Bu Blogda Ara

28 Ocak 2014

Uzun Zaman Aradan Sonra Tayland ve Tokcay

Dong Muan havaalanının bende özel bir hatırası vardır. İlk defa yurt dışına çıktığımda bu havaalanına inmiştim. Yani Yeşilköy’den sonra gördüğüm ilk havaalanıydı Dong Muan. Mart ayının ortasıydı. Uçaktan iner inmez şiddetli bir sıcak dalgası çarpmıştı yüzüme. Uzun süre eroin almış bağımlılar gibi gezmiştim mart ayının sıcağından dolayı. Sonra sıcağa alışmıştım, bu sefer soğuk ağır gelmeye başlamıştı. Hiçbir şeyi beğenmeyen insan!

Havaalanına girince hemen para bozdurmak istiyorum. Üzerimde bir tek Tayland Bahtı bile yok. Yalnız oran çok düşük geliyor. 1 RMBye 4.97 Baht veriyor para değiştirme kulübeleri. Ben de acil ihtiyaçlarımı karşılayabilecek kadar bozduruyorum. (İki gün sonra bizim köyün olduğu ilçede 1 RMByi 5.13 Bahta bozduracağım.) Elime geçen bozuk paralarla telefon kulübesine gidip J’ye vardığımı söylüyorum. Akşam 7:30 gibi beni Khon Kaen havaalanından alacaklar.

Dong Muang havaalanı sandığımdan pahalı. En ucuz yemek 200 Baht civarında. Suvarnaphum havaalanında her zaman gittiğim yemek salonunun aynısından burada da var mı diye bakıyorum ama bulamıyorum. Olsaydı 50 Bahta karnımı doyururdum. Sorun aslında para harcamak değil, sorun kendimin aptal yerine konmuş olduğunu hissetmek. Dışarıda taş çatlasa 40 Bahta yiyeceğim kamongay ya da pattay gun soğt için burada 200 Baht vermek rahatsız ediyor beni. Bir ara gözüme Çangmay’da geçirdiğim bir yılda severek yediğim Kao soy çarpıyor ama fiyatı görünce vaz geçiyorum. OTOP ürünlerinin satıldığı bir dükkâna girip çerez ve buzlu çay alıyorum. KK uçağı kalkana kadar midemi avutuyorum.

Akşam KK’e varınca J, kayınvalide ve kayınpeder karşılıyorlar beni. Doğruca yemek yemeye gidiyoruz. Ufak bir göletin etrafına konuşlanmış hasır evcikler. Saman çatıların altında sehpa yüksekliğinde masalar, yerlerde minderler. Oturduğumuz yerin tam karşısında bir kürsü var. Bir adam ve bir kadın gitar çalıyorlar. Biz içeri girdiğimizde Joan Baez’in “Dona Dona Dona”sını söylüyordu kız. Bir anda afallıyorum ben tabii. Nereye geldim ben diye? Bir sonraki parçanın “How many years must a man walk down before you call him a man…” olmasını diliyorum ama dileğim gerçekleşmiyor. Pop şarkılar söylüyorlar. Bu arada yemekler geliyor. Özlediğim Tay yemekleri birer birer diziliyor masaya: yam bıla mığk (kalamar salatası), dom yam bıla (balıklı dom yam çorbası) , pat pak nığa (etli sebze kızartması), lap bıla (balıklı-soğanlı-naneli bir salata)… Bir de Leo alıyoruz. Gelmeyin keyfime. Artık resmen Tayland’dayım. Ağzımızın içinde alevlenen yangına rağmen yiyoruz. Kayınpeder bile şikayet ediyor yemeklerin çok acı olmasından. Ehh, o şikâyet ediyorsa varın siz beni düşünün. Neyse ki sofrada soğuk salatalık ve beyaz lahana var. Dilimizdeki ateşi bir nebze dindiriyor bu soğuk sebzeler.

Yemekten sonra eve değil de otele gidiyoruz. Ben KK maratonuna katılacağım diye hem maratona kaydolmuş hem de yarışın başlayacağı noktaya yakın bir yerde otel ayarlamıştım. Geçen ay baş gösteren bel ağrım dolayısıyla koşmaktan vaz geçtim. Bu halde koşarsam belim daha kötü olur diye korktum açıkçası. 2012’de de İstanbul koşusundan sonra baş göstermişti belimin ağrısı. Demek ki birbirine yakın iki maraton koşamıyorum ben. En az üç-dört ay ara vermem gerekiyor.
Maratona katılmayacağım ama otelleri iptal ettiremedim. Madem parayı verdik, en azından sabah erkenden kalkar, bitiş çizgisine doğru azimle koşan yarışmacıları alkışlarız dedim. He sabahleyin bir de KK Üniversitesi’ndeki tarım fuarını gezeceğiz. Çiçek ve sebze tohumu alçağız bahçe için.

Tayland’da hava temiz. Derin derin çekiyorum havayı içime. Deliksiz uyuyorum. Sabah olunca fark ediyorum gökyüzünün mavisini. Ne kadar da parlak, ne kadar da canlı. Sanki elimi uzatsam beni de maviye bulayacak, içine alacak ve bir daha beni onsuz bırakmayacak. İnsanın içi bir anda yaşama sevinciyle doluyor aylar sonra böyle pak bir maviyi görünce. Bir de nefret oluşuyor tabii derinlerde bir yerlerde. Yaşadığı toprakların mavisini bu derece kirletip, insanları boz bir gökyüzsüzlüğüne mahkum eden “gelişme” ve “büyüme” masallarına.

Sabah kahvaltısından sonra yarış bitiş noktasına gidiyoruz. Kıskanarak alkışlıyorum koşucuları. Belim bu derece ağrımasaydı ben de şimdi alkışlananlardan birisi olacaktım. Hoş, bel ağrımın en büyük sorumlusu yazma alışkanlığım. Türkiye’deki doktor bilgisayar başında vakit harcama demişti. Ben de “he, olur” demiştim böyle bir şeyin imkânsız olduğunu kendime tekrarlayarak. Yazmak bu; sigara gibi alkol gibi bir şey; belki daha tehlikeli, daha ölümcül. Bir kere girdi mi kanına bir daha çıkmıyor ömür boyu. Ne zaman bir öykü kokusu alsam bir damar seyirtir alnımın kenarından beynimin dehlizlerine doğru. O damar ki şah damarı gibi kritik, o damar ki tutup sıksam nefesimi keser, göğsümde bir çarpıntı olur. Kolay mı öyle bırakmak bırak deyince? Şimdi bile bu satırları yazıyorken belimin sağ tarafında şiddetli bir ağrı var. “Acı çekmek ruhun fiyakasıdır.” deyip, devam ediyorum yazmaya. Yoksa öyle her fiskeden sonra oturup ağlarsak, hiçbir iş beceremeyiz biz. Hiçbir yol kat edemez, hiçbir yeni yer keşfedemeyiz.

Tarım fuarında bir iki saat gezindikten sonra köye doğru yola çıkıyoruz. Öğlen olmadan eve varıyoruz. Tokcay hasta olduğu için her zamanki heyecanlı karşılama törenini gerçekleştiremiyor beni görünce. Öyle mahzunca bakıyor bana, kuyruğunu hafifçe sallıyor, kafasını uzatıyor okşayayım diye. Ah benim pasaklı Tokcay’ım, ay benim bit torbam, ah benim kör topal yoldaşım…

Ben yola çıkmadan bir gün önce ameliyat oldu Tokcay. Taşaklarından birisi balon gibi şişmiş, tenis topu kadar olmuş. Veterinere danışmış J. Veteriner de kesilmesi gerekiyor demiş. Yoksa enfeksiyon tüm bedene yayılır, Tokcay ölürmüş. İyi dedik, ölmesin Tokcay. İyi kötü 12 yıllık köpeğimiz. Veteriner ertesi gün gelmiş, önce yemeğine uyku hapı koymuşlar. Yoksa yaklaştırmaz elinde iğneyle doktoru kendine. Sonra da genel anestezi yapmışlar. Almışlar Tokcay’ın iltihap kapmış taşağını.

Ben bahçe kapısından içeri girince uyukluyordu evin arkasında kendisi için hazırlanmış bezden kulübecikte. Kayınpeder “mao ya” (ilaç sarhoşu) diyor.   Üşümesin diye üzerine eski giysilerden atmışlar. Geceler soğuk oluyor bu aralar. Yanına gittim, “Tokcay ben geldim.” dedim. Kafasını kaldırdı ama tanıyamamış gibi yapıp kafasını geriye düşürdü. Halsizdi. Ben ısrar edince yerinden kalktı, yanpir yanpir yürüyerek yanıma geldi. Her zaman arabaların cam silecekleri gibi şiddetle ve katı bir disiplinle salladığı kuyruğu şimdi pili bitmiş bir oyuncak gibi salınıyor, yer yer yenik düşüyor yer çekimine. Kafasını okşuyorum, biraz kendine geliyor. Elimle gözlerindeki çapakları temizliyorum. İyice sevindirik oluyor. Kokumu almış olmalı. Elimi yalamaya başlıyor. Beni gördüğüne sevinmiş olmasına seviniyorum. Bu sevincime şaşırmıyorum çünkü geçen bir öğrencime yazdığım mektupta da bahsetmiştim. Sevgi emektir. Emek verdiğin şeyi seversin ve o şey/kişi tarafından sevilirsin. Tokcay on iki yıldır beni bilir. Eskiden daha sık gelirdim köye, her geldiğimde beni kapıda karşılar, etrafımda deli dana gibi koşardı. Sonra birlikte koşardık, patilerini dizlerime koyardı. Bacaklarını avucumun içine alınca rahatlardı. Bu hoş geldin merasimi neredeyse bir gün sürerdi.  İkinci gün ve sonraki günlerde benim sabah uyanıp bahçeye çıkmamı beklerdi. Ben çıkınca da bir gün önceki merasimin yüzde onluk kısmını tekrar ederdi.

Geçenlerde internette resimlerini görmüştüm, İran’a bir adam elli yıldır hiç yıkanmamış. Bizim Tokcay da o adamın köpek versiyonu. On iki yıldır bir kere bile suya girmedi. Azıcık su sıçratsak bile hemen hırlamaya başlar, rahatsızlık duyduğunu belli eder. Bu kadar kirli olduğu için zaten sağı solu mikrop kapıyor. Bir de kendinden büyük köpeklere dalaştığı için. Daha yavru bir köpekken kendisinin beş katı bir köpeğe kafa tutmuştu bizim saf. Bu iri köpek Tokcay’ın kafasını dişlemişti. Kafası iltihap kapacak diye veterinere götürmüş, dikiş attırmıştık. Yaramazdı, durmazdı yerinde. Bir keresinde benim acılı mama domyamımı yemeye kalkmıştı. Ağzı yandığı için saatlerce bahçedeki otlara sürtmüştü dilini. Kayınvalideyle her gün okula gider, okuldaki çocuklarla birlikte derse girerdi. Öğretmenler onun için mezuniyet töreni yapalım diyorlardı bir ara. Kayınvalide emekli olunca o da okulu bıraktı. Artık sadece sabahları bahçe kapısının önünde bekleyip, bisikletle okula giden köy çocuklarına bakıyor, iç geçiriyor. Belki de kendi kendine söyleniyor “Ben de sizin gibiydim. Her gün okula gider, yeni şeyler öğrenirdim. Ama şimdi mezun oldum, artık beni almıyorlar okula.”

Öğlen yemeğinden arta kalanları pirinçle karıştırıp Tokcay’ın yemek tabağına koyuyoruz ama kimseye yanaşmıyor. Ameliyattan sonra güvenini yitirmiş. Herkese kuşkuyla yanaşıyor. Bir tek ben varım güvendiği. Ben yemek verince yiyor, yanına yanaşmama izin veriyor. Kayınvalideyle kayınpedere ve hatta J’ye bile kızgın. Eee, zavallının taşağını kestiniz, kızmasın mı? Ağzı var dili yok hayvanın! Küfretse küfredemez! Bağırsa kimse anlamaz!  Ameliyat sırasında ben burada değildim, dolayısıyla ben tek güvenebileceği kişiyim. Bazı yemek parçalarını elimle ağzına koyuyorum. İştahla indiriyor her şeyi mideye.

Yemekten sonra güneşlik bir yer bulup uykuya dalıyor. Ben de sandalyemi çekip, yanı başında kitap okuyorum. Eski atikliğinden, çevikliğinden eser yok. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan… Bir de bunun üzerine testosteron salgılayan bezlerini almışlar. İyice enerji kaybı var demektir bedeninde. Öyle değil mi? Bir canlının hayata tutunmasını sağlayan en önemli şey üreyebilme potansiyelidir. Yıllar önce Din Psikolojisi dersine girdiğim Hindistanlı bir profesör şöyle demişti: “İnsanın dikliği (dik durması) ile bedenin salgıladığı testosteron arasında güçlü bir pozitif korelasyon vardır. Sertleşmiş erkeklik organının pek çok kültürde (Antik Yunan, Orta Amerika, Güneydoğu Asya) ve dinde (Hinduizm) bereketin ve hayatın simgesi olması boşuna değildir. Diklik; canlılığın, hayatın, yaşama sevincinin göstergesidir. Yaşlandıkça bükülen bel aynı zamanda üreme potansiyelinin azalmasına bağlıdır. Bu yüzden insan da ağaç da gençken diktir. Yaşlandıkça eğilir, yer çekimine meydan okumayı bırakır. Çünkü hayat bir isyandır, bir meydan okumadır. Diyalektik bir mücadelenin sonucudur. Bu mücadele olmayınca hayat da olmaz.”

