Bu Blogda Ara

11 Mayıs 2014

Puslu Çanco Atlası

Yaraya sürülen merhemin serinliğiyle gelir sabah Çanco’ya. Tedirgin ve korkaktır yollar. Geceden kalma dürülmemiş hesapların artıkları kaldırımlara taşan sarhoş kusmuğu tadındadır. Islak yolların güneşi kıskandıran sükûneti elbette yerini kentin dağdağasına bırakacaktır birazdan. Apartman girişlerinde, tatlı uykularından kaldırılan bekçilerin hiç şaşmayan öngörüsüdür bu. Onların gözlerinde başlar sabah ilk, yaranın kabuğunu kaldırır gibi karşılarlar günü ve ateşi. Sonra yayılır hayat kentin her yerine, sıcak suya düşen çay yaprağının battıkça arkasında bıraktığı iz gibi. Bekçinin gözünde kent apartmanın girişinden gözlenebildiği kadardır. O, kenti ve içindekileri oturduğu yerden hatmeder, baştan sona süzer, ezberler. Kapıdan girip çıkan her yüzde kentin yeni bir ayrıntısını keşfeder. İnsanların yüzleri değil midir tarihin en büyük şahitleri? Yaşadığımız her saniyeyi şakaklarımızda biriken çizgilere yazmaktan başka çaremiz var mıdır? Kent; yaşayan, soluk alıp veren, büyüyüp gelişen, yeri geldiğinde hırçınlaşıp kavga eden, yeri geldiğinde suskunlaşıp köşesine çekilen bir canlıdır sonuçta. Kentin canı tarihidir, mazgalların altında akıp giden istenmeyen geçmişidir.

Yağmurlu günlerde camdan görünen manzaramız.
Kırık dökük kaldırımlarda kentin sırlarının gizli olduğunu, Halk Park’ında sabah akşam oturup, canları sıkıldıkça Tay Çi yapan yaşlılar bilir en iyi. Onların yavaşlığa övgü diye de anılabilecek hareketsizliklerinde Çanco’nun durgunluğu ve suskunluğu vardır.  Az ileride akıp akmadığı bile belli olmayan nehrin suyu kentin ruhudur. Kan ne kadar yavaş akıyorsa, kalp o kadar seyrek atıyordur. Kahverengi suyun, dalgasız bir durgunlukta akışında yaşlı amcaların ve teyzelerin can sıkıntısı okunur. Sıkıştırılmış oldukları park alanından dünyaya bakarlar onlar. Ne kart oyunları keser içlerinde biriken arzuyu ne de yanlarında taşıdıkları çay mataraları. Çember her geçen gün biraz daha daralmaktadır. O daraldıkça Tay Çi’nin anlamı artar. Çin’in dünyaya yeni armağanı olacaktır o. Dışarıda alabildiğine hızlı bir şekilde akıp giden hayata verilecek bir yanıttır. Tarihin en muallak sorularından birisidir bu. Neden bir kimlik ancak daralan çemberin boğduğu insanlar tarafından yaratılır?
Üniversite kampüsündeki küçük havuz.
Parkın yanında, tatlı uykusundan vaz geçememiş bir kedi gibi uzanan Gong Yuan yolu vardır. Yorgun bacaklarla pedallara yüklenen işçi kızların umutları saçılır yolun her yerine. Sabah yıkayıp, kurutmadan yola düzüldüğü için ıslaklığını ağır ağır yitiren saçlarının arasından süzülerek düşer arzuları bir bir. Büyük bir otelin resepsiyonunda çalışan kız için umutları iş yerine taşımak acıdan başka bir şey getirmez çünkü. Akşam eve dönerken toplayacaktır yine sabah döktüklerini. Bir evim olsun, bir arabam, beni seven bir kocam, benim her zaman yanımda duracak bir çocuğum… Hayaller tek boyutlu ve basittir ama istenen şeyler herkesin istedikleri olunca fiyatlar katlanır. Oysa yollarda gördüğü arabalar ne kadar da kolay kazanılmıştır. Ne iş yapmaktadır şu güzel arabayı süren takım elbiseli adam?

