Bu Blogda Ara

23 Ocak 2024

Amor Fati (1)*


 Güzortası Bayramından iki gün önce, nadiren görüştüğüm bir aile dostumdan kısa bir sesli mesaj aldım. “Weichao Abi, nasılsın?” demiş, sonra da benim yanıtımı beklemeden ikinci bir sesli mesajla devam etmiş, “Çalıştığım şirket bana birkaç kilo elma verdi ama ben yarın tatile çıkıyorum. On gün boyunca da evde olmayacağım. Elmaları sana yollasam olur mu? Zayi olmasınlar.” Önce gurur yapıp “Hayır, olmaz!” demek geçti aklımdan. Alan el değil, veren el olmak abiliğin şanına daha çok yakışır ya! Sonra düşündüm, “Verecek bir şeyim yok ki, hem olsa bile vermek değil vermek düşüncesidir makbul olan.” dedim kendi kendime. Önce onun aklına geldi işte, kabul et. Hem kimi kandırıyorsun sen, kime caka satıyorsun? Nedir bu afra tafra! Bir yandan kafamın içindeki atışmaları dinlerken, diğer yandan da ilk yazdıklarımı ufak bir parmak hareketiyle siliverdim. Aklıma o anda başka bir bahane geldi. “Olmaz canım, maalesef benim çalıştığım şirket de bana elma verdi” diye bir yalan uyduracaktım. Güya, maçın başladığını bile fark etmemiş olan rakibini anlık bir ense kol hareketiyle tuş eden güreşçi gibi ellerim ve ayaklarım zıpzıp havada –hakem bile şaşkın, ne oluyor lan diyor şapşal bakışlarla!- meseleyi kapatacaktım. Ama yapmadım, yapamadım. Neden bilmiyorum... Belki de aklıma gelmedi. Şimdi, olayın üzerinden aylar geçtikten sonra, geçmişe dönüp o ânı kafamda tekrar kurguladığımda aklıma iki olası neden geliyor. Birincisi çalıştığım şirket son günlerde duyageldiğim tüm söylentilere rağmen bu bayramda meyve falan vermemişti. İşyerindeki herkes bu yıl elma vereceklermiş diyordu ama ortada eyleme yönelik bir icraat yoktu. Hep laf hep laf. Bak, başkalarının şirketi nasıl da biliyor çalışanının değerini?.. İkinci neden ise arkadaşımdan bu mesajı alınca çok uzun bir zamandır elma yemediğimi fark etmiş olmamdı. Üzüm yiyordum, armut yiyordum, arada erik yiyordum, hatta yaz bitmiş olmasına rağmen karpuz yiyordum ama elmayı nedense uzun süredir ne görmüştüm ne de yemiştim. Tadını bile unutmuştum. Azıcık değişiklik fena olmaz diye düşünmüş olmalıydım. “Olur” dedim, çok da nazlanmadan. “Yolla gelsin, azar azar yerim. Yiyemediklerimi de dağıtırım, eşe dosta veririm”. Arkadaşım yanıt vermedi. O da biliyordu benim pek de öyle eş dost canlısı birisi olmadığımı. Bildiğin müzmin bekâr, kronik yalnız, patolojik umutsuz bir adamdım ben. Adresimi yazdım, dış kapıya değil de dairenin kapısına bıraksınlar diye binaya giriş için geçici şifreyi paylaştım. Sonra da teşekkür edip işimin başına döndüm.

 Günlerden Çarşamba’ydı, hava kalın bir battaniyenin altında terleyen sıtmalı bir hasta gibi sıcak ve nemliydi, telefona gelen mesajlar “Ufak Köpek” adını verdikleri bir fırtınanın yaklaştığından bahsediyor ve vatandaşları sıkı sıkı tembihliyordu. Bak nasıl da hatırlıyorum, felaket öncesini en ufak bir ayrıntısını dahi unutmadan hatırlayabilen insan zihninin gerekçesi nedir acaba? Eskiye dönüşü kolaylaştırmak, mazinin kucağında teselli bulup mutlu olmak, farazi solucan delikleri yaratıp yaşanmışlıkları yaşanmamış hale getirmek mi? Yoksa, bedeni arafta kalmış bir sarkaca dolayıp sonsuza kadar sürecek bir gel-git nostaljisine yol açmak mı? Kim bilir? Benim bildiğim tek bir şey vardı. Bu hikâyenin de yazılmasının nedeni olan olaylar o akşam, benim yorgun bir halde, ayaklarımı sürüye sürüye eve dönmemle başladı. Binaya girdim, asansöre bindim, kıçı sidik kokan köpeğe ve koltuk altı buram buram ter kokan yaşlı amcaya aldırmayarak gözlerimi kapattım, on dokuzuncu kata kadar nefesimi tuttum. Asansörden çıkıp daireme yöneldiğim âna kadar elmaları unutmuştum zaten. Kafam; bütün gün şirkette işleme soktuğum sigorta başvurularıyla ve prim hesaplarıyla dolmuş; içi su dışı diken kaplı puf balığı gibi şişmiş, zehrini zerk edecek uygun bir ortam arıyordu. İşte o anda gördüm kutuları. Her biri büyük boy bir mikrodalga fırın boyutlarında, üst üste konunca belime kadar gelen, üsttekinin ağırlığından olsa gerek alttaki biraz ezilmiş iki kocaman karton kutu. İstemsiz bir “Ohaaaa!” çıktı ağzımdan. Ön tarafa yapıştırılmış etikete bakıp göndericinin adını okudum. Evet, bunlar onun gönderdiği elmalar olmalıydı. İyi ama neden bu kadar çoktu. Hani birkaç kiloydu! Küçük bir market poşetine sığacak kadar olması gerekmiyor muydu? Ellerim titreyerek anahtarı deliğe soktum, kapıyı açtım. Meimei gıcırdayarak açılan kapının ağzına gelmiş, aldığı elma kokularından mayışmış bir halde mahmur gözlerle bana bakıyordu. Anlamıştı şapkanın içinden işine yarayacak bir tavşanın çıkmayacağını. Kutuların alttakini ayağımla itekleyerek dairenin içine doğru sürükledim. Işığı açıp kapıyı kapatır kapatmaz telefonuma sarıldım. Tam “Hani birkaç kiloydu, koca elma bahçesini göndermişsin!” diye çemkirecektim ki aklıma mesajları tekrar dinlemek geldi. İşaret parmağımla, deliğe kaçmış bir değerli taşı çıkarmaya çalışır gibi o sabah gelen ilk mesajı aradım. Bulmam uzun sürmedi. Bacağıma sürtünen Meimei’i çevik bir ayak hareketiyle masanın altına doğru savurup ikinci mesajı tekrar dinledim: “Weichao Abi, çalıştığım şirket bana birkaç koli elma verdi ama ben yarın tatile çıkıyorum. On gün boyunca da evde olmayacağım. Elmaları sana yollasam olur mu? Zayi olmasınlar.” Göğsümün ortalarında bir yerlerden güçlü bir gülme arzusu doğdu o anda. Meimei’i korkutup kanepenin arkasına kaçırtan kahkaham salonu öyle bir doldurdu ki ben bile şaşırdım ses tellerimdeki bu beklenmedik güce.

 Sonra oturdum kanepeye, sessizce bekledim, Meimei’in korkusunu yenip saklandığı yerden çıkması uzun sürmedi. Yanıma oturdu, gerildi, tırnaklarını ümitsizce kanepenin örtüsüne geçirdi. Daha fazla zarar vermesin diye gıdısını okşadım, sol kulağını baş parmağımla işaret parmağım arasında ovdum, yüzünü avcumun içine alıp başparmağımla alnını okşadım. İyice yumuşadı, şımardı, elimi yalamaya başladı, yattı yuvarlandı. Herhalde dedim bu halde uzun süre kalır, uyuklamaya başlar. Ama yok, hayvan değil müneccim! Kıçını bana döndü, kış uykusundan yeni uyanmış bir ayı gibi iki ayağı üzerine dikildi ve gözlerini kapının dibinde bıraktığım kolilere dikip uzun uzun miyavlamaya başladı. “Ne yapacaksın bakalım bu kadar elmayı? Bari ciğer falan getireydin, ben de yardım ederdim sana.” diyen muzip bir haykırışla, içimde soğumaya bıraktığım külleri inadına inadına harlıyordu. Baktım olmayacak, ensesinden tutup çektim onu. Kanepeye boylu boyunca yatırdım, karnını okşadım, göbeğinin altındaki yağlı yumuşak yumruyu hafifçe sıktım. Sonra da kalkıp kolilerin yanına gittim. Anahtarın sivri ucuyla üstteki koliyi açtım; kesif, nahoş, sıcakta bırakılmış şekerli meşrubatlardan çıkan bayıltıcı rayihaya benzer bir koku yüzüme çarptı. Elmalar gelişigüzel konmamıştı kolinin içine. Marketlerde satılan yumurtalar gibi özenle yerleştirilmişti. 8x3’lük, iki tabakalı, kalın bir karton, kolinin içine arada boşluk kalmayacak şekilde oturtulmuştu. Hep binmek istediğim ama bir kere bile bana nasip olmayan iki katlı Airbuslar geldi aklıma o anda, gelmesiyle de gitti bu hayal. Beynim, kararsız kalıp afalladığım zamanlarda güvenli bir kaçış noktası olarak bildiği hesap işine girişti hemen. 8x3x2x2=96 elma eder... Tam 96 elma. 100’den 4 eksik. Collatz Algoritmasıyla 12 adımda 1’e inecek bir sayı. Asal çarpanları sadece 2 ve 3’ten oluşuyor, 400 ekleyince ya da 90 çıkarınca mükemmelliğe eriyor... Hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir sayı. Tıpkı benim gibi, tıpkı işyerinde her gün gördüğüm müptezeller gibi. Tıpkı sokakları, çarşıları, panayırları, stadyumları dolduran neden var olduğunu bilmeyen, daha da kötüsü bu sorunun yanıtını merak etmeyen, hayatı para kazanmak, çocuk yapmak ve torun sevmekten ibaret olan milyonlarca insan gibi! Yalnız başına yaşayan benim gibi bir insan için çok büyük bir sayı olduğu da bir gerçek. Ne yapacağım ben bu kadar elmayı? Günde 1 tane yesem, 3 ayda bile bitiremem. Bu arada çürümeye başlarlar zaten. Dolaba koyacak olsam en fazla 20 tanesi sığar, peki ya kalanları?..

 Tam mutfak kapısını aralayıp, kolileri tezgâhın üstüne kaldıracaktım ki Meimei’i masanın üzerindeki kendi resmiyle oynarken gördüm. Resimde, iki haftalık tek gözü enfeksiyon kapmış Meimei vardı. Bir de ona biberonla keçi sütü içiren benim elim. Sekiz yıl önceydi, fotoğrafı o zamanlar sağ olan ablam çekmişti. “Bak, evlenmeden bebek sahibi bile oluverdin.” diye dalgasını da geçmişti aklı sıra. Sonra da kızgın olduğu zamanlarda annemin yüzünde görmeye alışkın olduğum bir ciddiyetle “Emin misin? Sen kendine zor bakıyorsun. Kediye nasıl bakacaksın?” diye sormuştu. Emin değildim, hayatta hiçbir şeyden emin olmadığım gibi bir kedinin bakımını üstlenip üstlenemeyeceğimden emin değildim ama o zamanlarda kitaplarını büyük bir şevkle okuduğum Nietzsche Abi’den öğrendiğim bir şey vardı. “Kaderini sev” diyordu. Ben de sevecektim, sevemesem bile katlanacak, hayatın ancak ona katlanılarak bana bir şeyler öğretebileceği gerçeğine yaşayarak tanık olacaktım. Öyle de oldu, Meimei’in eve gelmesiyle hayatım değişmedi ama onun bana tanıttığı başka dünyalardan, zamanla geliştirdiğim özdisiplinden ve beni gocundurmayan ıssızlıktan çok şey öğrendim. Başıma gelen her şeyden -ister inayet olsun isterse felaket- olumlu sonuçlar çıkarmayı ve bu sonuçları öğrenilmiş dersler olarak hayatımın bilumum alanlarına yaymayı seçtim. Şikâyet etmemeyi, sadece ve sadece planlarımız dışında gerçekleşen olaylar sayesinde hayatı gerçek anlamda sorgulabileceğimizi, sadece ve sadece güvenli alanlarımızın sınırlarının dışına çıktığımızda hayatın başkalarına nasip olmayan sırlarına vakıf olabileceğimizi, sadece ve sadece kaderin önüne koyduğu kapalı kutulardan çıkan fırsatlar sayesinde değişip gelişebileceğimi bana Meimei öğretmişti, öğretmeye de devam ediyordu. Evet, o da bir kutudan çıkmıştı. Çalıların arasına terk edilmiş, ıslak ve kirli bir kutudan. Şimdi ise benzeri kutulardan 96 elma çıkmıştı. Bu elmalar ıslak ve kirli değillerdi. Hatta, piyasadaki en iyi elmalar oldukları parlak ve pürüzsüz ciltlerinden anlaşılıyordu. Şikâyet etmemeliydim. Yetişkin yaşıma kadar hayattaki en büyük korkumun kronik bir vurdumduymaz olan babama benzemek olduğunu sanan benim için aslında en büyük korkumun dev bir şikâyet makinesi olan anneme benzemek olduğunu da bana Meimei öğretmişti. Şimdi de benzeri bir bilgelikle, benden bir adım öteye geçmiş ve “Oluruna bırak” demişti. “Su akar yatağını bulur.” değildir peşinden gidilesi gerçek, “Su akar yatağını yapar.”dır.   

