Bu Blogda Ara

25 Mayıs 2014

T. B'ye Mektup 5 (Son) - Ahlâk ve Estetik Kanıtı

Tanrı kanıtlamaları içinde diğerlerine göre pek sık olmasa da sosyolojik ve antropolojik tartışmalarda sıklıkla öne çıkan bir tanesi de ahlâk kanıtıdır. Bu kanıta göre insan ahlâklı olmak için değişmeyen bir referans noktasına muhtaçtır. Mutlak iyiyi ve doğruyu ona telkin edecek bir yol gösterici olmadan toplumsal varlığını devam ettiremez, iyi olamaz, iyilik yapmak için bir gerekçeye sahip olamaz. Demek ki mutlak iyiyi ve mutlak doğruyu temsil eden bir Tanrı vardır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta ahlâk kanıtının ahlâkın kaynağını değil, Tanrı’nın varlığını kanıtlama amacı güdüyor olmasıdır. Aynı düşünce silsilesini tersinden yürütürsek, yani Tanrı vardır öncülünden başlayıp Tanrı’nın mutlak iyi olması gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. Böylece de ahlâkın kaynağının Tanrısal bilgi olduğu sonucuna varırız.

Bu kanıtın en büyük sorunu baştan sona sorunlu olmasıdır. Daha önce incelediğim iki kanıtta nesnel bir takım öncüllere dayandırılan sonuç önermelerine yaptığım itirazları yazmıştım. Bu kanıtta öncülün kendisi de yanlış olduğu için kanıt baştan sona sorunludur. Önce mantıksal bir silsile olarak çıkarımı görelim.
1.       İnsan iyi olmak için mutlak bir iyiye muhtaçtır.

2.       İnsan iyi olmak zorundadır ya da içinde iyi olmak için yanan bir kıvılcımla yaşar.
3.       O halde içimize bu mutlak iyi düşüncesini koyan mutlak iyi bir Tanrı vardır.

Şimdi de itirazlar:

Birinci İtiraz: Ontolojik olarak Tanrı mı yoksa İyi mi önce gelir?

Bu çok önemli bir itirazdır çünkü birazdan da göreceğimiz üzere bu soruya verilebilecek iki yanıt da bizi kaçınılmaz bir çelişkiye götürmektedir.

Birinci Yanıt: Tanrı, İyi’den önce gelir ve dolayısıyla Tanrı İyi’yi yaratmıştır: Eğer bu yanıtı kabul edersek iyi düşüncesinin Tanrı’nın herhangi dayanak noktasına gerek duymadan, rastgele var edildiği sonucuna ulaşırız. Çünkü eğer ontolojik olarak Tanrı önceyse, bu, Tanrı’nın eylemlerini ve söylemlerini bağlayan bir iyilik sınırlaması yoktur demektir. Bu da “Karşıdan karşıya geçen yaşlı amcaya yardım etmek iyidir” demekle “İyidir çünkü onu Tanrı öyle istemiştir” demekle aynı şeydir. Bu durumda eğer Tanrı “Öldürmek iyidir.” demiş olsaydı, Tanrı böyle dediği için öldürme eylemini iyi olarak kabul edecektik.  Bu ise iyilik kavramının içini boşaltmaktan başka bir şey değildir. Bu çelişkiden kurtulmak için şu söylenebilir. “İyi ama Tanrı mutlak aklıyla iyiyi ve kötüyü bildiği için asla kötüyü emretmeyecektir.” Böyle bir kaçış bizi ikinci seçeneğin kollarına bırakır.

İkinci Yanıt: İyi, Tanrı’dan önce gelir ve Tanrı iyidir:  Bu yanıtı kabul ettiğimiz anda başka bir çelişkinin içinde buluruz kendimizi. Eğer ontolojik olarak İyi önceyse, Tanrı’nın, söylemlerini ve eylemlerini, kendisinden önce var olan İyi kavramının sınırlarına göre seçmesi gerekirdi. Bu ise Tanrı’nın her şeye gücü yeten ve kimseye hesap vermeyen kimliğiyle çelişmektedir. Karşımızda, İyi’nin kurallarına uymak zorunda kalmış, eli kolu bağlı bir Tanrı resmi vardır ki bu baştan sonra İbrahimi dinlerin önerdiği Tanrı anlayışına terstir. Tanrı iyidir demek Tanrı’yı kendi tanımıyla çatıştırmaktır.

