bir dil ve oyunculuk eğitiminden sonra her dilenci nitelikli işçi olarak başta Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda ve Japonya olmak üzere, gelişmiş ülkelere gönderilecek, onların kazandıkları paradan %50’ye yakın bir vergi alınacaktı. 30 yıl yurt dışında dilencilik yapan birisi, düzenli olarak primlerini de ödemişse, Türkiye’de emeklilik hakkına kavuşacaktı. Bu mükemmel fikir başbakanın baş danışmanından, bir zamanlar “çıkar lobisi” ifadesini “faiz lobisi” diye Türkçeleştiren ve ardından da hatasını kabul etmek yerine durumu kurtarmak için siyasi manevralara başvuran adamdan gelmişti. Başbakan her zamanki gibi çok tutmuştu, uzun vadede para getirecek bu işi.

Eğitimler verildi, kurslar tamamlandı ve beş bin kişilik ilk kafile yurt dışındaki farklı kentlere gönderildi. Ülke yavaş yavaş tüm dilencilerden arındırıldı, dilenci ihracatında diğer gelişen ve gelişmemiş ülkelerle kıyaslanamayacak sayılara ulaştı.  Sokaklarda artık bir tane bile sağlıksız, üstü başı kirli ve yırtık insan kalmamıştı. Artık her yerde; temiz ve iyi giyimli insanlar, işinde gücünde vatandaşlar görülüyordu. Yaklaşık bir yıllık yoğun bir çalışmanın sonucunda hükümet kentleri urlarından temizlemeyi başarmıştı. Yurt dışından gelen turistler bile şaşırıyordu sokaklarda yürüdüklerinde. “Hani” diyorlardı, “hani burası Avrupa kadar zengin olmayan gelişmekte olan bir ülkeydi! Bizim kentlerimizde bile bir sürü dilenci var.”

Oysa göremiyorlardı turistler yer altına çekilmiş, yukarı doğru değil de aşağı doğru büyüyen, kök salan urları. Artık insanlar sanal yolla dilenmeye başlamışlar, hemen her web sayfasının sağında solunda oturup dilenen animasyon figürleri belirmişti. Kredi kartınızla ya da posta yoluyla üç-beş metal para yardım etmek kimsenin bütçesini sarsmazdı. Hem internet sayesinde dilenciler kendilerini daha iyi ifade eder olmuşlardı. Kullanıcı; resmin üzerine gelince dilencinin profilini görebiliyor, diğer acındırıcı resimlerine bakabiliyor, en Arabesk filmlere taş çıkartacak hayat hikayesini okuyabiliyordu. Ayrıca yine internet sayesinde sokakların, caddelerin, illerin sınırlarını da aşmış oluyordu dilenciler. Bir dilenci herhangi bir günde Amerika’daki günahkar yaşlı bir Katolik kadından 1000 dolar, Singapur’da oğlunu sınava sokacak bir zengin bürokrattan 5000 dolar kazanabiliyordu. Artık iş pazarlama ve kendini iyi satma noktasına gelmişti. Kimi dilenciler gizliden reklam ajanslarıyla anlaşıp, kendi PR yönetimleriyle ilgilenmeye başladılar. Kimisi de yeni sanal dilencilere ön ayak olmak için reklamcılık firmaları açtılar. Bu kadar zeki olmayıp, dilenmekten vaz geçenler ise iş bulup çalıştılar ama nedense ülkedeki üretim istatistiklerinde bir artış gözlemlenmedi. Bir yandan işgücü artmıştı ama yapılan iş aynıydı. Hem aldatmacalar, kandırmacalar, birbirinin kuyusunu kazmalar, hayali işler daha bir artmış, ülke ekonomisi tarifi imkansız bir balonun içinde buluvermişti kendisini.

Yurt dışına gönderilen dilencilerin hemen hepsi ise vergi yükünden kurtulmak için birkaç ay içinde izlerini kaybettirmişlerdi. Bir kısmı kaçak yollarla ülkeye geri dönmüş olsa da pek çoğu gönderildikleri yerin vatandaşlığına geçip, kendilerine verilen geçici işlerle hayatlarını kazanmaya başlamışlardı. Hükümet büyük bir hevesle başladıkları projenin daha ilk adımında bu derece başarısızlıkla sonuçlanmasından dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğramış olsa da bunu halkına itiraf edemeyeceği için sayıları uzun süre sakladı. Dünyanın en dilencisiz ülkesinin naif vatandaşları, hep ilk on ekonomiye girecekleri günleri hayal ederek, yıllarca aynı partiye oy vermeye devam etti.