 Bu düşüncelerle resmi Meimei’in patilerinin arasından kurtardım, onun erişemeyeceği bir yere koydum. Sonra da ne yapacağını bilen kararlı bir şef gibi hızlı adımlarla mutfağa daldım. Buzdolabı pek dolu sayılmazdı ama yine de haftalar öncesinden kalma kokuşmuş sebzeleri atmak için iyi bir fırsattı bu. Yeni bir siyah çöp torbası açıp; dibinde yeşil sular birikmiş ıspanak, lahana ve marul poşetlerini, uçları güz yaprağı gibi sararmış patlıcanı, zamanın darbelerine dayanamayıp iktidarsızlaşmış salatalığı, yürek sıkıntısından içine doğru çökmeye başlamış domatesi, varoluşsal krize girip tepelerinde sarımtırak küfler peydahlamış mantarları, suyunu kaybettiği için golf topu gibi sertleşmiş yeşil limonları, ne zamandan kaldığını hatırlamadığım dibindeki marmelatın katılaştığı kavanozları aheste hareketlerle –ağır kokuları derin uykularından uyandırmamak için- bu siyah torbaya doldurdum. Yine de tüm kararlılığıma rağmen sarımsak turşusuna, evrimin ilk aşamasını emekleyerek geçirmiş ve son haliyle oyuncak bir bebeğe benzeyen zencefile; ablamın, vefat ettiği günün sabahı “akşama içeriz” niyetiyle en üst rafa koyduğu ve o gün bugündür elimi sürmediğim çilekli süt şişelerine, Kore Yemek Festivalinden aldığım kimçi paketine dokunmadım. Yeteri kadar yer açılmıştı zaten. Buzdolabına anlık bir devrim yaşatıp, kimlik krizine sokmak doğru olmazdı. Şimdi sırada, kutularda huzursuz radyoaktif elementler gibi bekleşen elmaları itinayla dolabın uygun yerlerine yerleştirmek vardı. Onu da çabucak hallediverdim. Sandığımdan daha geniş çıktı dolap, 96 elmanın yarısından fazlasını içeriye sığdırmayı başarmıştım. Üst üste, yan yana, sebzelikten kapıdaki raflara kadar her yere elma doldurmuştum. Öyle ki dolabın kapağını kapatıp tekrar açtığımda iki tanesi tıkıldıkları hücreyi beğenmemiş yeni mahkumlar gibi kaçmaya çalıştılar. Düşenleri yerden alıp, geldikleri boşluklara tekrar tıktıktan sonra kapıyı uzun süre açmayacağım umuduyla kapattım. Geride kalan 42 elma hâlâ benim onlar için bir şeyler yapmamı bekliyorlardı. İyi dedim kendi kendime, 42 meşhur bir sayı ne de olsa, 96 gibi gereksiz değil. İçinde 7 var, bu bile yeter özel olması için. Hem hayatın, evrenin ve içindeki her şeyin nihai sorusunun yegâne yanıtıdır 42... İşte bu özel sayıyla müşerref olmuş elmalara bakarken boşalan diğer kutuyu yere attım. Ardından beni bile şaşırtan bir çeviklikle çıplak ayağımın ucuyla sert bir tekme vurdum kutunun böğrüne. Havada taklalar atarak uçan kutu portmantonun önüne, içine bozuk paraları koyduğum fincanın dibine düşmüştü. İşte dedim o anda, işte. Bu bir işaret, bu bir simgesel mesaj, bu göklerin dile gelip ışıkları yanmayan iniş pistinin ışıklarını yaktığı an. Kalan 42 elmayla ne yapacağımı artık biliyordum. 

 ***

42 elmayı masanın üzerine dizdim. Önce 6x7 şeklinde, sonra 3x14, en son da 2x21. Oturup bir süre onları izledim. Dünya onlara güzeldi. Her kılığa girebiliyorlardı; ince ve uzun ya da şişman ve tıknaz olabiliyorlardı. Canları hiç sıkılmıyordu. Hatta alınıp satılmaya, bir kutuya konulup teşhir edilmeye gıklarını çıkarmıyorlardı. Kendime sormadan edemedim tabii, elma olmak ne demekti? Dünyaya bir elmanın gözünden bakmak ya da bir elmanın hissettikleriyle dünyayı algılamak nasıl bir şeydi? Bu soruyu hiçbir zaman yanıtlayamayacağımı bilsem de zihnimi bu soruyla meşgul etmek hoşuma gitmişti. Yine de aklımı bu düşünsel eğlenceye fazlasıyla kaptırmamalıydım. Elmaları geldikleri kutuya özenle yerleştirdim ve bir elimde kocaman bir kutu -neyse ki tepesinde tutacağı vardı- bir elimde de siyah çöp poşeti, aşağıya, sitenin girişine indim. Amacım, site kapısının yanındaki masaya elmaları serip giren çıkanlara elmaları satmaktı. Zor olmasa gerekti, tanesini 3 Yuan’a satsam yeter de artar diye düşündüm. Baktım çok hızlı satılıyorlar, fiyatı 4 Yuan’a, hatta 5 Yuan’a çıkarırım. Baktım hiç satılmıyor, 2 Yuan’a düşürürüm. Benim işim bu zaten, ürün fiyatlamak, arz eğrileriyle talep eğrilerini çakıştırıp ortaya çıkan kıvılcımın bahşedeceği kârı elde etmek. Sigorta poliçelerini satabilen adam üç-beş tane elmayı mı satamayacak? Hem de kaliteli elmalar, piyasadakilerin en iyisi, en dirisi, en güzeli, bal gibi tatlı şurubunu onu hak edecek has insanlara sunacak olan ıssız orman pınarları… Bu son düşündüklerim beni bile güldürdü, hatta biraz da ürküttü. Daha işe başlamadan havaya girmiş, her zamanki tez canlılığımla parmağımı sokup sıcaklığını tespit etmeksizin bilmediğim sulara dalmıştım. Ama olsun, arada böyle düşünmeden yaşamak, gelişine vurmak lazım, değil mi? Hem ne demişler, tiyatro eğitimi soyunma odasında başlar. Nereden baksan haklıydım, nereden baksan zafer beni bekliyordu.

Her şey istediğim gibi gitti, satış kısmı hariç. Kutuyu üstü açık bir şekilde masanın üzerine koyup, iki yanına yapıştırdığım beyaz kâğıtlara “Tanesi 3 Yuan” yazdım. Site girişinde görevli bekçinin kuşkucu bakışlarına aldırmaksızın beklemeye başladım. Ne yapıp ne edip bu 42 elmayı satmalıydım. Kalan 54 elmayla ne yapacağımı da yarın düşünecektim. Hem onlar dolaba sığmıştı ne de olsa, en az on gün kadar bozulmadan kalacaklardı. Mühim olan dışarıda kalan bu bahtsızları elden çıkarmaktı. Bekledim, bekledim, bekledim… Gelen giden bakıyor, bakmayanlar gözlerinin kenarıyla süzüyor, nadir de olsa site giriş çıkış yapanların bazıları durup elmalarla ilgileniyorlardı ama “Şuradan iki elma sar da eve gidince çoluk çocuk birlikte yiyelim.” diyen çıkmıyordu. Öyle ki bir süre sonra bu insanların bana hırsızmışım gibi baktıklarını düşünmeye başladım. O yan yan bakışlarında, dudaklarının kenarında bir belirip bir kaybolan alaycı kıvrımlarda, meyvenin kokusunu alınca şekli değişen burunlarını zapt ediş şekillerinde hep bir yukarıdan bakma, hafife alma, bir çeşit “Sen bizden değilsin.” ayrımcılığı sezmeye başladım. Neyse ki çocuklar böyle değildi. Onlar çekinmeden, yargılamadan, sorgusuz, sualsiz yanaşıyorlardı. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk cebindeki 5 Yuan’ı çıkarıp bana uzattı. Uzun zamandır kâğıt para görmemiş olan ben önce afalladım ama kendimi toparlamam uzun sürmedi. Hatta cesaretinden dolayı çocuğu tebrik ettim. Üzerimde ona verecek 2 Yuan olmadığı için, iki elmayı bir poşete koyup çocuğun eline tutuşturdum. “Al bakalım” dedim, “babana söyle, elmaları beğenirse benden daha fazlasını alabilir.” Çocuk utangaç gözlerle bana bakıyordu, yüzünde ne bir sevinç emaresi vardı ne de en ufak bir neşe. Sanki elma almak için görevlendirilmiş bir askerdi de görevini yapıyordu, bir yandan da kendisini gözetleyen ve eksiğini yakalamaya çalışan üstlerine mesaj veriyordu. Neyse ki çok durmadı çocuk, poşeti alır almaz koşarak uzaklaştı, sitenin ağaçlık kısmında gözden kayboldu. O kayboldu ama benim ümidim yeni alevlenmişti. İlk müşteri ağıma düştüğüne göre devamı da gelecekti. Genelde böyle olurdu, insanlar bir malı ya da hizmeti ihtiyaçları olduğu için değil, başkalarında gördükleri için alırlardı. Bu da öyle olacaktı, çocuğun elindeki elmaları gören bir yakını birazdan yanıma gelecek ve benden elma isteyecekti. Bir yandan gökler tarafından vaat edilen bu ikinci kişiyi beklerken bir yandan da kalan kırk elmaya bakıyor, onların bu konuda ne düşündüklerini merak ediyordum. Alibaba’nın küplere saklanmış haramileri gibi heyecanla ve ümitle, her türlü konuşmayı birkaç laf alışverişinden sonra fısıldaşmaya çeviren kadınlar gibi fettan gözlerle bekliyorlardı. Neyse ki onların da benim de sabrettiğimize değdi ve bizi çok bekletmeden ikinci müşterimiz tanıdık gölgesiyle beraber yanımda beliriverdi. Gelir gelmez de kim olduğunu ve ne amaçla geldiğini açıkça belirtti.

“Utanmıyor musun kardeşim küçücük çocuğu kandırmaya? Ha? Bir de parasını almışsın bebenin! Senin gibiler hep böyle savunmasız zavallıları hedef alır zaten. Yiyorsa yetişkinlere satsana! Almıyorlarsa vardır bir bildikleri. Kim ne yapsın senin çürük elmalarını, bir de utanmadan sitenin girişini kapatmışsın. Girene çıkana musallat oluyorsun. Kapatmadın mı? Daha ne yapacaksın? Köprü başını tutan eşkıyalardan farkın ne be adam? Al elmalarını, ver geriye çocuğun parasını. Ver, ver, itiraz falan istemem. Şikâyet ederim bak. Mesele para meselesi değil, mesele prensip meselesi. Çocuğuma sokakta gördüğü her şeyi almaması konusunda… Amaaaan sana ne! Uzat oğlum elmaları satıcı amcaya, uzat. Hah, al elmalarını, ver şimdi çocuğa parasını. Ha şöyle, herkes yerini bilecek, çok akıllıysan git yetişkinleri kandır. Benim oğlumdan ne istiyorsun? Bir tek o mu enayi? Ne? Elmanın birisinin yarısı yenmiş mi? Ne yapayım kardeşim ben elmanın birisi yenmişse. O kadar zayiat her ticarette olur. Bunu el kadar velede elma satarken düşünecektin. Hem senin kâr marjın bit kadar kaybı kapatacak kadar yüksektir. Ne yapayım şimdi, işi gücü bırakıp bir de sana mı acıyayım, zararını mı karşılayayım? Hem suçlu hem güçlü olacaksın yani, öyle mi? Olmaz, hele hele çocuğun gözleri önünde hiç olmaz. Aldım mı oğlum paranı. Tamam, koy şimdi onu cebine. Hadi düş şimdi önüme. Git süpermarketten çikolata mı alıyorsun, ne alıyorsan al. Yürü yavrum, yürü. Arkandayım ben. Hah, dikkat et merdivenlerde. Düşeceksin, koşma…”

İşte böyle geldi, elma pazarımın ikinci müşterisi, geldiği gibi de beni 41 buçuk elmayla baş başa bırakıp gitti. Elmaları poşetten çıkarıp masanın köşesine koydum. Isırılmamış olanı iyice kontrol edip kutudaki yerine yerleştirdim. Isırılmış olanın gerçi yarısından çoğu duruyordu. Tam elma 3 Yuan ise bu ısırılmış elma en azından 2 Yuan ederdi ama kimsenin başkasının ısırmış olduğu elmaya ağzını sürmeyeceğini bildiğim için yapılabilecek tek şeyi, belki de bir elmanın başına gelebilecek en güzel şeyi yaptım. Isırılmış elmayı yakınlardaki bir ağacın sert ve kalın dallarının arasına sıkıştırdım. Onu orada, gecenin ılık koynuna bırakırken içimde derin bir huzur belirmiş, su içen sokak kedilerini izlerken duyduğum duyguya yakın bir duyguyla kendime gelmiştim. Varsın bu sefer de bahçenin kuşları sabaha kadar ziyafet çeksinler, gagaların darbeleriyle iyice incelen elma koçanı yere düştükten sonra da karıncalar ve kurtlar kalanını halletsinler. Çekirdekleri de mümkünse toprağa karışsın, yeni ağaçlara gebe kalsın, elma elmalığını mümkün olan en ulvi hedefin yolunda feda etmiş olsun.

