Bu Blogda Ara

27 Nisan 2014

T. B.'ye Mektup (2)

Tanrı’nın Var Olup Olmadığını Bilmek Ne Kadar Önemlidir?

Bizler nerdeyse tüm nüfusu tektanrılı bir dine inanan bir ülkeden geldiğimiz için, çoğunluğu tantıtanımaz insanlardan oluşan bir toplumun nasıl şekillenebileceğini tahayyül etmekte zorlanıyoruz. Bu doğal bir bilememe durumudur çünkü insan pek çok şeyi gözlemlemeden, hatta bazen bizzat deneyimlemeden kabul edemez. Ben Tayland’a gitmeden önce insanların ekmeksiz, peynirsiz, zeytinsiz kahvaltı yapabilecekleri aklımın ucundan bile geçmemişti. Oysa Tayland insanı için sabah kahvaltısı ile öğlen yemeği arasında niteliksel anlamda pek bir fark yoktur. Sabah da haşlanmış pirinç yer, öğlen de, akşam da. Bunu kavramak için oraya gitmek, orada yaşamak, en azından bir süreliğine orayı deneyimlemek şarttır. Ancak bu şekilde kendimizinkinin dışında hayat tarzlarının mümkün olabildiğini kavrayabiliriz. Gezmek, farklı kültürleri tanımak, farklı coğrafyaların ve iklimlerin ortaya çıkardığı insanlarının davranışlarını incelemek bu yüzden çok önemlidir. 

Şimdiye kadar Türkiye dışında çalıştığım ve yaşadığım üç ülkede de bizim anladığımız anlamda tektanrılı bir din hakimiyeti yok. Tayland’ın resmi dini Theraveda Budizmi. Tanrısal inancın tersine, alabildiğine maddeci bir felsefi anlayış var bu inancın temelinde. Buda zaten anatman doktriniyle bedenin dışında var olup, değişmeden sonsuza dek aynı kalan bir ruhun varlığını inkar etmiştir.  Vietnam’da ve Çin’de resmi din yok. Halkın büyük bir çoğunluğu kendisini ya dinsiz olarak tanımlıyor ya da Konfüçyüsçülük, Taoculuk gibi dinden ziyade, yaşam felsefesi özelliği gösteren öğretilerin peşinden gidiyorlar. Ne Tao’nun öğretisinde ne de Konfüçyüs’ün öğretisinde her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi idare eden bir Tanrı anlayışı var. Ölümden sonra insanın ruhunun etrafta dolandığına dair bir inanç var ama bu ruh cennete ya da cehenneme gitmiyor. Evlatları arkasında iyi işler yaptıkça mutlu ve huzurlu bir biçimde ruh olarak yaşıyor. Mutlak bir güç yok ve dolayısıyla mutlak güce hesap vermek yok. Benim hiç gitmediğim ama okuduğum makalelerden haklarında bilgi edindiğim Kuzey Avrupa ülkelerinde de insanların kayda değer bir oranı kendilerini tanrıtanımaz olarak görüyorlar.

Peki, Tanrı inancının baskın olmadığı bu ülkelerde insanlar ahlaksızca mı yaşıyorlar? Toplumsal düzenin yerini anarşi mi alıyor? Tektanrılı dinlerin baskın olduğu ülkelerde din ile ahlak arasında, en azından halkın nazarında, nedensel bir bağ kurulmuştur. Tanrı sadece sonsuz güçlü ve sonsuz bilgili değildir, aynı zamanda sonsuz iyidir de. Hatta iyi olmakla kalmaz, iyiliğin kaynağıdır aynı zamanda. Ona inanmadan iyi olmak olanaksızdır. Bu yüzden tarih boyunca dinsizler ve tanrıtanımazlar; en vahşi katillerden bile aşağıda görülmüşlerdir. Dinden çıkan ya da tanrıtanımaz olan bir insan zapt edilemez bir cani, tüm kadınların ırzına göz dikmiş bir tecavüzcü, çalıp çırpmakta beis görmeyen bir eşkıya, insanlara acı çektirmekten hoşlanan bir işkenceci konumundadır. Buna iyi bir örnek Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanındaki başkahraman Bazarov’dan gelir.  Bazarov “Tanrı öldü, artık her şey mubahtır.” derken aslında sıkıştırılmış bir yayın serbest bırakıldığında ne kadar yükseğe fırlayacağını ifade etmektedir. Peki ya eğer yay hiç sıkışmamışsa ya da yay yavaş yavaş serbest bırakılırsa, yine bir fırlama gözlemleyebilecek miyiz?