Her sabah bisiklet sürerek okuluma gittiğim Kuzay Yang Ling Caddesi. 
Gong Yuan yolunun bitip Kuzey Yang Ling yolunun başladığı yerde birikir üç beş e-bisiklet ve araba. Sağda bulutların karnını delip çıkmak isteyen güneş vardır, solda ise yüzsüz bir gök. Kırık kaldırım taşlarının olduğu yerlere uyarı levhası konmuştur, ”Sakın Düşmeyin Bu Dipsiz Kuyuya” diyen. Onların dipsiz kuyu dedikleri kentin bağırsaklarıdır aslında; istenmediği için gözün önünden uzaklaştırılan, mümkün olduğunca ışıklardan uzak tutulan, derin dehlizlere terk edilen. Tıkandıkça anlaşılır kentte nelerin istenmediği, nelerin çöpe atıldığı. O dipsiz kuyuya girerseniz sizi insanların korkuları bekler; plastik poşetler ve ayakkabı kutuları. İçine daha önce nudıl konmuş bir kap, kullanılmamış bir kondom, kırık cam parçaları ve çürümeye başlamış bir çorap. Bir kent yukarıda varsa bir kent de burada vardır. Bu ikinci kentin üzerinde kuruludur bizim yaşadığımız, yaşattığımız kent. Birini öldüresin ki diğeri yaşasın…

Havanın açık olduğu günlerde camdan görünen manzara.
Güneşin utangaç bir kız gibi perde arkasından eve gelen misafirlere baktığı zamandır sabahın ilk saatleri. Çuvala sığmayan bir mızrak gibi delip geçmek ister pamuktan bulutları. Oysa bulut değildir önündeki engel,  insan ürünü siyah çelenklerdir göğü kapayan. Çanco insanı için iki seçenek vardır. Ya kentin rahatını kabullenip, güneşsizliğe razı olacaktır ya da kentten umudu kesip göğün mavisinin henüz kirlenmediği uzaklara gidecektir. Çanco, bağrında beslediği insanlardan bu şekilde bedel almaktadır. Beş yıl daha az yaşayabilirsin, hayatının sonuna kadar Milton’unkine benzer kaybedilmiş bir cennetin hayalini kurabilirsin, iyi bir okul için çok şeyi feda edebilirsin. Bunların hepsini hayatın seni öldürme pahasına yaparsın.

Çanco müzesinden bir harita. Eskişehir kardeş kentimizmiş.
Sarı kasklarını salla pati bir şekilde kafalarına geçirmiş mavi tulumlu inşaat işçileri geçer önünden. Her birinin elinde ayrı bir alet, sanki dünyayı tamire gidiyorlar. Az ileride, yeni başlamış metro inşaatında çalışıyor bu işçiler; sabahtan akşama kadar elde kazma, kolda güç, yürekte kor. Kimi zaman durup gözlerinin önünde tıkanan trafiğe bakıyorlar. Asla parçası olmayacakları trafiğe çıplak elleriyle çözüm üretirlerken, hayat onlara ne kadar da yabancı. Oysa kentin en mutluları da onlar, kendileri farkında olmasalar da. Çünkü beklentileri az, bir parça ekmek boğazlarından geçti mi, çocuğu eve neşeli bir yüzle geldi mi, karısı evin sorunlarından şikâyet etmedi mi mutlu oluyor. Parayla değil ya gülümsemek, parayla değil hayata bir anlam katmak.

Üniversite kampüsündeki havuz ve nilüfer yaprakları.
 Güneş doğuda yaralı bir geyik gibi debelenirken gözlerini bir anlığına binalara dikersin. Her biri otuz kırk katlı bu binalarda ofisler vardır. Her bir ofiste bir an önce zengin olmayı hayal eden beyaz yakalı işçiler. Öyle yüksek yerlerde çalışıyor olmaları aşağıdakilerden farklı yapmaz onları. Çünkü enlemesine genişleyemeyen kentler mecburen diklemesine büyüyeceklerdir. Babil Kulesi gibi üst üste, alt alta yaşayarak öğreneceğiz kentin tabakalarının birbirinden farksız olduklarını. Hatta yere yaklaştıkça değerin artacak büyük kentlerde, toprağa değen bir evin varsa kendini şanslı hissedeceksin. Çocukların çıplak ayak çimenlere basabiliyorsa milyonları kıskandıran bir servete konmuşsun demektir.