10 Temmuz 2013, Maltepe - İstanbul




09 Temmuz 2013

Peki Parkta Eşimle Öpüşebilecek miyim?

                                              
Parkı açtınız ama kime açtınız demektir bu soru? Özgürlüğe inanmış bir nesle mi yoksa başkalarının etek boyunda, omuzunun çıplaklığında, topuğunun uzunluğunda gözü olan diğer güruha mı? Hani muktedirlerin her köşeye sıkıştıklarında adlarından söz ettiği diğer %50’ye mi? Başörtüsüne karşı olanlara da karşı olduğumuzu sittin kere söyledik. Dövmeyin arttık bizleri aynı “Sizi gidi sizi din düşmanları” kamçısıyla.  Halka açtık dersiniz ama halkı tanımlamazsınız. Ele ele parkta gezenler bir emniyet amirinin kanını dondurur, ayırmak ister onları, siz o emniyet amirini ayırmazsınız görevinden. Mini etekle otobüse binen kız tacize uğrar, kimsenin gıkı çıkmaz. Biri polis olmak üzere dört kişi ölmüş eylemlerde, sizler hala kırılan camların hesabını yaparsınız. Kabataş’ta bir kadına saldırılmış dediniz günlerce, bulun suçluları cezalandırın. Biz de arkanızdayız eğer masum bir kadına ve bebeğine sizin tarif ettiğiniz gibi bir saldırı olmuşsa. Hani nerede? Ne bir tane suçlu var ortada, ne de tek bir tutuklama. Bu nasıl hukuk devletidir, bu nasıl bir anlayıştır anlamak mümkün değil.


Kimi zaman silahınız “Hoop, aile var!”dır, kimi zaman da “Tövbe tövbe, mübarek Ramazan ayında”.  Kadın sorulabilecek en güzel soruyu sordu. Kimin parkı burası? Bir gün sonra Ramazan çadırlarının dolduracağı, ezanların ve duaların seslerinin göğe yükseleceği Müslüman halkın parkı mı yoksa inansa da inanmasa da, oruç tutsa da tutmasa da, AKP’ye oy verse de vermese de, mini etek giyse de giymese de, kulağında küpe olsa da olmasa da; herhangi bir ayırıma maruz kalmadan herkesin girebileceği, özgürce sosyalleşebileceği bir park mı? Bu sorunun yanıtı belirleyecek parkı gerçek anlamda açıp açmadığınızı. Belirledi bile, ben daha yazıyı bitiremeden…

Vali “Sizin için en önemli soru bu mu?” diye küçümseyerek başladı yanıtına. Evet efendim, bu! Soruyu ve soranı yargılamak yerine sorunun arkasında yatan endişeyi algılamaya bakın. Gezi parkı ya da bütün diğer parklar ve hatta tüm diğer kamusal alanlar nasıl tanımlanıyor demektir bu. Parkın bir köşesinde, sesiz sakin birasını yudumlayan gençlere müdahale edilecekse o park nasıl halkın olacak? Akşam 5’ten 11’e kadar yolun kenarındaki daracık yeşillikte mangal yakıp, sahil yolunu dumana boğanlara ses etmezsiniz. Buldukları her köşede bangır bangır müzik çalanlara, yedikleri yemeklerin çöplerini ortalıkta bırakanlara, yaktıkları mangalla parkta temiz havalı tek bir köşe bırakmayanlara örf ve adetlerimiz bir şey demez ama bir ağacın dibine oturup, sarılan sevgililere der. Taşlarız onları hemen. Ne kadar güzellik varsa saklamalıyız zaten birbirimizden. Neden? Örf ve adetlerimiz! Peki değişmez mi bu örf ve adetler? Nasıl oluşmuşlar ki artık değişmez olmuşlar?