İnsanda bu potansiyel sanatla, edebiyatla, bilimle farklı pencerelere açılabilir, çeşitli organik olmayan yollara sevk edilebilir. Bilinci kendiliğini kavrayamamış bir hayvan için böylesi bir seçenek yoktur. Hayatın tek amacı üremektir. O da elden gidince geriye bir şey kalmaz. Tokcay’ın durumu da biraz böyle sanırım. Sessiz sakin uyuyor bahçe kapısının az berisinde. Eskiden kapıyı açık gördüğü anda dışrı fırlar, kolay kolay gelmezdi. Şimdi kapı açık olduğu halde ya hiç çıkmıyor dışarıya ya da kısa süreliğine çıkıp, etrafı kolaçan ediyor ve geri dönüyor. Kapının önünden geçen dişi köpeklere tepki bile vermiyor. Eski Tokcay olsaydı, önce yeri göğü inletir, ardından da bahçe duvarının üzerinden atlayıp o dişi köpeğe yanaşırdı.

Ben sessizce kitabımı okuyorum, uyukluyorum, uyanıp bilgisayara bir şeyler yazıyorum. Böylece akşamı ediyorum. Tayland’daki ilk günümde, gerçek bir tatilciye yaraşır bir şekilde kayda değer hiçbir şey yapmıyorum. 

Resimleri aşağıya ekliyorum:

Evin önünden geçen yol. İki yanında evler ve tarlalar var. Bu aralar şeker kamışı, mısır ve dragonfruit revaçta. 

Evin yakınlarında bir bakkal. Ana cadde üzerinde. 

Köydeki kitaplarım

Kao niyo (yapışkan pilav) yapmak için kullanılan sepet. Pirinç buharda pişiyor. 

Kayınvalidenin modern mutfağı. 

Bahçedeki papayalar

Olgunlaşmışlar ama henüz yenmeye hazır değiller. 

Jackfruits. Biz yemezsek kuşlar ve sincaplar yiyor. 

Mango ağaçları. Mangolar henüz ufacıklar. 

Tokcay. Mahzun mahzun bakıyor. 

Kayınvalide mutfakta.

Bahçe kapısından evin görünüşü. 

Kahvaltı

Arka avlu. Mutfağın yanı. Yemekler burada yeniyor. 

Mutfak ve Arka avlu

Kayınvalide bulaşıkları akıtıyor. 

Bu meyvelerin hepsi bizim bahçeden. Mango da vardı ama resme giremedi.

Dragonfruit ağacı. Meyvesi yok henüz. 

Bahçede açan bir çiçek. 



27 Ocak 2014

Çin Mektupları 21 - Otobüs Yolculuğu

Biraz çekinceliyim evi terk etmeden önce. Ne de olsa üç hafta kimse uğramayacak buraya. İki haftadır da yalnız yaşıyorum. Yalnız yaşayan bir erkeğin evine bekâr evi denir Türkiye’de. Kadınlar için  geçerli değildir aynısı çünkü bizimkisi gibi kültürlerde kadın ve ev neredeyse eş anlamlıdır. Bu yüzden zaten “evleniyoruz” biz. Bekâr iken asla sahip olamayacağımız o “ulvi” rütbeye ulaşmak için. "Evlenmek" sözcüğünün dilde var olması bile aslında kültürün bekârlığa bakışını ortaya koyan başlı başına bir gösterge. Gizli olarak sözcük bekârların ev sahibi olamayacağını da ima ediyor aslında. Ana babanın evinden çıkıp kendi evine gitmek demek evlenmek demek. Aksini düşünene dersini veriyor toplum. Başbakan bile inletti yeri göğü birkaç ay önce, uyardı ev sahiplerini bekara ev vermeme konusunda. İşin resmiyeti bile var yani, o derece! Neyse, konuya döneyim.

Sabah dolaptaki tüm yumurtaları, tüm biberleri, tüm domatesleri ve kocaman bir kelle soğanı karıp dev bir menemen yaptım kendime. Maksat mümkün olduğunca az sebze kalsın dolapta. Ekmeksiz götürdüm. Lahanalar ve mandalinalar için bir şey yapamadım. Aşağıdaki güvenlik görevlisine vereyim diye geçirdim içimden ama sonra nedense aklımdan çıkmış bu. Öylece kaldı diğer sebzeler ve meyveler. Geri geldiğimde çöpe atmak zorunda kalacağım.

Bütün fişleri çekiyorum, bütün camları kapatıyorum, bütün ışıkları söndürüyorum. Balkonda yeni astığım ıslak temiz çamaşırlar, ben gelene kadar tozdan tekrar kirlenecekler. Bir daha yıkarım, bir şey olmaz. Elde yıkamıyorum ya! Yatak havalansın diye çarşafı ve yorganı dürüp bir kenara yığıyorum. Yerleri usulca süpürüyorum. Ne kadar da çok toz var bu şehirde! Toz evrenseldir ama Çin’de toz yegane egemen güç gibi sanki. Her yer her zaman tozlu. İstediğin kadar temizle, odanın bir köşesi topak topak olmuş tozlarla doluyor birkaç gün içinde. Hayır; nereden geliyor bu kadar toz, nereden giriyor eve. Anlamam mümkün değil. Temizlerken yerleri, İnci Aral’ın cümleleri geliyor aklıma:

İnce bir toz tabakası kaplamış her yanı. Ama yalnızca geçen zamanı belirlemek açısından önemli olabilir bu şimdi. Zaman tozdur çünkü; kirdir, nemdir, eskimişliktir, yenilgidir. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım koruyamayız kendimizi ve nesneleri ondan. Boşuna o toz bezleri, fırçalar, paspaslar, cilalar, saç boyaları, kozmetikler. (Erkek Ölü Kuşlar)

Çok da abartmıyorum temizliği. Maskem de okulda kalmış zaten. Süpürdükçe burnum kaşınıyor, süpürdükçe gözlerimin önünde yer çekimine meydan okuyan milyonlarca parçacık…  Temizliği üstün körü de olsa bitirdikten sonra çöpleri toparlıyorum. Mutfaktaki sabahtan kalma bulaşıkları sıcak suya hiç gereksinim duymadan temizliyorum. Gelene kadar onlar da toza yenik düşecek ne de olsa. Saat altı gibi evden çıkıyorum. Kapıdaki güvenlik görevlisi büyük siyah bir çantayla çıktığımı görünce bir şeyler diyor. Çince “Ben Tayland’a gidiyorum” diyorum. Gülümsüyor, başıyla anladığını gösteriyor bir yandan “Tayland’a gidiyorsun ha!” diyerek. “Görüşürüz” diyorum ve taksi bulabileceğim bir yer bakıyorum. Taksilerin hepsi dolu geçiyor. Ana yola kadar yürüyorum ama orada da taksilerin duracağı bir boşluk yok. Arabaların yoluyla bisikletlerin yolu demir parmaklıklarla ayrıldığı için taksiler kaldırıma yanaşamıyorlar. Yürümeye devam ediyorum. Bir ara terminale yürüyerek gitmeyi bile düşünüyorum. Yarım saatte varırım, taş çatlasa kırk dakika. Ne de olsa vaktim var… Sonra vazgeçiyorum. İki büyük ana yolun kesiştiği noktada bekliyorum biraz. Orada da umudumu yitirince, terminale doğru ağır ağır yürümeye başlıyorum. Bir yandan da yolu gözetliyorum paranoyak bir hasta gibi. Neyse ki bir taksi duruyor. Atlıyorum hemen arka koltuğa. Her zaman 20 RMB tutan taksi ücreti bu akşam 11 RMB tutuyor. Demek baya yürümüşüm diyorum içimden. Taksiden iner inmez otobüs terminaline çıkıyorum.

Otobüs terminali pek çok yönüyle Çin’deki havaalanlarına benziyor. Bağırıp çağıran yok, kapılar otomatik, çantalar kontrolden geçiyor, yerler temiz, tuvaletler pis, tuvaletlerin yerleri hep ıslak, el yıkama yerlerinde yemek ve çay artıkları var, yemek yenilen yerlerde fiyatlar normalden fazla. Kapıların önünde görevli kızlar biletleri kontrol ediyorlar. Hangi kapıdan gireceğin bilette yazılı, saat kaçta kapının açılacağı da kapının üzerindeki elektronik levhada görünüyor. İçim rahat. Saat yedi bile değil. Bir şeyler yiyeyim diye terminaldeki lokantalara bakıyorum. İçlerinden birince tavuklu erişte çorbası görüyorum. Yolculuktan önce iyi gider diye alıyorum bir tane. Yiyorum çabucak, sıcak sıcak iyi geliyor mideme. Yemekten sonra tuvalete gidiyorum.

Çinli erkeklerin tuvaletlerdeki davranışları aslında genel olarak toplum içerisindeki davranışlarından farklı değil. Vurdumduymazlık, adamsendecilik ve başkalarının haklarını dikkate almadan kendi işini bir an önce halletme bencilliği burada da geçerli, dışarıda olduğu gibi. Beni en çok sinirlendiren davranışlardan birisi erkeklerin pisuvarı kullanmayı beceremiyor olmaları. Sırf bu yüzden pisuvarların önünde her daim iğrenç bir su birikintisi oluyor. Bir gün tutup birini bağıracağım “La oğlum, o tuttuğun şey sandığından daha kısa. Azıcık daha yanaş, içeriye işe, yere değil.” Tutuyorum kendimi. Pisuvarlar da kocaman, tutturmamak imkânsız. Kör olman lazım etrafı paçoz etmen için. Diğer ihtimali yazmak istemiyorum. Nasıl beceriyorlar anlamış değilim. Ya toplumun büyük bir çoğunluğu prostattan veya idrar yolları iltihabından mustarip (bu idrarın debisinin düşüklüğünü izah eder) ya da pisuvara uzak durmaktan erkekçe bir gurur duyuyorlar. İyi de canım benim, bu tuvaletteki herkes erkek, havan kime?  Sende olan herkeste var. Nedir o “Bak ben bir elimde sigarayla, iki metre ileriden işeyebilirim” cakası? Biliyorum, haz veren bir konu değil, kimsenin bir gezi yazısında görmek isteyeceği türden laflar da değil bunlar ama umumi tuvaletlerdeki bu hal beni çok rahatsız ediyor. Yazmadan edemedim.

Bir başka rahatsız edici nokta da lavabolardaki türlü türlü yemek artıklarının olukları tıkaması, biriken suyun iğrenç bir görüntüye ve kokuya neden olması. Bunun en büyük sorumlusu genç anneler ya da onların muavinliğini yapan nineler/dedeler (Tuvaletler ayrı olsa da lavabolar genelde ortak oluyor umumi mekânlarda). Çin toplumu, annelerin her türlü davranışını hoşgörüyle karşılayacak bir toplum. Bebekler toplumun en değerli birimleri (birey demiyorum) olduğu için yaşlanmanın tek mazeretinin çocuk büyütmek oluyor. Bu durumda da bebeklerin bilinçsizce yaptıkları şeyler herkes tarafından normal karşılanıyor. Babaannesinin elinden tutup, marketteki satılık pirincin içinde yürüttüğü, hoplatıp zıplattı torununun videosu ses getiren bir videoydu ama var olan sorunun çözümü için böylesi skandal videolardan çok daha fazlasının yapılması gerekiyor.

Öncelikle şu gerçeğe herkes alışmalı. Bir çocuğun her türlü rahatsız edici davranışından o çocuğu yetiştiren başta anne baba, sonra da dene nine sorumludur. Fakat birey olamadan (adam ya da kadın) anne baba olan insanlar için bu durumu anlamak zordur. Onlar kendileri için çizilmiş, defalarca denenmiş ve hep başarıyla sonuçlanmış bu yolda yürürken zorlanmamak için üzerlerine giydirilen kimliklerin gereğini yaşamak zorundadırlar. Bir kadın olmadan önce anne olan ve sırf bu yüzden gözleri hep yaşayamadığı gençlik günlerinde takılı kalan zavallı bir güruhtan söz ediyorum. Bu güruhun üyeleri yaşayamadıkları gençliklerinin hırsını çocuklarından çıkarırken en ufak bir pişmanlık duymazlar. Bu yüzdendir çocuklarını umumi ortamlarda acımasızca döverken etraftan müdahale edenlere “Size ne, benim çocuğum değil mi? Döverim de severim de” bakışıyla hırçınlıklarını savunuşları. Kaybolan gençliklerini annelik mesleğine paralel bir şekilde yaşamak isterken aslında ikisini de hakkıyla yaşayamazlar. Bunun yanında kendilerinin seçmedikleri bir anneliği hayatları boyunca omuzlarında taşıyacak olmalarının acı tadı, evlendikten hemen sonra kaybolan romantizmi iyice ulaşılamaz bir Mehlika sultan haline getirir.