Amorfik bir kaya. Kimilerine göre sanat, kimilerine göre çöpe at.
Darwin’in canlılar için söylediği “Öl, Göç et ya da Uyum sağla” üçlüsü cansızlar için de geçerlidir. Bilim canlılar ile cansızlar arasındaki farkı her geçen gün biraz daha siliyorken kentlerin milyonlarca insan tarafından beslenen, milyonlarca insan tarafından aynı anda hem tahrif hem de tamir edilen bir bünye olmadığını iddia edebilir miyiz? Kentlerin ağızları vardır dışarıdan umut dolu işçileri, köylüleri, göçmenleri yiyen. Bu zavallıları öğüttüğü dişleri vardır, öğütmediklerini tükürüp atmak için salgıladığı tükürüğü vardır. Kalbi vardır geceleri herkes uyuduğunda güm güm atan. Böbrekleri vardır hazımdan kalanları süzen, akciğerleri vardır her iniş kalkışında kara bir öksürükle buluşan. Kör bağırsağı vardır bina önlerinde, parklarda bahçelerde vakit öldüren. Kolları vardır insanı sarıp sarmalayan, bırakmayan.
Üniversite kampüsünde yürüme patikası. Bana Boğaziçi'ndeki Kuzey kampüsle Hisar kampüsü arasındaki patikayı anımsattı, her ne kadar bu çok kısa ve temiz olsa da! 
Çanco’nun sıkıntının başkenti diye anılmasını sağlayacak pek çok yanı vardır ama burada yaşayanlar, burada doğmuş büyümüşler için Çanco candır, biriciktir, dünyalara değiştirilmeyendir. Belki de sırf bu yüzden var olmaya devam etmelidir. Bulutları delecek üç yüz katlı binalar yapılır belki burada bir gün. O zaman, binanın en üst katında daire alan insan için güneşsizlik de sorun olmaktan çıkar. Ne yağmur yağar camlarına ne fırtına titretir çelik pervazları. Onların Çanco’sundan aşağısı görünmez olacağı için kendilerini Çanco’dan kurtulmuş hissederler. Kömür yakan elektrik santrallerinin saldığı siyah dumanlar erişemez onlara. Böylece yeni bir kent kurulur gökyüzünde. Bakkallar açılır; sinemalar, fuarlar, alışveriş merkezleri takip eder. Kentin üzerinde yeni bir kent kurulur. İlkinde çalışanlar ikincisini mümkün kılarlar. İkincisinde yaşayanlar ise ilkine dönüp bakmazlar. Kent doğurarak sürdürür varlığını, doğurup yeni bir nesil ortaya koyarak.

Kentin ortasından geçen kanal (nehir). Pekin - Hanco kanalının bir uzantısı. 

 Not: Bu yazı herhangi bir amaca hizmet etmek için yazılmamıştır. Neredeyse üç haftadır hafta içi hava açıyor, etraf günlük güneşlik oluyor, içimiz ısınıyor. Hafta sonları hava kararıyor, yağmur yağıyor. Zaten kirli olan hava yağmur yağmaya başlayınca iyice çekilmez oluyor. Sabah uyanıp, camdan bakınca yaşadığım hayal kırıklığını kâğıda dökeyim dedim. Karışık bir yazı oldu ama olsun. Okuyup düzeltmeyeceğim, bilgisayara kaydetmiyorum bile. Hatalar varsa okuyucular affetsin. Birazdan bir kafeye gidip din felsefesi üzerine yazmakta olduğum yazı dizisinin yeni bölümünü yazacağım. Bu yazı da bir küskünlük abidesi olarak blogun hafızasına kazınsın. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder