Bu Blogda Ara

21 Eylül 2017

Kurgu ve Gerçek: Özçözümleme


“Sadece kurgu yazarken kendim olabiliyorum.” Bu cümlenin üzerinde düşünmek beni ürkütmüştür hep. Yalan bir hayatı yaşamak değil beni rahatsız eden, onu zaten yapıyoruz istesek de istemesek de. Sadece yazarken gerçek olduğuma inanıp diğer zamanlardaki hayatı ve bu hayatı mümkün kılan insanları ihmal etmek beni asıl endişelendiren. Sanatçı bencilliğinde, züppeliğinde ya da ukalalığında yuvarlanırken sanatı da sanatçıyı da var eden insanı unutmak. Oysa sanatın kaynağı olan düşünceler de onun serpilip yeşereceği yayın ve dağıtım organları da insanların emeğiyle var olur. Hiçbir insan bir diğerinden daha gereksiz, daha değersiz ya da daha anlamsız bir hayatı yaşamıyordur. Bakılması bilindiğinde her hayat bir romandır. Hatta şu bile söylenebilir. Rasyonaliteden uzaklaştıkça edebiyat değeri artar. Öyle değil mi? İnsan bütünüyle rasyonel bir valık olabilseydi edebiyat var olabilir miydi? Asıl konuma geri döneyim.

“Sadece kurgu yazarken kendim olabiliyorum.”  Kim söylemiş bilmiyorum. Bir filmde tiyatro oyuncusu rolündeki adam diyordu bir benzerini: Sadece sahnedeyken kendim olabiliyorum. Sanırım ben oradan arakladım, kendime göre yonttum. Nedir bu sanatçıların kendi olamamaları durumu? Ya da sanatı kendin olmak / özgürleşmek olarak görmekteki ısrarları? Tamam, toplumun kutsal saydığı kurumların baskısıyla hiçbirimiz yaşamak istediğimiz gibi yaşayamıyoruz. Her türlü bir araya gelme belli özgürlüklerden feragat etmeyi gerektirir. Hem pencere kenarında oturayım hem tuvalete rahat gideyim* diye bir şey yok! Olmadığı için de sanata sığınıyoruz, orada kendimize alt-benler yaratıp, bir yerden bastırınca başka yerden pırtlayan dikişleri eskimiş çantalar gibi varlık savaşına devam ediyoruz. Yarattığımız her karakterde söküklerden fırlayan bir yanımız yaşıyor; kıskançlıklarımız, utançlarımız, kapanmayan yaralarımız, dik duramayışlarımız, satılmışlığımız, kararsızlığımız, kısacası yaşayamamışlığımız sızıyor kelimelere. O kadar sızıyor ki bu sızıntıyı engellemenin tek bir yolu var. Yazmamak. Onu da yapamadığımız için devam ediyoruz ifşa etmeye yırtıklarımızın altından görünen yaralı bereli tenimizi.

Kendimden bir örnek vereyim. Hem böylece hayatımda ilk defa kendi yazmış olduğum bir öyküyü, sadece bana ya da beni çok iyi tanıyanlara nasip olacak bir yakınlıkla çözümlemiş olacağım. “Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam” öyküsünü 2014 yılının eylül ekim aylarında yazmış ve bloğa koymuştum. Yazarken aklımda ne vardı -yarışmadan haberim bile yoktu öyküyü yazarken- çok anımsamıyorum ama derdim en çok Çanco’nun sonbahar aylarını esir alan yağmurlarıydı. O aralar Çin’in güneyinde ve diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde bol bol sel felaketleri yaşanıyordu. İkisini birleştirip bir Çanco masalı yaratmaktı amacım ve sonuç da bildiğim kadarıyla çok fena olmadı. Tamam, bu öykü birkaç ayrı düzlemde okunabilir. Eve dönememek, bitmeyen gurbet ya da özlem, kötü şehirleşme, celladına âşık olan mahkûm vb izlekler istenirse bu öyküde bulunabilir, geliştirilebilir, üzerinde konuşulabilir. Benim ilgimi çeken nokta ise öyküyü yazmamdan, öykünün ödül almasından ve hatta kitap olarak yayımlanmasından bile yıllarca sonra geldi.

Kendimi yazmıştım işte, bunu geç de olsa fark ettim. Güneşli bir sabah evinden çıkan delikanlı bir daha evine dönemiyor ve geçici olarak yanlarında kaldığı akraba evinin temelli misafiri oluveriyor. Ehhh, ben de 2000 yılının mart ayında evimden çıkmış ve birkaç yıllığına yurt dışına gitmiştim. Gidiş, o gidiş. Hep seneye geri dönerim, biraz daha kalayım dönerim, ülke biraz düzelsin dönerim, ekonomi azıcık rayına otursun dönerim diye diye on iki yıl geçti. Sonra denedim, cesaretimi topladım ve döndüm. Bir yıl bile dayanamadım, kaçtım Çin’e sığındım. Her şeyi anlamanın, herkesin içinde olmanın, etrafımın fazlasıyla farkında olup ayaklarımdan prangalanmış gibi bir yerlere çekilmenin bana göre olmadığını fark ettim. Dört yıldır da Çin’deyim. Eve dönme planlarını hâlâ yapıyorum ama biliyorum bu planların bir anlamının olmadığını. Bir çeşit vakit öldürmece bu planlar, uzaklarda bir hayatının olduğunu unutmamak için yapılan faydasız çırpınmalar.

Gelelim öyküye. Oradaki ana karakter de evinden çıkıyor ve yarın dönerim, yağmur durunca dönerim, sel çekilince dönerim diye diye ayları geçiriyor misafir kaldığı evde. Geride bıraktığı hayat yavaş yavaş belleğinden silinirken, ara ara kafasında şimşek gibi çakan anılar başka bir hayata aitmiş izlenimi vermeye başlıyorlar. Unutmaya çalışılan bir eski sevgiliye dönüşüyor geride bırakılan hayat ve öyle ki unutmak başarmak anlamına geliyor öykünün kahramanı için. Bu yüzden şu sözler geçiyor yapıtın ilgili kısmında: Unutmuştu genç adam kentin diğer köşesinde bir evi olduğu gerçeğini. Öyle ki kimi zaman iki üç gün boyunca bir kere bile aklına gelmiyordu evi, odası, arkada bıraktığı çalışma masası. Böyle günlerden sonra odası aklına gelir, içini durduk yere bir özlem kaplarsa; kaç gündür bu olayın gerçekleşmemiş olduğunu hesaplamaya çalışırdı. Geride bıraktığı hayatı aklına bile getirmediği günlerden dolayı yetişkince bir gurur duyardı içinde, bir şeyleri geride bırakabiliyor olmanın getirdiği haklı bir özgüven belirirdi göğsünün ortasında.

Geçen yıl kadim dostlarımdan birisine yazdığım mektupta da Türkiye özlemini benzer bir metaforla işlediğimi anımsıyorum. O mektupta da Türkiye’yi eski bir sevgiliye benzetmiştim. Uzun süre ayrı kalınca neden birlikte olamadığınızı unutuyorsun. Bir daha deneyelim diyorsun. Cesaretini toplayıp buluşuyorsun, ona varıyorsun. Fakat çok sürmüyor heyecanın mutluluk olarak algılandığı zaman diliminin sonlanması. Bir araya gelince hemencecik kavrıyorsun daha önce neden ayrılmış olduğunuzu ve neden birleşme işinin ham hayalcilik olduğunu. Tekrar ayrılıyorsun, bir sonraki birleşme arzusunun dayanılmaz hale geleceği âna kadar aklına getirmiyorsun onu.

Geride bırakılan evin artık aynı ev olmayacağına dair sözler de var öyküde. Geri döndüğünde aynı odayı, aynı masayı, aynı kitapları, aynı arkadaşları, aynı yolları ve yordamları bulamama endişesi hem öyküde hem de gerçek hayatta var. Bunun yanında öyküdeki karakterin misafir kaldığı evin kızıyla evlenmesi çok ilginç bir paralellik. Bir de evin küçük çocuğunun ölmesi var. O çocuğu öykünün kurgusunun tamamlanması için ölmesi şarttı çünkü ana karakterin doldurması gereken bir boşluk gerekiyordu. Peki ya ölen çocuğun benim hayatımdaki yansıması ne? Bu sorunun yanıtını bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Belki henüz vermediğim bir kurban bu çocuk belki de tam tersine, yıllar önce kaybedilmiş ama yokluğuna alıştığım için eksikliğini bana hissettirmeyen bir değer. Şimdi düşünüyorum da öyküdeki çocuk ölmese de olurdu. Bir şekilde kıvırırdık durumu. Demek ki bilinç dışı bir tercihle verdim onu öldürme kararını. Öyleyse eğer, yani ortada Freudçu bir çözümleme gerektirecek derinlikte bir “saklı niyet” varsa, bu durum, yazdıklarımın altında yatan gerçek dinamikleri asla bilemeyeceğim anlamına geliyor. Bu bilmeme durumu beni rahatsız etmiyor aslında. Hatta Nabokov’un romanlar ve öyküler için söylediği bir lafı anımsattığı için keyiflendiriyor beni: Her edebi yapıtta yazarına bile karanlık gelen noktalar vardır. Ben de ekleyeyim haddimi aşarak. Olmalıdır da zaten. Bütün soruları yanıtlamış bir yazar, öykü / roman / şiir değil, bilimsel makale yazmalıdır.

--- --- --- 

* Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde, Arap adındaki polis karakteri, taşrada görev yapan doktor karakterine söylüyor buna benzer bir cümleyi.  


17 Eylül 2017

B1. Bisiklet Şeridinde İntihar Denemeleri

       

“Günaydın Guan Yin”
Selamı duyunca şaşırdı, ya da şaşırmış gibi yaptı genç kız. Bu ikisinin arasındaki ayrımı iyice fark edemez olmuştu son zamanlarda. Şaşırmamıştı ama kötü bir niyeti de yoktu aslında, elinden geleni yapmıştı işte. Şaşırmış gibi yaptığını umuyordu, becerememiş olabilirdi pekâlâ. Becermiş de olabilirdi. Hiçbir şeyden emin olamamak; soru işaretinin çengeliyle boynundan yakalanıp sürüklenmek pürtüklü kaldırımlarda, kimi zaman nefes bile alamamak havanın su gibi serin olduğu günün en güzel saatlerinde, evet, son iki yılının imzası buydu; azalacağına artıyordu acısı yeni birisini tanıdıktan sonra. İçindeki boşluğun asla doldurulamayacağı korkusu en çok, o boşluğu doldurmaya yeltenen birisi ortaya çıktığında beliriyor ve örümcek tarafından ısırılmış sinek gibi felç ediyordu bedenini. Şimdi de bu hafakanlar, sorunu kendinde aramalar, kimsenin hayatında başköşe denilen yeri elde edemeyeceğim gibisinden yersiz bir endişe! Kendisine ait değil, ithaldi bu sonuncusu, anne babadan miras, onlara anne babalarından kalmış, atalardan gelen bir varoluş kaygısı... Yine de rahatsızlık veriyordu bu arada kalışlar, kendini bulamamalar, tek ayağı hep havada kalan masa gibi sallanmalar. Hakikaten numara yaptığını çok mu belli etmişti? Aynanın karşısında olsaydı daha kolay olurdu böylesi işler. Yüzünün aldığı hali bilememek, hızlı yediği yemeklerden sonra midesinde hissettiği yanma gibi bir his yaydı bedeninin en ücra köşelerine. Bacakları, kolları, hatta parmaklarının uçları uyuşur gibi oldu yaprak titreşimi kadar kısa bir süreliğine. Belki de fazlasıyla rol yaptığı için o anda istemsizce yaşadığı doğal şaşkınlığı da heder etmişti. Lanet olsundu tüm bu flört işlerine. Zong Ming gittiğinden beri –sahi olmuş muydu iki yıl?- gündüzü olmayan bir gezegene dönüşmüştü; ışığı yansıtmayan, hatta tam tersine çeken, soğuran ve yok eden kapkara bir gezegene. Ne olurdu sanki o küçük sarı haplar bir işe yarasaydı da bu iş geçen yıl planlamış olduğu gibi bitseydi. Tam tersi oldu oysa, ilaç kokan odalarda dinlenen tatsız nasihatler ve 24 saat müşahede altında tutulmalar.  “Hayat” dedi dudaklarını karınca kadar aralayarak, “ne istediğini bilmeyenlere karşı neden bu kadar gaddarsın?”  Sonra da selam veren çocuğa döndü.
“Sana da günaydın Yiu Tao.  Nasılsın bu sabah?”
“Böylesi daha iyi işte, ağzına geldiği gibi konuşacaksın.“ dedi içinden, memnuniyet önce yüzüne yayıldı, sonra da ışığın yumuşattığı bal rengi boynundan aşağıya inip küçük omuzlarındaki gölgeli çukurları doldurdu. Yaşlı bir kadın bir yandan uzun uzun kornaya basarak bir yandan da kaldırmaktan emin olamadığı ayaklarını yerde sürükleyerek aralarından geçti. Sağa sola bakarak, bıdı bıdı söylenerek –bisiklete binmiş pijamalı yaşlı adama kızmıştı aslında yol vermediği için-, trafik kuralı falan dinlemeden kavşağı boydan boya yardı ve Tong Jien Lu boyunca ilerledi. Kadının beyaz saçlarını, saçlarını arkadan tutan kırmızı lastiği ve ortadan yarılmış kavunun içini andıran alacalı entarisini görünce; annesinin “Yaşın geldi geçiyor kızım. Senin yaşında ben küçük kardeşine hamileydim. Kaçırma önüne çıkan fırsatları bundan sonra.” lafı geldi aklına. Önüne baktı ama bu sefer de babasının somurtkan yüzünü görür gibi oldu asfaltın ıslak siyahında. Nasıl da ışıldıyordu üzerine vuran güneşin milyon parçaya bölünmesiyle! Apartmanın önündeki oturakların birisine kurulmuş gazete okuyor, bir yandan da gözlüğünün altından yoldan geçen gençlere bakıyordu babası. Hep böyle bakar, kafasında kurar ve bozar, kıyaslar kendi çocuklarıyla. Kız kardeşinin oğlu iki yaşına bastı geçen gün. Gitmedi doğum günü partisine; her karşılaştığı insan “Sen ne zaman evleneceksin Guan Yin? Hadi evlen de senin de bebeğinin doğum gününü kutlayalım.” diyecekti. Kardeşinin evinde pasta yenip oyunlar oynanırken, o tek başına sinemaya gitmiş ve perdedeki kovalamacaları izlerken sızmıştı.
“İyiyim, çok iyiyim Guan Yin. İşe gidiyorum.”

DEVAMI YAYIMLANACAK KİTAPTA... 

14 Eylül 2017

Kaşgar Notları 10 (Son): Viranşehir, Halk Parkı ve Dönüş





Öğlen vaktinin sakinliğiyle mayışmış meydanı boydan boya geçip hafif bir yokuştan aşağıya doğru yürüyorum. Dükkânlara, reklam panolarına, meyve satan seyyar satıcılara ve en çok da dişçilere bakarak ilerliyorum kaldırımda. Evet, dişçilere! Burada her yerde, kuruyemişçi dükkânı gibi diş muayenehanesi açılmış. Manavla kasabın arasında, kasabın dükkânından biraz daha geniş bir yeri diş muayenehanesi olarak düzenlemişler. Kapının hemen sağında en sadesinden bir hasta kabul yeri, onun yanında birkaç tane bekleme sandalyesi, bu sandalyelerin karşısındaki tam teçhizatlı koltukta, ağzındaki acıdan dolayı krize girmiş müptelalar gibi ayağı bacağı titreyen, diş ağrısından mustarip bir halde uzanmış hasta, hastanın başı ucunda elindeki matkapla lehim yapan televizyon tamircisi gibi başını yukarı aşağı sallayan bir doktor ve onun yanıbaşında işi öğrensin diye verilmiş çaylak öğrenci… O kadar çok gördüm ki böyle yerler artık tuhafıma gitmiyorlar. Merak ettiğim şey diş muayenesi için mi yoksa daha önce Türkmenlerde ve Kırgızlarda gördüğüm altın diş taktırma geleneği için mi sayıca bu kadar çoklar. Burada da bolca var altın dişli teyzelerden. Gülünce ağzının içinde güneşler açıyor, hazine bulmuşsun gibi seviniyorsun. Türkiye’deyken böyle insanların mezarlarının mezar soyguncuları tarafından açılıp, mevtanın ağzındaki dişlerin söküldüğünü duymuştum. Ne kadar doğrudur bilinmez ama gayet mantıklı. O kadar altınla gömülürsen, sen görmesen bile o altınların yakın bir zamanda tekrar gün ışığı göreceğini hesaba katmalısın.


 Viranşehir, yani eski Kaşgar, üzerinden arabaların geçtiği bir köprüden sonra. Gepgeniş bir parkın öteki yakasında. Oralarda tuvalet bulamam diye parka girmeden önce yol kenarındaki bir umumi tuvalete giriyorum. Kaşgar’da beni şaşırtan ikinci olayla burada karşılaşıyorum. Tuvalet paralı. 1 Yuan istiyor girişteki kadın. Cami tuvaletlerinde almamışlardı para, belki de müslüman olduğumu düşündükleri içindi. Demek Çinlilerden hep alıyorlar ya da müslüman gibi görünmeyenlerden. Neyse, böylece Çin’de geçirdiğim dört yıl boyunca ilk defa umumi tuvalete para veriyorum. 1 Yuan yaklaşık yarım TL eder. Şanghay – İstanbul arası yolun yarısını gelmiş olduğumun başka bir kanıtı gibi. Buraya kadar fiyat yarım TL arttı, buradan sonra yarım TL daha artacak ve İstanbul’a vardığımda tuvalete 1 TL vereceğim. Yalnız, tuvallete ilginç olan tek şey paralı olması değil. Büyük abdest bozma yerlerinin kapıları da yok. Bir tane pisuar var, dört tane de kabin. Kabinler alçak beton duvarlarla birbirlerinden ayrılmışlar ama kapıları yok, hiç olmamış. Daha önce Tiannenmen Meydanı’ndaki tuvaletlerde de benzerini görmüştüm ama oradaki kapıların güvenlik nedeniyle sadece Ulusal Hafta (1-7 Ekim) için söküldüğü mesajı asılmıştı duvarlara. Yani kapılar varmış ve sökülmüş, burada kapı hiç olmamış. Neyse ki işim küçük, çabucak halledip çıkıyorum. Bu arada çaktırmadan iki tane de fotoğraf çekiyorum. Aslında çok şaşılacak bir durum değil bu. Çalıştığım okulun yakınlarında da benzeri bir umumi tuvalet var. Bir keresinde ortaokullu bir çocuğu çömelmiş halde, bir yandan işini görüp bir yandan da elindeki telefondaki oyunu oynarken görmüştüm. Kazayla gözüm çarpmıştı ama malum, böyle şeyler bir ömür boyu kazınıyor insanın zihnine. Çinliler için sıradan bir şey belki ama Kaşgar gibi Müslümanların çoğunluk olduğu bir yerde böyle bir şeye rastlamak… Gerçi, biraz düşününce tek bir mantıklı anlamı olabiliyor bu durumun. Bu umumi tuvaleti Müslümanlar kullanmıyorlar. Onlar camilerin tuvaletlerini, hem de para ödemeden kullanıyorlar. Para verip bu tuvaleti kullanan Çinli ya da yabancı turistlerin de durumdan bir şikâyeti yok. Alternatif bir açıklama da güvenlik yönünden yapılabilir. Bir terörist tuvalete girip, kapıyı üzerine kapatıp, yakınlardaki bir bomba düzeneğini elindeki telefonla buradan harekete geçirmesin diye örneğin…  



Tuvaletten çıkıp yoldan karşıya geçiyorum. Köprüden hemen sonra da parka dalıyorum. Ağaçların altında insanların şekerleme yaptığı, genç sevgililerin gözlerden ırak kuytuluklar aradığı, suyun kenarında geniş şapkalı amcaların balık tuttuğu, her ne kadar Çin mimarisine uydurulmaya çalışılsa da bana daha önce Çin’de görmüş olduğum parkların hiçbirisini andırmayan bir yer burası. Okuldan kaçıp sevgilisiyle buluşan liseli gençler de var, bulduğu bir ağaç gölgeliğinde ders çalışan yeni mezun işsizler de. Hatta bunlardan birisinin yanına yanaşıyorum. Kimya çalışıyormuş. Adı Ahmet. Gözleri açık kahverengi, teni güneşe rağmen beyaz, yüzü insana güven veren türden. Kazak mısın diyorum, “Hayır, buralıyım. Uygurum.” diyor. Üniversiteyi yeni bitirmiş, Kimya okumuş; Sincian’ın dışında, Çin’in başka bir yerinde çalışmak istiyormuş. Bu yüzden de bir sınavı geçmesi gerekiyormuş. Bir süre muhabbet ettik; ona öğretmen olduğumu, Çanco’da yaşadığımı, Gaokao sınavı dolayısıyla dört günlük tatilim olduğunu söyledim. Gaokao’nun ne kadar zor bir sınav olduğundan söz etti bana. Sonra kalktık,  birlikte gidip seyyar bir satıcıdan su aldık. Ardından “hoş” deyip ayrıldık. Ben parkın ötesinde, okyanusun dalgalı yüzeyinden yükselen minik bir ada gibi şehrin bağrında unutulmuş metruk kente yöneldim, o da kaldığı yerden kimya kitaplarına.