Elmayı ağacın kollarına teslim edip satış masama geri döndüğümde içimde umut adına kalan son kıvılcım da sönmüştü. 41 elma ve ben greve çıkar çıkmaz işten atıldıklarını öğrenen maden işçileri gibi ortada kalmıştık. Gerçi, eve gitmeye hazırlandığım anda parktaki danstan dönen bir yaşlı kadınla iki lafladık. Kadın bana elmaları nereden aldığımı, bu kadar elmayla ne yapacağımı -buzdolabındaki 54 elmayı söylemedim ona-, elmaları ne sıklıkta yediğimi sordu. Belki birkaç tane alır umuduyla tüm sorularını sabırla yanıtladım ama kadın yanıtlarımı beğenmemiş olacak ki bana ve elmalara acıyan gözlerle bakıp sitenin kapısına doğru ağır adımlarla yürüdü. O anda bana öyle geldi ki bu yaşlı kadın bana sadece acımakla kalmıyor, bir de beni orada bir başıma bırakırken suçluluk hissi duyuyordu. “Vah zavallı adam” diyordu içsesiyle, “bu sıcak havada bir başına sokak ortasında…” Neyse ki gözden kaybolması çok sürmedi. O sitenin girişinin sol kısmında kalan bir binaya girer girmez -tam yedi kere dönüp baktı bize binaya girene kadar- ben ve 41 elmam evin yolunu tuttuk. Eve girdiğimde aklım çelişkili düşüncelerle doluydu ama elmaları mutfak tezgâhına gelişigüzel bırakıp salona geçer geçmez az biraz toparladım kendimi. Meimei uyuyordu. Bir süre onun inip kalkan karnını izledim. Sonra da elime telefonu alıp yakınlardaki bir lokantadan etli Lanzhou eriştesi siparişi verdim. Yemek gelene kadar da telefonu elimden bırakmadım, binanın weixin grubuna gün boyu gelmiş olan mesajları baştan sona okumaya, anlam verebildiklerimin kim tarafından gönderildiğini saptamaya, anlam veremediklerimin de ne amaçla gönderilmiş olabileceklerini çözmeye çalıştım.

***

 

 Devam edecek... 


* İleride öyküyü Çinceye çevirecek olan çevirmene not. Çincede gi ge (birkaç tane) ve gi he (birkaç kutu) kelimeleri, yazılışları çok farklı olsa da ses yönüyle benzeşmektedir. Bu benzerlik yanlış anlama olayının Çincede de gerçekleşebilmesi için yeterlidir. 

 

16 Ocak 2024

Bir Karşılaşma*


 Tık tık tık…

Adımlarını yeşil ışığı ilk gördüğü elli metre geriden hızlandırmış olan Yi Xiong, ışık kırmızıya dönmeden birkaç saniye önce yola atlamış, sayıları bir hayli azalmış olan arabalarının içinde sabırsızlıkla bekleyen sürücülerin bitkin bakışlarına aldırmaksızın koşar adımlarla caddeyi boydan boya geçmişti. Kazandığı birkaç saniyeyle ne yapacağını bilemese de soluk soluğa diğer kaldırıma adımını attığında bu başarısından dolayı kendisini derin bir içtenlikle tebrik etti. “Aferin sana, Yi Xiong. Zamanını verimli kullanarak ve hep daha iyisini hedefleyerek hayattan alınabilecekleri maksimize etme konusunda üstüne yok! Keşke herkes senin gibi olsa…” düşüncesi tam olarak bu sözcüklerle olmasa da bu sözcüklerin tortusu denilebilecek bir ferahlık ve serinlik esintisi olarak tepesinden tırnağına doğru ılık bir meltem gibi yayılmıştı. Çocukluğundan beri böylesi ufak tefek kazançlardan mutluluk payları çıkarmaya ve bu payları kişisel bir özbenlik şişirme bayramına dönüştürmeye bayılırdı; kimseyi kırmayan, hiçbir canlıya zarar vermeyen, genel kurallar ve kabul görmüş teamüller dahilinde yapılan, küçük alışverişlerin küçük kârlarını elde etmek ona hep ne kadar da zeki ve iyi kalpli bir insan olduğunu hatırlatmış, bu şekilde hem başkalarına iyi örnek olduğunu hem de dünyanın toplam iyilik ve güzellik küfesine pozitif anlamda katkıda bulunduğunu düşündürmüştü. Kurmuş olduğu mütevazi prensliğin ezeli ve ebedi hükümdarıydı o, kimseye hesap vermek zorunda olmadığı gibi çoğunlukla etrafındakilerin takdirini de kazanırdı. Keşke herkes de onun gibi, rahatsızlık yaratmadan, sadece ve sadece daha çok çalışarak ve aklın önerdiği yöntemleri kullanarak mükemmele giden yolun müdavimi olsalardı. O zaman ne yoksulluk kalırdı dünyada ne de savaş! Adaletsizlik, zulüm ve gözyaşı bir daha hortlamamak üzere silinirdi yeryüzünden. Ama nerede? İnsanlar ya hak ettiklerinden fazlasını talep ederek akıllarını yokuşa sürüyorlardı ya da asla elde edemeyecekleri bir güzelliğin kapısında mızmızlanarak naçiz bedenlerini heba ediyorlardı… Bir de herkes duygularının esiri olmuş bu devirde, yalan mı? Kısa erimli hazların peşinde helâk olmayı uzun erimli mutlak huzura tercih ediyorlar. Her gün tanık oluyordu sabırsızlığın ve akılsızlığın doğurduğu elim sonuçların örneklerine, her gün, her saat, her dakika! Ama o farklıydı, farklı olduğu için de kendisini tanıyanların gıpta ettikleri yalın, sakin ve istikrarlı bir hayatı vardı. Emin adımlarla tırmanıyordu başarı merdivenlerini, bir gün gelecek başarısının sırrını soran gazetecilere anlatacaktı hayatını üzerine inşa ettiği üç kolonun disiplin, çalışkanlık ve vicdan olduğunu. O güne daha çok vardı, şimdilik gün batımına az kala çıktığı akşam yürüyüşünü hava iyice kararmadan bitirmesi ve adım sayısını on beş bine tamamlaması gerekiyordu. Öyle ya, günlük hedeflerini tamamlayamayan bir insandan daha sefil, daha güvenilmez, daha zavallı ne olabilir bu dünyada! Bir de bütün bu aklından geçenlerin yanında, beyninin iç çeperlerinden merkeze doğru sızmak ve aykırı fikirlerini ona duyurmak için hoparlörün üzerindeki toz zerreciği gibi zıpzıp zıplayan ikinci bir ses daha vardı yüreğinin derinliklerinde. Bu ses tüm bu aklından geçenlerin; öz gayretiyle göğsünü şişirip aynaya bakma alışkanlığının, başkalarının gözüne şirin görünmek adına yapılan şaklabanlıkların ne kadar yalnız ve sefil bir hayatı olduğunu unutturmak için uydurulmuş bir bahaneler zinciri olduğunu söylüyordu. Bu ikircikli durumdan, kafasının içinde ağır ağır yükselen o sesten kurtulmak için duraksadı, sağındaki ve solundaki binaları çevreleyen parlak ışıklara ve yazılara baktı, içini yıkamak istercesine derin bir nefes aldı, burnunun üzerinden kayıp ikide bir dudaklarına dokunan maskesini düzeltti. Ardından da hangi yöne gideceğine karar verdi.

 Ara yola dalmadan önce kendi etrafında tam bir tur yapıp çevresini gözlemledi. Ağaçların dallarına asılmış irili ufaklı yüzlerce kırmızı fener, dükkânların camlarına yapıştırılmış şişman kaplan resimleri, binaların önlerine konmuş saksılar içindeki mikroskop altında bakılan sinek gözünü andıran mandalina ağaçları, salgından korunma yöntemlerini listeleyen bir pano –en yakın test merkezlerinin ve hastanelerin adresleri de vardı listenin altında-, telefonundan videolar izleyerek akşamın gelişini hızlandırmaya çalışan bir bekçi, bomboş cadde boyunca kendinden emin adımlarla yürüyen tasmasız bir köpek… Yüreğinde az önce beliren anlık memnuniyet saman alevi gibi sönüvermişti bu son görüntüyle. Şu sahipsiz köpek kadar sert adımlar atamıyordu ya, ona yanıyordu içten içe. O bile nereye gideceğini biliyor, hedefine kilitlenmiş, oyalanmıyor etrafıyla, güm güm güm, yavrularına yemek götüren bir anne ya da yolun sonundaki inşaat sahasında arkadaşlarıyla buluşacak bir delikanlı… Peki ya sen! Sen nereye gidiyorsun? Denize düşmüş ve dev dalgaların esiri olmuş ufacık bir oyuncaktan farkın ne? Yapacak bir işin olmadığı için, tüm arkadaşların kentten ayrılmış olduğu için, en çok da yalnızlığını kendine unutturmak ve sabahları yüze çalınan soğuk su gibi kentin ıssız caddelerini suratına vurup ayılmak için… Oysa beklediğinin tam tersi gerçekleşmek üzereydi.  Akşamın alacakaranlığında bakışlarına takılan her şey, cadde kenarına bırakılmış gözleri çapaklı zavallı bir yavru kediden farksız olduğun duygusunu köpürttükçe köpürtüyordu.

Şirketin verdiği parayı -kimileri bu paraya rüşvet demişti ama o itiraz etmişti bu adlandırmaya- kabul edip, bu yılbaşında annesini ve babasını görmekten vaz geçmişti Yi Xiong. Ne uğraşacaktı bu zamanda seyahat etmenin onca ceremesiyle. Otur oturduğun yerde, salgın bitince gidersin, hava biraz yumuşayınca, önlemler azaltılınca. Bak her yerde vaka pırtlıyor. Bir yerde tutuyorlar, başka yerden hortluyor. Ne malum gideceği yerde hastalığı kapmış birilerinin olmadığı. Sonrasında al başına bela! Geri döndüğünde en az üç hafta karantina, testler, aşılar… Bir de üstüne maaş kesintisi, geri döndüğünde sen yokken işe bakanların yarattığı keşmekeşi temizleme çabası, dedikodular, kıskançlıklar, bilerek yapmış diyenler, yüzüne gülümseyip sırtını döndüğün anda bıçağını bileyenler. Aklın sesini dinlemek lazım, her daim sakin, ihtiyatlı ve tutarlı olmak lazım.  Böyle düşünmüştü parayı kabul ederken ama şimdi görüp hissettikleri, gözlerinin önünde gerçekleşen bu buz gibi beton yığınları ve soluk ışıklı caddelerin ıssızlığı dev bir mıknatıs gibi yapışmıştı göğsüne. Gerçeklik böyleydi işte, acı bir şurup gibi vaat ettiği güzel geleceğin ücretini peşinen tahsil ediyordu ondan.  Banka hesabı kabarmış, seneye almayı düşündüğü lüks arabaya bir adım daha yaklaşmış ama aynı oranda ayakları karıncalanıp karnı ağrımaya başlamıştı. Yine de halinden memnundu. Babasının %30’luk peşinatı ödemesi sayesinde evini almış, eşyalarını yerleştirmiş, yaşı otuzu bulmadan o dertten kurtulmuştu. 29 yıl daha taksit ödeyecekti ama olsun, kirada olmaktan, başkasının evinde oturmaktan iyiydi. Değil mi? Öyleydi tabii ki! Etrafındaki herkes bunun iyi bir gelişme olduğunu söylediğine göre bildikleri bir şey olmalıydı.

Tık tık tık…

Dönüp arkasına baktı. Neyin sesiydi bu. Annesinin telefonda konuşurken tırnaklarıyla sehpanın üstünde tutturduğu ritmik melodinin mi? “Bu yılbaşını da bensiz geçirin anneciğim. Teyzelerim, dayım var orada, onların çocukları var. Yeter size. Ben bu yıl gelmeyeyim. Salgın bitmedi henüz, şimdi geri dönüşte sıkıntı çıkmasın. Bak şirket para verdi Shenzhen’den ayrılmayanlara. “Yeter ki bir yere gitmeyin, işler aksamasın” dedi patron. O paranın bir kısmı senin, banyonun kırılıp dökülen fayanslarını yenileyeceğiz. Tamam mı anneciğim? Anlaştık mı?” Böyle mi demişti? Babasına da alet takımını yenileyeceğine dair söz vermişti. Ne fark eder ki, unutacaklardı zaten. Yılbaşında biricik oğullarını göremedikten sonra kim ne yapsın camgöbeği fayansları ya da pilli matkabı! Seneye dillerinde bir tek “Geçen yıl gelmemiştin, bu yıl ne iyi ettin de geldin” cümlesi olacaktı. O, “gelmemiştim değil gelememiştim” diye düzeltmeye çalışsa da beceremeyecekti. “Aman canım ne fark eder” deyip soymakta olduğu sarımsaklara dönecekti annesi. Sessizliğiyle, iç çekişiyle, en çok da et kesme tahtasının üzerinde sessizce hareket ettirdiği bıçakla -bıçağın ucunu tahtadan kaldırmaz, sapını aşağı yukarı hareket ettirirdi- tüm dünyadan intikam almasını bilen annesinin vakur yüzü belirdi zihninde. Kafasını dağıtmak için etrafında gördüğü şeylere odaklanmaya karar verdi Yi Xiong. Uzun saplı faraşa dayandırılıp kaldırımın ortasında bırakılmış bir süpürgeyi görünce şaşırdı. Etrafta belediyenin temizlik görevlilerinden birisi yoktu. Ne yapmıştı adam; süpürgesini, faraşını kaldırımın ortasına bırakıp yemeğe mi gitmişti? Yılbaşı akşamlarında dışarıdaki hayatın bu derece yavaşladığını, hatta donma noktasına geldiğini ilk defa gözlemliyordu çünkü hayatında ilk defa bir yılbaşı akşamını ailesinin sıcak ve samimi ortamından uzakta geçiriyordu. Bu kadar zor olacağını, yalnızlığın üstüste yenmiş baozılar gibi içine bu derece oturacağını hiç hesaba katmamıştı.