Tanrı iyiyse eğer iyi olmak için referans aldığı İyi kavramını kim yarattı diye sorabiliriz. Eğer bu iyi kavramı Tanrı’dan bağımsız olarak varsa zaten vermiş olduğumuz yanıtın yanlış olduğu sonucuna varırız. Yok eğer İyi kavramını Tanrı yarattıysa birinci çelişkiye dönmüş oluruz. Kısacası her halükârda Tanrı ile İyi arasında mutlak gücü garanti altına alan bir bağ kurulamamaktadır.

İkinci İtiraz: İnsan iyi olmak için mutlak iyiye muhtaç mıdır?

James Rachel, “The Elements of Moral Philosophy” başlıklı kitabının on dokuzuncu sayfasında ahlâkı şu şekilde tanımlamış: Minimalist bir tanım verecek olursak, ahlâk, bir insanın herhangi bir eylemi gerçekleştirirken aklını kullanıp, kişinin hem kendisinin hem de eylemden etkilenecek olan diğerlerinin çıkarlarını eşit şekilde gözeterek, eylemi gerçekleştirmesini sağlayan kurallar bütünüdür.

Bu tanımda eşit derece ifadesinin altını çizdim çünkü işin en zor kısmı bu eşitliği sağlamakta. Şöyle bir örnek verelim. Bir kamyonun frenleri patlamış ve yokuş aşağıya iniyor. Önünde bir panayır var ve panayırda on kişilik bir grup alışveriş yapıyor. Şoför panayıra girmek istemiyorsa direksiyonu sağa kırmak zorunda kalacak ama bu durumda da kaldırımda bekleyen bir adamı ezecek. Böyle bir durumda şoförün ne yapması gerekir? Panayıra dalıp on kişiyi öldürmemek için yol kenarında duran bir kişiyi öldürecek. Bir kişiyi öldürmek on kişiyi öldürmekten daha iyidir diyorsak yukarıdaki tanımdaki eşitlik ilkesini çiğnemiş oluruz.  

Benzer bir çelişki dilenciye para verme konusunda da çıkar karşımıza. Dilenciye para vermek iyi midir ya da dilenciyi görmezden gelmek kötü müdür? “Dilenciye para vermek iyidir çünkü yardıma muhtaç birisine yardım etmek evrensel anlamda iyidir.” diyebiliriz. Ya da “Dilenciye para vererek aslında iyilik yapmıyorsun, onun dilenci olarak kalmasını sağlıyorsun.” da diyebiliriz. Ya da “Aslında dilenciye para vererek dilenciye değil kendine iyilik yapmış oluyorsun çünkü sırf kalbindeki suçluluk duygusunu bastırmak için yardım ediyorsun dilenciye.” de denilebilir. Ya da “Her insan istediğini yapmakta özgürdür ve insanlar genelde kendilerini mutlu eden eylemleri gerçekleştirirler. Sen kendini mutlu etmek için dilenciye para veriyorsan bunun neresi iyiliktir.” denilebilir. Kısacası onlarca farklı açıdan yaklaşabiliriz dilenciye para verme sorununa.

Çalıştığım okulda Yeni Zelanda’lı bir arkadaş var, kadın öğlen yemeği arasında dışarı çıktığı her gün alt geçitin merdivenlerinde bekleyen dilencilere para verir. Bunu büyük bir içtenlikle yapar, onlara selam verir, gülümser, “Bugün nasılsın, iyi misin?” diye sorar. Bozukluğu yoksa 10 Yuan verir (yaklaşık 4 TL), bazen elindeki yemeği paylaşır. Şimdi böylesi bir samimiyetle davranan bir insana “Sen bunu suçluluk duygusundan kurtulmak için yapıyorsun. Aslında sen de bencilin tekisin. Sırf daha iyi hissetmek için, gösteriş için dilencilere iyi davranıyorsun.” diyebilir miyiz? Bence diyemeyiz. Sonuçta dilencinin karnı doymaktadır, kucağındaki çocuğunun boğazından sıcak çorba geçecektir. Bütün bunları görmezden gelip, dilenciye yardım eden insanı bencillikle suçlayarak nereye varırız? Bana göre lafazanlık dışında hiçbir yere! Yalnız burada benim ne düşündüğümün pek bir önemi yok çünkü büyük bir olasılıkla dilencilere para veren birisi olduğum için ve kendi davranışımı haklı çıkarmak için böyle düşünüyorum. Buradaki asıl sorun, dilenciye para vermek gibi basit bir gündelik bir eylemin bile ahlâki açıdan tek bir çıkış noktasının olmamasıdır.