İnternette yayınlanan bir makalede okumuştum, Çinli evli kadınların büyük bir çoğunluğunun mutsuz olduğunu. Makale mutsuzluğu büyük bir oranda cinselliğe bağlıyordu. Bundan daha doğal bir şey göremiyorum ben Çin gibi ataerkil bir toplumda. Yirmi yedi yaşına gelip evlenmemiş kadına “evde kalmış” ve “sorunlu” muamelesi yapan bir toplumda evlenmek anne babaların baskısıyla yapılan, yapılması şart koşulan bir ritüel. Evlenir evlenmez de pek çok çift hemen çocuk yapmak zorunda. Çocuk yapmazlarsa anne babalarına karşı en büyük sorumluluklarını yerine getirmemiş olurlar. Bu durumda severek evlenen çiftlerde bile, evlilikten sonra ciddi bir bıkkınlığın ve yorgunluğun oluşması normal değil mi? Zaten erkekler genelde çocuk doğduktan sonra gözlerini dışarıya dikiyorlar. Çünkü erkek evlat olarak vazifelerini yapmış olmanın gururuyla, dışarı çıkıp istedikleri gibi eğlenebilirler, arkadaşlarıyla içip sabaha kadar KTV’de şarkı söyleyebilirler ve hatta canları isterse –ekonomik anlamda da durumları iyiyse- başka kadınlarla kısa süreli ilişkiler yaşayabilirler. Peki ya kadın? Yirmi beş yaşında, bir yaşında altına eden bir bebekle yirmi dört saat geçirmek zorunda o. Gıkını çıkaramıyor önüne kader diye sürülen hayat tarzına karşı. Bir yandan sürekli bastırmak zorunda olduğu cinsel arzuları, bir yandan toplumsal hayatta eskisi kadar etkin rol alamamanın getirdiği uzaklaşmışlık duygusu, kadını yiyor bitiriyor. Bir de bunun üzerine akşam eve sarhoş ya da yorgun gelip, kendisinden tüm “karılık” görevlerini bekleyen ama “kocalık” görevine gelince şipşak bir ilişkiyle geçiştiren kocalar eklenince, nasıl huzursuz olmasın bu kadınlar?  Bir de bütün bunların üzerine televizyonda, sinemada, okuduğu dergilerde gördüğü o pop yıldızlarının, film aktörlerinin “özgür” hayat tarzlarına duyulan özlem eklenince, mutsuzluk katlanıyor tabii. Bakıyor filmlerdeki Amerikalı kadınlara. Canı istediği zaman sevişen, barda akşam tanıştığı erkekle yatağa giren, kendi parasını kazanıp kendi evleneceği zamanı belirleyen kadınlar Çinli ev hanımının içindeki mahkumu diriltiyor. Ehh yani, Amerikalının canı can da Çinlininki patlıcan mı?  Bütün bu güzellikler çığ olup kadının üzerine yağıyor, havasız bırakıyor onu, hem de gelinlik gibi bir beyazlığın ortasında…

Bu düşüncelerle otobüse biniyorum. Otobüs tam vaktinde, saat sekizde çıkıyor yola. Ne güzel diyorum içimden, her şey planlı programlı. Kuşkuya yer bırakmayacak denli düzenli. Demek sabah saat yedide varacağım Wuhan’a. Oradan da taksiye biner, hiç acele etmeden ulaşırım havaalanına. Otobüs dışarıdan temiz ve yeni görünüyor ama içeri girince fark ediyorum. Çin’in her yerinde olan paketin içerikten daha önemli olması geleneği bir kere daha karşıma çıkıyor. İçeride yoğun bir ter kokusu var. Koltukların üzerlerine konmuş olan beyaz bezler kirli. Koltuk numaramı bulup oturuyorum. Koridor tarafında mıyım yoksa cam tarafında mı anlayamıyorum. Cam tarafına kuruluyorum. Millet daha yerleşme aşamasındayken benim yaşlarımda bir adam bana biletini gösterip, İngilizce bir şeyler söylüyor. Önce anlamıyorum ne dediğini. Ardından önlerde bir yerlerde ayakta duran bir kadını gösteriyor. O zaman düşüyor benim jeton. Adam beni o kadının olduğu koltuğa göndermek istiyor. Böylece kendisi kadın ile yan yana oturabilecek. Başka zaman olsa kurallara uyma prensiplerimi öne sürer, adamın ricasını kabul etmezdim ama ne gerek var şimdi. Belki sevgilisidir, karısıdır, ne bileyim kız kardeşidir… Birlikte gitsinler işte. Benim kaybedecek neyim var ki?

Yeni koltuğumda yanımda genç bir çocuk var. Beni görünce dayanamıyor, soruyor nereli olduğumu. İngilizcesi fena değil, biraz özgüven eksikliği var. Yirmi üç yaşındaymış, Çanco’nun güney ilçesi olan Wujin’de bilgisayar programcısı olarak çalışıyormuş. Wuhan’a anne babasının ve kız arkadaşının yanına gidiyormuş. Üniversiteyi de orada okumuş. Kız arkadaşı da seneye mezun olunca Çanco’ya yerleşecekmiş. İngilizce konuşmayı pek beceremiyormuş, kusura bakmayaymışım. Ama yazması ve okuması iyiymiş. Kitap okumayı seviyormuş. Pazar günleri Çanco kütüphanesinin İngilizce kitap okuma programına ben de katılmalıymışım. Ben tatilden geri dönünce beraber gidebilirmişiz. Şanhay’dan uçmak varken Wuhan’ı tercih etmiş olmam tuhafmış. Çok daha rahat edermişim Şanhay’dan uçsaymışım. Otobüs yolculuğu uzun sürecekmiş. Sabah saat 11’de varırmışız.

Ben bu sonuncusunu duyunca ikircikleniyorum. Bana sabah yedide varacağımızı söylemişlerdi diyorum. Yanımdaki programcı arkadaş (adının Wei Shao Xin olduğunu sonradan öğreneceğim) belli olmaz diyor. Çok yolcu var, sık duracaktır diyor. Canım sıkılıyor ama belli etmiyorum. Otobüs durduğunda soracağım şoföre. En iyi o bilir saat kaçta varacağımızı. Gassalın elindeki meyyitim sonuçta. Otobüsten başka çarem yok. Zamanında ucuza bilet alayım diye Wuhan’dan uçmayı seçmiştim. Sonra da tren bileti alma konusunda yeteri kadar acele edemediğim için otobüse kalmıştım. Hoş, otobüs biletinin fiyatı bile olması gerekenin neredeyse üç katıydı. Başka çarem yoktu. Bu bileti de almasaydım tatil parmaklarımın arasından su gibi kayıp gidecekti. Hem bu şekilde yeni bir şehir göreceğim diye avutuyordum kendimi. Yeni bir Çin şehri; yani büyük bir gölet, geniş yollar, gri bir gökyüzü, içime çektiğim anda genzimi yakan bir hava, tozdan yeşili zor görünen parklar ve bahçeler, şehrin 60-70 km dışında dev bir havaalanı…

Yola çıkmadan hemen önce yolculara torba dağıtıyorlar. Herhalde midesi bulananlar içindir diyorum. Güzel bir uygulama olduğunu bile düşünüyorum, hele çocukluğum boyunca İstanbul’da ne zaman otobüse binecek olsak annemin yola poşetlerle çıktığını hesaba katarsam daha bir anlamlı oluyor bu benim için. Otobüs hareket ettikten beş dakika sonra ışıklar hemen kapanıyor. Kitap okuma ümidim karanlığın içinde yok oluyor. Telefonun pili hemen bitmesin diye müzik de dinleyemiyorum. Geriye tek seçenek kalıyor. Uyku. Rahat dalıyorum uykuya. Yer yer belime saplanan ağrıya rağmen kesintisiz uyuyorum. Birkaç saat sonra otobüs duruyor. Tuvalet molası. Hemen herkes iniyor. Tuvalet ihtiyacı giderildikten sonra bekleme yapmıyoruz. En fazla bir sigara içimlik bir zaman bekleniyor. Şoföre soramıyorum saat kaçta varacağımızı. Otobüse biniyoruz. Otobüsün içi ter ve yorgunluk kokuyor.

Gece saat üç buçuk gibi uyanıyorum. Üçte durmuştu otobüs ama tuvalet ihtiyacım olmadığı için yerimden kalkmamıştım. Demek yarım saattir hareketsiz duruyoruz burada. Otobüsün için karanlık, motor durmuş, hava kesif ve bayat, ufak tefek konuşmalar duyuyorum. Camdaki buğuyu silip dışarıya bakıyorum. Bir otobüs var yanımızda ama içinde hiçbir ışık yanmıyor. Yer yer önümüzden arabalar geçiyor, insanların belli belirsiz konuşmalarını işitiyorum. Koltuğumu dikletip, etrafa bakıyorum. Neden gitmiyoruz? Mola verdiysek neden kimse dışarıda değil? Bu kadar uzun mola olur muymuş bi’kere?

Koridorun karşı tarafındaki adam poşetleri hışırdatarak yiyecek bir şeyler arıyor. Gecenin sessizliğinde o kadar çok hışırtı çıkarıyor ki onun önündeki adam uyanıyor. Ters ters hışırtılı adama bakıyor. Adamın umurunda değil, bir türlü aradığını bulamamış olsa gerek ki bir poşeti koyup bir diğerini açıyor. Hışır hışır hışır hışır… Ben, nev’i şahsına münhasır bu işkencevari gürültünün bitmesini beklerken, hışırtıcı adamın arkasındaki eleman horlamaya başlıyor. Horluyor ama nasıl horluyor, tüm otobüs sallanıyor. Otobüsün kapıları kapalı, içeride elli küsür insan! Sanasın tüm oksijeni bu eleman tüketiyor. Horlama başlayınca elemanın yanındaki kız da uyanıyor. Cep telefonunu eline alıp oyalanmaya başlıyor. Bu sırada çaprazımdaki adam –hışırtıdan ilk rahatsız olan kişi- ayaklarını önündeki koltuğun arkasına dikiyor. Tavana doğru dikilmiş bir çift ayak. Hayır, nasıl rahat ediyor anlamış değilim. Böyle bir rahat etme yöntemi olabilir mi? Hışırtı çıkaran adamın yanındaki adam –pencere kenarındaki- uyanıyor. Etrafına şöyle bir bakıyor. Ardından boğazını temizliyor. Yalnız öksürme değil yaptığı, resmen sökmeye çalışıyor bir şeyleri. Sanki tüm midesini boşaltacak, boğazını yırtıp ne var ne yok dışarı çıkaracak. En sonunda yeteri kadar hırıltı çıkarmış olduğu kanısına varıyor ve önündeki poşete okkalı bir tükürük savuruyor. Böylece ben de anlamış oluyorum bu poşetlerin varlık nedenlerini.
Bütün bu olan bitenden rahatsızlık duymuyorum aslında. Adâb-ı muaşaret konusunda daha önce yazmıştım. Şimdi bu görüntüler sadece gülünç geliyor bana. Beni asıl rahatsız eden şey otobüsün hareket etmiyor olması –uyanmamın nedeni de buydu- ve kimsenin bu durumdan rahatsız olmaması. Güneşin doğmasını mı bekliyoruz ne? 

Midem bulanıyor. Hem havasızlıktan hem de uçağı kaçırma korkusundan. Ne yaparım ben Wuhan’da uçağı kaçırırsam? Zaten yeni yıl dönemi, uçaklarda trenlerde yer yok. Murat Gülsoy’un “Zoraki Turist” öyküsündeki karakter gibi kalırım Wuhan’da bir başıma. Yeni yıl kargaşasının bitmesini, bilet bulup Çanco’ya geri dönmeyi beklerim iki-üç hafta boyunca.

Shao Xin yanımda uyuyor. Üzerine paltosunu yorgan gibi çekmiş. Gözlükleri gözünde, yüzüne huzurlu bir eve dönüş sinmiş. Bir süre kendimle mücadele ediyorum, uyandırıp uyandırmama konusunda tereddüt yaşadığım için. En sonunda dayanamıyorum, hafifçe koluna dokunup uyandırıyorum.

- Neden durduk biliyor musun?
- Şoför dinleniyor.
- Nasıl ya? Ne zaman hareket edeceğiz peki?
- Saat beşte.
- İyi ama saat dört bile değil. Neden uyuyor şoför?
- Güvenlik çok önemli. Şoför uykusuz kalmasın ki sağ salim varabilelim evimize.
- İyi ama şoför yola çıkmadan önce uyusaymış böyle bir sorun olmazdı. Başka ülkelerde böyle yapıyorlar  şehirlerarası uzun yolculukları. Yol çok uzunsa iki şoför oluyor. Bir sürerken diğeri arkadaki yatakta uyuyor.
- Burası Çin. Burada hep böyle yapılır. Bak dışarıda bir sürü otobüs var. Onlar da uyuyor.
- Peki bizim şoför nerede şimdi? Arkada yataklık bir bölge yok.
- Koltuğunda. Bak orada, üzerini battaniyeyle örtmüş.