Hem hangi örfümüzde var gün boyu camiden dışarıya ses verip, duaları tüm halka dinletmek? Hangi örfümüzde var yıllardır düz lise olan okulları halkın iradesinin karşıtlığına rağmen imam hatibe çevirmek, hangi örfümüzde var küçücük çocukların başlarını bağlamak, hangi örfümüzde var güçlüyü savunup düşmüşe tekme vurmak? Vardıysa da olmasın artık böyle örfler? Modernlik örflerin önüne aklı koymak değil midir zaten? Hindistan’da adam ölünce karısı da diri diri yakılıyordu. Örfler kalsın diye yaksın mı Hindistanlılar tüm dul kadınları? Örflerimizle değil, aklımızla düşünelim. Cumhuriyet böylesi bir kazanım için vardı ya da en azından böylesi bir kazanım için çıktı yola. Neresindeyiz şimdi biz bu yolun? İleriye mi yoksa çoğumuzun korkularını haklı çıkarırcasına geriye mi gidiyoruz?



“Parkta öpüşebilecek miyiz?” demek kimin parkını açıyorsunuz demektir. Kuralları nedir bu parkın, neleri yapabilir neleri yapamayız bu parkta? Mesela üç-beş arkadaş bir araya gelip fikir alışverişinde bulunabilir miyiz? Yoksa bunu yapınca darbeci yaftası mı yiyeceğiz demokrasi fedailerinden? Sevgilimize sarılıp yürüyebilecek miyiz? Bir ahlak polisi çıkıp değneğiyle ayırmasın bizi sonra. Gaz atmasın suratımıza, biberli su sıkmasın oramıza buramıza.  Ya da polisin sesini çıkarmadığı eli palalı bir delikansız çıkmasın karşımıza? Bize nerede ne yapacağımızı öğretecek birileri hep olacak mı parklarda? Olacaksa nereye kadar gidebiliriz, onu bir öğrenelim. Yoksa kendimize mi bırakılacağız yolumuzu bulalım diye. Güvenmezsiniz siz gençlere, güvenseydiniz bugünlere gelmezdik zaten.

Muktedirlerin anlayamadığı ya da anlamak istemedikleri en büyük soru budur işte. Ahlaksızlık denilen şey öpüşmek, koklaşmak, sevişmek değildir. Ahlaksızlık kendin olamamaktır, kendini inkâr etmeye zorlanmandır, istemediğin halde bir şeyi yapman için sürekli dürtülmen, yapmayınca da cezalandırılmandır. Kimsenin parkın ortasında sevişmeye yelteneceğini sanmıyorum. Akılları uçkurlarında olan, aşkı ve cinselliği gönlünce yaşayamamış üç-beş görgüsüzün fantezisidir o.  Başka da bir şey değil.

Ahlakı mutsuzlukta arayanlar bırakmalılar artık bu bencilce uğraşı. Bir insanın onurunu satın alamazsınız, onurunu ayaklar altına alamazsınız, onuruyla alay edemezsiniz. Oysa daha geçen hafta dedi baş muktedir “Ayaklar ne zaman baş oldular” diye, yine tüm alaycılığıyla. Takmıyoruz sizi, umurumuzda bile değilsiniz, bir sivrisinek vızıltısından fazlası değilsiniz benim için demek istedi bir bakıma. Haddinizi bilin demekten daha büyük bir ahlaksızlık olur mu? Hele bir de bunu laf yetiştiremediğin, aklına erişemediğin insanlara karşı kullanıyorsan… Oysa bu hep yapılır ülkemizde. Okulun sahibi müdüre haddini bildirir, müdür öğretmene, öğretmen öğrencisine, öğrenci kendinden zayıf olan diğer öğrencilere…  Ezmeyi ve ezilmeyi en küçük yaşta öğreniyoruz biz, kanımıza işliyor bu, DNA’mıza kilitleniyor. Ömür boyu da bırakmıyor damarlarımızda gezinen kanımızı. Bir gelenek haline gelmiş ahlaksızlıktır bu. Ne yapalım, koruyalım da geleceğimizi de mi yakalım? Yoksa değişip, değiştirelim mi?