Ahlâk felsefesi kitapları bu tür örneklerle doludur ve aynı soruya verilen onlarca farklı yanıt vardır. Kimisi psikolojik egoizm prensiplerine dayanarak yanıt verir, kimisi utilitarianist prensiplere göre, kimisi Kant’ın evrensel imperatiflerine göre. İstediğin prensibe dayanarak yanıt ver, sonuç değişmeyecektir. Bir şekilde birilerinin hakkı yenecektir, bir şekilde birileri bencil damgasını yiyecektir, diğerleri iyi kalpli diye göklere çıkarılacaktır. Gerçek hayatta bu kadar dramatik olmasa da benzer durumlarla sıklıkla karşılaşırız. Genelde bir karar verir, “Ölen öldü, kalan sağlar bizimdir” deyip yola devam ederiz. Mutlak bir doğru arayarak geçiremeyiz ömrümüzü çünkü mutlak bir doğru çoğu zaman yoktur. Pratik olmak zorundayızdır ve klişe bir söylemle ifade edecek olursak “Hayat her şeye rağmen devam etmektedir”.

Bu örneklerden şu sonuca varmak istiyorum. Hayatımızı sorunsuz bir biçimde devam ettirmemiz için mutlak iyiye ve mutlak doğruya muhtaç değilizdir. İyi ve doğru olan eylem çoğu zaman toplumlara, kimi zaman da bireylere göre değişebilen bir kavramdır. Bu görecelilik mutlak olma zorunluluğuyla açıklanamayacağına göre daha insan merkezli bir hipoteze gereksinim duyarız. İnsanın idealden uzak olması yönüyle eksik olması gibi onun ahlâki değerleri de eksiktir. Ahlâki değerler değişkendir ve coğrafi, iklimsel ve ekonomik koşullara göre şekillenir. Nasıl ki biyolojik bir evrimin sonucunda canlılar içinde bulundukları ortama uyum sağlıyorlar, ahlâk yasaları dediğimiz prensipler de aslında insanın toplumsal yaşama uyum sağlamasının bir sonucudur. Farklı toplumlarda farklı yasaların olması da bu toplumlardaki koşulların farklı olmasından dolayıdır. 

Örneğin Eskimolar, yaşlanan insanları, yerleşim merkezlerinden uzaklarda bir yerde ölüme terk ederlermiş. Düşünsenize; nineniz yaşlandı, iş yapamaz hale geldi. Bu yüzden ninenizi öldürüyorsunuz. Bizim toplumumuzda cinayet diye adlandırılabilecek bir eylemdir bu. Peki, aynı şeyi soğuk havaya, şiddetli kar fırtınalarına, tarım arazisinden yoksun hayat koşullarına karşı direnen Eskimolar için söyleyebilir miyiz? Nine, ekonomik olarak aileye ve topluma bir yarar getirmediği gibi tüketmeye devam ettiği için topluma zarar vermektedir, yeni yetişen neslin boğazındaki lokmayı çalmaktadır. Bir insan olarak zaten hayatının amacını gerçekleştirmiştir. Çocuklarını büyütmüş, genlerini yeni nesillere aktarmıştır. Bundan sonra yaşaması için çok da bir neden yoktur. İnsanın birey olarak var olamadığı Eskimo kültüründe ninenin ölüme terk edilmesi ahlâksız bir davranış olarak görülmez. Hatta tam tersine, nineyi öldürmeyip yeni doğan bebeklerin yemeğini nineyle pay yaparak ahlâksızlık yapmış oluruz.  