Ben yerimden doğrulup şoför koltuğuna bakıyorum. Hakikaten koyu renkli bir battaniye var şoför koltuğunun olduğu kısımda. Altında da şoför olduğu aşikâr. İçerliyorum, sinirlerim iyice geriliyor. Arthur Smith’in 130 yıl önce kaleme aldığı kitapta yaptığı taraflı gözlemler geliyor aklıma. Anekdotlardan birisinde Çinlilerin uyku alışkanlığıyla alay ederken, bir başkasında da Çinlilerin bir işi kısa zamanda bitirmek gibi bir hırslarının olmadığından söz ediyordu. “İlla günü bölecekler, birkaç saat çalışıp uyku arası verecekler, işi ertesi güne sarkıtma pahasına uykularından taviz vermeyecekler.” diyordu. Bizim okulda verilen iki saatlik uyku molasının bir benzeri de burada, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde gerçekleşiyordu. Aslına bakılırsa ne şoförün uyumasına ne de Çinlilerin bir işi olası en kısa zamanda bitirme hırsından mahrum olmalarına karşıyım. Benim karşı olduğum şeyler şöyle sıralanabilir:

1.       Ben bileti alırken bana on bir saat sonra, yani sabah saat yedide Wuhan’a varacağım söylenmişti. Oysa şimdi sabah on-on bir gibi varacağım söyleniyor. Bu farkın arkasında yatan neden büyük bir olasılıkla uyku molasının bilet satarken hesaba katılmaması. Bileti satarken uyku molasız varış saatini söylerken, yolculuk sırasında yolcuya kazık atar gibi karar değiştirmek etik açıdan doğru değil.

2.       Dinlenmek güzel bir şey ama bunu daha uygun bir şekilde yapamaz mıyız? Yani, havalandırması kapalı, pencereleri açılmayan bir otobüste elli küsur kişiyi tutmak ne kadar sağlıklı, ne kadar verimli bir dinlenme şekli?

Olması gerekeni biliyor olmam sıkıntımı azaltmıyor, aksine artırıyor. Sessizce bekliyorum saatin beş olmasını. Midemdeki çalkantı artıyor, burnumu elimle kapatıp ağzımla nefes alıyorum bir süre. Saat beşe beş kala yolculardan birisi şoförü uyandırıyor. Kapılar açılıyor, herkes bir anda ayağa fırlayıp tuvalete gidiyor. Ben şoförü kapının ağzında sigara içerken görünce konuşmak için yanaşıyorum ama Çincem yeterli olmadığı için araya Shao Xin’i sokuyorum. Şoför beş saat daha yolumuz var diyor. Ben neden uyuduğumuzu, bu yüzden uçağımı kaçırabileceğimi söylüyorum. Şoför omuzlarını silkiyor, “burada herkes uyur diyor” etraftaki diğer karanlık otobüsleri gösterirken. Meseleyi uzatıp, otobüste bir şikâyet merkezi olmak istemiyorum. Otobüse binip, yerime oturuyorum. Saat tam beşte hareket ediyoruz.

Şehrin merkezine girdiğimizde yoğun bir trafikle karşılaşmamıza rağmen 09:25’te terminale giriyoruz. Uçuşa üç saat var. Herhalde sıkıntı yaşamadan yetişirim. Yine de içim rahat değil, havaalanı çok uzakta ve şehrin merkezindeki trafik filmlerde yansıtılan Bangkok trafiğini anımsatıyor. Şoför kontağı kapatır kapatmaz iniyorum arabadan, aşağıdan bavulumu kapıyorum. Shao Xin taksi konusunda bana yardımcı olacağını söylemişti. Onunla birlikte terminalin dışına yürüyoruz. Shao Xin kahvaltı yapalım mı diyor. Ben “Acelem var biliyorsun.” diyorum. “Çanco’da yaparız kahvaltıyı. Şimdi hemen bir taksi bulmalıyım.” Shao Xin “Sorun değil. Tasa etme, havaalanına zamanında varırsın.” diyor. Bir taksi durduruyoruz. Shao Xin şoföre gideceği yeri söylüyor. Konuşulanlardan anladığım kadarıyla şoför iç hatlar mı dış hatlar mı diye soruyor. Shao Xin Tayland’a gideceğimi söylüyor. Ben de taksi hareket ettikten sonra birkaç defa tekrar ediyorum. “Wo çü Taygua, wo çü Taygua” “Kuvey çü, kuvey çü”…

Bir anda kendimizi yüzlerce aracın içinde buluyoruz. İleride kırmızı ışık görünüyor ama yoldaki şeritler birbirine girmiş durumda. Taksi şoförü boş bulduğu yere sokuyor burnunu, elinden gelse tavşan gibi zıplayarak gidecek arabaların arasından. Trafiği kısa sürede atlatıyoruz ama yol uzun. Git git bitmiyor. Sisten ucu bucağı görünmeyen köprülerin üzerinden geçiyoruz, trafiği görünce hemen ara bir yola girip, birkaç kilometre ileriden aynı yola dâhil oluyoruz. Kafamda bin bir türlü senaryo. Ya kaçırırsam, ya uçağa almazlarsa. Yıllar önce Kuala Lumpur’da kaçırdığımız Ho Çi Min Kenti uçağı geliyor aklıma. Yirmi dört saat hava alanında kalmıştık. Paramız da yoktu. Dört öğün boyunca aynı ucuz şeyleri yemiştik. O da Airasia’ydı. Acımıyorlar geç kalan yolcuya, biliyorum. Bir kere ağzım yanmış sütten, yoğurdu üfleyerek yemem için bahanem hazır.

60-70 km gidiyoruz. Saat 10:35’te hava alanına varıyorum. Taksi 125 Yuan tutuyor. Koşarak havaalanına giriyorum.  Daha yolcu kayıt sistemi açılmamış bile. Boşunaymış onca hafakanım, onca kaygım. Ama bu derece kaygılı olmasam da bu kadar hızlı gelemezdim diyorum içimden haklılığımı kendime kanıtlamak istercesine. Bir süre etrafta oyalanıp yolculuk kartını alıyorum ve bekleme odasına geçiyorum. Uçak tam zamanında kalkıyor. Öğleden sonra üç buçuk gibi Don Muang havaalanına iniyoruz.

*** Bu mektubu yazdıktan yaklaşık bir ay sonra şu alaycı yazıyı okudum.  http://www.haohaoreport.com/l/48220 Demek ki tuvaletlerdeki su birikintilerinden rahatsız olan tek kişi ben değilmişim.

07 Ocak 2014

Çin Mektupları 20 - Binalar ve Metresler

Aralık 2013’te yazmadım ama gezdim. Önce yarı-maraton koşmak için Şanhay’a gittim, ardından İstatistik semineri için Çıngdu’ya (Chengdu). Bir hafta sonra okuldaki öğretmen arkadaşlarla birlikte kilden yapılma çaydanlıklarıyla ünlü olan Yişing’e gittik. Bir hafta sonu Çanco’da kaldıktan sonra, Aralık ayının son haftasonunda da Nanjing’e gittim. Şaka maka iyi gezmişim. Gören de zannedecek Çin’de iş yapan bir tüccarım. Sadece denk geldi, yoksa bazı aylar oluyor ki Çanco’dan dışarı çıkmıyorum. Yalnız burası gerçekten sıkıcı bir kent. Benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş birisi için dar geliyor, nefes alamaz oluyorum. Kentteki tek müzeyi gezdim, üç eski tapınağın üçüne de gittim, pagodanın tepesine çıktım, en büyük parkları gezdim, küçüklerini de gezdim. Pek bir şey kalmadı yapacak. Mecburen hava almaya kentin dışına çıkmam gerekiyor.

Tuhaf olan Çin’deki hemen hemen tüm kentlerin (Şanhay gibi büyük kentler hariç.) sıkıcılık yönüyle birbirlerine benzemeleri. Bir kere nereye gidersem gideyim hava puslu. Güneşe hasret gözlerle yeni bir yere gidince hep aynı hayal kırıklığına uğruyorum. Bunda kışın ve ayazın payı büyük tabii ama asıl neden hava kirliliği, kentlerin dışına konuşlanmış fabrikalar, kömür yakarak elektrik üreten santraller.

İkinci olarak Çin’deki kentlerin gezginler için önerilen mekanlarının büyük bir çoğunluğunu parklar, bahçeler ve tapınaklar oluşturuyor. Geldiğimden beri parkları, bahçeleri ve tapınakları gezip duruyorum. Gına geldi artık. Arkadaşlar diyorlar ki Suğcoğ’daki (Suzhou) bahçeler çok güzelmiş. Ben de inat ettim, uzak olmamasına rağmen sırf bağ bahçe görmeye Sucoğ’a gitmemek için direniyorum. Nehir güzel diyorlar. Çamur rengi olduğuna göre bir dakikadan fazla bakamam ben o nehre. Geçen pazar günü iki saat bisiklet sürerek Yangtze nehrine gittik. Ne yolculuğa değdi (yol boyunca dümdüz yolların iki tarafına serilmiş yüzlerce fabrika gördük, sürekli genzimiz yandı kirli havadan dolayı ve yer yer kokudan kusma noktasına geldik) ne de nehri gördüğümüze (sisten dolayı iki yüz metreden ilerisi görünmüyordu)

Aslında gezerken beni en çok etkileyen şeyler boş sokaklar oluyor, yollarda avare avare yürüyen gençler, KTV’lerin önünde biriken üniversite öğrencileri, eski evlerin önünde oturmuş dedikodu yapan yaşlı çiftler, rengarenk meyvelerin satıldığı manav tezgahının önünde oturup akşama kadar müşteri bekleyen kadınlar, yol kenarında tatlı patates satan güler yüzlü adamlar…. Asıl güzellikler onlarda, çünkü onların yüzlerindeki kırışıklıklarda yaşanmış bir ömrün izleri gizli, onların seslerinde maziye gömülmek istemeyen bir tarihin çırpınışları hissediliyor.

Hızla kentleşen Çin’de bu seslere kulak asıp, melankolik zırvalıklarla vakit kaybetmeye, nostaljik muhabbetlerle duraklamaya, kimsenin niyeti yok. Niye olsun ki! Zaten geç kalmışlık duygusu hâkim Çin halkına. Yüz yıl önce yapmaları gereken atılımları şimdi yapabiliyor olmaları onlar için bir utanç kaynağı. Yeni nesle göre Çin çoktan dünya liderliğini almalıydı ve üstün kültürüyle dünyayı arkasından sürüklemeliydi. Bu geç kalmışlık duygusuna, yeni yeni elde edilen maddi güç eklenince ortaya muazzam bir kabuğundan sıyrılma resmi çıkıyor. 

Her sabah bisikletle yanından geçtiğim eski evler vardı, BRT durağının yakınında bir köşede. Bu sabah fark ettim, evleri yıkmışlar. Büyük bir olasılıkla ya 30-40 katlı bir bina dikecekler yerine ya da kent merkezinde işe yaramaz yeni bir AVM açacaklar. O kadar çok AVM var ki sağda solda, insan merak etmeden duramıyor, kim gidiyor bu AVMlere bu kadar? Benim evin yakınında Injoy adında bir AVM var. Önünde fıskıyeler falan, içerisi hep yaklaşan festivallere göre süslenmiş, noelse noel, yılbaşıysa yılbaşı, sevgililer günüyse sevgililer günü... Bunca çabaya rağmen mekana ne zaman gitsem boş buluyorum içerisini. İn cin top oynuyor. Okuldan çıkıp, en üst kattaki sinemaya gelen gençlerin dışında gerçekten alışveriş yapmaya gelen kimseyi görmüyorum. Işıl ışıl, rengârenk, dev binalar var her yerde. Bütün bu binalarda dükkan açıp, umutlarını tüketen genç girişimciler var. Dükkânların birisi açılıyor, birisi kapanıyor. Tutunabilenler cep telefonu ve elektronik eşya satanlar. Onların da sermayesi büyük zaten, batsalar başka yerde edindikleri kârlar kurtarır zararlarını. Buna rağmen dur durak bilmiyor Çinli yatırımcılar, her yere dev binalar dikmeye devam ediyorlar. Uydu kentler kuruluyor, asıl kentlerin göbeğinde. Kirlenen hava hiçe sayılarak devam ediyor bu, kirlenen yollar ve kaldırımlar…

Bu kadar çok insanın bu kadar dar bir araziye sığmayacağı gün gibi açıkken, zorladıkça zorluyor hükümet. Ne kadar az arazi harcanırsa, o kadar çok arazi kalır ileride satacak. Ayrıca, bir kent ne kadar küçük bir alana kurulursa, o kadar ucuz olur o kentin masrafları. Enine genişlemek altyapı masraflarını katlar; ulaşım, iletişim gibi temel ihtiyaçlar pahalıya patlar. Bu yüzden yeni kentler gerekiyor ülkeye, yeni yani uzun ve ince, yeni yani çok-işlevli ve güzel, yeni yani saldırgan ve gözü açık.    
       
Kentler bu yüzden geleneksel olanı yutuyor çabucak. Ciddi bir demokratik gelenek de olmadığı için değerli ama işe yaramaz olarak addedilen pek çok şey en erken fırsatta yok edilirken kimsenin gıkı çıkmıyor. Yeni ve pürüzsüz geliyor. Eski olan, yani üzerinde mazinin izlerini barındıranlar çöpe atılıyor. Yişing’de gittiğimiz mağarayı örnek vereyim. Mağara, birkaç yüzyıl önce yaşamış Çinli bir bilge tarafından keşfedilmiş. Aynı zamanda şair olan bu bilge, Yişing’e geldiğinde bu mağarada kalır, günlerce dışarı çıkmazmış. Biz gezginler tabii heyecanlıyız, mağara göreceğiz, elimiz ayağımız toza bulanacak, hadi toz olmasa da en azından eğri büğrü zeminde yalpalayarak yürüyeceğiz, karanlığı tadacağız; ne bileyim işte, belki sesimiz yankılanacak, belki karanlık sularda mağara tavanının mükemmel görüntüsünü yakalayacağız. Bunların hiçbirisi gerçekleşmiyor maalesef.