“Haddini bil” demek iletişimin kopması, diyalog köprüsünün tuz buz olmasıdır. Ayaklar baş olmak istiyor, hadlerini bilsinler diyenler; yarın aynı böbürlenmeyle öpüşmek istiyorlar, hadlerini bilsinler de diyebilecektir. İşte bu kadın sorduğu soruyla böylesine bir kuşkusunu dile getirmiştir. Ben sevgilimle öpüşürsem, başbakan ekrana çıkıp “Öpüşmesinler, hadlerini bilsinler. Evlerinde oturan %50’yi zor tutuyorum.” diyecekse baştan bilelim, belki başka bir yere gideriz öpüşmeye demek istemiştir. Özgürlüğümü aradığım her saniyede karşımda bir duvar göreceksem bunun için parka gelmeme gerek yok demek istemiştir. İçkime, rujuma, eteğime, yiyeceğime karıştığın gibi öpüşmeme de karışacak mısın demek istemiştir. Yanıt bir parkın değil, bir halkın kaderini belirleyecektir.

O hep sığındığınız yuvarlak laflar az daha kurtaracaktı sizi. Ama bu sefer yemedi. Aç-kapa yalama olmuş parkı yine kapattınız. Ne oldu? Gençler gelip oturacak, konuşacaklardı. Günlerdir ülkenin dört bir yanında parklarda toplanıyor gençler, kime ne zararları oldu? Konuştular, tartıştılar, gerektiği yerde seslerini yükselttiler, gerektiği yerde susmasını bildiler. Kendiliğinden oluşan bu dinamik hareket kendi frenlerini de üretti, merak etmeyin. İçen içti, içmeyen içene karışmadı. Açık bırakaydınız parkı, gelseydi gençler, yapsalardı yapacaklarını. Ne olurdu? Olmaz! Neden, o zaman yenilmiş olursunuz, o zaman hadlerini bildirmiş olmazsınız. Çünkü ezdikçe güçlü hissediyorsunuz siz kendinizi, çünkü ezdikçe büyüyor egonuz.


Yoksa parkı halka değil de Ramazan’a mı açtınız? Ona da açmış olsanız başımızın üstünde yeri olurdu, azıcık dürüst olup söyleyeydiniz niyetinizi. O beğenmediğiniz gençler, oruç tutmasalar bile iftar çadırlarında yemek dağıtırlardı; siz hiç merak etmeyin. Mini etekli kızlar, kulağı küpeli erkekler, omuzu dövmeli transseksüeller; kazana daldırdıkları kepçeleri kâselere boşaltırken bir eksiklik hissetmezlerdi modernliklerinde. Peki siz vali bey, siz hissediyor musunuz bir eksiklik, park gençlerin forumlarına açıldığında? Hissediyorsanız, hiç öyle lafı yuvarlamadan, akşama başbakan telefonda ne der diye hayıflanmadan verseydiniz keşke yanıtınızı. 

“Öpüşemezsiniz!” diyeydiniz de biz de bileydik kimin ülkesinde kimin parkını açtığınızı. Hem o zaman daha rahat anlardık açtığınız parkı üç saat sonra, daha teyzeler ellerindeki örgüyü, bardaktaki sıcak çaylarını bile bitirmeden kapatacağınızı…


03 Temmuz 2013

SUSTUM

Susmuşluğum mağduriyetimden ya da mağruriyetimden değil, mağlubiyetimden ve mahkumiyetimdendir. Susuyorum çünkü şimdiye kadar çok az kişiye duyurabildim sesimi, asıl duyması gerekenler hak getire!  Uçuştu kağıtlar gökyüzünde, ucu sivri uçaklar gibi, üzerlerine yazılı olanlara bakılmadan. Denize düştüler ama kayık olamadılar, bir kese kağıdından bozma da olsa. Olsalardı belki göçperestin ayağına yanaşırlardı ıssız bir adanın ıslak bir sahilinde. O zaman söz anlamına kavuşurdu, söylenmesinin bir hükmü olurdu, söylenmeseydi geride elim bir pişmanlık bırakacak olurdu, söylenmeseydi ömür boyu içeride kalacak ağır bir taş olurdu.

Mahkumiyetim ise sonu görünmeyen uzun yollara, dalgalı denizlere bakan yamaçlara, dar patikalardan gidilen dağlara ve bu saydıklarımın hem nedeni hem de sonucu olan özgürlüğedir. Onuruma, varoluşuma, güzel olana, eleştirebilmeye, eleştirilebilmeye, saygı görmeye, saygı duymaya, değer verilmeye, değer vermeye, adam yerine konmaya, güvenilmeye, başıboş bırakılmaya… Prangalarımda çok hasret birikmiştir, beklemekten ve bekletilmekten. “Arif” olan söylemiş zaten, ben neden susmayayım?