Birbiri ardına gelen onlarca kapalı dükkân serisini bozan açık bir tuhafiyeciyi görünce şaşırdı, Yi Xiong. Onlar da zabıtaların yokluğunu fırsat bilip dükkânda ne varsa kaldırıma sermişler, yoldan geçen tek tük vatandaşa gocuk ve yelek satmaya çalışıyorlardı. Çırılçıplak soyulmuş bir mankenin kafasına konmuş kırmızı bere, yolun karşı tarafında geç kalmışlığın verdiği acelecilikle kâğıttan bir evi yakmaya çalışan yaşlı bir kadın, streç filmle kaplanmış saksıda sergilenen mandalina ağacı, kepenklere yazılmış ve sonrasında kısmen silindiği için anlaşılmaz hale gelmiş resimler ve karakterler, cadde boyunca ilerleyen irili ufaklı kırmızı fenerler ve onların altlarından sarkan ateş sarısı püsküller… Bütün bu gördükleri ona tek bir soruyu sorduruyordu: 15 milyonluk bu kentte neden bu kadar yalnızdı? Şirkette kendisi gibi memleketine dönmemeyi tercih eden onlarca kişi vardı. Belki de şimdi pahalı bir otelin lobisinde bir araya gelmişler, birazdan yiyecekleri açık büfe yemeğin tartışmasını yapıyorlardı. Neredeydi tüm bu insanlar? Futian’deki uluslararası otelin 32. katında yeni açılmış olan ve 360 derece dönebilen lokantada yemek yemeye karar veriyorlardı da neden ona haber vermiyorlardı? İçlerinde kadınlar da vardı muhakkak. Su damlasını andıran gümüş küpeler takan stajyer avukat da katılmış mıydı yemeğe acaba? Ya da çok nadiren de olsa asansörde karşılaştığı o burnu hızmalı kız? Hangi bölümde çalıştığını bile bir türlü öğrenemediği bu kızı ve burnundaki hızmayı ne zaman aklına getirse yüreğinde sinsi bir çığlık belirirdi, bir türlü yüzeye çıkamayan kocaman bir hava kabarcığı gibi bu dev çığlık beynini dumura uğratır, aklını bulandırır, sağlıklı düşünmesinin önüne geçerdi. Öyle ya, noktadan hallice bu ufacık metal parçası nasıl oluyordu da sıradan bir genç kızın çehresini bu derece çekici hale getirebiliyordu! Defalarca rüyasını görmüştü; parmak uçlarıyla dokunup sertliğini ve soğukluğunu hissetmiş, karanlık mekânlarda bir yıldız gibi parıldayışına şaşırmış, eğilip tam öpecekken nefes nefese uyanmıştı. Hele bir de kız gülümsediğinde, yanakları şişip dudakları büzüldüğünde, tavandan gelen lambanın ışığı hızmadan yansıyıp zehirli bir ok gibi onun bezik gözlerine saplandığında… Böyle anlarda bacakları çözülür, asansörün halatları kopmuş gibi ani bir boşluk duygusu midesine hücum eder, nereye saklayacağını bilemediği mahcup yüzünü kar fırtınasında büzüşen bir penguen gibi gövdesine gömerdi.  

Tık tık tık…

Belki de babasının balkondaki masayı tamir ederken yere düşürdüğü vidanın sesiydi bu. Hani şu masanın göbeğini bir türlü tutamayan, iki-üç haftada bir kendiliğinden gevşeyip düşen, babasının da sanki dev bir makineyi onarıyormuş gibi eski alet çantasıyla balkona çıkıp birkaç başarısız denemeden sonra yerine yerleştirdiği ve iyice sıktığı vida. Bu düşünce zihninde belirir belirmez sol eli istemsizce kulağına dokundu. Bir anda göğsünden karnına doğru inen bir sıcaklık hissetti. Ayağı yaş betona saplanmışçasına olduğu yere mıhlandı. “Lanet olsun!” dedi duyabileceği bir sesle. Sonra devam etti kendisine hitap etmeye, “Lanet olası kulaklık, aptal şey, ne ara düştün de bana haber vermedin, zaten bekliyordum senden böyle bir ihanet!”. Dönüp arkasına baktı, kaldırıma serdiği gocukları toplayan ve dükkânını kapatmaya hazırlanan kadından başka kimseyi göremedi. Dinlediği motivasyon arttırıcı kitabının ne zaman durduğunu hatırlamaya çalıştı ama beceremedi. En son, “Nihayetinde bebek doğmayacaksa çektiğiniz acılar boşuna yaşanmıştır.” gibi bir şeyler demişti. Evet, bunu demişti kitabı kulağına okuyan ses, kendisi de hafiften gülümsemişti bu cümleyi duyunca. Sonrasını hatırlamıyordu. Yürürken kitap dinlemek ona göre değildi, bunun farkına çoktan varmıştı ama yine de vazgeçemiyordu yeni edindiği bu huyundan. Ne yapsındı? Birbirinin aynı sözleri tekrar edip duran saçma sapan müzikleri mi dinleseydi? Müzik dinlemeyi kendini bildi bileli sevmemişti, insanların müzik dinlerken neden zevk aldıklarını, neye dayanarak kontrolü kaybettiklerini, hangi gizemli dünyaların kapılarını aralayıp kısa bir süreliğine de olsa oralarda başka kimliklere büründüklerini ne anlayabiliyordu ne de anlamak istiyordu. Kitap dinlerken, dikkatini her daim kitaba veremese de, en azından bir şeyler öğreniyor, değerli vakti boşa geçmemiş oluyordu. Hem bu devirde vakitten daha değerli, daha kıt ne vardı ki zar zor elde ettiği bu değerli mücevheri har vurup harman savursun? Doğru olanı yaptığından emindi, doğru ve verimli olanı. Gerçi, bu kablosuz kulaklıkları kullanmaya başladığından beri sinsi bir kuruntu işgal etmişti bilincinin avlusunu. Kulakları mı çok ufaktı, kulaklıklar mı çok iriydi, yoksa adımlarını daha mı aheste atmalıydı? Neden aklının bir köşesinde hep onların düşeceği endişesine yer vermek zorundaydı? İşyerindeki arkadaşlarının hiçbirisinde böylesi bir kaygıyı gözlemlememişti. Bir tek kendisi vardı koskoca dünyada kulaklıkları düşecek diye endişelenen ve bu yüzden dinlediklerine odaklanamayan. Hoş, görünen o ki bunca hafakan da bir işe yaramamıştı, düşen düşmüş ona haber bile vermemişti. En azından bir yönden şanslıydı. Kulaklık yılın en sakin, en sessiz, en yalnız akşamında düşmüştü. Eğer yürüdüğü yolu dikkatli bir şekilde gerisin geriye takip ederse kulaklığa ulaşması zor olmayacaktı.

Kaldırım çok kalabalıkmış da diğer yayalara yol açıyormuş gibi yaparak kenara çekildi. Düşündü, hesapladı, o her daim çok gurur duyduğu aklıyla kaba bir plan yaptı. Yere bakarak yavaş yavaş yürüyecek, hafif suçlar işlemiş gençlerin tutulduğu eğitim merkezine -kulaklıkları bu binanın önünden geçerken takmıştı- kadar adımını attığı her yeri didik didik edecekti. Yollar tenha olduğu için kulaklığı birinin görüp de almış olma olasılığı düşüktü. En kötü senaryo birisinin farkına varmadan ayağıyla vurması ve kulaklığın ya yola ya da yol kenarındaki çalıların arasına savrulması ihtimaliydi. Bunu da göze alacak, en azından kaldırım kenarındaki çimenlere göz gezdirerek ilerleyecekti. Yeşilin içine dalmış bembeyaz bir nesnenin akşamın alacakaranlığında kendini belli etmesi ve ben buradayım demesi çok zor olmasa gerekti.   

Hemen işe koyuldu. Nasıl ki hatalı bir matematik sorusu çözümünde hatayı bulmak için tüm çözümü sondan başa doğru -hatanın sona yakın bir yerde yapıldığına dair hissedilen gizli arzudur bunun asıl nedeni- adım adım tekrar gözden geçirirsin, Yi Xiong da kafasını bir sağa bir sola çevirerek kaldırım boyunca yürümeye, adım attığı her noktayı ezbere biliyormuşçasına hafızasını zorlayarak beyninin derinliklerindeki resimleri çekip çıkarmaya başladı. Şu karton kutu az önce de burada mıydı? Peki ya çalıdan sarkan bu uzun şerit? On beş dakika önce tam bu köşede, dans etmekten yorulmuş ve dinlenmek için birbirine yaslanmış gibi hareketsizce duran eski bir süpürgeyle faraş vardı. Onlar gitmişler, birkaç sarı yaprak onların gidişini kutlarcasına hemen ele geçirmiş o köşeyi. Ağaca bağlanmış olan küçük fenerlerden birisi rüzgârın etkisiyle olsa gerek caddeye savrulmuş, akvaryumdaki balıklar gibi sınırlı bir alan içerisinde dönerek daireler çiziyordu. Yoktu, ne saksıların diplerinde ne de kaldırım taşlarının yarattığı küçük gölgelerde minik beyaz bir nesnenin izi vardı. Ana caddeye vardığında kulaklığın düşen tekini bulabileceğine dair umudunu iyice yitirmişti Yi Xiong. Bu kadar erken düşmüş olamazdı, öyle olsaydı mutlaka fark ederdi. Hem bu derece dalgın ve bunak değildi herhalde! Kulağındaki ses sustuğu halde durumun farkına varmadan nasıl bu kadar yürümüş olabilirdi.  Anneannesi yapardı böyle şeyleri. Kendisini köyde zanneder, süpürge darısı tarlasında ot biçen dedesine azık götüreceğim diyerek evden çıkar, kentin karanlık sokaklarında kaybolurdu. Böyle akşamlarda da ailecek sokaklara dökülür, ışığın en fazla nüfuz ettiği noktalardan başlayıp en az ulaştığı noktalara doğru peçeteye dökülen mürekkep damlası gibi yayılan, sonucu başından belli bir arama uğraşısının içine dalarlardı.  Işıkların altında beklerken geri dönsem mi diye geçirdi aklından. Kesin, kulaklığın düştüğünü ilk fark ettiği yere yakın bir yerde düşmüştü bu zımbırtı. Yok, yok, bakmıştı işte dikkatlice. Daha ne yapacaktı! Burnunu yere sürterek, fareler gibi milimetrik tarama mı yapacaktı? Işık yeşilden kırmızıya dönerken hiç acele etmedi. Maskesine çeki düzen verdi, burnunun üstüne gelen kısmı iki parmağıyla sıktı, çenesini kapayan bölgeyi eliyle sıvazlayarak düzeltti. Yarım saat kadar önceki enerjisinden bir iz kalmamıştı. Cakası sönmüş, doğum günü partisinden sonra masanın altında unutulmuş ve orada haftalarca kalmış bir balon gibi pörsümüştü. Tüm o ilkeler, başarılı olarak gördüğü ve başkalarının da aynı şekilde tasdik ettiği bu gıpta edilesi hayatının arkasındaki prensipler yolunda gitmeyen tek bir işle tuz buz olmuş, havaya karışıp kaybolmuştu. Şimdi, yolda tek bir araba olmamasına rağmen yeşil ışığı beklemesi onu gocundurmuyor, tam tersine hangi ilkede nasıl bir değişikliğe gidip bir daha böylesi olumsuz olayların gerçekleşmesini engelleyebileceğini düşündürüyordu. Birkaç vida sıkması, oynayan bir parçayı levhaya lehimlemesi, cıvataların altına somun eklemesi, gevşeyen eklemleri sıkılaştırması ve nihayetinde aklın önerdiği mükemmel hayata biraz daha yaklaşması kaçınılmazdı. Öyle ya, hayatın kendisi mükemmel değildi ama mükemmelin uğrunda yaşanan hayat yaşanması gereken örnek hayattı. Yeşil yanınca, yolu ayağının altında ezen ağır adımlarla karşıya geçti. Tek bir araba bile yoktu caddede, bütün bir kent evlere çekilmiş, geniş aileleriyle yiyecekleri yılbaşı sofralarının başına oturmuş, kahkahaların arasında fısıldaşarak ona karşı kurdukları derin bir planın nasıl da son detayına kadar tıkır tıkır işlediğini konuşuyordu. Evet, evet, hepsi iyi hazırlanmış bir dersin, defalarca provası yapılmış bir oyunun, titizce tasarlanmış bir komplonun parçası olmalıydı. Yoksa başka nasıl izah edilebilirdi bunca olumsuzluk, nasıl aklın yoluna uydurulabilirdi? Karşı kaldırıma adını attığında nereden geldiğini ilk anda çıkaramadığı bir sesle kendisine geldi.