Çin’li yetkililer sağ olsunlar; sülün gibi güzelim mağarayı gazete kuponuyla alınmış maket eve çevirmişler. Mağaranın zeminine beton dökmüşler. İçeriye merdivenler inşa etmişler, mağaranın her yeri ışıl ışıl. O kadar ki bazı yerlerde ışık oyunları var, sanasın diskoteğe geldik. Mağaranın duvarlarını da betonlamışlar, düzeltmişler. Pürüzlü olan ne varsa gözden ırak tutulmuş. Dümdüz duvar görmek isteseydim evimden çıkmazdım, değil mi? Mağaranın tavanından akan sular için oluklar yapılmış, kayaların üzerine kocaman harflerle Çince bir şeyler kazımışlar. Hadi bunların hepsine tamam diyelim. İnsan böylesi bir mağaraya girdi mi uygarlıktan uzak olmanın tadına varmak ister değil mi? Oysa Çinli gezginler tam tersi. Telefonlar çekmemezlik etmesin diye mağaranın sağına soluna telefon şirketlerinin vericilerini döşemişler. Dolayısıyla yerin üç kat altına girdiğinizde bile yanı başınızdakilerin telefondaki bağırmalı çağırmalı konuşmasını dinleyebiliyorsunuz. Daha önce Laos’da, Tayland’da ve Vietnam’da mağaralar gezmiş birisi olarak bu durumu çok garipsediğimi ifade etmeliyim. Anlaşılan o ki Çinli yetkililer, daha fazla gezgin çekelim diye mağaranın mağaralığına son vermeyi yeğlemişler. Bizim Çanco'daki kent surları da öyle. Kentin göbeğindeki surları yıkmışlar, yenisini yapmışlar. Ben ilk gittiğimde sandım ki burası tarihi bir yıkıntı. Oysa hiç alakası yok! Var olan sur kalıntılarını buldozerlerle dümdüz etmişler, yerine gezmelik ve fotoğraf çekmelik yepisyenisini yapmışlar. Maksat herhalde surlar temiz görünsün, düzgün görünsün, gelenler ayıplamasın. Yeni Çin'in yeni görüntüsüne uyum sağlasın. 

Yukarıda da dediğim gibi pürüzlü olan yüzeylere olan düşmanlık had safhada bu ülkede. Köyleri yıkıp, araziye dev gökdelenler dikiyorlar. Her taraf bina ama yetmediğini iddia eden devlet görevlilerince yenileri yapılıyor. Fiyatlar yüksek olduğu için köydeki evinden vazgeçen halk; en kuytu, en değersiz yerlerde kutu gibi bir daire alıp, ömrünün sonunu bu kümes evlerde bekliyor. Bazı araştırmacılara göre Pekin’de, apartmanların bodrum katlarında, penceresiz ve 10-20 metrekarelik odalarda yaşayan insanların sayısı iki milyona yakın. Hükümet bu sayının 280.000 civarında olduğunu iddia ediyor. Hadi diyelim hükümetin iddiası doğru. 280.000 kişi az mı? Çin’de ev fiyatları yıllık %10-15 civarında artıyor. Oysa insanların maaşları bu kadar hızlı artmıyor. Ayrıca Pekin, Şanhay gibi büyük kentlerdeki daire fiyatları, New York ile kıyaslandığında, satın alma paritesine göre üç kat daha pahalı. Yani bir New York sakini 10 yılda bir daire alabiliyorsa, aynı daireyi yaklaşık aynı şartlarda yaşayan bir Çinli otuz yılda alabiliyor. Yine bir başka araştırmaya göre Çin’deki çiftlerin büyük bir çoğunluğu, toplam gelirlerinin ortalama %42’sini ev mortgage’ına yatırıyor. Bir çeşit ev köleliği…Bu konuda yazılmış güzel bir makale şuradan okunabilir. 

Kimi yerlerde ise hayalet kentler almış başlarını gitmişler. Yüzbinlerce insanın yaşayabileceği kentler bomboş bekliyorlar. Hem yerleşik kent düzeninden uzak olduğu için hem de fiyatları bir türlü düşmediği için kimse rağbet etmiyor bu hayalet kentlere. Aşağıdaki kısa haber hayalet kentler üzerine yapılmış bir özet olarak izlenebilir. Videonun bir yerinde dünyanın en büyük AVMsini gösteriyor. Bu aynı zamanda dünyanın en boş AVMsi. Dört günde tek bir oyuncak satan oyuncakçı da var bu videoda, bir milyon kişi için hazırlanmış ama içinde on yedi bin kişinin yaşadığı boş kentler de…



Bir yandan bu sefalet ve dengesizlik devam ediyorken, bir yandan da metreslerine ev alan zenginler var. Geçenlerde ev fiyatlarındaki artışı Çinli zenginlerin metres düşkünlüğüne bağlayan bir makale  okumuştum. Adamda para bol zaten, düşünmüyor ki harcarken. Metres de bunu biliyor. Geleceğini garantiye almak için ya nazla ya da şantajla –karına söylerim, gazeteye giderim, üssüne şikâyet ederim…- bir şekilde beraber olduğu evli erkekten daireleri alıyor. 

Zaytung’a benzer bir başka sitede, Çinlilerin metres edinme hastalığını alaya alan güzel bir haber vardı. “Baskılara dayanamayan genç parti üyesi ilk metresini edindi.” gibi bir başlık atmışlardı. Benim yaşadığım eyalet olan Jiangsu’daki bir parti görevlisinin yüz kırk (140) tane metresi olduğu ortaya çıkınca çok da büyük bir gürültü çıkmamıştı aslında. Buradaki insanlar kabullenmiş gibi görünüyorlar rolleri. Adam yüz kırk tane kadını idare ediyor, bunların her biri hakkında günce tutuyor, ilişkileri ayrıntılarıyla yazıyor. Zengin birinin oğlu olsa emeğine saygı duyacağım (yazdığı için, yattığı için değil) ama bu kişi Çin Halk Cumhuriyeti’nde, halkın adını taşıyan partinin bir görevlisi. Görevi de halka hizmet etmek, zihniyle ve bedeniyle insanların sorunlarıyla uğraşmak. Hayır, ne yiyor ne içiyor da bir yandan yüz kırk (140) kadını idare ediyorken, bir yandan da halkın sorunlarıyla ilgileniyor? 

Batıda evlilik öncesi cinsel ilişki tuhaf karşılanmazken burada evlilik sonrası cinsel ilişkiye girmeyen erkekler tuhaf karşılanıyor. Bana göre bunun en büyük nedeni birey olamadan karı-koca-baba-anne olmaya zorlanan insanlar. Sevgiyi gençliklerinde yaşamadıkları için ileriki yaşlarında paraya ve güce kavuştukları zaman satın almaya çalışıyorlar. Örneğin, yirmi yedi yaşına gelmiş bir genç kız henüz evlenmemişse, shengnu (şınnüğü) lakabını alıyor. Şınnüğü, yani evde kalmış kadın. Acıyarak bakıyorlar bu kadınlara. Üzerlerinde bu baskı olduğu için de kızlar bir an önce evlenmenin yolunu arıyorlar. Kolay değil, ana baba torun istiyor. Malum, ana babaya yapacağın en büyük kötülük, hatta Çin kültüründe işleyebileceğin en büyük günah ana babaya torun vermemek. Bu derece baskı olunca ne yapsın kızlar? 

Çin’de yeni yılda ailesini görmeye gidecek kızlar için birkaç günlüğüne erkek arkadaş kiralayan şirketler bile var. Kız şirkete parayı veriyor, oğlanı alıp memleketine gidiyor. Anne ve babasıyla tanıştırıyor. Maksat “Ben yalnız ve umutsuz değilim, bakın!” demek. Kısa erimli bir çözüm. Hoş, kadınlar bu derece baskı altında ama erkekler de pek farklı değil. Onlar da ailelerinin kendileri için uygun gördüğü kızlara kolay kolay hayır diyemiyorlar. Onların da tepesinde “torun isterüüüm” diye her gün her saat yakınan ebeveynler var. Eee, böylesi baskının olduğu bir toplumda aşk evliliği ne kadar olur, insan sevmediğini nasıl söyler birlikte olduğu eşe? İnsan ne kadar tanıyabilir karşı tarafı? Tabii aynı toplum, iş insanların davranışlarını yaftalamaya gelince, yine tüm ikiyüzlülüğünü gösteriyor. Bir erkek aldatınca daha çok erkek oluyor, prestiji artıyor; bir kadın bırak aldatmayı başka bir erkeği kucaklasa ya da öpse hemen sürtük oluyor, yosma oluyor. Toplum her zamanki gibi zayıf bulduğunu ezmede hiç vakit harcamıyor. Çin'de zengin ya da güçlü birisi hiç utanıp çekinmeden arkadaşlarına metresini tanıştırabiliyor, metresiyle toplantılara ya da resmi gezilere gidebiliyor.  

Erkeklerle kadınların birbirlerinde aradıkları özelliklerin gündelik dile yansıması da ilginç. Evlenilecek erkeğin kıstasları gao, fu, shuai (uzun boylu, zengin ve yakışıklı). Evlenilecek kadında aranacak özellikler ise bai, fu, mei (beyaz tenli, zengin ve güzel). Her iki taraf da zengin eş arıyor, her iki taraf da iyi görünüm arıyor. Tayland’da, Hindistan’da görmeye alıştığım ırkçı “beyaz” aşkı burada da var. Kadınlar burada da beyaz kalmak için bir ton para harcayıp, güneşten alabildiğine kaçıyorlar. Televizyonum olmadığı için reklamları izleyemiyorum ama Tayland kadar olmasa da burada da hiçbir işe yaramayan beyazlatıcı kremlerin reklamları bol bol yapılıyordur herhalde. 

Çince pek çok konuda zengin olduğu gibi kadınları sınıflandırma konusunda kendini aşmış bir dil. “Yaşlı öküzler genç otları çiğnemeyi severler” lafı yaşı ilerlediği halde genç fahişelerden el ayak çekemeyen erkekler için söyleniyor. Yine, “ernai” (ikinci kadın) metres demek ama çiçek saksısı anlamındaki “huaping” de kullanılıyor. Bunun yanında  xiaosan (küçük üç) da metres demek. Bu makalede dilin zenginliği hakkında fazlasıyla örnek var.

Ernai (ırnay) ile xiaosan (şiaosan) arasındaki kategorik fark önemli. Irnay, kendisinin ikinci kadın olduğunun bilincinde, yerini biliyor. Adamın yasal karısıyla hiç uğraşmıyor. Parasını alıyor, nazı geçtikçe adamdan kopardığını koparıyor. Yaşı ilerleyip, yeteri kadar para kazanınca da ayrılıp, kendi hayatını kuruyor, belki evleniyor ve çocuk yapıyor. Biraz iş kadını gibi. Bana istediğimi ver, ben de sana istediğini vereyim. Kimse kimseyi rahatsız etmesin. Bu kadınların büyük bir çoğunluğu kırsal kesimden büyük kentlere göçmüş kadınlar. Ana babalarına para göndermek zorunda olanlar. Bazılarının erkek arkadaşları bile var doğup büyüdükleri ufak kentlerde.

Xiaosan (Şiaosan) ise kentli kadın ama bir şekilde gönlünü evli bir erkeğe kaptırmış. Karşılıklı duygusal ve cinsel çekim var (ya da en azından ilişki böyle başlıyor.) Çoğunun maddi anlamda hali vakti yerinde. Bu kadınlar daha çok tercih ediliyorlar partililerce/zenginlerce çünkü pahalı lokantalarda nasıl davranacaklarını, partilerde ne giyineceklerini, resepsiyonlarda nasıl gülümseyeceklerini biliyorlar. Yalnız taşıdıkları risk de fazla. Adamı sürekli sıkıştırıyor boşanması için. Tehditler ediyor, şantajlar yapıyor. Son yıllarda pek çok parti yetkilisinin başı böyle kadınlardan dolayı derde girdi. Partiden atılanlar, şantajlara dayanamayıp kadını şoförüne dövdürtenler, hatta katil kiralayıp biricik şiaosanını öldürtenler oldu. Şiaosanların derdi para değil sonuçta; prestij, şöhret, şatafat,   “küçük üç” değil, “büyük iki” olmak istiyorlar. Ben ırnaylarlı masanın altında uyuklayan, kendisine verilen kemiklerle meşgul olan cici bir köpeğe benzetiyorum. İstediğini aldığı sürece sırnaşmıyor, rahatsız etmiyor. Şiaosanları da yemek sırasında iki de bir kucağa atlayıp rahatsız eden bir kediye benzetiyorum. Sevgi istiyor, ilgi istiyor, kıskanıyor, istediğini alamayınca hırçınlaşıyor. 

Biraz empati yapınca bu kadınlara hak vermeden edemiyorum açıkcası. Kadınların sürekli olarak ikincil görüldüğü bir ülkede, erkek evlat sahibi olmanın şeref sayıldığı bir kültürde, eğer bir iş tutturacak kadar eğitim alma fırsatını elde edememişlerse ya da ana babalarının parasıyla kendilerine bir hayat kuramamışlarsa; bedenleriyle para kazandıkları için onları suçlayabilir miyiz? Talep varsa arz da vardır. Nasıl ki bazı insanlar yirmi daireye sahipken bazıları tek bir daire sahibi bile olamıyor, aynı dengesizlik kadını bir meta olarak gören gelenekçi-kapitalist sisteme de yansıyor. Parası olan kırmızıları (100 Yuan'ın rengi) gösterip istediği kadar kadını satın alırken, parası olmayan ya hiç evlenemiyor ya da mecburiyetten sadık bir eş olarak ömrünü geçiriyor. 