Susuyorum çünkü sesin anlamının değil kimin söylediğinin önemli olduğu, oturduğun koltuğun yüksekliğine göre rağbet gördüğün, arkasına sığındığın masanın genişliğine göre muameleye tabi tutulduğun, yaşına ve rütbene göre değer verildiğin bir iş ahlakının mahkûmlarıyız hepimiz. Ben avazım çıktığı kadar bağırsam, ciğerlerimi paspas etsem, toplantılarda ser verip sır vermeyen bir cengâver olsam, söylediklerimle herkesin içinde sırma saraylar inşa etsem, duyması gerekenler duymayacaktır söylenenleri. Baş sallayanlar, "haklısın ama ..." diyenler, "azıcık ağırdan al sen de!" tavsiyesinde bulunanlar...  

Susuyorum çünkü söyleyecek lafım kalmadı. Her şeyi söyledim, söylenenleri tekrar ettim, söylenmeyenleri ya da söyleyemediklerimi yazdım. Yazdım, çünkü söylemek benim deplasmanımdı kimseyi buna inandıramasam bile. Söyleyemeyince yazarım ben, kavgamın aracıdır kalem, kavgamın yani onurumun, kavgamın yani tükenmemişliğimin. Yazdım, çünkü yazmak iki kere, bazen üç kere düşünüp konuşmaktır. Yazdım çünkü söz uçar ama yazı… Yazı donar ve dondurur okuyanı… Yazdım ve yazacağım çünkü yazı iz bırakır, milyonlara ulaşır, sınırları aşar, zamanı tanımaz. Söz güdük kalır yazının yanında, sinirden ve egodan beslenir. 

Haddimi bildirenlere karşı yumruk olamadığım içindir mağlubiyetim. Değersizleştirmeye, itibarsızlaştırmaya, sömürmeye karşı güçlü bir yürek olamadığım için susuyorum.  Sadece kendimi savunmadım hiçbir zaman. Olacaksa bir güzellik, herkes faydalanacaktı. Bu yüzden haksızlık olarak gördüğüm ayrıcalıkları da istemedim, talep etmedim. Acıları karşılaştıranlara ses edemediğim için, haksızlığa gelemediğim gibi haksızlıktan beslenenlerin ekmeğini yemek zorunda olduğum için ve en çok da benden önce susup da susarak çok iş becerenleri anmak için susuyorum.

Acılar karşılaştırılır mı be moruk? Öyle derdim şimdi telefon çalsaydı, konuşsaydık. Tayland’da minik öğrencisini okul servisinde unutan ve sonunda ölümüne neden olan öğretmen geliyor aklıma. Küçücük kız, 40 dereceye varan sıcakta fırın haline gelen bir minibüsün içinde. Kız ölüyor ve birkaç hafta sonra bir anlık dalgınlıkla –Kim bilir kafasında ne vardı o anda? Müdür arayıp yeni bir iş mi vermişti? İki ayağı bir pabuca mı girmişti?- çocuğu orada unutan öğretmen intihar ediyor. Dayanır mı insan o suçluluk duygusuna? Küçük bir çocuğun katili olmak, istemeden olsa bile, kızın ailesi öğretmeni affettiklerini söyleseler bile. Ya ben, kimleri öldürmedim bir yıl içinde? Ne çocukları kılıçtan geçirdim, ne yiğitleri bir et yığınına dönüştürdüm bir hapşırığımla. Ağzımı açtım, gökteki yıldızlar düştü üzerimize; gözümü kırptım dalgalar okulu sardı en umulmadık anda. Ben ne yaptım ki bu derece zulmün arkasında bir şeytani abide olabildim tek başıma? Ben ki ben… Hele ki ben… Ben var ya ben...