Kaynakların sınırlı oluşuna çözüm olarak üretilmiş bu ahlâki yasa / geleneksel töre, kaynakların bollaştığı zaman ortadan kalkacaktır ya da başka formlara bürünecektir. Değişen zamana direnemez hiçbir töre. Tabii ki değişim kolay değildir ve kurbanlar verecektir. Özellikle dünyanın gittikçe küçüldüğü günümüzde, ekonomik olarak güçlü olan toplumların zayıf olanlara yardım edebileceklerini hesaba katarsak, böylesi yasaların bir an önce ortadan kalkması için insanlık el ele verip, sorunları kökünden kazımalıdır. Örneğin namus cinayetleri, örneğin Hindistan’da ölen kocalarıyla birlikte yakılan kadınlar, örneğin din değiştirdi diye idama mahkûm edilen insanlar, örneğin Afrika'da sünnet edilip sakat bırakılan kız çocukları… Bilimin ve nesnel bilginin yaygınlaşmasıyla insanlar daha ortak bir ahlâki bütünlüğe doğru yol almaktadırlar. Dünya küçüldükçe, iletişim ağlarıyla daha bir donatıldıkça; farklar ortadan kalkacaktır.

Yukarıda ahlâk yasalarının tıpkı biyolojik evrimle gelişen canlılar gibi geliştiğini ve değiştiğini iddia etmiştim. Bunu da bir örnekle izah edeyim. Kelam kanıtında verdiğim örneğin aynısını vereceğim. Geniş bir yolda tek başınıza araba kullanıyorsanız sizi sınırlayan bir yasa yoktur. Ne zaman ki yolda başka arabalar belirir, o zaman mecburen arabanızın hızını, yönünü, şeridini diğer arabalara göre ayarlamak zorunda kalırsınız. Kendinize ve diğerlerine zarar vermemek gibi basit “hayatta kalma” prensibinden başka bir prensibiniz yoktur ama zamanla bu basit prensipten karmaşık kurallar doğar. Örneğin, şerit değiştirirken sinyal vermeniz gerektiği sonucuna varırsınız ya da yolun ortasında kafanıza göre duramayacağınızı bilirsiniz. Trafiği var eden siz ve arabanız, yarattığınız trafiğin kurallarının esiri olursunuz. Döngüsel bir süreç vardır. Süreç döngüseldir ama yerinde saymaz, bir spiral gibi düzensizden düzenliye göre entropinin tersine bir yönde ilerler. Çünkü sisteme dışarıdan enjekte edilen enerji (insan ömrü ve rasyonalitesi) uzun erimde sistemin içerisindeki entropiyi azaltır.

Buradan yola çıkarak “öldürmeyeceksin” ya da “çalmayacaksın” gibi ilkelerin kaynağına ulaşabiliriz. Öldürmeyiz çünkü öldürürsek bir başkası da bizi öldürebilir. Oysa hayatta kalma ve üreme dürtüsü hayatın en dinamik kuralıdır. Hayatta kalmak zorunda olduğumuz için öldürmeme kuralına sahibizdir, Tanrı on emire “öldürmeyeceksin” diye başladığı için değil. Aynı şekilde mülkiyetin kutsal olarak kabul gördüğü toplumumuzda çalmayız çünkü biz çalarsak ve çalmayı meşru sayarsak birilerinin bizim malımızı çalmasını engelleyemeyiz. Toplumsal barış uzun erimde bireylerin huzur içinde yaşamalarını sağlamak için vardır ve bu varlığını sürdürmesi için herkes tarafından kabul gören ahlâki prensiplere dayanmak zorundadır.

Kant’ın “Ahlak Metafiziğinin Temelleri” kitabında sözünü ettiği ve günümüzde de geçerliliğini koruyan ilkesini anımsayalım: “Öyle davranmalısın ki seçtiğin eylemin aynı zamanda evrensel bir doğru olarak kabul görmesini istiyor olmalısın.” Bu ne demektir? Eğer kırmızı ışıkta geçiyorsan, kırmızı ışıkta geçmenin evrensel bir doğru olduğunu kabul ediyorsun demektir. Yok eğer bunu kabul etmiyorsan kırmızı ışıkta geçmenin ahlâki anlamda yanlış olduğunu kabul ediyorsun demektir. Çünkü Kant’ın yukarıdaki ilkesine göre kırmızı ışıkta geçerek eyleminin evrenselliğini onaylıyorsundur. Onaylamıyorsan zaten ahlâksızsındır.  Burada Kant’ın kullandığı “evrensel” sözcüğünü çıkarıp “toplumsal sözleşme” ifadesini koyarsak daha modern bir ahlâki ilkeye ulaşmış oluruz. Öyle davranmalısın ki seçtiğin eylemin aynı zamanda toplumsal sözleşmeye uygun bir doğru olarak kabul görmesini istiyor olmalısın.