Viranşehir adını buraya ben verdim. Gerçekten de modern binaların, yolların, köprülerin arasında asla iyileşmeyen bir yara gibi kalmış. Sanki kendisine bir suç isnat edilmiş de o inadına masumiyetini iddia ediyor. Ya da yaramazlık yaptığı için sınıfın arkasında tek ayağı üstünde durma cezasına çarptırılmış mahzun bir öğrenci gibi bakıyor şehrin kalanına. İltihap kapan, ha bire kanayan, kabuk bağlayan, içi irinle dolan ve sonrasında irinini boşaltıp tekrar iltihap kapan bir yara gibi adeta. Etrafını kıytırık bir aliminyum setle çevirmişler. Geçici inşaat alanlarının bile duvarlarla örüldüğü Çin’de bu mavi set komik kaçmış. Sanki “Biz etrafını çevirdik ama siz içeriye girmek isterseniz, aralardan girebilirsiniz.” demek istemişler. Gerçi, mavi set çok da uzun değil, viranşehrin tamamını çevrelemiyor. Dolayısıyla biraz yürüdükten sonra açık yerler bulmak mümkün. Zaten içeride hâlâ yaşayan insanlar, dükkân işleten tüccarlar var. Nasıl kapatsınlar?




Parkın kıyısına oturmuş, viranşehrin son yıllarının resmini çizen ressamların yaptıkları işlere gözucuyla şöyle bir bakıyorum ve yolun karşısına geçiyorum. Az ileride gördüğüm bir merdiveni tırmanıp yıkık dökük şehrin içine dalıyorum. Türkiye’deki köyümü ve köyün gözden ve gönülden ırak köşelerinde kendi haline bırakılmış evleri hatırlatıyor baktığım her yer. Güneşin kavurduğu çöplerin üzerinde vızıldayan sineklerin yanından, toprağın sarısıyla dökülen tuğlaların kırmızısının karışımından ortaya çıkan ve yer yer flamingoların gagalarını andıran bir pembeye, başka zamanlarda da olgunlaşmamış portakal gibi eksik bir neftiye çalan sokakların tozlu zemininde, sıcaktan iyice yumuşayıp genişleyen elektrik tellerinin gölgelerinin üzerinde, yanımdan geçen motosikletlerin arkada bıraktıkları ince toz bulutunun içinde ve en çok da evlerin gölgeliklerinde oturup cuma namazı vaktini bekleyen dünyanın en sessiz dedelerinin gözlerinin önünde yürüyorum. Ön cephesinin yarısı çökmüş ama kapısı ve kapının üzerindeki mavi numarası düşmemiş evler içimi acıttı kimi zaman. Kıvrılarak giden araba genişliğindeki sokakların birkaç metre ileride karanlığa yenik düşüp bana, bilinmeyene karşı duyulan korkulara benzer korkular yaşatmasına aldırmadım. Yaşadığı yerin sefaletini umursamaksızın kapısının önüne önce su serpen, sonra da süpürgeyle süpüren genç kadını görünce insanın her koşulda kendi asgari yaşam bilincini oluşturduğunu fark ettim. Göğün mavisiyle, kirli çatıların soluk kırmızısının birleştiği yerlere konup göçen büyük kuşları görünce umutlandım, kemerli yeşil kapının arkasında kalan caminin girişinin kilitli olduğunu anlayınca üzüldüm, yanımdan geçerken kahkahalar atarak bir şeyler söyleyen çocuklara gülümsedim, pembe kapılı bir evin avlusunda sandalye tamir eden adama selam verdim ve viran şehri terk etmeden önce bir çömlekçi dükkânına daldım.






İçerisi karanlıktı ama tavandan gelen bir ışık huzmesi görmem gereken kadarını bana göstermeye yetiyordu. Dükkân aslında evin odalarından birisi ama odaların arasından geçen geniş bir koridor evle dükkân arasında doğal bir ayrıma neden olmuş gibi. Ev olan kısımda bir yığın çamaşır var. Yaşlı bir kadın, merdaneli bir çamaşır makinesinin yanında çamaşır yıkıyor. Makine çalışmıyor sanırım. Balkondan ziyade teras olarak adlandırılabilecek bir yer burası. Kenara yanaşıp, aşağıyı izliyorum. Az önce içinde geçtiğim park ve ötesindeki Kaşgar şehri gözlerimin önünde. Güzel bir manzarası olduğu iddia edilebilir aslında. Paraları olsa belki de buraya bir kafe açarlar. İnsanlar –özellikle de turistler- eski Kaşgar’dan yeni Kaşgar’ı izlemek için gelirler buraya. Bir yandan çay kahve içerler bir yandan da çanak çömleklere bakarlar, satın alırlar. Tabii bu çamaşırların, etrafa saçılmış türlü eşyanın, yıkıntıların ortadan kaldırılması şart.



Beni terasın kenarında karşıya bakarken gören kırmızı başörtülü genç bir kız yanıma geliyor ve dükkânın arkada olduğunu hatırlatıyor. “Biliyorum” anlamında başımı sallıyorum ve arka tarafa geçiyorum. Az önceki karanlık gitmiş çünkü ışığı açmışlar. Etraf Kaşgar usulü boyanmış kahve fincanları, kül tablaları, tabaklar, tencereler, irili ufaklı vazolar ve Aladdin’in Sihirli Lambası’nı andıran çaydanlıklarla dolu. İçeride bir genç kız daha var –mavi başörtülü- ama o elindeki telefondan kaldırmıyor başını. İçeride dolanıyorum bir süre. Kırmızılı kız nereli olduğumu soruyor. “İstanbul” deyince o kadar şaşırıyor ki mavili kız bile telefondan başını kaldırıyor, gülümsüyor. Denizi soruyorlar bana. Topkapı Sarayı’nı ve Sultan Süleyman’ı… Dilim döndüğümce anlatıyorum. Vakit bulunca da duvarlardaki fotoğrafları soruyorum. Çömlekleri yapan ustanın gençliğinden ve çocukluğundan kalma fotoğraflarmış. Ustalardan öğrenmiş bu işi, elli yıldır da bu işi yapıyormuş. Ufak bir kahve fincanı –dışı parlak bir yeşile boyanmış, kulpu turuncu- alıyorum. Kız kâğıda sarıyor fincanı ve beni kapıya kadar uğurluyor. Onlara el sallarken aslında benim için Kaşgar’ın bitmiş olduğunu bilmiyorum o anda. Geldiğim dar sokaklardan, toprağın havaya karışıp eridiği ve nihayetinde havanın rengini değiştirdiği meydanlardan, içine girince gözlerin alışmasının uzun sürdüğü gölgeliklerden geçiyorum yine. Merdivenlerden aşağıya inince viranşehrin etrafında tam bir tur yapmak gibi bir istek doğuyor içimde. Dışarıya bakan evlerde doluluk oranı daha fazla. Sefalet ve yoksulluk daha az denilemez ama en azından evlerinin önünden araba geçebilecek genişlikte yolları var bu insanların. Kimisi üçtekerini, kimisi eski arabasını park etmiş. Yaşlı bir amcayla cuma namazının vakti hakkında kısacık bir konuşmamız oluyor. İçerideki camide namaz kılınıyormuş ama çok gelen olmuyormuş. İnsanlar çalıştığı için merkezi semtlerdeki büyük camilere gidip işlerine dönüyorlarmış. Amcaya vedalaşıp turumu tamamlıyorum. Ardından da Halk Parkı’na doğru yürüyorum.




Halk Parkı Kaşgar’ın en önemli eğlence ve dinlence yeri. Kaşgar’daki ilk günümün akşamı da gelmiştim ama vakit geç olduğu için çok kalamamıştım. Dev Mao heykelinin –Çin’deki en büyük Mao heykeli olduğuna dair bir söylenti duymuştum ama doğru olmadığını düşünüyorum. Yalnız, Çin’in en batısındaki yarı özerk eyaletin en batısındaki şehre hükümetin neden bu kadar büyük bir heykel diktiğini anlamak için siyaset uzmanı olmak gerekmez.- önünden geçip parka giriyorum. Mao’nun eli parkı işaret ediyor. Buyrun der gibi, bir çeşit mihmandar. “Bu şehir benim, siz de miafirsiniz. Gelin, bir de parkımızı görün.” diyor ziyaretçilere.  İnternette başka bir kaynakta da bu heykelin halk tarafından “Güvercin Besleyicisi” olarak anıldığını okumuştum. Etrafta pek güvercin göremiyorum ama sıcaktan dolayı güvercinler parkın içindeki gölgeliklere çekilmiş olabilirler. Akşamüzeri ya da sabahları gelmek lazım güvercinleri görmeye.




Mao heykelinin birkaç fotoğrafını çekip parkın ön cephesine doğru yürüyorum. Girişte güvenlik kontrolü var. Tıpkı müzeye ya da uçağa giriyormuşuz gibi metal tarayıcıdan geçiyoruz. Bir kere girdin mi de etrafta polis falan gözükmüyor. Çok geniş bir park, bizim Çanco’daki Halk Parkı’ndan belki on kat, belki yirmi kat daha geniş. İçinde binlerce ağaç var. Yapay bir göl, spor araç gereçleri, Uygur kültürüne göre inşa edilmiş bir mini saray ve çocuklar için eğlence merkezi var. Sıcaktan mayışmış insanları ağaç diplerinde ya uyurken ya da masalarda kâğıt oyunları oynarken görüyorum. Hayat bir anda yavaşlıyor parkın içine girince. Korna sesleri, şehrin uğultusu ve geçim derdi uzaklardan gelen ve duyulmak istenmeyen nahoş seslere dönüşüyor. Burada zaman donmuş gibi, balıkların asla çıkamayacakları kavak ağaçlarının rüzgârın vurmasıyla çıkardıkları hışırtılar var, çocukların bitmeyen tükenmeyen çığlıkları var, yapay gölün kenarında uzanmış ve belki de sonsuza kadar bu halde kalmak isteyen genç sevgililer var, hamaklara rahimdeki cenin gibi kıvrılmış ve sandıklarından bile daha derin bir uykuya dalmış yaşlı amcalar var. Şehrin ortasında, şehirden uzak bir yer burası. Uzun uzun yürüyorum. Bir gün sonra bu saatte Çanco’da derste olacağım için tadını çıkarmaya çalışıyorum kavak ağaçlarının salınımlarının. Öyle güzel, öyle aheste, öyle zarif bir halleri var ki göğe doğru yükselen gövdelerine sarılmak, kabuklarından çıkan toprak rayihasını içime çekmemek için zor tutuyorum kendimi. İnsan böyle bir varlık işte, nerede görse çocukluğunu sarılmak istiyor. Hele ki benimkisi gibi arkadaşlarla, oyunlarla ve sokakların bitmeyen maceralarıyla geçirilmiş bir çocukluksa.