Susuyorum çünkü ne zaman ağzımı açsam konuşan ben değildim. Korunması gerekenlerden, baki kalması gerekenlerden, egolarına toz kondurulmaması gerekenlerden bana hiç sıra gelmedi. Konuşurken daha çok “Biz” derdim ama susarken hep “Ben” diyeceğim. Susmak tercih meselesidir, susmak bir sorunun, bir sıkıntının varlığının işaretidir. Susmak, konuşmanın artık bir işe yaramadığının kanıtıdır. Susmak en güzel mesajdır tıpkı boş bir mektubun sevgiliye gönderilecek en güzel mektup olması gibi. Susmak, daha fazla debelenmeyeceğim, daha fazla batmayacağım, kendi kuyumu kazarken başkalarını da kendi kuyuma daha fazla çekmeyeceğim anlamına gelir kimi zaman. Susmak erdem değildir, susmak isyanın sonudur, durgunluk, dinginlik, yorgunluktur. Deniz değildir susmak, göldür. Fırtına değildir, lapa lapa yağan kardır.  Mağlup olan ordular sessiz sakin ülkelerine dönerler, arkalarında ölüler ve esirler bırakarak. Benim ölülerim zamanımdır, esirlerim ise hatıralarım.

Bir gün hepimiz susacağız ama benimkisi farklı. Ben ölmeden mezara gireceğim, tabutumun üzerinde zar atacaklar bana zor günlerimde gülücükler verenler. Beni sevenlere de sevmeyenlere de aynı anda sırtımı çevireceğim. Tam bir yıl önce bu sabah varmıştım İstanbul’a. Uçaktayken defterime şu notu yazmıştım. “Ben Türkiye’ye dönmüyorum, Türkiye’ye gidiyorum çünkü dönmek de bir tür yenilgidir.” Umutlarım ve heveslerim vardı uçağın tekerleri yere değdiği zaman, değişebileceğime inancım vardı, değiştirirken değişebileceğime. Ne okyanuslarda yaşamıştım, burada mı yaşayamayacaktım? Okyanustan çıkıp tatlı suya alışan, tatlı sudan çıkıp susuzluğa alışan ama en sonunda okyanusa geri döndüğünde boğulan balık olmayacaktım.  O büyük yeşil kapıdan girerken umutları ve idealleri olan bir öğretmendim. Şimdi mağlup bir zavallı olarak, üzerimden geçen bir yılın bıraktığı tortularla ilgilenemiyorum bile. Ne elimi uzatıp kirlerimi temizleyebiliyorum ne de şikâyet edebiliyorum halimden. Miskin de olabiliyormuş meğer bir zamanlar çalışkan olduğunu sanan bir insan. Miskin ve suskun… Kimi zaman aynı kapıya çıkan iki bilgece tavır…

Freire, diyalog için alçakgönüllülük ilk şarttır demiş. Ben miydim acaba denklemdeki mağrur ve kendini beğenmiş züppe? Oysa “mahsur” değil “mahzur” bile diyememiştim çok sevdiğim iş arkadaşıma, kırılır diye, bana “Türkçe züppesi” der diye. Belki de burada başlıyor züppelik! Mütevazı olduğun an kaybediyorsun, başkalarını kendinin önüne koyduğun an, diğerleri benden daha iyi bilir dediğin an. Peki ben miydim diyaloğun önünü tıkayan? Bir yılın sonunda nereden baksam suçlu benim. Güçsüz olduğum için, kırılıp dağıldığım için, tez kızaran bir gül, çabuk uzayan bir deve dikeni olduğum için… Suçluyum çünkü söylendim ama söylemedim, suçluyum çünkü söyledim ama dinletemedim, suçluyum çünkü havlayan kuduz köpeğe sen havlayan bir kuduz köpeksin dedim ve o daha gür havlamaya başladı.  Dedim suçlu oldum. Şimdi susuyorum ki paklanayım… Hazırlanayım yüce divana, hesabın kitabın dürüldüğü mahkemeye…

Ne demişti Diyarbakırlı taksi şoförü. “Bunlar İstanbul bebesi, bunlardan bir cacık olmaz. Madem devrim yapamayacaksın ne diye çıkıyorsun sokaklara. Getir üç-beş bin Diyarbakırlı buraya, ortalığın a*ına korlar valla. Bak şu oteli görüyon mu? Kırılmadık cam bırakmayacaksın orada. Bırak düşsün borsa a*ına koyim. Bu kadar çıtkırıldımsa bunların borsası düşsün, hak ile yeksan olsun, yenisini yapsınlar. Ulan, dünyanın neresinde görülmüş zenginler borsada para kaybediyor diye devrimden vaz geçen eylemciler…” Belki de sorun buradaydı. Hedef vuruşu yapmak imkansızsa eğer vuracaktın etrafını da, birkaç masum incinecek diye, birkaç cam kırılacak diye onlarca yıl çekecek miydik biz bu sömürüyü? Sarsılınca yıkılır iyisi de kötüsü de. Kalanlardan yenisini inşa edersin, filizler belki daha güçlü gelir, daha dayanıklı, daha dirayetli… Hiçbir devrim ayırmamıştır masum-suçlu diye. Bir şey yapacaksan "Birinci Türden Hata" kaçınılmazdır. Alfayı geniş tut ki eleğin üzerinde sadece hakikaten büyük olanlar kalsın. Vuracaksın, utandıracaksın, rezil edeceksin. Yapamadım, bu yüzden susuyorum.