Tanrı ve ahlak arasındaki felsefi ilişkiyi daha sonra gelecek olan “Ahlak Kanıtı” başlığı altında inceleyeceğim. Şimdilik sadece pragmatik yönden böylesi bir bağın ne kadar gerçek dışı olduğu konusuna değineyim. Çin’i ele alalım örneğin. Sekiz aydır buradayım ve yaşadığım en güvenli, en temiz (göreceli olarak), en rahat ülke Çin. Dışarıdan gazel okuyup Çin hakkında atıp tutanlara kulak asmamak gerek. Burada yaşayan yabancıların hemen hepsi memnun hayatlarından. Tabii ki sorunlar var, tabii ki tamamlanması  gereken toplumsal eksiklikler var. Türkiye’de yok mu? Suudi Arabistan’da yok mu? Afganistan’da yok mu? Almanya’da yok mu?  İnsanlar bir Tanrı’ya inanmadıkları halde birbirlerini öldürmüyor burada. Türkiye ile kıyaslarsak çok daha az cinayet var, çok daha az toplumsal kargaşa var,  çok daha az huzursuzluk var. İnsanlar gayet sakin, öldükten sonra bir Tanrı’ya hesap vereceklerine inanmadıkları için “Madem hesap günü yok, her haltı karıştırayım.” diyerek birbirlerinin haklarına tecavüz etmiyorlar. O kadar ki Türkiye’dekine oranla çok daha huzurlu ve güvenli bir ortam var burada. Benzeri bir durumu Vietnam’da ve Tayland’da da yaşamıştım. Cehennem korkusu olmadan da gayet güzel bir şekilde yaşıyor Tayland’ın halkı. Tanrı’ya ve onun cehennemine inansalardı çok da farklı olmazdı ülkedeki durum. Kuzey Avrupa ülkeleri ise bildiğim kadarıyla refah seviyesinde tavan yapmıştırlar. Hem üretkenlik hem de yaşam standardı yönüyle örnek alınabilecek ülkeler arasında sayılırlar.

Özetlemem gerekirse, Tanrı’ya inanmaksızın yaşayan toplumların hiç de sanıldığı gibi kaosa sürüklendikleri yoktur. Bakınız Çin’e, bakınız Vietnam’a, bakınız nüfusunun büyük bir çoğunluğunun kendisini tanrıtanımaz olarak tanımladığı kuzey Avrupa ülkelerine. Cımbızla bir iki olay seçip, “Aha işte, dinsiz bir toplumda bunlar oluyor.” diyenlere karşılık olarak; Afganistan’da yüzüne asit atılan kadınları, Türkiye’de namus davasına sokak ortasında öldürülen gencecik kızları örnek verip İslam’ı kötülersek ne derece haksızlık yaptığımızı anlamış oluruz.

Tanrıtanımaz toplumların bir başka özelliği de tanrıtanır toplumların evrensel farz ettiği soruları pek de önemsemiyor olmalarıdır. Örneğin, benim öğrencilerimin neredeyse hiçbirisi Tanrı’ya inanmıyor. Öyle bir dertleri yok, akıllarına bizim yanıtlamak için yana döne uğraştığımız sorular gelmiyor. Tanrı’ya inanmıyorlar ama benim on dört yıllık öğretmenlik hayatımda gördüğüm en çalışkan, en terbiyeli, en saygılı, en uslu öğrenciler bunlar. Evreni izah etmeye çalışırken evrenin dışına çıkma gereği duymuyorlar çünkü kafalarını bu yönde karıştıracak bir eğitimden geçmemişler. Bir Tanrı’nın varlığını kabul etmeden de sorulabilecek tüm soruları yanıtlayabiliyorlar. Aileden herhangi bir Tanrı inancı telkini olmayınca, çocukların akıllarına bile gelmiyor böylesi bir olasılık. Anne babasından Tanrı kelimesini duymamış, çevresi tarafından hiçbir şekilde din eğitimi almamış bir insanın Tanrı’yı kendi başına bulma olasılığı çok düşüktür.

