Bu Blogda Ara

13 Kasım 2020

8. Bölüm: Derenin Kıyısında



 İyi ki getirmişim bu kalın battaniyeyi yanımda. Ne kadar da soğuk oluyormuş geceleri böyle. Dün gece babamın evinde uyurken soğuğu hiç hissetmemiştim oysa. Fadime’nin fırın gibi ısı yayan tonton vücudundan olsa gerek, başka ne olacak! İçinde soba taşıyan bir ejder gibidir Fadime, her nefesiyle ailenin başka bir ferdini ısıtır, hayata döndürür, ona sadece sevildiğini değil aynı zamanda korunduğunu hissettirir. Ama bu gece başka, bu gece ne Fadime var, ne Elena ne de ondan öncekiler… Yumurta deliğe dayandı Ahmet Efendi, geri dönüşü olmayan yola girdin artık. Bundan sonrası hep karanlık, vıcık vıcık bir çamur yığını ve iğrenç bir çürük kokusu… Şu silahı şuraya koyayım da gözüm takılmasın ikide bir. Cepte de taşınmıyor baş belası şey, ne ağırmış deyyus. Filmlerde tüy gibi hafif görünüyor oysa, hoş filmlerde her şey olduğundan ya daha hafif ya da daha ağır gösterilir. Geniş zamana yayılınca hafifleyen ağırlıkları dar zamanlara sıkıştırınca mecburen yoğunlaştırıyorlar demek! Neyse, boş işler bunlar, boş laflar, Burhan’la son zamanlarda çok vakit geçirdiğimden olsa gerek dilim de değişti. Velette şeytan tüyü var. Gittiği yolu tasvip etmedikçe ondan hasbel kader kaptıklarım benimle daha çabuk bütünleşiyorlar. İnsan sevmediğinden, ilgi duymadığından, sırtını döndüğünden daha çok şey öğreniyor hayat hakkında. Ne tuhaf değil mi? Ah bu yaman çelişkiler, ah bu bitmeyen dersler. İşin sonuna geldim hâlâ nelerle uğraşıyor zihnim. Bir de bu soğuk olmasa, o zaman böyle daireler çizip aynı çukurun içinde debelenmek yerine güneşe doğru tırmanabileceğim belki.  

 Yalnızlık üşütüyor beni en çok, yolun sonuna gelmiş olma duygusu, artık kimsenin sana yardım demeyeceği düşüncesine tüm kalbimle inanmış olmak. Düşen bir uçaktaysan eğer ha dünyanın en zengin iş adamı olmuşsun ha en çulsuz dilencisi… Fark eden bir şey olmaz. Kimse yardım edemez sana, korkunç ve amansız bir yalnızlığın içindesindir; o anda yiyen, içen, sıçan, osuran, uyuyan, esneyen, hapşıran, öksüren bir insan olursun tekrar. Anadan üryan çırılçıplak bir varlıksındır artık, etrafındaki dalkavukların üzerine giydirdiği tüm o giysilerden sıyrılmış, doğduğun günün gerçekçiliğiyle Hakk’a yürümeye başlamışsındır. Bu kadarını ben bile şu kıt aklımla, şu ortaokuldan sonrasını görmemiş beynimle çözebiliyorum. Ölümü anlamak için ne Sadık gibi hayvan kesmek ne de Selim gibi mürekkep yalamak gerekiyor! Hele Derya gibi sabah akşam mağdur edebiyatı okumak da yetmiyor ölümün gerçeğini anlamaya. Ama soğuk başka, ete batırılan toplu iğne gibi dikkatimi dağıtıyor, aklımı dumura uğratıyor, adam gibi düşünmemi engelliyor.

Sıtmaya tutulmuş çocuk gibi zangır zangır titredim gecenin başında. Bir de bu zifiri karanlık! Kendi elimi ayağımı bile göremiyordum ilk geldiğimde. Neyse ki ay duruyor tepemde; başımı okşar, eğilir öper arada, dost olur bana bu ıssız kuytulukta. Onun ışığıyla idare ettim uzun süre, sonra ateş yakmak geldi aklıma. Ateş şart ısınmak için, battaniye falan da idare etmiyor bir vakitten sonra. Yaktığım ateşin ışığa faydası da oldu tabii ama ay gibi değil o, bir parlıyor ve sonrasında hemen sönüyor, sürekli beslemek gerekiyor şıllığı, işin yok oturduğun yerden kalk ateşe odun at. Etrafta kurun odun çok ama odun toplamak için ateşin yanından uzaklaşınca yine üşüyorum, hemen geri dönüyorum kızıl alevlerin başına. Nazlı bir metres gibi mübarek, çekiyor kendisine ve bırakmıyor, yörüngesine mahkûm ediyor seni. Azıcık yüzüne bakmayınca, azıcık ilgilenmeyince de hemen “Beni unuttun mu?” tavırları. Hepsi mi böyle bunların? Baştan razılar metres olmaya, ikinci kadın olmaya, görünmez bir hayalet gibi gerilerde takılmaya ama bir süre sonra hepsi yoldan çıkıyor. Bir kıskanmalar, bir içerlemeler, bir kaprisler, sonsuza kadar ikinci kalacağım kaygısı… Sanarsın dünyanın en güzel ve zeki kadını, ben de ülkeler fethetmiş imparatorum, ona güzel ve zengin bir şehrin valiliğini bağışlayacağım. İskender miyim ben, Sezar mıyım? Don Kişot muyum? Cesaretlerini toplayabilenler de hemen tehditler savurmaya başlıyorlar. “Evini basarım”, “Karının, çocuklarının önünde seni rezil ederim.”, “Karın boşanma davası açtığında mahkemede aleyhine şahitlik yaparım…” Ne sonu var tehditlerin ne de bir ayarı. “İnternete çıplak fotoğraflarını koyarım.” diyenlerle bile rastladım. Çaresizlik, özgüvensizlik, hepsinden önemlisi miyopluk bunları mustarip eden maraz. Ben mi dedim sana evli adamla takıl diye? Çekici ve yakışıklı olsam neyse, o da yok bende! Paradan başka bir şey yok –hoş, artık para da yok ya, neyse!-, sende de paradan başka her şey var. İyi ya işte, keyfini çıkar, neden kesiyorsun altın yumurtlayan tavuğu. Nedir yani bütün bu nazlar, kaprisler? Bedava becermiyoruz ya! İstediğini fazlasını veriyoruz. Ama yooook, o acındırma kartı masaya bırakılacak, “Ben seni beğendim de seninle oldum, yoksa her paralı erkeğe bakmıyorum.” ayakları. Duygusallığa oynamalar, kırılgan kadınlık rolleri. Madem sevmeyecektin neden beraber oldun benimle gibi saçma sapan, neresinden tutsan elinde kalacak sorular. 


*** Devamı yayımlanacak romanda