“Okula uyum sağlayamadınız” demişti dudak altından gülümseyerek. “Nasıl yani?” demiştim onun uyum dediği şeyin ne olabileceğini öğrenebileceğimi umarak. “Koridorlarda öğretmenlere selam vermiyorsunuz.” dedi şaka yapar gibi. “Ben” demiştim sonra da, “işini yapanlara selam veriyorum. İşini yapmayıp, sağda solda takım elbiseyle caka satanlara neden selam verecek mişim?”. “Bana haddini bildirenlere bir kere olsun hak ettikleri dersi vermediğiniz için işinizi yapmadığınızı düşünüyorum.” deyince de susup kalmıştı, susma sırası ondaydı belki de. “Tazminatını cebimden vereyim, çek git.” demişti kaçacak deliği kalmayınca. Sonra anlamıştı söylediği lafın aslında bir rüşvet teklifi olduğunu, anlamıştı ama kurşun ete girmişti bir kere, ete girmiş kalbi bulmuştu. Susturmuştu beni, bir daha hiç susmayacağım kadar. 

Öncesi de vardı tabii. Sen dağları taşımaya yeltenmişsin ve eline kazmayı alıp, etrafındakilerin senin hakkında ne diyeceklerini hiç takmayarak vuruyorsun kazmayı taşa toprağa. İş çok, dağ gözünün önünde bir heyula, kazma samanlıkta kaybolmuş bir iğne gibi nereden baksan çelimsiz. Azim tek silahın olsa da oradan biri çıkıp bağırıyor; yapamazsın, edemezsin, yasak demiyor. "Haddini bil." diyor. "Haddini bil" demek iletişimin kopması demektir, "haddini bil" demek diyalog denilen ortamın ortadan kalkması ve onun yerine ezen-ezilen ilişkisinin yerleşmesi demektir, "haddini bil" demek bu sözü söyleyen kişinin acizliğinin, işini bilmemesinin, özgüvenini destekleyecek somut bir gücünün olmadığının kanıtıdır. "Haddini bil" dediğin anda ip kopar, bir taraf üstünlüğünü, efendiliğini ilan etmiştir. "Ben senden yukarıdayım. Benim dediğim olur. Senin görüşlerin ancak ben izin verirsem bir anlam taşır." demek istemiştir. Haddi bildirilen ise ya hayatını devam ettirebilmek için sessizleşip, kendi kabuğuna çekilecektir. Ya da çekip gidecektir fırsatını bulduğunda. Bütün ezen-ezilen ilişkilerinde vardır bu diyalogsuzluk çünkü diyalog demokrasinin ilk şartıdır. Başbakan da aynı lafı sarf etmedi mi birkaç gün önce, çapulcu olarak gördüğü genliğe karşı? Çapulcular susmadı ama, gidecek bir yerleri de yok. O halde mücadele devam edecek demektir. Peki ya yalnızsan, sana destek verenler de benzer tehditlere maruz kalıyorlarsa... Susmak işte bu zamanda faydalıdır, susup ders vermek seni ezenlere, susarak anlatmak derdini, susarak almak intikamını...