 -        Caddeden karşıya geçmeye mi korkuyorsun genç? Neden bekledin o kadar?

Sesin köşedeki iki bina arasında kalan boşluğa kurulmuş, maskesiz bir dilenciden geldiğini fark ettiğinde şaşırdı. Kirli bir tulumun üzerine oturmuştu, üstü başının halinden hırpanilik, yüzündeki tahfif edici ifadeden de dünyaya sırtını dönmüş bir meczubun rahatlığı okunuyordu. Bu adamı daha önce hiç görmemişti, ne bu adamı ne de bunun gibi başka bir adamı! Shenzhen’de yaşadığı bunca yıl boyunca dilenci gördüğü anların sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmezdi. Gördükleri de zaten zabıtaların hışmından kaçarcasına en kuytu köşelerde beklerlerdi. Ortalığa değil de tek tek yumuşak buldukları bireylere yanaşırlardı. Daha önce hiç görmemişti, evet! Hatta, buradan defalarca geçmiş olmasına rağmen iki caddeyi birbirine bağlayan bu köşede oturmaya uygun böyle bir köşenin varlığını bile ilk defa fark etmişti. Yoksa her zaman duyduğu o meşhur laf doğru muydu? Mekân içini dolduran bir nesne olunca varlığa erer… Aklını topladı, gözlerini kısıp karanlığın içinde ufak bir hayalet gibi bir görünüp bir kaybolan siluete dikkatlice baktı. Koyu renkli bir battaniyeye sarılmış, sokak lambalarının zayıf ışığı altındaki kırışık yüzünden yorgunluk okunan, saçı başı dağınık yaşlıca bir adamdı bu. Kendisine seslenmemiş olsaydı, yaslandığı binanın duvarına yapışmış dev bir leke ya da klima kompresörlerinden sızan suyun bıraktığı bir ıslaklık olduğunu bile düşünebilirdi.  

 -        Anlamadım, ne sordunuz?

Adam olduğu yerde kavgaya hazırlanan bir horoz gibi diklenmiş, yanındaki sıcak su dolu mataradan bir yudum almış, Yi Xiong’un yüzündeki şaşkınlıktan istifade etmek istercesine ağzındaki eksik dişleri ayan beyan göstererek gülümsemeye başlamıştı.

-        Şaşırttım mı seni, korkuttum mu yoksa? Neyi anlamadın evladım? Bomboş caddede karşıdan karşıya geçmek için neden bu kadar bekledin diye soruyorum.

Yi Xiong soruyu ilk seferde de anlamıştı ama anlamazlıktan gelip karşısındaki dilencinin neden bu soruyu sorduğunu çıkarsamaya çalışmıştı. “Sana ne be adam, git işine!” diyebilirdi, ya da tek bir kelime etmeden yoluna devam edebilirdi. Sonuç olarak hâlâ bulması gereken bir kulaklık vardı. Oysa, içi dışı her yeri yalnızlıkla dolup, yaradan sızan irin gibi ağır ağır taşan ve dokunduğu her yüzeyi yapış yapış hale getiren böylesi bir yılbaşı akşamında kendisiyle konuşmak isteyen birisinin -bu kişi hayatında ilk defa gördüğü bir dilenci olsa bile- varlığı onu bir nebze memnun etmişti. Bu memnuniyeti gizlemek için elinden geleni yapacaktı tabii ki ama, en azından sadece kendisinin duyabildiği iç sesinde bir kımıldanma, ileride ümide evrilecek bir çırpınış hissetmişti. Daha rahat konuşabilmek ve sesini adama duyurabilmek için maskesini çenesinin altına indirdi.

-        Niye korkayım ya! Yeşil ışığı bekledim. Çocuk muyum ben korkayım!

Yaşlı adam bu yanıtı duyunca kahkahayı bastı. Öyle ki damağının sol tarafında tek başına kalmış olan uzun dişi karanlık bir mağaranın girişindeki sarkıt gibi ışıldamıştı. Artık biliyordu, babasından daha yaşlıydı bu adam. Belki büyük amcasının yaşında, belki ondan birkaç yaş genç.

-        Eee madem korkmuyorsun, neden bekliyorsun o kadar. Burada yeşil ışığın tam bir döngü yapması 90 saniye sürer. Salak gibi beklemenin ne anlamı var?

Yi Xiong’un sinirleri bozulmaya başlamıştı. Yeni tanıştığı birisi tarafından salaklıkla itham edilmek kimi rahatsız etmezdi ki! Hem kim oluyordu bu patavatsız herif? Ne hakla onunla böyle konuşabiliyordu? Hiç mi bilmiyordu kent yaşamının getirdiği nezaket kurallarını? Ağır ve imalı bir cümle kurup konuyu bir daha açılmamak üzere kapatmak için azıcık düşündü.

-        Kent hayatı böyledir pek sayın dilenci. Kurallara sırf kural oldukları için uyarsınız. Böylece kent sizin hayatınızı, malınızı, nâmınızı muhafaza eder, kurallara uyduğunuz sürece huzurlu olur, başkalarının huzursuzluğuna sebep olmazsınız.

Bu yanıtı kendisinin bile hoşuna gitmişti. Daha sert bir şeyler daha eklemek istedi, mesela “Senin gibi dilencilerin yazılı olmayan bu kuralları anlamamasını normal karşılayabilirim ama bizim gibi sorumluluk sahibi bireylerin kaybedecek hiçbir şeyi olmayan senin gibi başıboşça davranmasını beklemeni anlayamam, hatta bu beklentiyi sorumsuzluk ve küstahlık olarak görürüm” diyebilirdi ama dilini frenledi. Bekleyip onun diyeceklerine göre tavır almak daha doğru bir strateji olacaktı. Köşeye doğru birkaç adım daha attı. Yaşlı adam arkasındaki boruya yaslamış, sağ elinin küçük parmağıyla kulağının arkasını kaşıyordu. Sert kayaya çarptığını, ilk bakışta sıradan bir genç gibi görünen Yi Xiong’un öyle kolay yoldan yenir yutulur bir lokma olmadığını anlamış olmalıydı.

-        Sen sandığımdan da salakmışsın. İyi bir üniversiteden mezun olmuşsundur büyük olasılıkla, çünkü ancak saygın okullardan çıkar bu kadar ahmaklık. Taşrada bir okulu bitirseydin belki zekânın bir kısmını sana bağışlarlardı. Belli ki prestijli okullar hepsini alıyor, çocuğa da zırnık bırakmıyor… Ha ha ha! Anlamakta hâlâ zorlanıyorum. Yol boş, kaldırım boş, ne bir araba var ne de bir mobilet. O kuralı oraya koyanın da bir aklı var senin de! Kullan aklını ve geç, ne bekliyorsun gözüne araba farı vurmuş kedi gibi? Yok ama yok, seni suçlamıyorum ben, hepiniz böylesiniz. Kendi aklınızı, kendi iradenizi kullanmamak için bulduğunuz her deliğe sığınıyorsunuz. Yeter ki sorumluluk almayın, yeter ki kurallar sizi korusun, kollasın, sarıp sarmalasın. Cam kavanoz içinde yaşıyorsunuz hepiniz. Hatta yaşamıyorsunuz, ölmüşsünüz ama size bunu söyleyecek birisi olmadığı için bir türlü farkına varamıyorsunuz öldüğünüzün.

Yi Xiong’un sabrı tükenmişti. Burada dikilip bu sefil adamın hakaretlerini dinleyecek değildi. Evine gider, internette bir şeyler izler, telefonda annesiyle babasıyla görüntülü konuşur, sesli bir kitabı -kulaklık olmasa da olur- dinlerken de yatağında ağır ağır sızardı. Hem daha bulması gereken bir kulaklık vardı. Hava iyice kararmıştı. Bundan sonra arama işi daha da zor olacaktı. İyisi mi hemen yola koyulsundu. Yolun sağ tarafına baktı, uzakta ucuz bir esnaf lokantası yeni kepenk indiriyordu. İnen kepengin sesi dalga dalga yayıldı cadde boyunca. Yi Xiong göğsünü kabartıp ellerini ceketinin ceplerine soktu. Tam ilk adımını atıp yürümeye tekrar başlayacakken yaşlı adam sözlerine devam etmeye başladı.

-        Ayrıca az önce bana dilenci dediğini fark etmedim sanma. Dilenci değilim ben, evsizim. Evsizliğim de bir yoksunluğun değil, bir tercihin sonucu. Ne yapacağım gökyüzünde asılı duran göt kadar bir küpü? Bütün kent benim, bütün sokaklar, bütün caddeler, bütün kaldırımlar… Hem bir de ömür boyu çalışıyorsun o küp için, ruhunu ve bedenini satıyorsun. Ben özgürlüğü tercih ettim. Karnım tok, sırtım pek.

Yi Xiong adama biraz daha yanaştı. Bu adamın kaygısız ve cesur tarzında kendisini çeken bir şeyler hissetmişti. Kıskançlık? İmrenme? Canın çektiğinde saçmalayabilme özgürlüğü? Genç kızların aklını başından alan serseri çekiciliği! Sanki içinde, çok çok derinlerde bir kuytulukta sakladığı ve ağzına çaput bağlayıp gıkını çıkarmasına izin vermediği diğer Yi Xiong’un sesini almıştı bu adam. Aslında benzeri düşünceler kendi aklına da gelmiyor değildi ama kısa sürede onları bastırıyor, gündelik hayatın curcunası sayesinde üzerlerinden silindirle geçip, önündeki ve ardındaki yolları dümdüz ediyordu. Madem burada, akşamın ilk saatlerinde bu adamla konuşmaya başlamıştı, o halde gerisini de getirip bu konuşmadan haz almaya bakmalıydı. Ne kaybedebilirdi ki! Kulaklığın diğer teki? Onu da bulacaktı elbet. Bir yere kaçmıyordu ya!

-        Hadi evsizliğin kişisel tercihin, peki ya bu küstahça tavırların? Hiç tanımadığın bir gence salak demek biraz aşırı olmuyor mu? Ben sana hakaret ediyor muyum?

Yaşlı adam yanında bulunan poşeti açıp içindeki üç beyaz kutuyu tek tek çıkardı, önüne koydu. Sonra diğer yanına dönüp başka bir kutuyu eline aldı.

-        Deden yaşında adamım ben, o kadar alıngan olma, herkese söylüyorum ben bu lafları. Hatta bilakis, müteşekkir ol. Benden başka hiç kimse, annen baban da dahil, hiç kimse sana gerçekleri tüm çıplaklığıyla söylemez. Söyleyemezler, korkarlar. Ben acı ilacı şekerle kaplamıyorum hoşuna gitsin diye, insanların genelde hoşuna gitmez bu durum ama kısa sürede bağımlısı olurlar. Yalanlar kadar gerçekler de bağımlılık yapar. Bak sen gitmedin, saplandın kaldın kaldırıma. Demek ki devamı gelsin istiyorsun, yanlış mıyım? Ayrıca, seni tanımadığım iddiası hiç doğru değil, seni senden daha iyi tanıyorum. Seni esir almış zincirleri, bedenini saran kabuğu, bir türlü kırıp dışına çıkamadığın cam fanusu senden çok daha iyi görebiliyorum. 

Yi Xiong müstehzi bakışlarla süzdü adamı. Modern yaşama sırtını dönen pek çok insan görmüştü daha önce. Evi barkı bırakıp ücra bir köye yerleşenler, altı figürlü maaşları ellerinin tersiyle itip köşesine çekilenler, pahalı arabalarını satıp bisikletle dünya turuna çıkanlar… Ama onların her birinin kıyıda köşede yeteri kadar birikmiş parası olurdu, başarısız olduklarını anladıkları anda geri dönebilecekleri güvenli bir liman, kapılarını çalacakları bir dost olurdu. Bu yaşlı adam onlara benzemiyordu. Ya bu hale istemeyerek düşmüş ve sonrasında celladına âşık olmuş bir mahkûm gibi günlerini kendisine ne kadar mutlu olduğunu söyleyerek geçiriyordu ya da gerçekten de başkalarının bilmediği, sadece kendisinin bildiği birtakım cevherler vardı heybesinde. Ayrıca bu dil kıvraklığı, bu cesur laflar, karşısındakini ezmeye daha karşısındakini tanımadan ant içmiş hoyrat tavırlar nereden geliyordu? Ne yapıyordu, sabah akşam kitap mı okuyordu? Nereden buluyordu bu benzetmeleri, nereden almıştı bu ince ince dokunduran ve her dokunuşta teninden bir parça koparan lafları? Yaşlı adam karşısında gücünün tükendiğini hissetti bir anda. Sanki bir bayram günü çırılçıplak soyulmuş, sokakları dolduran kalabalığın içine atılmış, kapılar da suratına kapatılmıştı. En mahrem yerleri de dahil olmak üzere saklayacak hiçbir şeyi kalmamıştı insanların karşısında. Bu yüzden elinde kalan son silaha, karşısındakini küçük görme oyununa sığındı. Onu, onun silahıyla vuracak, sonrasında da arkasına bakmadan yoluna gidecekti.