Üçüncü İtiraz: Ahlâkın kaynağı Tanrı’ysa tüm tanrıtanımazlar ahlâksız, tüm tanrıtanırlar ahlâklıdır.

Böyle bir iddianın doğru olmadığını hepimiz biliyoruz. Tarih bunun aksini kanıtlayacak örneklerle dolu. Ne Tanrı’ya inanmak bir insanı iyi yapar ne de Tanrı’ya inanmamak bir insanı kötü yapar. Tanrı’ya inanç pratik bir sorunun yanıtıdır. Hayatı düzenlemede çok ciddi bir rolü yoktur. Tanrı inancının İnsanlara belli davranışları telkin etmesi yönüyle güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunu iddia edebiliriz. Örneğin, savaşlarda insanları cepheye göndermek için dinsel inanç eşi bulunmaz bir araçtır. Aynı şekilde bağış yapmak istemeyen bir insanı ikna etmek için cennet mükâfatını öne sürmek büyük bir olasılıkla işe yarar bir yöntemdir. Her iki durumda da ahlâklı davranışın kuramsal bir temelini savunmuş olmuyoruz aslında. Pragmatik bir araçtır din ve yeri geldiği zaman tersi yönde de kullanılabilir. Örneğin, Haçlı seferlerinde amaç doğunun kıymetli hazinelerini ele geçirmek olduğu halde Avrupalı halk cennet rüyasıyla kandırılmış ve sefere gönderilmiştir. Oysa tarihteki tüm savaşlar gibi Haçlı seferlerinin arkasında da ekonomik nedenler yatmaktadır.

İnsanlar iyi ya da kötü davrandıklarında bunun arkasında yatan nedeni inancında değil de onu bu davranışı yapmaya sürükleyen ekonomik ve toplumsal nedenlerde aramalıyız. Bir tanrıtanımaz cinayet işlediğinde bunu Tanrı’ya inanmadığı için değil, öldürdüğü kişinin parasını çalmak için yapmıştır. Aynı şeyi bir tanrıtanır da yapabilirdi. Cinayetin nedeni inançsızlık değildir; parasızlıktır, hırstır, açgözlülüktür…

Uzun uzun yazdım ama daha estetik kanıta gelemedim bile. Aslında estetik kanıtın ahlâk kanıtından pek farkı yok. İnsandaki güzellik algısının bir kaynağının olması gerektiği ve bu kaynağın Tanrı olması gerektiği üzerine kuruludur estetik kanıt. Ahlâk kanıtına getirilen tüm itirazlar estetik kanıta da getirilebilir. Sonuç olarak estetik ölçütlerimiz de tıpkı ahlâki ölçütlerimiz gibi toplumdan topluma değişen, insanın doğayla ilişkisinden kaynaklanan, evrimsel süreçle gelişen değerlerden oluşur. Örneğin kıtlığın hakim olduğu bir ülkede kilolu kadınlar güzel kabul edilirken (Yirmi otuz yıl öncesine kadar Hindistan, Türkiye, Çin), yiyecek sorunu olmayan bir ülkede zayıf kadınlar güzel olarak görülebilir. Ayrıca, estetik kavramının da tıpkı ahlaki doğruluk kavramı gibi siyasi bir yanı vardır. Siyasi, ekonomik ve askeri yönden baskın olan kültürlerin sanat formları, aynı yönlerden pasif olan kültürlerin sanat formlarını bastırır. Bu durumda güzel kavramı güçlünün tarafına doğru kayar.

İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan post-modern akımın dünyaya bir yararını sayacaksak herhalde kültürler arası geçişkenliği ve göreceli eşitliği sağlamış olmasını sayabiliriz. Post-modernizm bu noktada büyük işler başarmış olsa da bu sadece insanların farklı kültürlerin sanat formlarına saygı duymalarını sağlamıştır, onları anlamalarını değil. Örneğin, Çin’de bir sanat dalı olarak çok rağbet gören kaya figürleri, Çin kültürünü özümsememiş insanlarca anlamsız bulunacaktır. Aynı zamanda Çin ekonomik ve siyasi gücünü arttırdıkça günümüzde sadece Çinlilerin sevip hayran kaldığı sanat dalları diğer ülkelere yayılacak, bu ülkelerdeki insanlar tarafından da güzel olarak nitelendirilecektir. Çünkü güzele olan hayranlık o kadar basit bir iş değildir. Eğitim, kültürel özümseme ve anlama gayreti gerektirir. Gelelim konunun bizi ilgilendiren kısmına.