Hani bizde İbrahim peygambere atfedilen bir kıssa vardır. Güneşi görür, benim Tanrım bu der. Akşam olunca bakar güneş batıyor ay çıkıyor, bu sefer aya bel bağlar. Böyle böyle düşe kalka doğadan bağımsız olan gerçek Tanrı’yı bulur. Bu kıssadan alınması gereken ders insanın aklını kullanarak Tanrı’yı bulabileceğidir. Ben bu görüşe kesinlikle katılmıyorum. Bir kere Tanrı kavramı bir kişilik ömre yetmeyecek kadar karmaşık bir kavramdır. Binlerce yıllık bir düşünsel evrimin sonucudur. Toplumsal, ekonomik, coğrafi pek çok etken vardır Tanrı kavramını şekillendiren. Binlerce yıl süren bir gelişimin ve değişimin neticesinde insan Tanrı’yı kendi suretinde yaratmıştır. Sınırlı görme yeteneği olduğu için Tanrı’ya sınırsız görme yeteneği vermiştir, sınırlı duyma yeteneği olduğu için Tanrı’ya sınırsız duyma yeteneği vermiştir, sınırlı bilgisi olduğu için Tanrı’yı sınırsız bilgi sahibi yapmıştır. Bir çeşit, tüm eksikliklerinden arındırılmış insandır Tanrı.  

Yanıtlanmamış Sorular, Bilim ve Tanrı

Yanıtlanamayan sorular ya sorulmaması gereken sorulardır ya da bilimin henüz yeterli yetkinliğe ulaşmadığı için boşlukta bıraktığı sorulardır. Böylesi sorular için tanrıtanırlar kolaya kaçıp hemen Tanrı yanıtını verirler. Örneğin, Büyük Patlama neden gerçekleşti? Bilim henüz bu soruya yanıt vermemiştir.  O halde Büyük Patlama’yı Tanrı yapmıştır. Bilim yanıt veremediğine göre, yanıt Tanrı olmalıdır. Oysa Tanrı sözcüğünü duymamış, ya da öylesi bir eğitimden geçmemiş bir insan için yanıt şu da olabilir: Bilim henüz Büyük Patlama’nın kökenine inmiş değildir. Araştırmalar sürüyor. Belki on yıl, belki yüz yıl, belki bin yıl sonra daha sağlıklı yanıtlara ulaşılacaktır.

Modern bilimi Galileo ve Francis Bacon’la başlatacak olursak, topu topu 400 yıllık bir tarihi olduğunu görürüz. İnsanlığın birkaç yüz bin yıllık tarihinin, canlıların birkaç yüz milyon yıllık tarihinin, dünyanın beş milyar yıllık tarihinin ve evrenin on beş milyar yıllık tarihinin yanında modern bilimin tarihi çok cılız kalacaktır. Doğal olarak bilimin henüz yanıtlayamadığı sorular vardır. Fakat, yanıtlanamayan her soruya karşılık olarak “Aha işte, gördün mü bak! Yanıtlayamıyorsun, o halde Tanrı var.” diye çıkışmalar hem bilim insanına yapılan bir haksızlıktır hem de bilimsel düşüncenin evriminin önüne konan bir engeldir. Hem böyle yaparsak orta çağ skolastiklerinden ya da ilkel çağın animistlerinden ne farkımız kalır? Bilim iğneyle kuyu kazma işidir, çoğu zaman yanıt peşinde koşarken hesapta olmayan şeyler öğrenilir. Bu yüzden doğru soruları sormak ve bu soruları yanıtlamak için doğru hipotezler üretip, o hipotezleri doğru şekilde sınamak; en azından yanıtları bulmak kadar önemlidir.

Bir düşünelim, geçmişte Tanrı’nın sesi olarak adlandırılan gök gürültüsü ve Tanrı’nın kılıcı olarak görülen yıldırım; günümüzde bilim insanları tarafından açıklanmıştır. Bizler eski insanların bu inanışlarına nasıl bugün gülüyorsak, beş yüz yıl sonra yaşayıp; bugün yanıtlamadığımız soruların büyük bir çoğunluğuna yanıtlar bulmuş olan insanlar da bizim Tanrı saplantımıza güleceklerdir. Hoş, o zaman da yanıtlanamamış sorular kalacağı için Tanrı’nın varlığı bir hipotez olarak geçerliliğini sürdürecektir.