-        Neymiş bakalım beni esir almış bu zincirler? Söyle de öğrenelim pek bilge Evsiz Bey!

Yaşlı adam arkasına döndü. Beze sarılı bir kutudan iki çift yemek çubuğu çıkardı. Sonra diğer elindeki poşetin dibini kurcalayıp plastik kaşıklar buldu.

-        Bırak şimdi zinciri falan evlat. Gel yemek yiyelim. Aç mısın? Değilsen bile gel, ziyan olmasın. Bak bol bol göndermiş bizim lokantacı ahbap. Bazı zamanlar cimriliği tuttuğu olur ama bu sefer yılbaşının hürmetine elini cömert kullanmış. Yemek yerken uzun uzun konuşuruz zincirleri. Ooooo, çorbaya bak…

Yi Xiong yaşlı adamın heyecanla yemeğe hazırlanışı izledi bir süre. Çocukları birazdan okuldan gelecek bir anne gibi neşeli bir hali vardı. Sanki evi olmayan, arabası olmayan, elektriği ve suyu olmayan evsiz bir zavallı değildi kendisi. Hatta bilakis, Yi Xiong’a bakışlarında ezen ve aşağılayan bir tavır ağır basıyor, nereden geldiğini anlayamadığı bu ağırlık yüzünden genç adamın eli ayağı birbirine dolanıyordu. Öyle ya, genelde bir dilenciye ya da evsize bakarken içinde duyduğu acıma hissinin yerini şimdi temelsiz bir saygı hissi almıştı. 

-        Bakma öyle bön bön oğlum, açsan gel. Bizde senin benin yoktur. Sokak ne bağışlarsa paylaşırız biz. Biliyorum şaşkınsın, yol kenarında gördüğün ve bakışlarını kaçırdığın berduş takımıyla bu kadar uzun süren bir konuşma yapacağını beş dakika öncesine kadar hayal bile edemezdin. Hayat işte delikanlı, bizi güz yaprakları gibi havada savurmazsa, oradan oraya vurup tozumuzu atmazsa ne zevki olur yaşamanın. Hem bak, sende iyileşme görüyorum. Beni ilk gördüğünde gözlerini esir almış olan o “Vah zavallı evsiz, vah zavallı dilenci” bakışlarının yerini biraz daha dostça ışıltılar almış. Bakmaya korkuyordun, ikimizin de insan olduğu gerçeğini ve aramızda çok bir fark olmadığını benim idrak etmemden çekiniyordun. Benden saklamak istediğin “Ben ne yaptım da onun gibi sokaklarda değil de serin ve güvenli evimde yaşamayı hak ettim, geçmişte yapmış olduğum hangi karar beni bu ayrıcalıklı noktaya getirdi?” gibisinden yanıtları her halükârda seni rahatsız edecek -çünkü eninde sonunda kazıp kazıp kuyunun dibinde şanstan başka bir şey bulamayacaksın- soruların da az biraz kaybolmuş gibi görünüyorlar. Aç karna olur böyle şeyler, gel otur, meraklanma, boğazından iki lokma geçsin düzelir her şey. Bak yemek sıcak, konuşalım, birbirimizi anlayalım. Anlayamasak bile asla anlaşamayacağımız noktasında hem fikir olalım. Bu da bir erdemdir herkesin uzaklardaki yaşam gurularını dinlemek için can attığı ama yakınlarındaki dostlara kulak tıkadığı böyle bir devirde.

Yi Xiong daha fazla direnemeyeceğini anlamıştı. Sanki arkasındaki kuvvetli bir dalga belirli aralıklarla sırtına vuruyor, yaş kuma saplanmış ayaklarını her seferinde yaşlı adamın köşesine biraz daha yaklaştırıyordu.  

 -        Tamam kabul ediyorum ama yemekten sonra sana biraz para vermemi kabul edeceksin. Yani, dilenci değilsin biliyorum ama yemeğin karşılığı olarak.

 Yaşlı adam ilk lokmayı ağzına atmış, damağını yakmasın diye ağzının içinde lokmaya taklalar attırmakla meşguldü. Kafasını olur anlamında aşağı yukarı allarken bir eliyle de Yi Xiong’a oturacağı yeri gösteriyordu.

 -        Gel şöyle, yükseğe otur azıcık. Senin bacakların alışık değildir yere oturmaya, sonra bahanen olmasın hemen çekip gitmen için. Hah şöyle, sen de ben de sokağın bir parçasıyız. Sokağın, yani özgürlüğün. Onun memelerinden beslenir, onun kollarında uyur, onun şefkatiyle kendimizi emniyette hisseder, onun azabından korkarız.

 Oturdu Yi Xiong, içi pek rahat değildi ama yine de bu işin sonunu görmek istiyordu. Daha önce hakkında hiçbir yorum okumadığı bir filmi izlemek için karanlık bir sinema salonuna temkinli adımlarla girer gibi girmişti bu sohbetin içine. Bundan sonrasında ne olacaksa olsundu. Hafta sonları dağ yürüyüşü için grup oluştururken her seferinde dağın dikliğini, yolların çamur olup olmadığını, dere yatağı boyunca kaç kilometre yürüyeceklerini soran ve adeta yürüyüşün yarısını evlerinde oturdukları yerden tecrübe edenlerden birisi olmuştu kendisi hep, bu sefer farklı olacaktı, bu sefer içinde saklı başka bir beni ortaya çıkaracaktı.

 -        Bütün gün burada oturuyorsun, sıkılmıyor mu canın? Yani, gördüğüm kadarıyla yapacak pek bir işin de yok. Böyle miskin miskin, kimseye bir yararın olmadan…

Yaşlı adam ağzındaki lokmayı yuttu, Yi Xiong’un kâğıt tasına üç parça jiaozı ve bir tutam etle kavrulmuş fensi koydu. İçi sıcak çorba dolu bir tası da onun elinin ulaşabileceği bir yere yerleştirdi. Gözleri akşamın yenin inmiş olan karanlığında iki siyah elmas gibi ışıldıyordu.

-        Şundan da ye evlat. Sosuna da batır. Bak aynen böyleeee…. Sen yemezsen ben hepsini bitiririm, sana sadece kabın dibindeki yağın kokusu kalır. Ha ha, madem geldin, oturdun soframa, hakkın olanı almadan kalkma.

-        Yiyorum işte, yavaş yavaş yiyorum. Sen soruma yanıt versene!

-        Ne sorduydun? Duymadım ben seni. Yemek yerken kulaklarım ağır işitiyor. Ha ha!

-        Bütün gün burada miskin miskin oturmaktan sıkılmıyor musun diye sormuştum.

Başını yumulduğu kaptan kaldırdı, parmaklarının arasındaki çubukları avcunun içine aldı. Bileğindeki kasların gerilmesinden çubukları avcunun içinde sıktığını görebiliyordu Yi Xiong.

-        Birincisi bütün gün burada oturmuyorum. Zabıtaların karışmadığı her köşe benimdir bu kentte. Sürekli yer değiştiririm, parkların yüksek noktaları ve kaldırımların karanlık kuytulukları en tercih ettiğim yerlerdir. Ayrıca miskin miskin oturduğumu da nereden çıkardın. Çok mühim bir işim var benim.

-        Neymiş o?

-        Zamanın fotoğrafını çekmeye çalışıyorum.

-        Neyin fotoğrafını?

Evsiz adam yanıt vermedi. Uzaklardan gelen bir korna sesine kulak kabartıp karanlığın derinliklerine gözlerini dikti. Bir süre sesini çıkarmadan yemeğe odaklandı. Sonra bir anda, sanki birileri onu dürtmüş gibi tekrar konuşmaya başladı.

-        Ama umudumu yitirdim diyebilirim. Bence yok zaman diye bir şey, bizim uydurduğumuz bir yalandan ibaret hepsi.  

Yi Xiong gülmemek için kendini zor tutuyordu. Ağzındaki lokmalar dökülmesin diye elini ağzına götürdü, acaba kol saatini kaybetti de onu mu arıyor diye düşündü. Bir anda içinde bulunduğu sahnenin tamamı kendisine aptalca geldi. Ne yapıyordu? Yılbaşı akşamında, evinden ve ebeveynlerinden binlerce kilometre uzakta, yeni tanıştığı bir evsizle yemek yiyordu.  Buna rağmen yemek leziz, söylediklerinin büyük bir kısmı anlaşılmayan evsiz adam nev-i şahsına münhasır matrak bir kişilikti. Saçma sapan şeyler söylüyordu ama söyledikleri eğlenceliydi.  

-        Demek istediğim şu. Eskiden, yani genç ve güçlüyken düşünmezdim böyle soruları. Yaşım ilerledikçe ve kendimi içinde yaşadığım kentten soyutlamaya başladıkça fark ettim ki kent ve zaman birbiriyle özdeş varlıklar. Kandırılmışız, büyük bir yalanın, dev bir hikâyenin içine figüran olarak atılmışız.

“Özdeş derken ne demek istiyorsun?” diye sordu Yi Xiong, meraklı görünmek ve evsiz adamın konuşmasını devam ettirmek için.

-        Yani aynı şeyler, biri diğeri var olduğu için var. Medeniyet dediğimiz şey zamanın varlığından bağımsız düşünülemez. Kent dediğimiz kavram da medeniyetin vücut bulmuş halidir. Bilmem anlatabildim mi? Kent eşittir zamandır diyorum. İçinden zamanı çıkarınca medeniyet denilen dev saray anında çöker, dolayısıyla onun en nezih ürünü olan kent de tuzla buz olur.

Yi Xiong bir süre evsiz adamın yüzüne bön bön baktı. Soru sormak için duraksadı, yutkundu ama aklına hiçbir soru gelmedi. Sonuç olarak soru sormak için biraz da olsa anlamak gerekirdi. Zaman derken kol saatinden, duvarda asılı duran dairenin içinde birbirini kovalayan akreple yelkovandan bahsetmiyordu. Neyi anlamadığını anlamıştı şimdilik! Onun için zaman patronun azarından kaçmak için takip ettiği ve yetiştirmek için gece gündüz çalıştığı projelerle özdeşti. Bu yüzden zamanı hiç olmazdı. Hep çalışır, birilerini memnun etmek için bir yerlere koşuşturur, toplantıdan çıkıp toplantıya yetişir, akşam geç vakitte eve vardığında da salondaki kanepeye düşüp sızardı. Belki de çok kitap okuyamadığı için anlayamıyordu yaşlı adamın laflarını. Eskiden, öğrencilik yıllarında bol bol okurdu ama şimdilerde… Zeki görünmeye bir son vermenin zamanı gelmişti.

-        Pek bir şey anladığımı söyleyemem. Fotoğrafını çekmek istedin şey neydi? Hem fotoğraf makinen var mı? Gafil avlayıp kadrajına hapsedeceğin bir kar leoparı gibi bir şey mi aradığın?

Evsiz adam sabrı tükenmiş gibi gözlerini geniş geniş açtı. Küfredecekti ama kendini frenledi. Belki de haksızlık yapıyordu gence, takıntıların bu kadar kolaylıkla paylaşıldığı nerede görülmüştü?

-        Boş ver anlama. Sana seni esir eden görünmez canavarın varlığından, onu vazgeçilmez hale getiren alışkanlıklardan, onu yok sayarak hayatımıza katacağımız anlamdan bahsediyorum ama sen anlamamakta ısrar ediyorsun. Denizde doğup, denizde büyüyen, ömrünü denizde geçiren ve doğal olarak da denizin özünün ne olduğunu asla anlayamayan balıklardan farkın yok.

Gülümsedi Yi Xiong. Balık örneğini sevmişti. Benzeri bir metaforu okuduğu kişisel gelişim kitaplarından birisinde de görmüştü. Orada da bir köpeğin bir kurdu asla anlayamayacağı örneği üzerinden gidiliyordu. Çünkü köpek köpekler arasında büyümüştü. Kurt ise kurtlar… Bu düşünceyle birlikte aklına bir şüphe düştü. Doğru mu kurmuştu analojiyi. Kahretsin, neden her şey bu kadar zora girmişti bir anda. Hem kulaklığının diğer teki nereye düşmüştü!

-        Tam olarak anlamadım diyemem. Sadece tüm bu söylediklerinin benim ne işime yarayacağını çıkaramadım. Yani hem zaman yoktur diyorsun hem de kentle aynı şeydir diyorsun. Eeee, kent var değil mi? O halde zaman da var olmalı diyemez miyiz?

Bu son söyledikleri Yi Xiong’un da hoşuna gitmişti. Sesli konuşurken söyledikleri, sessizce düşünürken kendisine söylediklerine nazaran daha anlamlı bir bütünlük oluşturabiliyordu.  Kâğıt kâseden bir parça erişte parçası koparıp ağzına attı, anason kokulu acının uyuşturduğu damağında pamuk gibi bir yumuşaklık hissetti. Birden tüm vücudunu saran bir mutluluk duygusuyla sarsıldı. Bu son lokması olmalıydı, arkaya doğru kaykılıp kemerini bir delik genişletti. Daha fazla yiyemezdi. Evsiz adama bakıp teşekkür eden bir iyimserlikle gülümsedi.