Çin’in metres sorununun tek çözümü erken yaşta evlenmeye zorlanmayan, aşkı ve cinselliği suçluluk duymadan yaşayan, cinselliği alışveriş malzemesi yapmayan insanlar yetiştirmektir. Bunun olması da ciddi bir kültürel değişim demektir. Bunun yanında kadının ekonomik bağımsızlığına kavuşması gerekir. Yaşamak için bir erkeğin gölgesine muhtaç olmayacak, kendi ayakları üzerinde durabilecek duruma gelmelidir. Bu da eğitimle, kadınların da erkekler gibi hayatın her alanında eşit haklarla istihdam edilmeleriyle olur. Erkeğin kayrıldığı ve daha çok kazanması için yolların açıldığı bir toplumda, hiyerarşinin en altında kalan kadınlar, onurlu bir hayat için gerekirse bedenlerini satma yoluna gireceklerdir. Tarih bunun en büyük şahididir. Çin dışarıya açılmayı sürdürdükçe, kadınların ekonomik anlamda güçlenmesiyle Çinli erkeklerin metres edinme kültürü de geri plana çekilecektir. En azından böylesi bir alışkanlıktan gurur duymaktan vaz geçip, utanmaya başlayacaklardır. Bu bile büyük bir değişim olarak algılanabilir böylesi köklü bir gelenek için. 

Bu konuda yazılmış detaylı bir makaleyi de buraya ekliyorum. İleride kaynak olarak kullanabilmek için:

http://www.aeonmagazine.com/living-together/why-young-women-in-rural-china-become-the-mistresses-of-wealthy-older-men/





05 Ocak 2014

Kekexili - Dağ Korucuları

Dün akşam izlediğim güzel bir film. Özellikle uçsuz bucaksız doğa sahneleriyle beni büyüledi. Ayrıca hikayenin gerçekçiliği ve doğanın insanları cezalandırırken iyilerle kötüleri ayırmıyor oluşuna yapılan vurgu gerçekten etkileyici. Yalnız, film bir Çin filmi olduğu için sansürden geçmiştir ya da Çinli yönetmen Lu Chuan filmi çekerken bir takım otosansüre girişmiştir. Aşağıya filmin tanıtım videosunu koyuyorum. Bir sonraki ağbağından da filmin tamamını Türkçe altyazı ile izleyebilirsiniz.

                     

Filmin Tamamı (Türkçe Altyazılı): http://politikfilm.net/1493-kekexili-mountain-patrol-2004-filmi-izle.html

Film üzerine Tibetli yönetmen Tenzing Sonam'ın yazdığı çok güzel bir eleştiriyi de aşağıdan okuyabilirsiniz. Bir gün vaktim olursa yazıyı Türkçeye çevireceğim.

Yazının alındığı kaynak: http://www.alternative-tibetaine.org/articles/0207/EN_tsonam27.htm

Kekexili: a Tibetan perspective
By Tenzing Sonam, August 2006

I first saw Chinese director, Lu Chuan's critically acclaimed Tibetan film - Kekexili: Mountain Patrol - in the unlikely environs of an ornate 19th Century opera house in the Brazilian city of Manaus, deep in the Amazon. The occasion was the 2nd Amazonas Film Festival where a film I had co-directed - Dreaming Lhasa - was also participating. Stumbling out of the packed theatre into the steaming, tropical heat of the city, to all intents and purposes a million miles away from the icy wastes of the Tibetan plateau where I had just spent the last 90 minutes, my mind was abuzz with conflicting and contradictory emotions.

There is no doubt that Lu Chuan is a talented filmmaker. Mountain Patrol is a deftly crafted, gritty and uncompromising tale of greed and heroism set within a larger theme of man and nature. It follows a band of Tibetan vigilantes led by the noble and single-minded Ri Tai as they set out across the forbidding northern plains of Tibet in pursuit of a gang of murderous poachers who have killed one of their men and have left behind a trail of slaughtered chirus - the endangered Tibetan antelope. As the film progresses, we realize that it is not so much about the tracking down of the hunters as it is about the journey itself. Ri Tai's uncompromising quest leads to the death of several of his men who are killed, not by their enemy but by the harsh vagaries of nature itself, which does not differentiate between those who seek to exploit her and those who are trying to protect her. The end, when it comes, is swift, brutal and unexpected. The widescreen camerawork of the film brilliantly captures the harsh and majestic landscape of the high plateau, which is as much a character in the film as are the human protagonists. Something of the spirit of John Ford's classic Western, The Searchers, with its magnificent vistas of the Southwest and its similar theme of a search that gradually assumes more importance than its resolution, seems to have imbued Lu Chuan's "Eastern".

So why did the film leave me with a sense of disquiet?

As a Tibetan filmmaker born and brought up in exile, I have constantly tried in my work to present a more realistic view of Tibet and to refute the esoteric, Shangri La image that has found currency in the Western imagination, an image promoted by the media and by various books and films. Martin Scorsese's Kundun, Jean Jacques Annaud's Seven Years in Tibet, Eric Valli's Himalaya and Pan Nalin's Samsara, have all exploited and perpetuated this myth to their own ends. It struck me that Mountain Patrol is finally no different from these films in that it too, mythologizes Tibet, albeit from a different perspective.
The first Chinese film to look at Tibet through a new, more personal lens, one not tainted by official propaganda, was probably Fifth Generation filmmaker, Tian Zhuangzhuang's 1987 film, The Horse Thief. Although revolutionary for a Chinese film dealing with Tibet in that it takes a realistic and documentary-like approach to the lives of Tibetan nomads, it nonetheless succumbs to a romanticized and condescending view of the place and its culture. Sadly, nearly two decades later, Mountain Patrol falls into a similar trap.

The main protagonists in both The Horse Thief and Mountain Patrol fit a stereotype popular in films about Tibet - that of the silent, noble savage. This is no accident. In the absence of any genuine understanding of Tibetans or their culture, it is easier to see them as archetypes. Lu Chuan unconsciously confirms this in an interview about the film: "Actually, my personal experience with the Tibetans weren't like everyone said they would be; they're alert, but they're actually very open - if they felt your sympathy. When I directed them, they accepted me and cooperated with me. They're that kind of people, like Native Americans and Eskimos; as minorities, they're able to preserve their purity, their nature." This upbeat view, not only of Tibetans, but also of Native Americans and Eskimos, betrays a remarkable naïveté, and not a little arrogance towards so-called minorities.

This perception of Tibetans as a kind of anthropological curiosity is reinforced in this excerpt from a journal written by a Chinese journalist, Teng Jingshu, who followed Lu Chuan for a few days during the shoot:

"After a few rounds of drinks, the natives started to sing in their language, one after another. As the song came to its climax, everyone would hit their bowls with their chopsticks and sing together. All of a sudden, I felt like I had understood the true meaning of the movie, I felt euphoric, as if my soul had been set free. The rest of us started to sing in response to the natives."

It is not surprising therefore, that although the portrayal of Tibetans in the film is sympathetic, it is essentially one-dimensional and patronizing. In this, Lu Chuan is no different to a Western filmmaker like Eric Valli, who has a similar taciturn yet heroic stock character in Himalaya, a film that also uses a superficial Tibetan motif to explore the relationship between man and nature.
This facile engagement with Tibet in films is even more pronounced when it comes to representations of its Buddhist culture. For example, a scene of a "sky burial" - the Tibetan custom of chopping up dead bodies and feeding the parts to vultures - is de rigueur for any film purporting to reveal the real Tibet. This ritual, with its suggestion of the macabre commingled with the deeply spiritual, never fails to titillate the novice Tibet aficionado. Horse Thief has such a scene. So too, does Scorsese's Kundun. Valli dwells on it in Himalaya. And Lu Chuan, also, cannot resist the temptation, and in Mountain Patrol, we are treated to yet another sequence of limbs being hacked off and thrown to waiting vultures!
But the stereotyping of Tibetan culture is only one aspect of Mountain Patrol's flaws. More disturbing is the fact that there is absolutely no context to the film. 

It is set in a Tibet that is curiously apolitical. There is no indication of any Chinese presence let alone any representation of Chinese authority. The bad guys in the film are Hui Muslims. The only Chinese character in the film - the Beijing journalist through whose eyes the story unfolds - is neutralized by the fact that he is half-Tibetan and can speak the local language and is soon accepted into the group. For an audience that has no idea about Tibet's recent history, the film presents the country as a mythical Eastern version of the Wild West. Here, the rule of the gun prevails. Bandits operate with impunity. A man must take the law into his own hands and only the brave survive. Either this points to a serious breakdown of Chinese control in the region, which we know is far from being the case, or the filmmaker has chosen to avoid dealing with an uncomfortable reality.

I have no doubt that Lu Chuan had to tread a delicate line while making the film to avoid running afoul of the authorities. Although China firmly controls Tibet, the government is especially paranoid about the region, not least because it continues to be a sore point in her international dealings. But despite this, one would hope that as China grows in economic strength and engages with the world on multiple levels, a younger generation of intellectuals - filmmakers like Lu Chuan - would break out of the cocoon of propaganda within which they have been brought up and confront the complexities of Tibet's situation with objectivity and reason. Sadly, on the strength of Mountain Patrol, this is not yet the case.

In the end, it is all the more ironic that while Mountain Patrol focuses on the attempts of a group of Tibetans to save the chiru - a quintessentially Tibetan animal - from being wiped out by indiscriminate hunting, the creature itself has been adopted by China as one of its mascots for the Beijing Olympics. Its symbolism cannot be more starkly stated; like Tibet, and everything Tibetan, the chiru too, is officially Chinese.

T.S.*

-------------------------------------------------------------
* Tenzing Sonam, writer/filmmaker, was born in 1959 in Darjeeling, India. After graduating from Delhi University, he worked for a year in the Tibetan Government-in-Exile in Dharamshala. He specialized in documentary filmmaking at the Graduate School of Journalism at the University of California, Berkeley. He was a founder-member of the Bay Area Friends of Tibet. Along with his wife and filmmaking partner, Ritu Sarin, Tenzin runs White Crane Films, which has specialized in films on Tibetan subjects. Their films include 'The Reincarnation of Khyentse Rinpoche', 'The Trial of Telo Rinpoche', A Stranger in My Native Land', 'The Shadow Circus' and 'Dreaming Lhasa'.

04 Ocak 2014

Paralel Yolsuzlukların Kesiştiği Noktada Bir Türkiye Masalı

Behzat Ç, dizinin bir bölümünde bir çeteyi çökertir ama yukarıdan birileri duruma el atar ve suçlulardan birisini serbest bırakır. Behzat Ç buna ses çıkaramaz. Ses çıkarmadığı için de kendisine ödül verilir. Ödül töreninde şu konuşmayı yapar:

                       

Türkiye’de bugünlerde yaşanan olayları izledikçe aklıma bu sahne geliyor. İyi bir adam olmak zordur ama kimsenin adamı olmamak çok daha zordur. Tabutumuzun üzerinde zar atıp, savaş tamtamlarıyla tepemizde dans edenler; kimsenin adamı olmamayı başaramamış, iyi bir adam olmaktan fersah fersah uzakta olanlardır.

Cemaat ile AKP arasındaki kavganın bu boyutlara ulaşacağı belliydi. Hiçbir şer ittifakı sonsuza kadar süremez. Ülkeyi avucunun içine alıp, al gülüm ver gülüm oynayan taraflar eninde sonunda birbirlerine düşeceklerdir. Çünkü çıkış noktalarında evrensel olan tek bir ilke yoktur. İnsan sevgisinin ve toplumsal barışın yerine kendisi gibi olmayanlara yukarıdan bakma olarak özetlenebilecek “hoşgörü” konmuştur. Ortalama vatandaşın refahı yerine üzerinde bin bir türlü oyunların oynandığı “ekonomik büyüme” yalanını getirmişlerdir. Salt bir iş yapıyormuş gibi görünmek için saçma sapan projelerle gündemi meşgul edip, ülkenin öz kaynaklarını şakşakçılara peşkeş çekmişlerdir. Tüm bu iğrençlikleri hasıraltında yürütürken, birbirlerini kollamış, birbirlerine taviz vermişlerdir. Olayları daha derinden anlamak için ittifakın geçmişine ve şartlarına bakmak gerekir.

Fethullah Gülen Cemaati (FGC) Türkiye’de son kırk yılda palazlanmış, teorik yapısını Said Nursi’nin Nur cemaatinden alan, siyaset üstü bir oluşumdur. Siyaset üstü oluşuyla, kesintisiz büyümesi arasında sıkı bir bağ vardır. Her zaman için kazanacak ata oynamıştır FGC. Girmek istediği kapıyı kim açacaksa onun yanında olarak gücüne güç katmıştır. Yeri gelmiş Ecevit’e oy vermiş, yeri gelmiş ANAP’ın ve AKP’nin arkasında olmuştur. Hiçbir zaman göründüğü gibi olmamıştır; kendisini arkasında gizleyebileceği, mevcut rejime paralel olan, bir takım bahanelerin omuzlarında yükselmiştir. Yeri gelmiş eğitim sistemindeki başıbozukluğu istismar edecek dershanecilik hizmeti sunmuştur, yeri gelmiş varlığına ve gelişimine en büyük engeli teşkil eden ordu mensuplarını akıl almaz kumpaslarla saf dışı etmiştir. Bunları yaparken hiçbir zaman “Ben yapıyorum. İşte ben de buyum. Fikirlerim şunlardır.” dememiştir. Kendi varlığını gizleyerek hem kesintisiz yol alabilmiş hem de ekonomik bağımsızlığını koruyabilmiştir.