Akşama kadar parkın sağında solunda pinekliyorum. Bir ağacın altında kitap okuyorum, bir başka ağacın altında uyuyorum, bir başkasının yanı başında hiçbir şey yapmadan boş boş oturuyor ve etrafı gözlemliyorum. Hava biraz serinleyince yürüyerek kervansarayıma dönüyorum. Güneş battıktan sonra dışarı çıkıp bir şeyler atıştırıyorum, avluda oturup diğer gezginlerle muhabbet ediyorum, bira içip birikmiş hikâyelerimi anlatıyorum, onların hikâyelerini dinliyorum. Sabah uyanınca da bir taksiye atlayıp havaalanına gidiyorum. Kaşgar’dan ayrılırken içim huzurlu. Üç günümü dolu dolu geçirdim, çok şey öğrendim. Ne kimilerinin dediği gibi buranın insanının Çin zulmü altında inim inim inlediğini gözlemledim ne de diğerlerinin dediği gibi her şeyin pir-ü pak sorunsuz olduğunu. Artık dönebilirim, dönüp gördüklerimi başkalarına anlatabilirim…




10 Eylül 2017

Aforizmalar: Blog, Alışkanlık, Burma ve Müdür


20170909: Bu Blog Neden Var?: 2006 yılından beri yazıyorum bu bloğa (sayfaya). Pek bir okuyucusu yok. Facebook’a koyduğum ağbağları da olmasa kimsenin haberi olmayacak yazdıklarımdan. Çok da umurumda değil aslında okunmak, okunmamak ya da görmezden gelinmek. Bu sayfanın varlık amaçlarından birisi değil zaten çok okunmak, kitlelere ulaşmak ya da nesilleri etkilemek. Öyle bir amacım olsa ne yapar ne eder çok okuyucusu olan gazetelere, kolay okunan sansasyonel yazılar yazardım. Günümüzde meşhur olmanın yolu dedikodudan, ona buna laf atmadan, fikir üretmeden nara atmaktan geçiyor. Bakınız Ahmet Hakan, üzerinde derinliğiyle düşünülmüş, ciddi anlamda analiz içeren bir tane yazısı var mı? Adam argüman kurmadığı için paragraf bile yapmıyor. Tek cümlelik paragraflar, atıp tutmalar, hesap sormalar, ithamlar, tehditler... Sorsan Türkiye’nin en cesur, en aydın, en nitelikli yazarıdır. Türkiye'de köşe yazarlığı yapanların çoğu böyle şu anda çünkü halk bunları okuyor, bunları paylaşıyor. Düşündürmek zor olduğu için gaza getirmeyi hedefliyorlar. Neyse, dedikoduya daldım istemeden. Silmeyeceğim ama, içimin kurtlarını dökmüş olayım biraz. İki temel amacı var benim sayfamın. Birincisi, yazmış olduğum her şeyi depolama rolünü üstlenen bir arşiv işlevi. Yayımlanmış kitaplarımda yer alan öykülerin ve roman bölümlerinin dışında yazmış olduğum hemen her şeyi buraya koyuyorum. Başka sanal ortamlarda  yayımlanan yazıları da bir süre sonra buraya ekliyorum. Tabii ki dostlarıma yazdığım mektuplar, yarım kalmış hevesler, eskiden yazılmış aşk mektupları ve çok kötü / eksik olduklarını düşündüğüm bazı öyküler burada yoklar. Onun dışında çeviriler, şiirler, güncel konularda yazılmış metinler, kitap ve film eleştirileri, gezi yazıları, günce notları, zaytungvari haberler, İngilizce yazılmış bir takım öyküler ve denemeler… Hepsi burada. Yaklaşık beş yüz giri yapmışım şimdiye kadar. Bunların kimisi beş bin kelimelik kimisi beş yüz. Toplamda herhalde birkaç yüz bin kelimelik metin çıkar bu sayfadan. Ne yazmışsam burada; bir çeşit kişisel tarih, zihinsel yolculuğumun seyir defteri. Belki on yıl öncesinden farklı düşünüyorumdur şimdi. Açıp okusam “Ne kadar da safmışım? Böyle cümle kurulur mu hiç?” diyeceğim metin çoktur burada. İkinci amaç ise daha pragmatik ve günün şartlarını daha yansıtır bir düzeyde. Sayfamda yayınlanan bir yazıyı istediğim zaman düzeltebiliyorum, değiştirebiliyorum, uzatıp kısaltabiliyorum. Yazılardaki fikirleri baş aşağı yenilemek gibi bir derdim yok, olamaz da ama bazen geri dönüp bakarken kötü bir cümle ya da yanlış yazılmış bir kelime görüyorum. Hemen girip düzeltebiliyorum. Başka yerlerde yayımlanan yazılarda böyle bir olanağım olmuyor. Ayrıca, hangi yazıya hangi resmi, nereye ve ne şekilde koyacağıma karar vermek güzel bir şey. Bir gazete / internet haber sitesi benim yazımı yayımlarken çok dikkat etmeyebiliyor böyle şeylere, baştan salma işler çıkarabiliyor. Ayrıca yazıyı istedikleri gibi kırpıyorlar, sansürlüyorlar ya da kendileri için önemsiz olan yerleri tamamen kesip atıyorlar. Ben ise istediğim uzunlukta yazılar kaleme alabiliyorum. İstediğim kadar resim koyabiliyorum. Konuya, uzunluğa ve üsluba ben karar veriyorum. Sansürlenme kaygısı duymadan istediğim gibi yazabiliyorum. Bir çeşit özgürlük platformu benim için. Ben bir gün sesimi yitirsem bile sesim olmaya devam edecek bir enstrüman bu sayfa. Son on bir yılda nasıl sesimi hapsetmişse önümüzdeki on yıllarda da aynı işi yapmaya devam edecektir umarım. Blogspot servisi kapanana kadar da ziyaretçilere açık kalır.

20170910:  Alışkanlıklar: “Ritüeli olmayanın başarısı da olmaz.” yazmışım not defterime. Üzerinde düşünebilmek için ancak vakit bulabildim. Gerçekten de insan disiplini alışkanlık haline getirmedi mi hiçbir işi hakkıyla bitiremiyor. Ya bitiriyor nitelikten ödün veriyor ya da nitelikten ödün vermek istemediği için asla bitiremiyor. Biten işin insana başarı getirip getirmemesi önemli değil ayrıca. Esas olan insanın kendisini tatmin edebiliyor, “Bir şey başardım” diyerek hayatta kendisine bir anlam yaratabiliyor olması. Tabii ki burada bir takım evrensel, handiyse sanatsal / bilimsel kıstaslar konulabilir. Yoksa modern zamanların “Sen değerlisin, her şeyin en iyisini hak ediyorsun. Kendini küçük görme.” gibi bireysel özgürlüğü destekler gibi görünen ama aslında bireysel harcamayı körükleyen kapitalist anlayışına varırız. İnsanları birer tüketim makinesi haline getirmek için üretilmiş dev bir balondur o. Hayır efendim, değerli bir şey üretmedikçe değerli falan değilsin. Ailen ve yakın arkadaşların için önemli olabilirsin ama bu herkes için geçerli bir durumdur. İnsanın toplumsal hayatta gayretinden ve ortaya koyduklarından başka bir şeyi yoktur. Kendi hayatına kattıklarınla değil başkalarının hayatına kattıklarınla ölçmelisin başarını. Disiplini alışkanlık haline getirmemişsen, hiç zorunlu olmadığın halde her gün aynı saatte, aynı yerde, aynı masada, aynı yöne bakıp aynı müziği dinleyip aynı içeceği yudumlayıp uzun zamandır üzerinde çalıştığın projeye odaklanmamışsan; o herkese nasip olan “En iyisini hak ediyorsun” müjdesi senin için değildir. Hiçbir büyük roman, hiçbir muhteşem resim, heykel ya da müzik yapıtı, hiçbir bilimsel buluş bir günde gerçekleşmiyor. Hepsinin arkasında aylarını, yıllarını, hatta on yıllarını o tek işe adamış inatçı ve ısrarcı bir zihin var. Kimse takmasa bile o takıyor, kimse inanmasa bile o inanıyor, insanlar “vaktini boşa harcıyorsun” dese bile o “vaktini boşa harcamaya” devam ediyor. Başkalarının gözünde değer kazanma amacından çok kendi hayatına anlam katma dürtüsü hâkim. Sınırlarını zorluyor, eğlenceye ve kahkahaya bir süreliğine ara verip, sık sık, sonucundan emin olmadığı, asla da olamayacağı projesine dönüyor. Gündelik hayatın yapaylıklarından ve geçici heveslerinden kaçmak için bulunan bir çeşit sakin liman burası, kendisini tekrar ederek anlam üreten bir makine. Tıpkı sütün saatlerce çalkalanıp tereyağına dönüştürülmesi gibi; sabır, niyet, inat ve inanç gerektiriyor. Alışkanlık ise insana bu noktada yardım eden, kol kanat geren ve hatta işleri bir hayli kolaylaştıran sadık bir arkadaş. En başlarda belli bir işlevi yerine getirsin diye yapılan davranışlar, zamanla olmazsa olmaz hale geliyorlar. Yokluklarında boşluklar, hatta insanı içine çekip boğan anaforlar bırakıyorlar. Bu da insanın aslında aklını her daim kullanan bir varlık değil de aslında alışmış olduğu şeyleri yaptıkça mutlu olan bir varlık olduğunu gösteriyor. Günlük hayatımızda yer alan eylemlerimizi şöyle bir sıralasak, bunların büyük bir çoğunluğunun artık nedeninin sorgulamadığımız alışkanlıklar olduğunu fark ederiz. Mesele, alışkanlık sahibi olmak değildir. Onu her halükârda yapıyoruz. Mesele verimli alışkanlıklar geliştirmektir. Spor gibi, sanat gibi, zanaat gibi, bilim gibi, yardıma muhtaçlara yardım etmek gibi… Başlangıçta bir ihtiyacı karşılasın ya da bir boşluğu doldursun diye kendisine yer açılan pek çok alışkanlık, zamanla hayatımızda ne kadar çok boşluk olduğunu bize öğreten dev birer buz dağına dönüşüyorlar, öyle ki bir süre sonra bizler bu buz dağının erimesinden korkar hale geliyoruz. Aslına bakılırsa şu anda bile hayatımızın yüzlerce alışkanlık etrafında döndüğünü görebiliriz. Yapılması gereken şey, bunların hangilerini devam ettirmek istediğimize karar vermektir. Hangilerini çöpe atıp hangi yenilere başlayacağız. Dindar bir müslümanın günde beş kere camiye gitmeyi alışkanlık haline getirmiş olması gibi, nitelikli ürünler vermek isteyen bir sanatçı da dinsel bir ritüelin amansız bir müdavimi gibi olmalı, günün belli bir saatini aynı biçimde eseri için kurban etmelidir. Pop –çöp- sanatın pençelerinden uzaklaşıp derinlikli ve içten sanat sadece bu şekilde yapılır ya da başarının ilk koşulu budur demiyorum. Sanatın koşulu olmaz, sanatçı içinde yaşadığı toplumun çocuğudur. Dolayısıyla sonsuz sayıda etkenin etkileşiminin bir sonucudur. Öyle birkaç etkeni cımbızlayıp sanatçı yaratamayız. Hayatım boyunca da “Yazmanın on kuralı”, “Yazarlığa yeni başlayanlara beş altın tavsiye” gibi şeylere burun kıvırdım ama kim olursa olsun, ister genç bir yazar olsun, ister üniversiteye yeni başlayan bir öğrenci, isterse hayatına yön arayan liseli bir ergen; disiplinli çalışmayı ve disiplini alışkanlık haline getirmeyi hep salık verdim. Kendim çok disiplinli ve çalışkan birisi olduğum için değil, elimden geldiğince öyle olmak istediğim ve olamadığım zamanlarda işin ıstırabını çektiğim, kendimi kötü / eksik / tembel hissettiğim için. (Vaktiniz olursa Charles Duhigg’in “Alışkanlıkların Gücü” (The Power of Habit) adlı kitabına bir göz atın. Benim burada özetlediğim şeyleri uzun uzun, bilimsel kanıtlarıyla anlatmış.)