-        Değil işte delikanlı. Kenti arabalardan, binalardan, parklardan ibaret gördüğün için oluyor bu. Kent dediğin şey insandaki düzen ve rahat arayışının bir görüntüsüdür. Önemli olan yüzeyde görünen maddenin soğuk ve mat halleri değildir. Önemli olan tüm bu nesneleri bir arada tutan düşünce sistemidir. İşte bu düşünce sistemi de zamanın kendisidir diyorum ben. Sonuç olarak zaman dediğimiz kavram, insanın düzen ve konfor arayışının sonucunda evrilmiş ve zihinsel bir ürün olarak kullanıma sunulmuştur. Evrenin kendisinde içkin olarak var olan bir şey değildir. Sayılar gibi, para gibi, hatta sanat gibi, insandan, ya da insan gibi düşünmeye yakın canlılardan dolayı vardır. Biz olmasak kim takar akrebi, yelkovanı, kim nerede görür iş çıkışı keşmekeşini, okul kapılarındaki sabah telaşını. Var olmamasına rağmen ondan bahsetmeden, onu işin içine katmadan, onun hesabına göre hareket etmeden hayatımızı idame ettiremiyoruz. Köle – efendi ilişkisi gibi, hem köleyiz hem de efendi. Efendi olduğumuzu düşündüğümüzde kölelik yanımız bizi rahatsız ediyor, köle olduğumuza kanaat getirdikten sonra da içimizde bağdaş kurup oturmuş efendi söylenmeye başlıyor. Çöl gibi bir bakıma, hem labirentlerin en zoru hem de aslında labirent değil…

Son cümlesini tamamladıktan sonra derin bir soluk aldı, devam edeyim mi diye düşündü, karşısındaki genci sıkıp bunalttığı fikrinde karar kıldı. Susmaya ve yemeğiyle ilgilenmeye başladı. Elindeki kâğıt kabın dibini çubuklarla sıyırdı. Ağzının kenarından sızan soslu yağı koluyla sildi. Bir yandan da “İyi yedim ha, çok iyi yedim. Bu mide gece beni uyutmaz.” diye kendi kendine mırıldanıyordu. Boş kabı arkasına koyduktan sonra Yi Xiong’a uzun uzun baktı.

-        Bırak şimdi zamanı falan delikanlı. Ben sabah akşam bunları düşünüyorum, konuşacak birisi buldum mu da aklımda ne birikmişse hemen oracıkta kusuyorum. Çok konuşmamın nedeni aslında konuşmayı pek sevmiyor olmamdır. Anlamaman, benim bir öğretmen edasıyla yukarıdan bir tonla konuşmamdan sıkılman, ters tepki vermen gayet normal. Bırakalım şimdi bu tumturaklı lafları, hayata dönelim, hepimizin alt alta üst üste taklalar atarak kavrulduğu o derin tavanın dibine çöreklenip, zevklerin ve acıların en pür-i pak olduğu kavruk tenli anlara odaklanalım. Ne işin var senin burada bu saatte? Yılbaşı akşamı evinde olman gerekmiyor mu?

Yi Xiong soru karşısında hazırlıksız yakalanmıştı. Ne güzel kaptırmış gidiyordu adam, tıpkı işyerindeki patronu gibi kendisinin ayakta durduğu yerde bir menekşe saksısı varmış gibi konuşuyordu da konuşuyordu. Görünmez olmak böyle bir şey işte diye düşündü; mekânın içerisinde silik bir bulut gibi yaşıyorsun, gündüz vakti gökte asılı duran bir ay gibi, gece gitmiş ama en has evladı olan ayı gökte unutmuş… İnsanlar senin içinden geçiyorlar ama farkına bile varmıyorlar. Yüzünün aldığı bin bir şekil, sıkıntıdan omzunu düşürmen, esnemen, gerilmen, sağa sola yaslanman, ağırlığını sol ayağından alıp sağ ayağına vermen, gözlerini onun gözlerinden kaçırıp etrafta kanca atacak bir şeyler araman… Hiçbirinin bir anlamı yok diliyle dünyayı fethe çıkmış olan karşındaki muhatabın için. Sen onların nazarında içlerinde biriken ezilmiş hayat çiçeklerini içine dökecekleri bir karaoke makinesisin. Alıştın buna, hatta zevk bile alıyorsun bu muamelelerden. Öyle ki en olmayacak insanlar karşısında bile çaresizce boyun eğiyorsun, teslim ediyorsun kendini… Ama şimdi, sustu ve bir yanıt bekliyor senden. Dinlemek istiyor demek ki, senin dışını büküp istediği şekle sokmak varken içini de görmek istiyor, belki oradaki pürüzleri de açığa çıkaracak, yüzüne vuracak senin bile hatırlamak istemediğin için ta en derinlere gömdüğün; üstü kabuk, ortası irin, dibi mikrop kaynayan yaraları.

-        Akşam yürüyüşüne çıktım.

-        Ne yürüyüşü evladım! Zaten ip gibi inceciksin.

-        Olsun, ben yine de her gün 15 bin adım atmaya çalışıyorum. Adımlarımı sayıyorum ve 15 bini tamamlamadan eve girmiyorum.

-        Adımlarını sayıyorsun? Tek tek, 1’den 15 bine kadar?

-        Ben saymıyorum tabii ki, kolumdaki saat sayıyor.

-        Salak mısın oğlum adımlarını sayıp ne yapacaksın? Doktor mu tavsiye etti yoksa?

-        Yooo…

-        Rica mı etti?

-        Doktorla bir ilgisi yok. Kendi kararım. Hem kitap dinliyorum bir yandan, vaktim boşa geçmiyor, yeni şeyler öğreniyorum.

-        Ne öğreniyorsun? Hadi anlat bana, ne öğrendin bugün?  

Yi Xiong yanıt vermek istemedi. Karanlık bir odada köşeye sıkıştırılıyormuş gibi hissetti kendisini.  Yaşlı adam insan sarrafıydı besbelli, ya da rol yapmayı iyi beceriyordu. Lafın altından girip üstünden çıkıyor, onun gibi bir çaylağı hep aynı kapana doğru, yani yanıtların aleyhine işleyeceği dipsizliğe doğru itekliyordu. Kolundaki saate baktı ama nedense gözü tarihe gitti, 2 Şubat 2022! Tatilin bitmesine bir hafta daha vardı…

 -  Bir şey öğrenmedin demek. İyi tamam, sorgulamıyorum senin seçimlerini. Gel iki bira içelim. Bak buraya yılbaşı akşamı için zulalamıştım birkaç tane. Geldiğin iyi oldu, tek başına içmeyi sevmem.

Elleri duvarın öteki yanındaki fosfor yeşili çantaya uzandı. Dört kutu Qingdao çıkardı, özenle önüne dizdi.

-        Soğuk değiller ama idare edeceğiz. Zaten hava serin bugün. İçilebilecek kıvamdadırlar.

 Yi Xiong gitme vaktinin geldiğini düşünmeye başlamıştı. Hiç hesapta yokken karnını doyurmuştu. Üzerinde nakit para da yoktu ki adama versindi. Karekodu var mıydı acaba? Büyük olasılıkla yoktu. Bu kadar mahcup olmuşken şimdi bir de içki mi içecekti adamla!  

-        Ben yavaş yavaş kalkayım. Daha bulmam gereken…

“Olmaaaaazz!” diye kesti sözünü yaşlı adam. “Birlikte yedik, birlikte içeceğiz. Ben şu hayatta iki tür insana güvenmem. Sakın onlardan birisi olma.”

Yaşlı adamın sanki elinde sihirli bir güç varmış gibi fırsat buldukça tehdit eder gibi konuşması Yi Xiong’u gülümsetmişti. Sonuç olarak yoldan geçerken hasbelkader karşılaşmış birbirinden alabildiğine farklı iki insandılar. Ortada hiçbir neden yokken kırk yıllık ahbapmış gibi davranması rahatsız edici değildi belki ama kesinlikle gülünçtü. Başladığı oyunu bitirmek isteyen ve annesi eve çağırdığı için oyun ortasında eve gitmek isteyen arkadaşlarına sitem eden çocuk gibiydi. Ama orada bile çok daha önceden temelleri atılmış bir dostluk, çocukça da olsa karmaşık ilişkiler ağı kuruluydu. Yaşlı adamla arasında ne vardı ki ona hayır deme konusunda kendisini bu derece zayıf hissediyordu! Belki de doğru olan bedenini ve zihnini akıntıya bırakmaktı. Neden nazlansındı ki? Zaten yılbaşı akşamı anne babasının evine gitmeyerek… “Neyse yaaa” dedi birdenbire kendisinin bile duyacağı bir sesle. Altı üstü bir bira. İşi yokuşa sürüp, kuyruğunu kovalayan yavru kedi gibi boşu boşuna yorulmamak en iyisiydi. Biralardan birine uzandı. Sandığından daha da soğuktu.

“Neymiş bakalım bu iki tür insan? Akşam yürüyüşüne çıkanlar ve yürürken kitap dinleyenler mi?”

Yaşlı adam, Yi Xiong’un konuşmasındaki istihzayı fark etmişti. Abartılı bir kahkaha attı, tıslatarak açtığı biradan bir yudum aldıktan sonra, “Ömrü boyunca bir kere bile sarhoş olmamış olanlar ve hayatlarında bir kere bile kalpleri kırılmamış olanlar. Birincisi her daim hesap yapar, sürekli kendi çıkarı için yeni tasarılar peşindedir, hayattaki tek mutluluğu gelecekteki olası refahı için hanesine yazdırdığı puanlardır. Her şeyi anlamak arzusu gibi bir hastalığa yakalanmıştır ve bu hastalığı yüzünden sadece kendi hayatını değil, etrafındakilerin hayatlarını da zindan eder. İkincisi ise yürek acısının ne olduğunu bilmez, insanı anlamaz, insanı insan yapan şeyin deride iz bırakarak iyileşmiş ve her daim başkalarından gizlenen yaralar olduğunu bilmez. Ömründe bir kere bile penceresiz odaların ışık görmeyen köşelerine cenin pozisyonunda büzülüp uğradığı ihanet için, yediği çelme için, sırtına saplanmış kama için salya sümük ağlamamış insan ayakta durmayı bilemez. Ne demişler, duvara tırmanmaya yelteniyorsan önce düşme talimleri yapacaksın. Ha ha ha…”

Genç adam yanıt vermedi. İçinden “Kim demiş?” demek geçti ama hemen bastırdı bu arzuyu. Tüm bu girift betimlemeler, ağdalı laflar, süslü cümleler sanki kendisini kötü hissettirmek için söyleniyordu. Konuyu değiştirmek, yaşlı adam hakkında somut, elle tutulur, yoruma kapalı bir şeyler öğrenmek istiyordu. Biradan büyük bir yudum aldı. Sıvı boğazından aşağıya akarken neredeyse çıkan şırıltının sesini işitecekti.

-        Peki sen neden buradasın? Madem her şey ve herkes hakkında bu kadar sabit fikirlere sahipsin, bir okulda öğretmen ya da bir müzede müdür olman gerekmez miydi? Ne işin var sokaklarda?

Yaşlı adam yanındaki siyah çantadan çıkardığı kirli bir bez parçasını özensizce katlayıp beliyle yaslandığı duvar arasına sıkıştırdı. Birasından uzun bir yudum aldı, öyle ki yutkunurken inip kalkan boğazı Yi Xiong’un dikkatini çekti.

-        Bırak şimdi beni delikanlı. Sen diğer sorumu yanıtla. Unuttum sanma sakın, yaşlıyım ama bunak değilim! Yılbaşı akşamı neden buradasın sen? Bak kent bomboş, caddenin ortasına inip basketbol oynasan kimsenin ruhu duymayacak, her akşam dükkânlardan taşan ışıklarla yakamoz yutmuş dev bir kuş gibi çalkalanan kaldırımlar bu akşam okyanusun dibi gibi ıssızlar. Böyle bir akşamda senin ne işin var sokaklarda, söyle bana! Senin burada doğup büyümediğin kuzeyli aksanından belli oluyor. Annen baban da Shenzhenli değiller. Neredeler, neden yanlarına gitmedin? Yoksa onlar mı geldiler seni ziyarete?

Yi Xiong, yaşlı adamın kendi kişisel tarihi hakkında konuşmak istemediğini çoktan sezmişti ama yine de şansını denemekten vaz geçmiyordu.  Belki yarın sabah uyanıp yorgandan başını çıkardığında bu akşam yaşadıklarını, konuştuğu tüm bu alengirli konuları, birlikte bira içip gülüştüğü adamı hatırlamayacaktı bile. Hatırlasa bile bu olayın gerçeklemiş olduğu konusunda kuşkulara düşecekti. Olur ya bazen, çok arzuladığın ya da muhtaç olduğun bir şey tüm uğraşlarına rağmen bir türlü gerçekleşmez. Ama sen, kendi kendini inandırırsın başarıya ulaştığın konusunda. Kafanda sayılar karışır ya da benzeri bir deneyimi sanki arzuladığın deneyim buymuş gibi algılamaya başlarsın. Offf neler saçmalıyordu ya! Neden gördüğü her merhemi yarasına ilaçmış gibi orasına burasına sürüyordu? Birden aklına birkaç günce kulağına kitap okuyan ses geldi: Eğer iyileşmemiş bir hastalığın varsa vücudunda beliren tüm rahatsızlıkları o hastalığa yorarsın. Evet, böyle demişti o ses ama… Aklının içi birden sislenmişti. Karşısındaki yaşlı adam ikinci birasını açmış, meraklı gözlerle onu izliyordu. Bir yanıt vermesi gerekiyordu.