FGC’yi tanımak için onun temellerinin üzerine inşa edildiği Risale-i Nur’a bakmak gerekir. Said Nursi’nin hayatının neredeyse tamamını adadığı bu eserler aslında nur talebeleri için birer yaşam rehberi mahiyetindedirler. Kitaplarda anlatılanların büyük bir çoğunluğu iman hizmeti üzerine odaklanmıştır. Salih ve muhlis hizmet insanının, halka hakkı anlatacak ve bu uğurda yılmayacak Kur’an şakirtlerinin sahip olması gereken tüm özellikler bu kitaplarda mevcuttur. Ayrıca, Said Nursi’nin talebelerine yazdığı mektuplar, talebelerinin ona ya da birbirlerine yazdığı mektuplar, Said Nursi’nin mahkemelerde verdiği savunmalar yine Nur Risalelerinde bol bol bulunmaktadır.

Bu mektupların birinde Said Nursi hizmetin geçireceği üç aşamadan söz eder. Bu üç aşama iman, hayat ve şeriattır. İman aşaması; hizmet gönüllülerinin kapı kapı gezi dolanıp, İslam’ı ona muhtaç olan gönüllere anlatma aşamasıdır. Bu vazifeyi Said Nursi şu cümleyle özetler. “Medenilere galebe ikna iledir.” Yani insanlara tatlı dille, bilimin ve mantığın diliyle gitmelidir hizmet erleri. Ancak bu şekilde, onların zihinlerine de nüfuz edebildikleri zaman, gerçek anlamda uygar dünyada bir zafer kazanmış olurlar. Bu yüzden Risale-i Nur, aslen Hristiyan teolojilerinden ödünç alınmış pek çok skolastik Tanrı kanıtlamasını da içerir. Ontolojik kanıtlar, teleolojik kanıtlar, evrende var olduğuna inanılan düzenden yola çıkarak yapılan kanıtlar… Sahte-bilimsel ya da eksik-bilimsel olarak da tanımlanabilecek bu kanıtlar sayesinde, sadece köyde tarlasını süren Ahmet Efendi değildir hedeflenen; asıl ulaşılması gereken üniversitede okuyan öğrenci,   devlet kurumunda görevini yapan memur, yollar barajlar inşa eden mühendis, insanların hayatını kurtaran doktorlardır. Kendilerine Risale-i Nur tavsiye edilen bu insanlara bir de felsefeden uzak durmaları tavsiye edilir. Çünkü Said Nursi bilir ki felsefe, kuşku ve sorgulama demektir. Oysa bir mümine lazım olan en önemli şey imandır, yani kuşku duymaksızın emin olmaktır. Ancak kalbinde iman hakikatlarını oturtmuş insanlarla bir toplum İslamın öngördüğü düzene doğru yol alabilir. Bu da bizi bir sonraki aşamaya ulaştıracaktır.

Hayat aşamasında toplumun içindeki sağlam bir kitle Risale-i Nur’u anlamış ve onun yenilmezliğini kabullenmiştir. Bir yandan insanları imana davet etme eylemi devam ediyorken, bir yandan da hayatın farklı safhalarına sızmalar başlar. Eğitime, medyaya, sivil toplum örgütlerine, iş örgütlenmelerine, sanayi yapılanmalarına, finans kurumlarına… Yavaş yavaş hayatın her alanına yayılırlar, kilit noktaları ellerinde tutmaya özen gösterirler. Cemaatin erlerle, sıradan polis memurlarıyla, boşanma davalarına bakan avukatlarla işi olmaz. Hedef üst rütbeli subaylardır, emniyet müdürleridir, devletin üst kademelerinde iş yapan memurlardır (savcılar, hâkimler, müsteşarlar, proje yöneticileri). Çünkü ancak bu şekilde emin olabilirler önlerinin kesilmeyeceğinden, ancak bu şekilde sürekli büyümeyi sağlayabilirler.

Kimliklerini asla belli etmemeleri, her zaman ciddi bir tedbir stratejisi uygulamaları ve asla başına buyruk hareket etmemeleri aslında askeri disiplinle işleyen gizli bir örgütten farksız kılar onları. En ufak bir eylem yukarıya sorulur. Dışarıdan bakanların anlayamayacağı sert bir disiplin ve hiyerarşi vardır. Hizmet eri; resmi görevi ne olursa olsun, o görevin dışında kendisiyle ilgilenen birisine hesap vermek zorundadır. Yani bir savcıysanız, vereceğiniz kararları başsavcıya danışmadan önce, cemaatteki abinize (imam savcıya) danışmalısınız. Abinin kararı başsavcınınkiyle aynı olacaksa, sırf başsavcının dediği yapıldı görünmek için ona yine danışılır ama aksi durumda başsavcı bypass geçilir ya da karar bir kılıfa uydurulur. Bu ve benzeri karar alma mekanizmaları cemaatin etkin olduğu hemen tüm alanlarda mevcuttur. 

Hayat aşamasının temellerini FG atmıştır ve otuz yıldır da bu işi başarıyla sürdürmektedir. Bildiğim kadarıyla belli başlı hedefler askeriye, polis, yargı, eğitim, sağlık, finans ve medyadır. İlki dışındakilerin hepsi zaten insanların diline pelesenk olmuş durumda. İçeriği ve işleyiş biçimi bilinmese de hemen herkes FEM dershanesinin, Asya Finans’ın, Zaman gazetesinin, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, Fatih Üniversitesi’nin FGC’ye ait olduğunu bilir. Bunların dışında bir de kimsenin bilmediği kurumlar vardır. Örneğin bilgisayarınızı aldığınız dükkân aynı zamanda cemaatin farklı kademelerinde tam zamanlı çalışan şakirt abileri dükkânın sahipleri ya da yöneticileri gibi gösteriyor olabilir. İşin aslında bu kişileri ne bilgisayarlarla ne de parayla bir ilgileri vardır. Bu kişiler tam zamanlı olarak cemaatin işleriyle ilgilenirler ama bir yandan da dükkânda çalışıyor görülürler, maaşları ve sigortaları ödenir.

Yukarıda saydığım kurumlardan ilk üçü; yani askeriye, polis ve yargı özellikle önemlidir. Askeriye önemlidir çünkü cumhuriyet tarihi boyunca, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni korumakla kendisini muvazzaf bilmiş bir emniyet sübabıdır ordu. Bu rolü ne kadar başarıyla yapmıştır ya da son doksan yılda gerçekleşen darbelerle ne büyük acılara neden olmuştur; tüm bunlar tartışılabilir. Yalnız, ordunun laikliği kollayan doğasını inkâr edemeyiz. Bu yüzden de FGC için ordu, fethedilmesi elzem kurumların başında gelir. Ortaokul öğrencilerini bin bir türlü tedbir ve teşvikle askeri okullara sokan abileri, onları orada tutmak için amansız bir mücadele verirler. Otuz yıl önce askeri liseye girmiş bir çocuk, eğer atılmamayı başarmışsa bugün üst rütbeli bir subay olmuş demektir. Atatürk’e ve onun bıraktığı demokratik prensiplere değil de dışarıdan kendisini idare eden abisine bağlıdır bu subay. Hayatı boyunca gözleriyle, kaşlarıyla kıldığı namaz artık doğası olmuştur ve kantinde televizyona bakarken bile ibadetini eda edebilir. Hiçbir somut kanıtım olmamakla birlikte Ergenekon ve Balyoz davalarında, FGC’ye bağlı subayların etkin rol aldıklarını düşünüyorum ben. Tepelerdeki elemanlar temizlenecek ki kendi adamlarına yer açılsın, süreç hızlansın. Ayrıca ordunun laiklik muhafızı imajı bir nebze kırılsın, ordu mensupları susturulsun.

Polisin ve yargının FGC için neden önemli olduğunu biliyoruz az çok. Sahte kanıtlar üretmek, var olan kanıtları yok etmek, zamanı gelmedikçe suçun üzerine gitmemek ya da cemaatin bir çıkarı söz konusuysa suçun üzerini örtmek, kanıtları karartmak. Bu ve benzeri durumlara verilen örnekleri hem Hanefi Avcı’nın hem de Ahmet Şık’ın kitaplarında bulmak mümkün. Sayfalarca belge var bu işlerin nasıl yapıldığını, ne amaçlara hizmet ettiğini ve kimlerin ekmeğine yağ sürdüğünü ayrıntılı bir şekilde anlatan. Bu yüzden bana hiç de şaşırtıcı gelmemişti her iki araştırmacı yazarın da kitaplarının adlarının duyulmasından hemen sonra yargılanmaları ve hapse yollanmaları. Şık’ın evinin önünde kendisine destek vermek için biriken kalabalığa karşı haykırdığı “Dokunan yanar, arkadaşlar” ifadesi, durumu özetleyen en güzel cümlelerden birisidir. O zaman kitap yazanlar yanıyordu, şimdi devletin başındaki kodamanlar. Değişen bir şey yok. Zaten suçun ne olduğunun da bir önemi yok böylesi bir durumda. Medyaya lanse edilen kısmıyla, tabii ki suçları kitap yazmak değildi bu insanların; tabi ki FGC’nin elinde her ikisini de suçlayabilecekleri, arşivlenmiş ama asla unutulmamış yüzlerce belge vardı. Başka zamanlarda “devletin gizli işleri bunlar” denilen küçük suçlar, gazetelerin manşetine taşındılar. Hanefi Avcı’nın evlilik dışı ilişkisi sanki yasa dışı bir şeymiş gibi televizyon programlarına konu oldu, evinde bulunan ve ruhsatsız olduğu iddia edilen silahlar vatan hainliğiyle eş tutuldu.

Peki ya eğitim? Neden eğitim konusunda bu kadar ısrarcılar cemaat mensupları? Daha önce yazdığım bir yazıda dershanelerin cemaate yeni eleman kazandırmakta ne kadar etkili olduklarını belirtmiştim. Şimdi de yurt dışındaki okulların asıl amacından bahsedeyim biraz. Sanıldığı gibi Türk kültürünü yaymak, Türkçe dilini farklı milletlere öğretmek gibi ulvi amaçları yoktur FGC’nin yurt dışında açtığı eğitim kurumlarının. Asıl olan yurt içindeki nüfuzu artıracak kaynaklar üretmektir. Örneğin, Gana’da bir okulu nasıl açarsın? Önce oraya Türkiye’de üniversite kazanamamış ya da istediği bölümlere girememiş öğrencileri gönderirsin. Bu öğrenciler, Ganacayı öğrenirler. Sadece konuşma değildir amaç, okuma ve yazma konusunda da mükemmelleşirler. Bu öğrenciler üniversiteden mezun olunca, Türkiye’de yetişmiş, İngilizce bilen birkaç öğretmen gönderirsin Gana’ya. Öğrencilerin ülkede edindikleri çevrenin de yardımıyla bir okul açma fikri gelişir. Türkiye’den gönderilen paralarla okul açılır, sistem yavaş yavaş düzene oturur, okul ve öğretmenler civardaki yerli halkın beğenisini kazanır, öğrenci sayısı artar.

Bu sırada Türkiye’den gelen iş insanlarına rehberlik servisi başlatırlar. Kim olursa olsun gelen kişileri gezdirirler, yerel iş insanlarıyla tanıştırırlar, çevirmenlik yaparlar. Yavaş yavaş okulun etrafında bir ekonomik destek oluşur. Birkaç yıl sonra bu ekonomik destek resmiyete bürünür ve Türkiye-Gana İş Adamları Derneği gibi bir adla iş yapmaya başlar. Artık para akışı sağlanmıştır. Gana’da kazanılan fazla para Türkiye’ye bu aracı firmalar aracılığıyla aktarılır. Ya da Türkiye’den gönderilmesi gereken bir maddi destek yine bu firmalar aracılığıyla, herhangi bir yasal soruna bulaşmadan gitmesi gereken yere ulaştırılır.

Görüldüğü gibi okulun en temel amacı, yurt dışına Türk kültürünü ve dilini götürmek falan değildir, finansal destek sağlayan üniteleri Türkiye’ye bağlamak ve ekonomik anlamda güçlenmektir. Bu arada kültürel faaliyetler yapılıyorsa da bunlar daha çok reklam ve boy gösterisi amaçlıdır. Türkiye’de her yıl düzenlenen Türkçe Olimpiyatları bu tür propaganda faaliyetlerinin en güzel örneğidir.