20170908: Burma’daki Katliam: Unutmamamız gereken en önemli gerçeklerden birisi kurumsallaşmış dinlerin doğaları gereği politik olduğudur. Bireylerin zihnini, bedenini ve küçük büyük tüm toplumsal ilişkileri kontrol eden bir oluşum eninde sonunda siyasi alanda da yerini alıp yaptırım gücünü kullanacak ya da bu gücü birilerine kullandıracaktır. Bu yüzden siyasi İslam ifadesi en az siyasi Budizm ya da siyasi Hristiyanlık kadar totolojiktir, “doğuran memeli” demekten farksızdır. Bu açıdan bakınca, Burma’da yaşanan katliamı “Katil Budistler” diyerek lanetleyen, sosyal medyada örgütlenen ve konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan fotoğrafları paylaşıp mazlumların yanında olma konusunda haklıyken masumları hedef göstererek haksız duruma düşen güruh; benzeri bir zulmü kendi dinlerinden birileri işleyince “Gerçek İslam bu değil.” bahanesinden başka bir yönteme başvuramazlar. Oysa; dinler, özellikle de kurumsallaşmış dinler, en kolay ve en ucuz motivasyon aracıdırlar. Siyasi erk bunu çok iyi bilir. Halkı mobilize etmenin, kısa sürede net sonuç almanın ve nihayetinde iktidarı korumanın yolu bu motivaston aracını amaca uygun bir şekilde kullanmaktan geçer. Bugün Burma’da yaşanan zulmü ve insanlık dışı durumu “Gerçek Budizm bu değil.” gibi günü kurtaran laflarla geçirmek de en az “Yolda gördüğün Budist rahibi evire çevire döv.” demekten farksızdır. Gerçek Budizm de, tıpkı gerçek İslam gibi barışı, itaati, birliği, dayanışmayı ve sadakati teşvik eder. Bütün bu hasletler yeri geldiğinde kendin gibi olmayanlara saldırabilmen için hazır olmanı da sağlar. Dinlerin barışçıllığı kendilerinden olmayanların kendilerine ait kaynaklara göz koymasına kadardır. Birleştiren her şey birleştirdiklerini birleştiremediklerinden ayırmakla maluldür. Bu yüzden sorunu dinler arası diyalog ya da dinlere / dindara saldırarak çözemeyiz çünkü ne saldıranlar Budist kimlikleriyle ne de saldırılanlar Müslüman kimlikleriyle sorunun içine düşmüşlerdir. Olayların arkasında yatan siyasi, ekonomik ve tarihsel gerekçeler ortadan kaldırılmadan ateş sönmez, acılar dinmez, mağduriyetler sonlandırılmaz. Bunu da ancak siyasi iktidar ya da iktidarlar birliği yapabilir. Bireylere düşen ise, konuyu tarihsel süreciyle anlayıp anlatarak kamuoyu oluşturmanın dışında, yangına körükle gitmek yerine insani yardım kampanyalarına elinden geldiğince katılarak çorbaya tuz eklemektir.

20170907: Okul Müdürüm: Bu sabah okula gelirken bizim okulun müdürünü gördüm. Eski bir bisiklete binmişti. Kendisini bildim bileli okula bisikletle geliyor zaten. Üzerinde sıradan bir gömlek ve pantolon vardı. Sokakta görseniz aklınızın ucundan bile geçmez bu adamın üç bin öğrencili prestijli bir okulun müdürü olduğu. Selamlaştık, biraz da utandım halimden. O bisiklete biniyor, ben e-bisiklete. Güler yüzlü bir adam, çalışkan, sürekli hareket halinde, kapısı her daim açık. Ne sekreteri var ne de odasına girme protokolü. Türkiye'deyken çalıştığım okulun müdürünün lüks arabası vardı ve lojmanda kaldığı halde bazı günler üç yüz metrelik mesafeyi gıcır arabasıyla gelirdi. Odasının girişinde kocaman sekreter odası vardı ve randevusuz içeri giremezdiniz. Takım elbisesiz görmedim kendisini. Gerile gerile yürürdü, etrafına korku salmak ya da hak ettiğini düşündüğü saygıyı kazanmak için. Bir keresinde odasında yapılacak toplantıya elimde boş fincanla girdiğim için beni kovmuştu. Haddimi bilmeliymişim, ben kendimi ne sanıyormuşum... İşin bir başka tuhaf yanı da şu: Burada çalıştığım okul kentin en zenginlerinin / etkili ailelerinin çocuklarını gönderdiği bir okul. Türkiye'de çalıştığım yer ise adı gereği mütevazı olması gereken, bağışlardan başka bir gelir kaynağı olmayan köklü bir vakıf okuluydu.

09 Eylül 2017

Kaşgar Notları 9: Çinçarpmış Bir Yazarın Hafakanları


Sabah kalktığımda vaktin geç olduğunu fark ediyorum. Telefon çalıyor. Karakul gezisini iptal ettiğimi sanıyordum ama İskender sandığımdan da ısrarcı çıktı. İlla git diyor bana. Paramın yanacağına üzüldüğünden mi yoksa daha fazla para kazanma olanağından –gittiğimiz yerlerde yediğim yemekten, aldığım hediyeli eşyalardan tur şirketi komisyon alıyor olabilir- mahrum kalacağı için mi benim gitmemi istiyor, bunu kestirmem imkânsız. Ben birkaç defa daha gitmeyeceğimi belirtiyorum. Artık gerekçe falan göstermiyorum, sadece yorgun olduğum bahanesini sığınıyorum. Belki de böylesi daha iyi, öteki türlü zor oluyor izah etmek geziyi iptal etme nedenimi. En sonunda o da bıkıyor, yılıyor ve aramayı bırakıyor. Odamda, yatağıma uzanmış bir halde bekliyorum uzun süre, pencerenin önünden gölgeler geçiyor arada, içi domates ve salatalık dolu poşetin periyodik hışırtısı beklentiye sokuyor zihnimi, aynı işi sürekli yapan bir insanın zihni nasıl olur da bir süre sonra bambaşka dünyalara açılırsa benimki de açılıyor, saçılıyor, uzak köşelerdeki uzak noktaları birbirine bağlıyor. Bir yandan tavanı izlerken bir yandan dışarıdan gelen ve estirecin uğultusuna karışan sabahın keskin seslerini dinliyorum. Okula giden çocukların çığlıkları ve kahkahaları, demir çubuğun dövdüğü tenekenin çıkardığı tiz çınlama sesi, uzaklardan gelen araba kornaları, polis düdükleri, belli belirsiz konuşmalar ve aceleci birisinin merdivenleri tırmanırken ayaklarının topuğuyla yarattığı ritmik takırtılar. Gözlerimi kapayıp birkaç metre ilerimde var olan Kaşgar’ı dinliyorum. Bir yandan da soruyorum kendime, Çin’i, istikrarı ve güvenliği koruma konusunda çok mu kayırıyorum acaba diye! Haksızlık mı ediyorum buranın insanına? Onların bu konudaki fikirlerini çok bilmesem de!

Çin hakkında yazmak zordur çünkü henüz kendisini kanıtlamış, dünyaya sunduğu sistemle başarılmış somut bir gelişme, bir buluş ya da bir yenilik yok görünürde. Sözler var sadece, verilmiş binlerce söz ve tutulmuş kendine has bir yol var. Çin usulü sosyalizmin ya da Çin usulü demokrasi dedikleri şeyin ne kadar daha yürürlükte kalacağı bilinmiyor. Şimdiye kadar yapılan icraatlardan yola çıkarak ortaya konan gelişmeler ümit veriyor. Mevcut güçlerin tepkisine ve çekinceli tavırlarına rağmen Çin, bildiğini okuyarak dünyaya ders verme çabasında. Bunun yanında aynı Çin, kendi demokrasi ve sosyalizm anlayışını başarılı kılarak dünyaya alternatif bir sistem sunma arzusunu da saklamıyor pek. Belki şimdilik mevcut rejimin başka coğrafyalara yayılma ya da diğer bölgelerde kök salma gibi bir amacı olmayabilir ama ben eninde sonunda bu amacın ortaya çıkacağını düşünenlerdenim. Birlikte çalıştığı, değer ürettiği ve karşılıklı ticari ilişkiler kurduğu ülkelerde kendisininkine benzer yönetim sistemleri olması işine gelecektir. Hiçbir şey olmasa kendisiyle iyi çalışan rejimleri desteklemek isteyecektir ki bu da yeter dünyanın başka bir köşesindeki huzuru kaçırmaya ya da en azından dengesizlikleri koruyup ezilenlerin acısını artırmaya. Örneğin, bir ülkede askeri rejim varsa ve o ülkede insanlar işkencelere, yargısız infazlara maruz kalıyorsa; Çin, ticari standartları gereğince, bu ülkeye sesini çıkarmayacak ve ülkenin elit kesimiyle –askeri rejimin uzantısıyla- iş yapmaya devam edecek, nihayetinde bu alışverişte hiçbir ahlaki yanlış görmeyecektir. Kendisini yönettiği gibi onları da ya yönetecek ya da ekonomik yaptırım gücünü kullanarak istediği şekilde yönetilmesini sağlayacaktır. Bütün bu belirsizlikler Çin hakkında yazmayı zorlaştıran etkenlerden birincisini oluşturuyor.