Amorfik bir kaya parçası mı yoksa güzelliğiyle göz kamaştıran bir sanat eseri mi?
İnsanda bulunan güzel olana duyulan eğilimi Tanrı’nın varlığına kanıt olarak görenler olabilir. “Madem güzel olana yönelik bir hayranlık besliyorsun, bu hayranlığın bir kaynağı vardır? Bu kaynağı evrende bulamadığımıza göre bu duygu bize evrenin dışından verilmiş bir yetenektir. O halde Tanrı vardır.” şeklinde özetlenebilecek bu tez Paley’in saati örneğinde de karşımıza çıkmaktadır. Çölde gezen adam sadece mekanik olarak mükemmel şekilde çalışan bir saat bulmakla kalmamıştır, aynı zamanda bu saatin, çok değerli taşlarla, çok kabiliyetli olduğu sanatından belli olan bir sanatçı tarafından, özene bezene süslendiğini gözlemlemiştir. Bu durumda saati yapan saatçi aynı zamanda renklerin uyumlarını bilen, değerli taşların dengesini anlamış, doğadaki ahengi çözmüş bir sanatçıdır.

Öncelikle şunu ifade edeyim. İnsanların sanat adı altında ürettikleri eserlerin hepsi duyulara hitap ederler. Beş duyumuzu ve aklımızı kullanarak güzel olan bir esere hayranlık besler, onu yapan sanatçıyı tebrik ederiz. Resim sanatı görme yetimize hitap eder, müzik sanatı duyma yetimize. Eğer bedenimiz termal kameralar gibi ısıyı algılama olanağına sahip olsaydı, termal kameraların ekranlarında oluşan görüntülere benzer resimler yapar, bunları sergilerdik müzelerde. Çünkü termal kamera görüntüleri aşina olduğumuz algısal dünyada yaşıyor olurduk. Dolayısıyla, güzellik algımızın beş duyumuzla sınırlı olduğunu ifade edebiliriz. Güzel bulduğumuz şeyler beş duyumuzla algılamaya aşina olduğumuz şeylerdir.

Uzayın başka bir köşesinden ve evreni bizim beş duyumuzdan çok daha farklı duyularla algılayan dünyadışı varlıkların güzel anlayışı bizimkinden çok farklı olacaktır. Benim saatlerce bakıp da hiçbir şey anlamadığım biçimsiz kayalar, Çin’de fahiş fiyatlarda alıcı buluyor. Tıpkı Andy Warhol’un milyon dolarlık tablolarının bana saçma gelmesi gibi. Ahlâk yasalarında olduğu gibi estetik ölçütlerimiz de doğayla ve içinde yaşadığımız toplumla olan etkileşimimizden kaynaklanır. Evrenin kendisi ne güzeldir ne de çirkin. Toplumsal koşullanmışlığımızın sonucu olarak masmavi bir denizde parıldayan yakamozları görünce “Ahh ne güzel!” diyor oluşumuz manzaranın kendiliğinden güzel olmasından değildir. Bizim böylesi bir manzaraya duyduğumuz özlemdir içimizdeki hayranlığın kaynağı, mavinin çocukluğumuzdan beri özgürlükle özdeşleştirilmesindendir, suyun serinliğine duyduğumuz aşk derecesinde hissettiğimiz tutkudur. 

Geçenlerde izlediğim bir Kazak filminde filmin başkahramanının en büyük hayali kız kardeşinin yakınında bir yere yerleşmek ve hayvancılık yapmaktı. Oysa bunu yapmak istediği yer çölün ortası, bildiğimiz Orta Asya stepi. Hiçbir şeyin ortası, kum fırtınalarını ve susuzluğu saymazsak. Benim gibi kentte doğup büyümüş bir insan için alabildiğine çirkin (zor, çetrefilli, anlamsız) olan bu hayat tarzı filmdeki kahraman için en güzel hayal niteliğinde. Bu basit örnek bile güzellik kavramının içinde doğup büyüdüğümüz koşullar tarafından nasıl şekillendirildiği sorusuna verilebilecek güzel bir yanıttır sanırım. Öyle gökten zembille inen bir güzellik kavramı yoktur. Mutlu olmak, hayatına anlam katmak isteyen insanlar vardır. Güzellik de hayata anlam katan renklerden birisidir.