Bunun dışında bir de yurt dışındaki önemli isimlerle yakın ilişkiler kurmak, onların sempatisini kazanmak ve yeri geldiğinde bu insanları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak vardır.  Yani hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki nüfuzun artması yegâne hedeftir. Bu nüfuz sayesinde hem siyasi bir güç kazanılır, bu nüfuz sayesinde eğitim alanında söz sahibi olunur, bu nüfuz sayesinde büyük sanayi kuruluşları diz çöktürülür. Yurt dışındaki okullar tabii ki kendilerinin fedakâr ve diğerkâm diye sıfatlandırdıkları öğretmenlerin ve öğrencilerin sırtında yükselmektedirler. Yalnız, Türkiye gibi öğretmenlerin ekonomik anlamda pek de rahat etmediği bir ülkede, yerel öğretmenlere çok daha yüksek maaş alan cemaat öğretmenlerinin aslında hayatlarından gayet memnun olduklarını söylemeliyim.  Bir kere iş garantisi vardır. Yani; atılma korkuları yoktur, kimseyi memnun etmek zorunda değildirler, öğretmenlik mesleğinde kendilerini geliştirmek zorunda değildirler, iş aramak gibi bir dertleri yoktur, müdürleriyle ahbap çavuş gibidirler, etraflarında Türkçe konuşabildikleri dostları vardır, maddi manevi destekleri vardır, asla yalnız kalmazlar, canları sıkılmaz, başları derde girdiğinde birileri onlara sahip çıkar, arkalarında dev gibi cemaat vardır. Sanıldığı gibi büyük sıkıntılar yaşadıkları ve çok büyük fedakârlıklar yaptıkları doğru değildir. Türkiye’de öğretmenlik yapanların sefaleti ortadayken, yurt dışında hem ülke ortalamasına kıyasla iyi bir maaşla çalışmak, hem de farklı bir kültürü tanıma zevkine erişmek büyük bir fedakârlık olarak adlandırılmamalıdır.

Cemaat bu rahatlığın içerisinde yurt dışında yurt içinde olduğundan çok daha hızlı büyüyebilir. Bir kere karşısında laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti yoktur. Gittiği ülkeye göre eğitim prensiplerini değiştirirler. Tayland’da kralcı olurlar, Vietnam’da Leninist. Yeter ki pastadan istedikleri kadar payı kendi taraflarına düşürebilsinler. Türkiye’de alıştıkları omurgasızlığın aynısını yurt dışında da gösterirler. Asla asıl amaçlarını belli etmezler. Örneğin, okullarda yerel öğretmenlerin de katıldığı toplantılar yapılır ama asıl kararlar cuma ya da cumartesi akşamları öğretmen arkadaşların birisinin evinde yapılacak olan istişarede alınmıştır. Yerel öğretmenler ve yöneticiler kimi zaman bunu sezerler ama işlerini kaybetmek istemedikleri için seslerini çıkaramazlar. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi yurt dışındaki okullarda da bir paralel sınıf vardır işleri kapalı kapılar arkasında idare eden. Şeffaflık yoktur, tam tersine cemaatin iç prensiplerince tecviz edilmiş bir adam kayırma vardır. Bu yüzden, örneğin ABD’deki okullarda bu aralar sorun yaşamaktadırlar. Yerel Amerikalı öğretmenler, kendilerinden çok daha az deneyime ve bilgiye sahip öğretmenlerin Türkiye’den gelip onların derslerini ellerinden almalarına kızmış ve bazı okulları mahkemeye vermişlerdir. İnternette “Gulen Charter Schools” diye arama yapılırsa bu konuda pek çok şikâyetin olduğunu görülebilir.    

Gelelim bu yazıyı yazmaya beni mecbur bırakan mevcut krize. Bana göre anlaşmazlığın kaynağı FGC’nin Türkiye pastasından daha fazla pay alma arzusu vardır krizin arkasında. AKP on bir yıldır ülkeyi idare ediyor ve bu on bir yılda FGC tarafından arşivlenmiş ama asla gün yüzüne çıkarılmamış yüzlerce yolsuzluğun altında imzaları var. Zannediyorlardı ki FGC ile kurulmuş olan ittifak onları ilelebet koruyacak. Bu rahatlık doğal olarak AKP’lilerin pek çok ihmaline neden oldu. İhalelere fesat karıştırırken, rüşvet alırken, aile üyelerine devletin mallarını peşkeş çekerken dikkatsizce davrandılar. Onlar dikkatsiz davrandıkça FGC’nin işi büyüdü, daha çok karanlık belge gizlemek zorunda kaldı. Bu da nihayetinde “Bak ben seni bu derece koruyup kolluyorum. Hadi şimdi sen de benim istediklerimi yap.” noktasına getirdi cemaati. Özellikle cumhurbaşkanı seçimlerinde Erdoğan’ı desteklemeyen FG, kendisini dinlemeyip bir de dershaneler konusunda ısrarcı davranan başbakanı cezalandırmak, ona gerçek güçlüyü göstermek için düğmeye bastı. Cemaat için kirli çamaşırları ortaya saçmak büyük bir sorun değil. Zaten ellerinde başbakanın kendisi de olmak üzere tüm AKP’yi bitirecek kadar belge vardır. Bundan adım gibi eminim. Yalnız AKP’nin bitmesi cemaatin de işine gelmiyor çünkü on bir yıllık ittifak boyunca cemaat şimdiye kadarki birlikteliklerin en verimlisini yaşadı. Bundan vazgeçmek ve görünüşte daha solda yer alan CHP ile yapılacak, geleceği muallak bir güç birliğine yanaşmak istemiyor. Ayrıca CHP’nin seçimlerde ciddi bir varlık gösteremeyeceği aşikâr. Son günlerde Gülerce’nin yarı tehdit içeren uzlaşma çağrıları bunun en güzel kanıtı.

Bazıları yolsuzlukların ortaya çıkarılmasında cemaatin payının olmadığını söylese de bunun inandırıcı hiçbir tarafı yok. Bir kere şimdiye kadar AKP’nin tüm icraatlarını şakşaklarla destekleyen cemaat basını, yolsuzluk olaylarında neden bu derece vahşileşip hırçınlaştı? Birilerinin bunu açıklaması gerekiyor. Gezi olayları sırasında belgesel üzerine belgesel yayınlayan, hükümetin baskıcı politikalarını suskunluğu ile destekleyen Zaman gazetesi, yolsuzluk olayları ortaya çıktığında adeta canlı yayın yaptı bakanların oğullarının evlerinden. İsteselerdi onlar da Sabah gibi AKP’yi desteklemeye, tüm bunların dış mihrakların birer kumpası olduğunu iddia etmeye çalışırlardı. Gülerce istediği kadar reddetsin, yolsuzluk soruşturmasının “başlat” tuşuna cemaat basmıştır. Amaç AKP’ye unutamayacağı bir ders vermektir, hükümetin kurmaylarına kimin patron olduğunu göstermektir. Ayrıca FG’nin günlük olarak yayınladığı videolar, görevden alınan yüzlerce polisin (özellikle emniyet müdürleri ve istihbarat daire başkanları) yasını tutması, kendince masum olan bu polislere suç atanlara beddualar okuması; yine cemaatin bu operasyonda birinci derecede etkili olduğunu göstermektedir.

Peki, tüm bu iddialara AKP’nin yanıtı ne olmuştur? Şimdiye kadar tek bir AKP’li çıkıp da yolsuzlukları inkar etmemiştir. Yani “Biz çalmadık.” diyebilen bir kişi bile çıkmamıştır. Bunun yerine başbakan gittiği yerlerde komplo teorileri üretmiş, bir yandan da “paralel devlet” adını verdiği cemaate bindirmeye başlamıştır. Başbakana göre bakanların oğulları masumdurlar ama devlet içine sızmış olan bu paralel yapı, hükümeti çökertmek için gizli bir savaş başlatmıştır. Daha önceki Ergenekon ve Balyoz davalarında kendisine her türlü lojistik desteği sağlayan bu paralel devlet, bir anda oklar kendisine yönelince terörist damgasını yemiştir. Oysa düne kadar ne güzel anlaşıyorlardı. FGC; devletin, askeriyenin, yargının ve polisin içine sızdırdığı sayısız elemanla AKP’ye destek veriyor, AKP de FGC’nin sağda solda rahat bir şekilde cirit atmasına, istedikleri şeyleri istedikleri zaman elde etmelerine yardımcı oluyordu.

Erdoğan’ın tehlikenin farkına varması aslında MİT’deki Hakan Fidan kriziyle başlamıştı. O zaman gördü ki, FGC, kendisini bile alaşağı edebilecek kadar güçlü bir örgüt. O gün bugündür FGC’nin etkisini azaltmak için planlar yapmakta, yeri gelince de bu planları uygulamaya koymaktaydı. Büyük bir olasılıkla cemaatin saldıracağının farkındaydı ama saldırının nereden geleceğini kestiremiyordu. FGC doğrudan başbakanı hedef almayarak aslında ittifakı bozmak istemediği mesajını gönderdi. İstese başbakanı rezil edecek belgeleri ortaya koyar, birkaç gün içinde Erdoğan’ı istifaya zorlardı. Dolayısıyla şimdiye kadar her şey FGC’nin istediği gibi gerçekleşti.   

Erdoğan’ın, ölümcül bir hastalığa yakalanan hastanın banyoya gidip kendisini yıkamasına benzetilecek olan son çırpınışları FGC’ye büyük bir hasar vermeyecektir. Mikrop görünmeyen kısımdadır. Poliste, yargıda ve maliyede yapacağı tasfiyelerle sadece buzdağının görünen kısmını tıraş edebilecektir Erdoğan. Oysa kılcal damarlara kadar sızmış olan, her yerde gözü kulağı olan FGC’nin gücü asıl görünmeyen kısımdadır. Orduda on yıllardır tedbir yaparak yüksek noktalara gelmiş subayları asla tespit edemeyecektir. Ne yargının ne de ordunun imamından haberdar olabilecektir. İstediği kadar paralel devlet açıklamasıyla kendisini aka çıkarmaya çalışsın. Halk onun bu sözlerindeki ikiyüzlülüğü ve aymazlığı görmektedir.

FGC gelmiş geçmiş en Makyevalist oluşumlardan birisidir. Hedefe götürecek her türlü aracı, meşruluğuna takmaksızın, kullanmayı mubah gören bir yönetici kadrosu vardır. Bu yüzden FGC ile mücadele etmek sadece ve sadece köklerini kurutmakla mümkündür. Yani, devlete yeni sızmaları engelleyerek, askeri okullara ve polis okullarına alınacak öğrencileri dikkatli seçerek… Nasıl ki bir virüs insan vücuduna girdiğinde asla ölmez, sadece etkinliğini yitirir; FGC ile mücadele de bir virüse karşı verilen savaş gibi olmalıdır. Var olanları yok edemezsin ama içeridekileri pasifleştirip, dışarıdan yeni gelenleri durdurabilirsen, uzun erimde temizlenebilirsin.

Sormanın zamanı geldi. Fe eyne tezhebun! Nereye gidiyoruz? Çözüm var mı? Çözüm tabii ki demokratik yöntemlerle, bağımsız yargıyla, cumhuriyeti var eden temel insan hak ve özgürlükleriyle mümkündür. Bunları ihlal eden tüm çözüm önerileri bir süre sonra halkı karşısına alan despotluklara dönüşecektir. Benim tek umudum sol cenahta bir kıpırdanmaya yol açan yeni oluşumlardır. Maalesef, Gezi parkı eylemleri ciddi ilkeleri olan, derli toplu bir siyasi partiye evrilemedi henüz. Bu durumda geriye bir tek HDP kalıyor. Ne yapıp ne etmeli, HDP kendisini Türk halkına kabul ettirmenin yollarını aramalıdır. Bir etnik grubun partisi olmadığını, Türkiye’deki tüm ezilenlerin –Görünen o ki AKP rejimi altında ezilen, parası çalınan, düşünceleri hiçe sayılan tek halk Kürtler değildir.- partisi olarak kendisini lanse etmeli ve bu şekilde propaganda faaliyetlerini yürütmelidir. Aksi takdirde CHP’den yenilecek bir cacık olmayacağı aşikârdır. Ona alternatif olabilecek, halkı kucaklayabilecek ve demokratik çözümlerle Türkiye Cumhuriyeti halklarına hizmet edebilecek, geçmişinde faşist lekeler olmayan tek parti HDP’dir.  Eğer HDP ülkeyi kucaklama imajını yayabilirse, Gezi Parkı eylemleri güruhunun oylarını da yanına çeker. Yerel seçimlerde olmasa bile, bir sonraki genel seçimlerde kayda değer bir zafer kazanabilir.

Evet, bugünün Türkiye’si paralel yolsuzlukların kesiştiği bir noktadadır. Paralel doğrular kesişmez demeyin. Öncelikle bahsi geçen tarafların ikisi de “doğru” değildir. Ayrıca onlar doğru olsa bile üzerinde ilerledikleri kapitalist sistem bir Öklid uzayı değildir. Mekânın bükümlü olduğu Riemann uzayında, eğik olan yüzey alanına göre şekillenmiş iki eğridir AKP ve FGC. Ara sıra kavga etmeleri içinde hareket ettikleri uzayın sonsuz bir kesişmezliğe izin vermemesinden kaynaklanmaktadır. Buradaki tek sorun üzerinde tepindikleri mülkün halka ait olmasıdır. Onlar tepindikçe tek suçu düşünmek ve yazmak olan gazeteciler hapse girer, onlar birbirine ok attıkça toplumun en altında yer alan yoksulların ceplerindeki son kuruşlar havaya karışır, onlar birbirine komplolar kurdukça toplumun el üstünde tuttuğu en değerli organlar kirlenir, kokuşmaya başlar. Kokuşmanın bir an önce bitip, halkların kardeşliğinin ve nihayetinde demokratik vesayetin üstün geleceği günleri görebilmek umuduyla.