İkincisi ise Çin etrafında oluşan siyasi okullar. Gördüğüm kadarıyla üç ana okul var. Çinseviciler, Çinyericiler ve Çinçarpmışlar. Çinseviciler, Çin ne yaparsa yapsın övmeye proglamlanmış, Çin’in her alanda yaptığı gelişmeleri sürekli öne süren ve olumsuz gelişmeleri hasır altı eden kesimdir. Bu kişilerle konuşurken Çin’i eleştirmeye dikkat etmek gerekir. Onlara göre Çin dünyanın değişen eksenindeki son hamledir ve batının sömürgeci / kapitalist döneminin ölüm vuruşunu Çin gerçekleştirecektir. Gerçek sosyalizm bu ülkenin topraklarında yaşanmaktadır ve geçmişte yaşanan bir takım talihsiz deneyimleri ikide bir akla getirerek geleceğe yapıla yatırımları sekteye uğratmak yanlıştır. Hem bu kadar büyük bir ülkeyi yönetmek için hem de ülkenin kaynaklarını doğru kullanabilmek için sansür ve sıkı denetim şarttır. Aksi halde ne büyüme olur ne de gelişme. Bireylerin özgürlüğü halkın huzurundan sonra gelir, gelmelidir de. İnsan özgür olmadan da yaşar ama huzur olmadan yaşayamaz.  Çin hakkında yapılan olumsuz haberlerin büyük bir çoğunluğu ya yalandır ya da abartıdır. Münferit olaylardan yola çıkarak koca Çin hakkında yorum yapmak, sistemi acımasızca eleştirmek ancak artniyetle ve / veya kapitalist zihniyetle açıklanabilir. Burası hem güvenli, hem huzurlu hem de yasaların sınırlarında kalmak kaydıyla zengin olmak isteyenlere her türlü fırsatı sunan birinci sınıf bir ülkedir.

Çinyericiler ise, Çin ağzıyla kuş tutsa bile beğenmeyen, patlayacak inşaat balonunu ya da çökecek borsayı dört gözle bekleyen, bireysel özgürlükten mahrum bir toplumun bilim, sanat ve teknoloji alanında gelişebileceğine asla ihtimal vermeyen, batının demokrasisinin eninde sonunda galip geleceğine inanan ve bunun kanıtlanacağı günün bir an önce gelmesini arzulayan gruptur. Bunlara göre Çin’deki sistem baskıcı, halk da bu baskıcı rejim altında inin inim inleyen zavallılardır. Bunun farkında olmamaları baskı ve zulüm gerçeğini değiştirmez. Ellerinden gelse hemen isyan bayrağını açıp devlet yapısının altını üstüne getireceklerdir. Çin şimdiye kadar almış aldığı yolu ucuz iş gücüne ve taklitçilikten beslenen ekonomiye borçludur. Dolayısıyla bu ülkenin bilim ve teknoloji üreten bir topluma dönüşmesi ham hayaldir. Dünyaya sunduğu şeyler hep pratik alanda boşlukları dolduran araçlardır. Oysa teorik alanda, salt bilgi üretme adına ciddi bir girişimi olmamıştır, ileride de olmayacaktır.

Üçüncü grup ise benim de içine dâhil olduğumu düşündüğüm (olmak için gayret sarfettiğim); arafta kalmayı tercih eden ve “Durum iyiye gidiyor ama dur bakalım ne olacak?” diyerek kalabalığa katılmaksızın yürüyüşü kenardan izleyenler. Çinçarpmıştır ve Çin'in kendisine çarptığının farkındadır. Ayılana kadar sağlıklı bir karar veremeyeceğini bilir. Yeri geldiği zaman Çinsevici olurlar, yeri geldiği zaman da Çinyerici. Bir türlü karar veremezler hangi tarafta duracaklarına, karar verememek rahatsız etmez onları çünkü nasıl ki batının kötü yanlarının yanında iyi yanları da vardır, Çin’den de farklı bir tutum beklenemez. Münferit olumsuzlukları, “münferit” kelimesinin meydana getirdiği kolaycılıktan izole etmek için bu olumsuzluğun arkasında yatan sistemsel soruna odaklanarak analiz etmeye çalışırlar. Bir dağın yüz ayrı yerinde kar birikir ama bu birikintilerin birisi çığa dönüşür. Çığı var eden şey münferit bir aşırı ses ya da uzaklardaki plansız patlama olabilir. Sorun yüz tane düşmeye hazır çığın yakınlarında neden insanların konakladıklarındadır. Dolayısıyla potansiyel “kaza” olmadan kazanın kendisini gerçekleşmesi de olmaz. Bunu gözardı etmek, suçluları cezalandırmamak, sadece ve sadece gelecekteki benzeri kazaların tekrarını sağlayacaktır. Bir düzelmenin olması, sorumluların sıkı çalışıp sorunları yavaş yavaş da olsa çözüyor olmaları, insanların büyük bir çoğunluğunun mutlu ve huzurlu olması sistemi eleştirilemez yapmaz. Samimi bir entelektüele (düşünen zihne) düşen her iki tarafa da söz hakkı vermek ve ezilenlerin / masumların haklarının önceliğini korumaktır. Devlet her ne kadar iyi niyetli olursa olsun hatalar yapar ve bu hatalar kendisine gösterilmezse yapılmış hataların daha büyüğünü de yapar. Çinçarpmışlar, bir yandan Çin’in son yirmi-otuz yılda göstermiş olduğu olağanüstü başarıyla başlarının dönmesine izin verirken bir yandan da akli melekelerini yitirmeksizin bu hızlı büyümenin getirdiği sorunlara insancıl, tarafsız ve hakperest açılardan bakmaya çalışanlardır. 

Bir Çinçarpmış olarak; Çin’in Sincian politikasını güvenlik ve istikrarı koruma adına överken, Çin'in toprak bütünlüğüne saygı duyarken ve Sincian eyaletinin Çin'de kalarak hem ekonomik hem de kültürel* açıdan daha verimli / özgür durumda kalacağını düşünürken; yine de ara ara kendini gösteren sert uygulamalardan kaynaklanan bazı aksaklıkları görmezden gelemem. Örneğin yola çıkmadan önce okuduğum “Yabani Güvercin**” adlı öykünün yazarının on yıl hapse mahkûm edilmesini ve büyük bir olasılıkla hapishanedeyken yeterli tedavi kendisine verilmediği için genç yaşta hayatını kaybetmesini, kendim de bir öykü yazarı olarak nasıl affedebilirim? Nurmuhammet Yasin Örkeş, sözünü ettiğim öyküyü, 2004 yılının mayıs ayında Kaşgar’daki bir edebiyat dergisinde yayımlıyor. Aynı yılın kasım ayında dergi toplatılıyor, Örkeş’in evine baskın yapılıyor. Defterlerine, bilgisayarına, notlarına el konuluyor. Ardından yapılan avukatsız bir yargılamayla –kendisi istememiş avukatı güya- Örkeş 10 yıl hapse mahkûm ediliyor. İnternette bulduğum bilgilere göre yazar 2013’te ölmüş, yani hapisten çıkmasına bir yıl kala. Bu öykünün şimdilerde ayrılıkçı Doğu Türkistan Dernekleri tarafından övülmesi (Çin böyle sert bir önlem almasaydı ayrılıkçıların umurunda bile olmazdı bu öykü, unutulur giderdi, Uygurca ve Çince bilmeyen benim de haberim olmazdı. Şimdi en az on ayrı dile çevrilmiş halde, internetin her yerinde mevcut.) ve web sayfalarında bu konuda yazıp çizmeleri, yazarın düşüncelerini ifade ettiği için cezalandırılması yanlışını düzeltmiyor maalesef. Bağımsızlık istemek bir şeydir, bağımsızlık adına eline silah alıp masumları öldürmek başka bir şeydir. İkincisi insanın canına kıymıştır, suç işlemiştir ve cezasını çekmelidir. Birincisi ise düşüncelerini ifade etmiştir. Bu düşünceleri beğenmiyorsanız karşı düşünceler üretirsiniz, özgürlüğün kuşlar için ne kadar zararlı olduğunu işlersiniz farklı sanat eserlerine. “Yabani Güvercin”in intihar etmediği, hatta tam tersine kafesteyken daha mutlu olduğunu anlatan öyküler yazıp halka dağıtırsınız. Düşünceye düşünceyle, eyleme eylemle karşılık verirsiniz. Devletin gücü ve ciddiyeti bunu gerektirir. Düşüneni hapseden, düşündüğünü ifade edeni susturan, ezen ve yok eden bir rejim içinde yaşadığımız dünyada düşman sayısını artırmaktan başka bir iş yapmış olmaz.

Burada parantez açıp öyküyü sanatsal açıdan pek de beğenmediğimi, metaforik anlatılarda duyduğum o meşhur acı tadı bu öyküde de aldığımı söyleyeyim. Belki edebiyatla haşir neşir olmayan insanlar için değerli bir anlatı olabilir, bilemiyorum. Ben Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” ve “1984” gibi romanlarını da “Burma Günleri” romanından ya da “Paris’te ve Londra’da Beş Parasız” anı kitabından sanatsal açıdan daha düşük seviyede görürüm. Anladık, Stalin’i domuz yapmışsın, Troçki’yi fare. Stalin köpeklerini Troçki’nin üzerine salıyor ve Troçki çiftlikten kaçıyor, falan filan... Yaşım ilerledikçe, kendi yazdıklarım da dâhil olmak üzere böyle metinlere dayanamaz hale geldim. İçinde oyun olmasın, yazar zekâsını değil de duyarlılığını göstersin, gözlemleriyle hikâyeyi harmanlayıp, bir mesaj vereyim kaygısı duymaksızın anlatsın öyküsünü. Mesaj yine bulunur zaten, o istemese de bulunur. Yeter ki samimi olsun, bir sancısı olsun, masanın başına otururken “Ben yazarım ve bir şeyler yazmalıyım.”dan başka bir derdi olsun. Konudan uzaklaşıyorum. Parantezi kapatayım burada.

Şunun da farkındayım. Yasaları uygulamanın şiddeti noktasında dengeyi yakalamak çok zordur. Yani, eğer yasa koyucular çok sert davranırlarsa pek çok masumu da gereksiz yere cezalandırmış olurlar. Yok, eğer yumuşak davranırlarsa pek çok suçlu dışarıda elini kolunu sallayarak gezer ve suç işlemeye devam eder. Bu dengeyi korumak ve halkın şikâyetlerini engellemek için adalet sisteminin şeffaf, tarafsız ve eşitlikçi olması gerekir. Oysa Çin bu konuda pek de iyi bir iş çıkarıyor denilemez. Bırakalım şeffaflığı, eleştiriyi bile hoş karşıladığını sanmıyorum. Hoş karşılasa bile eleştirinin dozunu kontrol eder, şikâyetlerin yayılmasını ya da duyulmasını engeller. Bunu da yine istikrarın korunması ve / veya ekonomik büyümenin devamı bahanesiyle yapar. Halk için bireyler feda edilir. Feda edilen bireyin şikâyet etme araçları da elinden alınır. Çin'in toprak bütünlüğünü, terörle mücadelesini ve dini kullanarak dış kaynaklı ayrılıkçı hareketleri körükleyenleri cezalandırmasını anlamak ve bu tedbirlere hak vermek bir şeydir; bu tedbirler uğruna sanatın ve edebiyatın kurban edilmesini desteklemek başka bir şeydir. Birincisine ne kadar hak veriyorsam ikincisine o kadar karşıyım. Kendisine güvenen, haklı olduğunu düşünen bir güç kendisi gibi düşünmeyeni susturmaz, tam tersine ona karşı mantıklı tezler üretir ve onu ikna eder. Güce ve akla yakışan budur. Ancak haksızlar, karşı tarafın kazanacağından korkanlar sorulara izin vermez. Çin gaddar bir öğretmen değildir, ama arada kendisini tutamayıp gaddar bir öğretmen gibi davrandığı ve karşısındaki öğrenciyi ezdiği doğrudur. Bunu görmezden gelmek bir düşünürün / yazarın aydın kimliğine yakışmaz. 