Onların uyumuna uyum sağlayamamam beni uyumsuz bir insan yapmadı ama suskun birisi yapmaya yetti.  Vahşi, vandal, yaban birisiyim ben. Pilavı çatalla yemeyi sevmem, yemem de! Kaşıkla keserim eti, elim bıçağa uzanana kadar. Hak ediyorum susturulmayı, hatta domuz bağıyla bağlanıp işkence edilmeyi, meme uçlarımı kerpetenlerle çeksinler, yanağımda sigara söndürsünler, kolumu burup tuğlayla ezsinler… Suçlu ve gururluyum. Suskun ve kederli de olabilirdim.  Mozart, Amadeus filminde diyor ya İkinci Joseph’e. “Forgive me majesty, I am a vulgar man but I assure you my music is not.”  Alçakgönüllü olmayı öğütlüyor kral ona, mütevazı olmayı… Yani ikiyüzlü olmayı, susmayı…

Onların istediği gibi bir insan olmadığım için susuyorum ben, madem ki konuştum bir faydam olmadı dünyaya, susayım ki insanlık yeşersin, kendini bulsun, daha bir insan olsun, kurumlar daha bir kurum, okullar daha bir okul olsun. Çocuklar daha neşeli, anneler daha mutlu, arabalar daha temiz olsunlar. Bütün dünya buna inansın, hayat bayram olsun, insanlar el ele tutuşsun, uzansınlar sonsuzluğa...  

Sustum, susacağım, susmakta direneceğim. Bir gün herkesin susacağı gibi… Siz beni susturanlar, ağzımı açtırmayanlar; bana haddimi bildirenler, bana haddimi bildirenlere seslerini çıkarmayanlar, bana haddimi bildirenlere seslerini çıkarmayanları yönetici yapanlar... Sizler de ne halt yiyorsanız yiyin. Umurumda değilsiniz. Sizler yukarıda aynı güneşin ve aynı ayın kavgasını veriyorken, ben tabutumda röveşata talimleri yapıyor olacağım buradan uzaklarda. Boşuna demedim uzun yola çıkmaya hüküm giydim diye. Suskunluktur en uzun yolculuk, dinlemeyi bilenlere...

Hadi hep birlikte susalım şimdi! Gandi susmuştu "Satyaghari"ye başlarken. David Thoreau sessizliğe gömülmüştü ormanda sivil itaatsizliğini ilan ederken… Bugün 2 Temmuz, Madımak otelinde katledilen canların yıldönümü. Şairlerimizin, sanatçılarımızın, söz erbabımızın susturulduğu gün. Adalet sistemimizin aslında bir sistemsizlik olduğunun, bir baş dönmesinde bile insanın daha istikrarlı adımlar atabileceğinin kanıtıdır bugün. Parayla şişirilen medyanın, onların yalanlarla şişirdiği vatandaşın, onların inançla şişirerek verdiği oyların sandıklarda herkesi nasıl susturduğunun -susmuyoruz aslında, kandırılıyoruz- kanıtıdır. Ama bu 2 Temmuz farklı olacak, öyle umuyorum. Gezi ruhuyla uyanmış bir halk belki ayrı bir hesap soracak ezenlerden. Yakalarına yapışacak, iki elim kanda da olsa peşini bırakmayacağım diyecek o hâkimlere, savcılara kanun yapıcılara. Diyeceğiz, suskunluğumu orada ben de bozacağım. Meydanda hakkını arayan işçiyi hapse atıp, otel yakıp insan öldürenleri serbest bırakan zihniyet mutlaka bulacak hak ettiği cezayı.

Yirmi yıl önce bugün katledilen Altıok'un bir dizesiyle bitireyim. Ruhu şad olsun.

Yaşamak görevdir yangın yerinde
yaşamak insan kalarak...

Bir de şu var çok sevdiğim:

benim bu dünyada bir yerim olmadı,
kuytu gövdemi saymazsak eğer
gövdem ki varla yok arası
hem varlığa, hem yokluğa değer.
ama yüreğim hiç solmadı. 

2 Temmuz 2013 – Maltepe, İstanbul 

Not: Masanın başına, birkaç ay önce derlediğim öykü seçkisini düzeltmek için oturmuştum ama nedense parmaklarım bunları yazdı. Herhangi bir amaca hizmet etmek için yazmadım. Sadece içimde sıkışıp kalan son tortuları dökmüş olmak için, kendi kendime ve doğrudan kendime yazdım (by myself, for myself). Bir daha da kolay kolay böyle şeyler yazmam -umarım-. Önümüzdeki günlerde tek hedefim seçkiyi hazırlamak ve Türkiye'den ayrılmadan önce bir yayıneviyle anlaşabilmek. Ben gitsem bile öyküler Türkiyeli olmaya devam edecekler nihayetinde. Basılsınlar da kurtulayım, yeni projelere başlayayım.