Thomas Aquinas bir yerde diyor ki, “Eğer her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığını kabul edersek evrende açıklanması gereken bir çelişki kalmaz.” Aslında benim söylemek istediğimi çok güzel bir şekilde özetliyor bu cümle. Tanrı hipotezinin neden bilimdışı olduğu konusuna da açıklık getiriyor. Bilim, yanlışlanabilir (sınanabilir) ama henüz yanlışlanmamış kuramlar üzerinde ilerler. Gelecekte bir gün, günümüzde doğruluğuna inandığımız pek çok bilimsel doğrunun çürütüldüğüne şahit olabiliriz. Bilim insanı bu yüzden mütevazı olmak zorundadır. Bildiğimiz her şey elimizdeki verilerin yardımıyla ortaya attığımız ve yine aynı verilerin yardımıyla doğruluğunu kanıtladığımız modellerden ibarettir. Bilgimiz arttıkça elimizdeki modellerin yetersiz kalacağını göreceğiz ve daha kapsamlı, daha hassas modeller geliştireceğiz.  Örneğin, neredeyse üç yüz yıl bilim dünyasında hakimiyetini sürdürmüş Newton’un klasik fizik kuramları, 20. Yüzyılda yerini kuantum fiziğine bırakmıştır. Bunun nedeni Newton’un üç yüz yıl boyunca bilim dünyasını kandırmış olması değildir. Tam aksine bugün kullandığımız arabalardan tutun savaş uçaklarına kadar hemen her şey Newton’un fiziği göz önüne alınarak yapılır. Bunun nedeni düşük hızlarda ve atom kadar küçük olmayan boyutlarda, Newton’un halen çok işe yarıyor olmasıdır. Kuantum fiziğinin Newton fiziğinin verdiği tüm yanıtları vermesinin yanında Newton’un açıklayamadığı olayları da izah edebiliyor olması kuantum fiziğini baskın (dominant) model yapar. Bilim insanı, karşısına çıkan soruları yanıtlamak için deney ve gözlemden başka bir araç kullanamaz. Ortaya atacağı hipotezler de sınanabilir ve yanlışlanabilir olmalıdır. Russell’ın çaydanlık örneğini anımsarsak, isteyen insan güneşin etrafında dolanıp duran görünmez (algılanamaz) bir çaydanlığın var olduğuna inanabilir. Bu inanç çaydanlığın varlığını bilimsel bir soru haline getirmez.  

Bu kısa bilim tarihi açıklamasından sonra Thomas Aquinas’ın cümlesine geri dönelim. Her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Tanrı’nın varlığını kabul etmek sadece bilim insanlarının soracakları soruları ortadan kaldırmaz. Toplumsal ve ahlaki sorunları da bir kabulle ortadan kaldırır. Örneğin, “Madem sonsuz güçlü Tanrı var, neden dünyada adaletsizlik ve açlık var?” diye sorsak, inanan insan hemen “Her şeyin en iyisini bilen Tanrı’nın hikmetinden sual olunmaz.” diye yanıt verecektir. İşin ucunu bırakmasan, biraz sıkıştırsan, , tanrıtanırın yanıtı şu şekle bürünecektir. “Bu dünya bir sınav dünyasıdır. Asıl olan öteki dünyadır. Bu dünyada acı çekenler öteki dünyada mutlu ve huzurlu olacaktır.” Görüldüğü gibi kanıtı olmayan bir Tanrı kavramının eylemlerini meşrulaştırmak için kanıtı olmayan öteki dünya “ad hoc” hipotezini üretmiş olur tanrıtanır. Bu şekilde yavaş yavaş gerçeklikle ilişkisi olmayan, kuralları bizimkisinden çok farklı olan ikinci bir evren kurulur. Bu evren ne zaman bir şeye ihtiyacı olsa inanan insan yeni bir ad hoc hipotezle yardıma koşacaktır. Zamanla bu ikinci evren o kadar büyür ki kendi içerisinde tutarlı bir görünüme kavuşur. Resmin içine melekler, şeytan, cennet, cehennem, peygamberler, ibadetler, dualar girer. Bir süre sonra bu kendi içinde tutarlı evrene inanmamak zor hale gelir. Pek çok insanın düşünmeksizin dinsel dogmalara bağlanmasının nedeni de biraz karşısında bulduğu bu eksiksiz resimdir. Bir ayağını diğer ayağının üzerine basarak duran bu resim, dışarıdan bir dayanak olmamasına rağmen inandırıcı oluşunu zamanla içine eklenen ek hipotezlere borçludur.