Bu düşünceler, ben böyle gözüm kapalı bir halde yatağa uzanmışken gelmiyor aklıma tabii ki. Uzun süredir kafamı meşgul eden sorular bunlar, Çin’e ayak bastığım ilk andan beri kafamda evirip çevirdiğim ve asla yanıtlayamadığım için havasız bir ortamda salınan bir sarkaç gibi beni, Çinsevicilikle Çinyericilik arasında sürekli götürüp getiren sorular. Öykü yazdığı için hapse atılan ve hapishanede yeterli tıbbi tedaviyi alamadığı için ölen, geride de iki çocuklu bir eş bırakan bir yazarın yerine koymaya çalışıyorum kendimi. Koyamıyorum gerçi, “devletin bekası” denilen saçmalığa inanmadığım için koyamıyorum. Tarihteki hangi devlet baki kalmış ki günümüzdeki şu ya da bu devlet bundan sonra baki olsun? Sömürgeci ya da kapitalist olmayacağım derken sanatçıyı sınırlayan, hatta sınırlamakla kalmayıp onu yazdıklarından dolayı hapse atan, içinde Çin kelimesi bile geçmeyen bir öyküden dolayı eli kalem tutmaktan başka bir şey yapmamış birisini öldüren bir rejime hak vermek zorunda değilim. Batı saldırgan ve sömürgeci tavırlarıyla kötü diye Çin ne yaparsa yapsın iyidir demek ya da böyle bir kural varmış gibi batının karşısına hatasız bir Çin koymak saflıktan da öte bir şey, bir çıkar ilişkisini andırıyor daha çok. Ne zaman Çin’i övsem vicdanım bir nebze rahatsızlık duyuyor bu yüzden çünkü Çin’i överken yapmış olduğu adaletsizlikleri de övmüşüm gibi hissediyorum. Tarihte ne hükümdarlar, ne halklar ve ülkeler gelmiş. Hepsi “devletin bekası” demişler ama hiçbirisi tutunamamış, yok olup gitmişler. Beş bin yıl sonra, yirmi bin yıl sonra kalacak mı bugün kurduğumuz devletler, onların güçlü orduları. Bir Hititli de en az bugünkü bir Amerikalı ya da Çinli kadar çok güveniyordu ülkesinin sonsuza kadar ayakta kalacağına. Hititleri yıkan Frigyalılar da aynı şekilde düşünüyorlardı. Ne ona yâr oldu toprak ne de diğerine. Geride ise bu toprağı paylaşamayanların acısı kaldı geriye, onların ahları, analarının gözyaşları, çocukların kapı ağızlarında bekleyen umutsuz bakışları… Her şey geçici ama insanın acısı, ıstırabı ve çilesi geçici değil, bir tek bunlar sabit, toprağın bağrına saplandıkça daha gür çıkıyorlar ne yazık ki. Hükmetmek, en büyük olmak, en zengin ve nüfuzlu olmak her zaman için iyi olmanın, güzel işler yapmanın ve geride güzel anılar bırakabilmenin önüne geçmiş tarih boyunca. Bu yüzden de kavga asla bitmeyecek, benim umutsuzluğum ölümümle sonlanacak.       

Gözümü açıyorum. Odanın içi estirece rağmen iyice ısınmış. Poşet periyodik hışırtısına devam ediyor, dışarıdan gelen ayak sesleri seyrekleşmiş. Kalkıp duş almak için hazırlık yapıyorum. Ardından, dünden kalma ekmek, kahve, domates ve salatalıkla karnımı doyuruyorum. Sonrasında da kendimi sokağa, güneşin yakıp kavurduğu kaldırımlara atıyorum. Kaşgar'daki son günümde viranşehiri (eski Kaşgar'ı), halk parkını, dev Mao heykelini ve ayaklarımın beni rastgele götüreceği sokakları dolanacağım. 

---

* Özgür bir Sincian çok kısa bir sürede civarındaki diğer ülkelerin kültürel hegemonyasının altına girecek ve çok hızlı bir şekilde asimile olacaktır. En azından Çin'in bir parçası olarak kültürünü yaşatabiliyor, dilini konuşup yazabiliyor, radyosunda ve televizyonunda kendi değerlerini yayımlayabiliyor.  

** Öyküye ağbağı koymuştum ama web sayfası ABD destekli bir grubu temsil ettiği için ağbağını iptal ettim. İsteyen google'da ufak bir arama yaparak öyküye ulaşabilir. Benim okuduğum Türkçe çeviride hata çoktu. İngilizce biliyorsanız İngilizcesini okuyun.  

06 Eylül 2017

Kaşgar Notları 8: Pazar ve Yenilenmiş Eski Şehir

Çölden çıkınca bir gölgelik bulup uzanıyorum. Gözlerimi kapatıp çeşit çeşit imgelerin bana gelmesini bekliyorum nereden estiğini bilmediğim rüzgârın tadını çıkararak. Bir şeyler aklıma geldikçe kalkıp defterime notlar alıyorum, çöl ve göl hakkında. Ben beş-on dakika bekleriz, sonra da gideriz diyordum ama genç çift bir türlü dönmüyor çıktıkları göl gezisinden. Belki de benden intikam alıyorlar bu şekilde. “Biz o yabancıyı iki saat bekledik, şimdi de o beklesin bizi!” diyorlar. Olan tabii yaşlı amcalara oluyor. Onların kimseden intikam almak gibi bir dertleri yok. Bu dünya böyle, başkaları hakkında hain planlar yapmayanlar haksızlığa maruz kalmaya mahkûm. Gerçi bu genç çiftin intikam gibi bir amaçları olduğunu hiç sanmıyorum. Gölden sonra belki onlar da çöle girmişlerdir. İleride, gölün öteki uzunda, gelin gibi süslenmiş develer var çünkü, bu güzel hayvanlar göl turu yapmıyorlardır herhalde.


Bir ara sızıyorum uzandığım sert zeminin üzerinde. Uyandığımda yaşlı amcaların gençleri beklemeyip yemeğe gitmek istediklerini öğreniyorum. Hep birlikte yürüyerek geniş bir Uygur lokantasına gidiyoruz. Atların dinledikleri yere çok da uzak değil burası. Parkın içinde bir çeşit dinlenme yeri, çölün ortasında bir vaha. İçeride bildiğimiz yüksek masalar var ama lokantanın yola bakan yan kısımları, ortasında alçak sofralar barındıran renkli minderlerle döşenmiş. Sanırım bu tarz yerlere “Şark Sofrası” deniyor bizde. Ben bu minderlere oturmak istiyorum ama amcalar alışık olmadıklarından olsa gerek normal masayı tercih ediyorlar. Onlara uyuyorum. Tavanlardan sarkan kavunvari kuru meyvelerin altında bir şeyler atıştırıp –dışarıdaki fiyatın 2-3 katı fiyat var ve seçenek çok az- karnı tok bir kedi gibi minderlere uzanıyorum. İçimden de kızıyorum bizim şoföre, “Madem böyle bir yer vardı, neden beni yatırdınız pürtüklü tahtanın üzerine?” Şoför yanıt veriyor, dudağını bile kımıldatmadan, “Sert yer daha iyi senin belin için. Böyle yumuşak yerlerde yata yata fıtık olacaksın.”


Genç çift de geri gelip bir şeyler atıştırdıktan sonra yola çıkıyoruz. Vakit çok geç sayılmaz. Polis engeline takılmazsak gün batımına 3-4 saat kala varırız şehre. Yol boyunca cam kenarından köylere, köyle ana caddeyi ayıran yüksek duvara, o duvardaki resimlere ve resimlerde tasvir edilen hayata odaklanıyorum. Bir ara duruyoruz tuvalet molası için, fotoğraf çekme şansım da oluyor. İki ana kategoriye ayrılabilecek bu resimlerde birinci kategori buradaki halkın geleneksel yaşamı, ikinci kategori ise halkın ÇHC yasalarına –ya da ÇHC hükümetine- bağlı kalarak nasıl mutlu olabilecekleri. Tasvir edilen tüm resimlerde insanlar geleneksel kıyafetler giymişler. Kadınların başı kapalı ama saçları kısmen görünüyor. Burka yok, çarşaf yok, yüzlerini kapatan bir şey yok. Erkekler ise takkeli ve bol entarili, sakalsız ve bıyıksızlar. Takke müslüman erkeğin müslüman olduğunun göstergesi. Çin’in genelinde bu durum böyle ama arada merak etmiyor da değilim, örneğin okuyup mühendis / doktor / öğretmen olmuş bir müslüman çalıştığı yerde takmaya devam ediyor mu takkesini? Bu soru o anda kafamdan şimşek gibi geçiyor, yanıtın “hayır” olduğunu tahmin ettiğim için durmuyorum üzerinde. Erkeklerle birlikte dans eden kadınları tasvir eden resim radikal İslam’a karşı seküler yaşamı teşvik edici nitelikte. “Bakın işte böyle olun.” diyor adeta. “Eğlenmenize bakın. Hayatın tadını çıkarın. Geleneklerinizi devam ettirin. Burka yok geleneklerinizde, çarşaf da yok. Sakal bırakmak da yok!”


Bu propagandalar bir işe yarıyor mu ya da ters tepiyor mu bilmiyorum ama bana kalırsa doğru olana niyetleniyor Çin. Çünkü doğa gibi insanların zihinleri de boşluk kabul etmez. Eğer devlet görevini yapıp insanların –özellikle gençlerin- vakitlerini eğitimle, sanatla, sporla, bilimle ve ölçülü eğlenceyle dolduramazsa insanlar çok kolay bir şekilde kanıyorlar dışarıdan gelebilecek iştah açıcı tekliflere. Daha önce de yazdım, Çin şimdiye kadar yaşadığım ülkeler içerisinde en güvenli ve en rahat olanı. Tabii ki bu rahatlığın bir fiyatı olacak ve ödenen bu fiyat dışarıdaki rakipler tarafından inatla eleştirilecek. Hele ki ABD gibi ülkelerin Çin’in istikrarla ve inatla büyümesi karşısında takındığı kıskanç tavır, bir şekilde bölücü ve fitneci politikalarla kendisini gösterecek. Her fırsatta kaşıyor Sincian eyaletini; her fırsatta insan hakları ihlallerinden, din ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığından, insanların zulüm altında yaşadıklarından bahsediyor; sanki kendi insanlık karneleri Çin’inkinden on kat, belki de yüz kat daha kirli değilmiş gibi.