---

Böylece Tanrı kanıtlamaları yazılarının sonuna gelmiş oldum. Şaka maka yaklaşık 16.000 kelime yazmışım. Umarım okuyanlara bir faydası olur yazdıklarımın. Son olarak şunları da ekleyeyim.

Bu dünyayı bir gemi gibi düşünün. Bizler de o gemideki yolcularız. Yolculuk sırasında yapılması gereken en önemli şey huzuru bozmamak ve elimizden geldiğince yardıma muhtaç olanlara yardımcı olmaktır. Amaç yolculuğu kazasız belasız atlatabilmektir. Kimseye zarar vermeden, kimseye kötülük yapmadan, kimsenin hakkına tecavüz etmeden yolculuk tamamlanmalıdır. Geminin bir kaptanının olması ya da olmaması bizim iyi bir yolcu olarak tutumumuzu değiştirmemelidir. Kaptan varsa ve siz onun varlığına inanmamışsanız, size sırf bu yüzden bir ceza vermesi mantıklı değildir. Kaptan yok deyip diğer yolculuklarla iyi geçinmek, onların ihtiyaçlarını gidermek, gemiye katkıda bulunmak mümkündür. Aynı şekilde kaptan vardır deyip gemiye zarar vermek, birilerinin hakkını yemek de mümkündür. İkinci durumun birinci duruma göre çok daha esaslı bir cezayı gerektirdiği aşikârdır. Kaptan, siz onun varlığına inanmıyorsanız, en kötü olasılıkla sizi gemiden aşağıya atar. Böylesi bir durumda bile ceza sonsuz değildir. Bir süre bocalarsınız, ya boğulursunuz ya da balıklara yem olursunuz. Sonuçta acınız sonludur. Kaptan size sonsuz bir ceza vermez. Niye versin ki? Böylesi bir cezanın kime ne yararı vardır? Bunun yanında, kaptanın varlığına inananlar, bu inanca rağmen gemideki düzeni bozdularsa, gemiye zarar verdilerse, onların cezası ne olacaktır? Onların sizinkine kıyasla daha hafif bir cezayla cezalandırılmaları kaptanın “adil” vasfına zarar vermiyordur de ne yapıyordur? Geminin bir sınav meydanı olması da bu cezayı gerekçelendiremez çünkü gemideki yolcuların gemide olmama şansları yoktur. Seçerek gelmemişlerdir oraya, zorla getirilmişlerdir. Getirildikleri gibi de sınava sokulmuşlardır. Siz okulun ilk günü yapılan sınavda başarısız olan çocukların okuldan atıldığını gördünüz mü hiç?

Örnekler çoğaltılabilir, sorular sonsuza kadar arttırılabilir. Bütün bu sorular bir Tanrı’nın var olduğunu kabul etmekle aslında soruların bitmediğini, bilakis katlanarak arttığını gösterir. TB’ye mektuplar dizisindeki tüm çabam klasik Tanrı kanıtlamalarına itiraz etmekten ibaretti, gerisini kurcalamaya pek niyetim yok. Kanıtların geçersizliği Tanrı’nın var olmadığı anlamına gelmez, yok olduğu anlamına da gelmez. İnsanların büyük bir çoğunluğu herhangi bir kanıta ihtiyaç duymaksızın, toplumsal veya ailevi geleneklerden dolayı inanırlar Tanrı’ya. Gerisini pek düşünmezler. Amacım Tanrı vardır diyenlere yanıt vermek değildi, tam tersine Tanrı var olmayabilir diyenlerin boş olmadıklarını göstermekti. Eğer tanrıtanırlar kendi inançlarına saygı bekliyorlarsa aynı saygıyı tanrıtanımazlara karşı göstermek zorundadırlar. Tanrıtanırlar nasıl ki kendilerince Tanrı’nın var olduğuna dair kanıtlar ortaya koyabiliyorlarsa, tanrıtanımazlar da aynı şekilde karşı-argümanlar geliştirebilirler. Tanrı’nın varlığı hipotezi bilimsel bir hipotez olmadığı için ne varlığı ne de yokluğu bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilir. İnsanların inanma özgürlükleri gibi inanmama özgürlükleri vardır. Aynı şekilde, inandıklarını ifade etme özgürlükleri varsa inanmadıklarını ifade etme özgürlükleri de vardır. Kimsenin inançsız olduğu için bir insanı hor görmeye, haklarından mahrum etmeye, işinden atmaya hakkı yoktur.