Bu durum aklıma Cem Yılmaz’ın bir esprisini getirdi. Hani adam aldatırsa, kıvıramaz, soruya soruyla yanıt verir. Kadın aldatırsa öyle bir anlatır ki adam soruyu sorduğuna pişman olur. Kadının yanıtına eklediği her bir ayrıntı, yanıtı dinleyen kişideki gerçeklik olgusunun içinin dolmasına yarar. Eğer sadece “Otele arkadaşımı görmeye gitmiştim.” deseydi, belki adamın kuşkuları tamamıyla yok olmayacaktı.

Yalana kuyruk ekledikçe inandırıcılığını arttırdığı üzerine güzel bir örnek. Vakit kazanmak için 3:30'dan başlayınız.  

Bu noktadan bakınca dinler ile Tanrı’nın varlığı arasında ontolojik bir bağın olduğunu söyleyebiliriz. Tanrı varlığını ister istemez dinin sağladığı ayrıntılara borçludur. Belki de bu yüzden deist diye adlandırılan felsefi akım tarihin hiçbir devrinde güçlü bir taraftar toplayamamıştır. Laplace kurmuş olduğu güneş sistemi maketini Napolyon’a gösterirken Napolyon sorar, “Bu modelde Tanrı’yı göremiyorum.” Laplace’a göre Tanrı ilk hareketi vermiş ve gerisine karışmamıştır. Tanrıtanımazlıkla tanrıtanırlık arasında bir yerde görülebilecek olan bu âtıl Tanrı anlayışı, Tanrı’nın ayrıntıları hakkında bilgi veremediği için cılız kalmıştır. Oysa tektanrılı dinler her daim müdahil olan bir Tanrı modelini ortaya koyarken bu sorunu da çözmüş olurlar.


Devam Edecek

3 yorum:

  1. Adsız9:23 ÖS

    Birincisi 2.mektupta demissiniz ki insanlar herşeyi bilemedigi için herşeyi bilme sıfatını Tanrıya yuklemislerdir. Bende diyorum ki herşeyi bilemedigimize göre neden yeterli kanıt yok diye Tanrının varlığını inkar edelim??(Soru bu)

    Ayrıca Hocam 2.mektupta genel olarak şunu ifade etmek istemissiniz ; öğrencilerime Tanrı kavramı anlatilmadigi için kendi kendilerine hiç Tanrıyla meşgul olmuyorlar. Çok merak ediyorum Evren'in başlangıcı ile ilgili sorular sormuyorlar mı

    YanıtlaSil
  2. 1. İlk mektupta da dediğim gibi ateist yeterli kanıt olmadığı için Tanrı'nın varlığına inanmayı gereksiz görür. Bu Tanrı yoktur demek değildir. Tanrı'nın varlığını gerekçelendirecek kanıtlar yetersizdir demektir. Aynı şeyi ejderha için de söyleyebiliriz. Şu anda bulunduğum odada görünmeyen ejderhalar olduğunu kanıtlayamadığım için yokmuş gibi davranırım. Kuramsal olarak bu iki ifade arasında dağlar kadar fark olsa da pratikte bir fark olmayabilir. Savcı aleyhine delil bulamadığı şüpheliye "sen masumsun" diyemez ama pratikte şüpheliyi tıpkı masummuş gibi serbest bırakır.

    2. İnsanların bilgileri sınırlıdır ve bilgisinin (dilinin) sınırı, hakkında düşünce üreteceği evrenin sınırlarını da çizer. Dolayısıyla bilgimiz dahilinde Tanrı'nın varlığına dair kanıtların yeterli olmadıklarını söyleyebiliriz. Bilgimizin ulaşamayacağı bir yerde Tanrı'nın varlığı kanıtlanabiliyorsa bundan sorumlu tutulmamamız gerekmez mi? Bana180 cm boy veren Tanrı benden her gün üç metre zıplamamı istiyorsa ve ben bunu beceremiyorsam suç benim mi olur?

    3. Öğrenciler tabii ki Büyük Patlama'nın ötesini merak ediyorlar ama yanıt olarak Tanrı'yı kabul etmiyorlar çünkü öyle bir alışkanlıkları yok. Ayrıca ben ileriki mektuplarda bu konuya değineceğim. Biraz sabırlı ol.

    YanıtlaSil
  3. Adsız1:05 ÖÖ

    Güzel yazı, devamı da gelir umarım.

    YanıtlaSil