Radikalizm sadece Uygur bölgesi için değil, tüm dünya için büyük bir tehlikelidir ve bunun acısını en çok çekenlerden birisi de biz Türkiyelileriz. Az kurban vermedik memleketimizde patlayan IŞİD bombalarına, eğlence yerlerini basan otomatik silahlı canilere. İşte Çin kendisine de aynısının olmasını istemiyor, bu yüzden işi sıkı tutuyor. Bireysel anlamda belki bazı kısıtlamalar vardır ama uzun erimde tüm toplumun yararına olacak işler yapılıyor. Tabii ki arada tedbirlerin ayarı kaçıp gereksiz yere acılar yaşatılmıştır ama bunun sistematik olduğunu ve sadece Uygur Türklerine yönelik olduğunu sanmıyorum. Çin, ulusal güvenliğini tehdit eden veya gelecekte edecek her türlü oluşuma karşı en sert tedbirleri almaktan çekinmiyor. Tarih boyunca böyle yapmış, o binlerce kilometre uzunluğundaki set (The Great Wall of China) neden yapıldıysa bugünkü internet sansürü de (The Great Firewall of China) aynı nedenle yapılıyor. Konuyu daha fazla uzatıp, yazıyı siyasi bir manifestoya dönüştürmeye niyetim yok ama Çin hakkında düşünen, fikir üreten insanlara, batı medyasının yalanlarından biraz uzaklaşıp olaylara tarafsızca bakmalarını tavsiye ederim. İşler hiç de öyle göründüğü gibi kolay değil. Günümüz dünyası eksen değiştiren bir dönemden geçiyor. Dünyanın ekseni Avrupa’dan Asya’ya, ya da en iyi olasılıkla Avrasya’ya kayıyor. Çin’in yerinde hangi ülke olursa olsun, eğer yakaladığı ekonomik istikrarı sürdürmek istiyorsa benzeri politikalar sürdürmek zorunda kalacaktır. Hele ki süper güç olma yolunda kendisini aday olarak görüyor, dünyaya farklı bir vizyon önermeyi planlıyorsa.


 Kaşgar’ın merkezine vardığımızda Pekin saatiyle saat altı buçuk. Yerel –halkın kullandığı ama hiçbir resmiyeti olmayan- saat ise henüz dört buçuk. Akşama daha çok var. Odamda biraz dinlendikten sonra akşam serinliğinde çıkıyorum dışarı. Önce pazara gidip karnımı doyurmak istiyorum. Yoğun bir şekilde koyun ve tavuk ızgarası kokuyor pazarın girişi. Bizim mahalle pazarlarına çok benziyor buradaki pazar; satıcıların “Gel beş kuay, gel beş kuay” diye bağırmaları bana çocukken annemle gittiğimiz pazarları anımsatıyor. Sanırım en büyük fark pazarın girişine ve çıkışına metal tarayıcının konmuş olması. Bu tarayıcıdan geçmeden içeriye almıyorlar.

İlerledikçe et kokusu yerini meyve ve sebzelerin kokusuna bırakıyor. Sağdaki ekmekçiden ekmek, soldaki narcıdan taze sıkılmış nar suyu alıyorum ama kesmiyor ekmek açlığımı. İnsanların oturup yemek yedikleri kısımda etsiz bir şeyler arıyorum uzun süre ve tam vazgeçecekken nohutlu bir yemek buluyorum yiyebileceğim. Yanında da ayran içiyorum. Buranın yoğurdu biraz ekşi, ayrıca ayrana tuz katmıyorlar. Zaten ayran değil de hafiften sulandırılmış yoğurt gibi daha çok. Sanırım ayran haline gelmesi için içine konan buzun erimesini beklemek gerekiyor. Ben beklemiyorum tabii ki… Nohut zaten bol acılı, üzerinde uzun ince şekilde rendelenmiş salatalık ve fasulye filizi var. Yanında da haşlanmış yumurta. Bu yemekle ilgili bir başka ilginçlik de yemeğin servis ediliş şekli. Yemek kirlenmesin diye tabağa konur ya, burada tabak kirlenmesin diye etrafına plastik poşet geçirilmiş. Dolayısıyla plastik poşete geçirilmiş porselen bir tabaktan yemek yemiş oluyorum.   

Karnımı iyice doyurduktan sonra özgür hissediyorum kendimi. Artık fettan kokuların peşinde sürüklenmeyeceğim, sağa sola savrulmayacağım. Haşlanmış koyun kafalarının, şişlere geçirilmiş tavuk kanatlarının, fokur dokur kaynayan suyun içinde eriyip liflerine ayrılan sığır etlerinin yanlarından geçiyorum. Burada oturup yemek yiyen Çinli turist sayıca çok. Sanırım pek çoğu Kaşgar’ın farklı havasını en çok bu pazarda hissediyordur. Çin’in diğer kesimlerinde böyle bir pazar görmedim ben. Bizim evin yakınlarında taze sebze ve meyvelerin satıldığı iki katlı bir yer var. Pazardan çok dev bir manavı andırıyor. Tofudan karidese, domatesten muza her şey var burada ama açık havada değil ve geçici değil. Her gün açık ve içerisi iyi temizlenmediğinden olsa gerek genelde küf / nem kokuyor. Zaten bu kadar sebzenin ve meyvenin içeride uzun süre tutulmasından sonra duvarlar ister istemez nemlenecektir. Koku da kaçınılmaz olacaktır. Açık alanda nem olmuyor, kokular sadece meyvelerin, sebzelerin ve pişen etlerin kokusu oluyor.

Pazardan çıkınca eski Kaşgar’a dönüyorum. Bu arada meydandan geçerken İskender’in yanına uğramak geliyor aklıma. Bugün başıma gelenlerden sonra yarınki Karakul gezisini iptal etmek istdeğimi söyleyeceğim kendisine. Hiç mecalim yok açıkçası. Tekrar aynı polis tacizini çekesim yok daha doğrusu. Üst üste iki gün olmaz en azından. Tamam, Karakul (Kara Göl) Çin’in en batısındaki köyü olarak biliniyor. Çok güzel manzaraları varmış, yolları dağları delip yapmışlar, göl ayna gibi yansıtıyormuş uzaklardaki yamaçları ve tepeleri karlı dağları… İyi de yolda içi turist dolu minibüsü durdurup, benim yüzümden iki saat bekleteceklerse istemiyorum işte. O mahcubiyet duygusu tüm geziyi daha başlamadan bir işkenceye dönüştürüyor benim için. İskender’i bulamıyorum. Arayıp telefonda söylüyorum. “Paranı geri ödeyemeyiz.” diyor. Zaten öyle bir beklentim olmadığı için sesimi çıkarmıyorum. Kaşgar’daki son günümü şehrin içinde dolanarak geçirmeye karar veriyorum.

Meydandan çıkıp, kaldığım kervansarayın arkasındaki geniş sokaklara dalıyorum. Her ne kadar eski hali kalmamış olsa da yine de insana farklı bir dünyaya girmiş olduğunu hissettiriyor burası. Tamam, orijinal yapılar yıkılmış ve yerine “sahte” oldukları her hallerinden belli evler, duvarlar, kemerli kapılar, süslü pencereler, sağlam kaldırımlar yapılmış. Bir çeşit soylulaştırma (gentrification) projesi aslında yapılan. Kocaman bir alanı yıkıyorsun, bu alanın bir kısmını eski haline benzer şekilde yeniden inşa ediyorsun. Arta kalan alanı da ranta açıp hem kâr ediyorsun hem de harcanan masrafı karşılıyorsun. Ayrıca tursitlerin rahatlıkla girebilecekleri bir mekân yaratmış oluyorsun. Eleştirilebilecek yanları çok ama güzel yanları da yok değil. Daha önce de yazmıştım. Holywood filmlerindeki, Avrupalıların zamanında hayalini kurduğu zengin Arap kasabalarını andırıyor. Köşeden Ömer Hayyam çıkıp bir rubai okuyacak ya da Bağdad emirinin askerlerinden kaşan Sinbad koşarak yanımdan geçip ilerideki kalabalığa karışacak gibime geliyor.

Derinlere girdikçe, dar ve gölgelik sokaklara daldıkça daha çok buluyor gibi oluyorum aradığımı. Yenilenmiş, törpülenmiş, çirkin görüntüleri ortadan kaldırılmış, cilalanıp kullanıma hazırlanmış bir Anadolu kasabası var karşımda, her ne kadar bir turistin aradığı / arayacağı bu olmasa da! Sokaklarda top oynayan çocuklar, bir masanın etrafında oturmuş birbirlerinin kartlarını yutan ilkokul öğrencileri –okul önlükleri hâlâ üzerlerinde bazılarının-, kardeşinin bebek arabasını gezintiye çıkarmış ablalar, evlerinin önündeki saksıları sulayan yaşlı amcalar, kapı önlerinde oturmuş yaşlı kadınlar… Bildiğim bir coğrafyadaymışım hissi uyanıyor bende; yüzler tanıdık, sokaklar tanıdık, sokaklarda dolanan insanların halleri ve tavırları tanıdık. Belki de bir ben varım yabancı. Çocuklar benim yabancı olduğumu anlayınca pek de yanaşmıyorlar. Belki anne babalarından aldıkları tembih böyle, belki de benim geçici bir heves için –fotoğraf çekmek gibi- onları kullanacağımı seziyorlar. Şikâyetçi olmadan, sesimi çıkarmadan dolanıyorum. Konuşabildiklerimle konuşuyorum, ürküp kaçanların arkasından seslenmiyorum. Yaşlı bir amca bir akrabasının İstanbul’da çalıştığını söylüyor. Bir kadın çocuğuyla birlikte fotoğrafını çekmeme müsaade ediyor. Hatta poz veriyor fotoğraf için.

Hava kararmaya başlayınca odama geri dönüyorum. Kaşgar’daki ikinci günüm de ilk günüm kadar iyi olmasa da verimli geçti denilebilir. Geriye bir gün kaldı. Karakul’a gitmeyeceğim için, tüm günümü tembellikle, viran şehri gezmekle ve halk parkında oturmakla geçirebilirim. Öyle de yapacağım…

Buzlu yoğurt satan pazarcı.

Acılı nohut

Acılı nohutu hazırlayan kadın pazarcı

Şişlere geçirilmiş etler

Koyun kafaları / bacakları

Pazarın tadını çıkaran Çinli turistler


Bal ve benzeri ürünler



Buradan ekmek aldım. Soğanlı olan ilk birkaç ısırışta iyi geliyor ama bir süre sonra rahatsızlık veriyor. En azından bana öyle oldu. 


Akrabası İstanbul'da çalışan amca buydu. 






Yollarda gördüğüm sayısız dişçiden birisi...