 -  Salgın dolayısıyla gidemedim. Daha doğrusu gidecektim ama patron gitmezseniz size iki maaş veririm dedi.  Malum gidip de geri dönememek var, hasta olup eve tıkılmak var, uçağa alınmamak var… Her şey olabilir. Geri dönüşte iki hafta karantinaya alınmak bile var. İstikrarı korumak için kesenin ağzını açtı patron. Gitmeyin, geri dönüşte sorun yaşama olasılığınız sıfır olsun dedi. Ben de fırsatı değerlendirdim. Hem adama hak vermedim diyemem. Takdir bile ettim bir yandan.

Yaşlı adam hafifçe geriye doğru kaykıldı. Bacağının altındaki ayağını açıp ileriye doğru gerdi. Duyduklarını anlamak için zamana ihtiyacı varmış gibi bir hali vardı. Nanshan dağının karanlık kısımlarından göz kırpan bir ışığın kaynağına bakışlarını kilitlemiş, düşünüyordu. Sonra birden, aynı ışık kaynağından bir işaret almış gibi konuşmaya başladı.

-        Para için mutluluğunu sattın yani. Yanlış mı anladım? Patronun teklif ettiği rüşveti kabul ettin ve burada kaldın. Yılbaşı akşamı anneni babanı görmemeye değdi mi bari? Doğup büyüdüğün topraklardan uzaklarda tek başına bir yılbaşı akşamı geçirecek olma düşüncesi rahatsız etmedi mi seni? Hadi kararı verirken etmedi, peki ya şimdi?

Yi Xiong’un yüzü gerilmişti. Sinirden elindeki kutuyu sıkmaya başlamış, ortasını ezik büzük hale getirmişti. Hatta, kutunun üst kısmındaki sert çember elini acıtmıştı. Göğsünde biriken bir şişkinliğin patlamaya hazırlandığını hissetti. Ağzına kadar dolu bir bardak üzerinden geçen bir kelebeğin kanat çırpışının yarattığı rüzgâra dayanamamış, bir anda taşmıştı.

-        Kimse beni satın alamaz, tamam mı? Söylediklerine dikkat et.

-        Seni satın aldılar demedim, mutluluğunu para için sattın dedim.

-        Ne fark eder! Rüşvet almakla, onursuzca bir iş yapmakla suçluyorsun beni.

-        Ha ha ha, şanslısın, ruhunu satmışsın demedim. Hem ne kızıyorsun, herkes hayatının bir kısmını hayatının kalan kısmının değerini arttırmak için satmıyor mu zaten? Zaman geçip uğruna gençlik feda edilen kalan kısma geldiğinde de o kalan kısmı bir sonraki kalan kısma feda ediyor. Sonsuza kadar giden bir bölme işlemi gibi ama içerisinde tekrar yok, belirsizlik ve akıldışılık var. Hatta ben öyle iddia ediyorum ki satın almak diye bir şey bile yoktur bu hayatta. Satın aldığın şeyler de geri dönüp senin ömrünü parça parça satın almaya devam ederler. Vaktini, enerjini, mutluluğunu, diriliğini, neşeni azar azar verirsin. Kısır bir döngü vardır bu adil olmayan alışverişte, her seferinde gücü biraz daha azalır ama hiçbir zaman tükenmez. Dediklerimi tam olarak anlamadığını gözlerini kaçırmandan sezinleyebiliyorum ama aynı kaçak gözlerin derinlerde bir yerde bana hak verdiğini de söylüyorlar.

-        Hak falan verdiğim yok sana. Saçmalayıp, afralı tafralı laflar edip kafamı karıştırıyorsun. Neydi o adamın adı, kendini filozof sana deli, ondan farkın yok. O da delirmiş zaten ömrünün sonunda, tımarhanede vermiş son nefesini. Sen de onun gibi olacaksın belli ki! Tüm bu süslü laflar, bu ağdalı benzetmeler, edebiyat mı felsefe mi olduğu anlaşılmayan şatafatlı konuşmalar bana sökmez, tamam mı? Ben işimdeki verime bakarım, çıkan sonuca bakarım, girdiyle çıktı arasındaki farka bakarım. Bana ne zamanın fotoğrafından! Hatta sana ne! Çılgın mısın nesin? Gidiyorum ben, yeter bu kadar.

-        İyi sen bilirsin!

Yi Xiong bu kısa ve net yanıt karşısında şaşırmıştı. Yaşlı adamdan bu kadar zahmetsizce kurtulacağına sevineceği yerde içine bir kurt düştü. Acaba bir şeyini mi çalmıştı? Telefonunu kontrol etmek için elini ağır ağır belinin hizasına indirip cebini kontrol etti. Telefon yerindeydi ama adam görmüştü onun telefonunu kontrol ettiğini. Mahcup olmamak için aceleyle sordu.

-        Yemek için 100 Yuan vereyim sana. Karekodun var mı?

-        Yok.

-        Eeee, ne yapacağız. Bende de nakit para yok hiç.

-        Senden para falan isteyen yok genç. Yılbaşı akşamı geldin, soframı şenlendirdin, içkime ortak oldun, dostluğunu paylaştın. Yeter de artar benim için. Yalnız sana son bir tavsiyede bulunayım. Çok efendi, çok mülayim, çok ikircikli buldum seni. Gerçi sonlara doğru biraz açıldın ama yine de alınacak yolun bir hayli uzun ve kıvrımlı. Biraz sert ol, hedefinin önüne çıkanları temizlemekten çekinme. Hiç kimseyi kırmamayı kendine düstur edinirsen hayallerini asla gerçekleştiremezsin, bunu bil. Yok öyle ideal bir dünya, herkesin mesut ve memnun olduğu! Neden etrafımız hayallerinin peşinden gitmekten korktuğu için hayatta hiçbir yere varamamış insanlarla dolu sanıyorsun? Çünkü kimseyi kırmadılar, kendileri kırıldılar. Yaaa, işte böyle…

Yi Xiong kalktı. Uyuşan bacağına aldırmadan bir iki adım ileriye attı ama acele ettiği için düşeyazdı. Başı da dönmüştü biraz. Birden ayağa kalkınca oluyordu böyle. Bir biradan olacak değildi ya! Yaşlı adam az önce uzattığı bacağının yanına diğerini uzatmış, sokak lambasının önünde simsiyah bir heyula gibi dikilen delikanlıya bakıyordu.

-        Gerçekten gidiyorsun yani, alacağın her şeyi aldın mı? Emin misin?

“Anlamadım” diye mırıldandı, Yi Xiong. Sağına soluna baktı, elleriyle pantolonunun kenarlarını silkti. Paçalara yapışmış yaprak ve ot parçalarını çırptı.

-   Burada bir şey unutma diyorum. Evim değil sonuçta, normalde kentin merkezinde gecelemem ben. Zabıtalar izin vermez çünkü. Bugün yılbaşı olduğu için kimse beni görmez dedim, geldim. Yarın öğlene doğru kalkar, köprü altındaki salaş mekânıma giderim. Hem orada başka evsizler de var, az çok muhabbet edebildiğim.

Yi Xiong umursamaz bir tavırla gülümsedi. Geceni bu şekilde aniden bitmesi onun da hoşuna gitmemişti ama yapacak bir şey yoktu. Biraz daha durursa babası yaşında bir adamla yaka paça kavga edecekti.

-        Unutmadım merak etme. Yalnız gitmeden önce sana son bir şey sormak istiyorum. Belki bana yardımcı olabilirsin. Yani ne bileyim, bu kadar oturdum yanında, konuştuk falan. Bundan sonra kendi kendime…

-        Sor evladım, sor ne soracaksan. Ne kıvranıyorsun kabız eşek gibi!

-        Buralarda bir kulaklık teki gördün mü? Hani oluyor ya kablosuz, insanlar kulaklarının içine sokuyorlar. Ben benimkini düşürmüşüm.

Yi Xiong izah etmeye devam edecekti ama birden böyle bir soruyla ne kadar boş bir şeye umut bağlamış olduğunu fark etti. İçinde derin bir pişmanlık hissetti. Bu nobran farfaradan yardım dilenmek yeryüzünde yapılması gereken son iş olmalıydı. Hem zaten yemeğini yemişti, içkisini içmişti. Daha ne istiyordu adamdan! “Neyse, boş ver! Unut gitsin sorduğumu.” deyip arkasını tam dönmüştü ki yaşlı adamın sesini işitti.

-        Gördüm. Şu ilerideki mazgala girdi. Seni kulaklığı düşürürken görmedim ama yoldan geçen bir kadın topuklu ayakkabısıyla farkına varmadan öyle bir vurdu ki o zımbırtıya, akşamın alacakaranlığında beyaz bir misket biri yuvarlandı ve mazgalın dibini boyladı. Sonra gidip baktım, yeni moda kulaklıklardan biriydi. Nasıl alacaksın? Var mı kancan falan? Derindir o delik. Gerçi uzun zamandır yağ…

Yi Xiong hızlı adımlarla mazgala doğru yürürken yaşlı adam konuşmaya devam ediyordu. Kaldırımdan inip, trafik ışıklarının dibinde kalan deliğe doğru çömeldi. Hiçbir şey görünmüyordu. Telefonunu eline alıp ışığını açtı, mazgalın deliklerinden birisine doğru yaklaştırdı. Orada, ölü yaprakların ve toprağın doldurduğu kuytuluğun bir köşesinde, kurtarılmayı bekleyen bir enik gibi ona bakıyordu kulaklık. Birden sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. “Evet, evet, hakikaten de buradaymış.” diye bağırdı arkasına doğru ama yaşlı adamdan bir yanıt alamadı. “Kancaya gerek yok, kulaklıkların kutusu mıknatıslı. Kutuyu iple aşağıya sarkıtırsam çabucak çıkarırım kulaklığı”. Yi Xiong heyecanla doğruldu, başı yine dönmüştü ama bu sefer bir önceki kadar kötü değildi. Etrafına bakınmaya, ipe benzer bir şeyler aramaya başladı. Tabii ki yoktu, ana caddenin kenarında ip ne yapsındı. En iyisi yaşlı adamdan son bir iyilik daha istemekti.

-        Sende ip gibi bir şey var mı? O yemeklerin kutularının ağzına lastik falan bağladılarsa eğer o lastikler de işimi görür.

O anda fark etti Yi Xiong, az önce oturup yemek yediği, bira içip sohbet ettiği köşede artık kimsenin olmadığını. Bu kadar kısa sürede pılını pırtısını toplayıp gitmiş olamazdı. Hem çantası vardı, battaniyesi, yere serdiği kirli tulumu, ıvır zıvır malzemeleri… Sonra yemeklerden kalan artıklar, kap kaçak, boş bira kutuları. Biralardan birisi içilmemişti. Hani neredeydi hepsi? Hafif bir rüzgâr esti, bir toz bulutunu alıp havaya kaldırdı, karanlığa doğru fütursuzca savurdu. Hayır, gençliğine ve dinçliğine rağmen o bile bu kadar kısa sürede etrafı temizleyip, hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolamazdı. Bu işte başka bir iş var dedi içinden ama hemen sonra “başka bir iş” ifadesi gülünç geldi kendisine. Sağa baktı, sola baktı, kimsecikler yoktu. Araba bile geçmiyordu yoldan. Telefonunun saatine baktı, neredeyse sekiz olacaktı. Olduğu yere çömelip mazgalın deliğindeki kulaklığa bir daha göz attı. Kulaklık hâlâ oradaydı. Elini sol cebine attı. Kulaklığın kutusu cebindeydi. Telefon da diğer elinde. Evet, kendisine ait olan her şey yerli yerindeydi. Gerçekliği yeniden kurması gerekecekse kendisinden başlamalıydı. İyi ama yaşlı adam nereye gitmişti. Onun gerçekliği nasıl bir anda orta… O anda daha önce hiç hissetmediği bir şiddette karnının acıktığını hissetti Yi Xiong. Öğlen yemeği yemeyi unuttuğu, yıl sonu hesap denetleme günlerinin akşamlarında duyduğu türden bir açlık. Midesi gurulduyor, boğazından çıkan müstekreh bir koku burnunu felce uğratıyor, bulantıya benzer bir duygu karnından yemek borusuna doğru, kızgın babasından kaçan afacan bir çocuk gibi seğirtiyordu.

                                          16 Ocak 2024 - Shenzhen


* Bu öyküyü yazmaya 2022 yılının başında başlamıştım. Birkaç sayfa yazıp bırakmıştım. Sonra araya Fındık'ın yayımlanması girdi. Bir de okuldaki yoğunluk. Bir türlü vakit bulamadım. Neyse ki 2024 yeni yılı gelmeden bitirebildim.