Birileri bana “Gel bu görüşlerini televizyonda tartış, karşında da ünlü tanrıtanır XYZ olsun.” dese ben kesinlikle reddederim çünkü ortada tartışılacak bir konu yoktur. Benim bu yazılara başlarkenki isteksizliğimin nedeni de biraz buydu. Tanrı’ya inanan bir insan inandığı dinin tüm ilkelerini Tanrı’nın sonsuz hikmetiyle izah edebilecektir çünkü Tanrı’nın varlığı sadece doğrulanamayan değil, aynı zamanda yanlışlanamayan bir hipotezdir. Dolayısıyla ben desem ki “Madem Tanrı var, neden adaletsizlik var dünyada?”, karşımdaki insanın her zaman dayanacağı son direk “Tanrı’nın sonsuz hikmetini sorgulayamayız. Her şeyin en iyisini o bilir. Senin adaletsizlik olarak gördüğün şey aslında sonsuz adaletin ta kendisidir.” olacaktır. Eeee, yapacağım her itiraza böylesi bir ad hoc hipotezle yanıt verilebilecekse ben neyi tartışacağım?

İnsanların bir Tanrı’ya inanmalarının farklı nedenleri olabilir ama tanrıtanırların büyük bir çoğunluğu kolaylarına geldikleri için inanmaktadırlar. Tanrı hipotezi öylesine güçlüdür ki tüm soruları basit bir yanıtla geçiştirir ve bu geçiştirme insanların hoşuna gider. Hayat zaten zordur, geçim derdi, çocukların eğitimi, kazalar, ölümler, acılar… Bunlarla baş edebilmek için kafanın sağlam olması gerekmektedir. İnanmak insana bu yararı sağlar. Bir kere inanırsın ve yoluna devam edersin. Tanrıtanımazlık ise zor yolu seçmektir. Evrendeki yalnızlığımıza, hayatın kendisinin dışında bir anlamının olmamasına inanmaktır. Bu yüzden tanrıtanımaz hayata anlam katmak için sanata, bilime, eğitime, insanlara yararlı olacak eylemlere sarılmak zorundadır. Hayatın kendisinin dışında bir anlamı yoktur ama hayatın içine anlam enjekte edecek olan bizlerizdir. Hayatı anlamlı yaşamak, arkamızda güzel eserler bırakmak, sonlu da olsa arkamıza güzel anılar saçarak ilerlemek hayatının amacıdır. Tanrıtanırın cennetle, Tanrı’yla hallettiği anlam verme işini tanrıtanımaz çok daha çetrefilli bir yolla halletmek zorundadır. İşi zordur ama yapılamayacak bir şey değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Gelecekte de aynı örneklerin tekrar etmeyeceğine inanmamız için bir neden yoktur.


Bu satırları okuyan genç zihinlere tavsiyem Tanrı var mıdır yok mudur sorusuyla hayatlarını zehir etmemeleri olacaktır. Yanıt öyle birkaç okumayla, üç beş günde karşınıza çıkmaz. Yıllar sürer. Bol bol okuyun, düşünün, hayatın içine dalın, tartışın. Tanrı’ya inanmanız ya da inanmamanız hiç önemli değil etrafınızdaki insanlarca. Önemli olan iyi bir insan olmaktır, anlamlı bir hayat yaşamaktır. Tanrı sorusu bir gün kendiliğinden çözülecektir. Vereceğiniz yanıt her ne olursa olsun, önemli olan bu yanıta kendi başınıza; okuyarak ve düşünerek ulaşmış olmanızdır. Toplumsal baskılardan uzaklaşıp, kendi kimliğinizle baş başa kaldığınızda vereceğiniz yanıt sizi tatmin ediyorsa başkalarının ne dediğinin bir önemi yoktur. Ayrıca, soruya vereceğiniz yanıtı kimseyle paylaşmak zorunda değilsinizdir.  Zaten sizler iyi ve üretken bir insan olduğunuz sürece neye inandığınız hakkınızda sorgulanacak en son şeydir.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder