Bu Blogda Ara

21 Nisan 2015

LU XUN’UN NEŞTERİ VE BİR DELİNİN GÜNLÜĞÜ

Silahlara Çağrı, modern Çin edebiyatının öncülerinden Lu Xun’un 1922’de yayınlanan ilk öykü seçkisine verdiği addır. Bu seçkideki ilk öykü, Bir Delinin Günlüğü başlığını taşır. Aslında bu öykü, ilk defa 1918 yılında, zamanın ilerici düşünürlerinin çıkardığı Yeni Gençlik dergisinde yayınlanmıştır. Pek çok edebiyatçıya göre Çin modern öykücülüğünün ilk örneği olarak sayılan bu yapıt, hem içeriği hem de biçemi yönüyle Lu Xun’un daha sonraki yıllarda yazacağı diğer öykülerinde kullanacağı düşüncelerin ve yöntemlerin izlerini taşır.

Öykünün içeriğinden söz etmeden önce, başlıkla ilgili bir konuya değineyim. “Bir Delinin Günlüğü”, başlığı Lu Xun’dan önce Batı Edebiyatında iki kere kullanılmıştır. Fransız yazar Maupassant’ın ve Rus yazar Gogol’un aynı başlığı taşıyan öyküleri Lu Xun bu öyküyü yazmadan yıllar önce yayınlanmıştı. Lu Xun’un bu öykülerden haberdar olmaması düşünülemez. Maupassant’ın yapıtı pek bilinmeyebilir belki ama Gogol’un öyküsü, Burun ve Palto’yla birlikte o zamanda bile meşhur olmuş öykülerdi. Dostoyevsky’nin “Hepimiz Gogol’un Palto’sunun altından çıktık.” sözü bugün olduğu gibi o zamanlarda da biliniyordu.  Bu durumda, Lu Xun’un öyküsüne daha önce kullanılmış bir adı verirken bunu bilinçli bir şekilde yaptığını kabul etmek zorunda kalırız. Büyük bir olasılıkla soyunduğu aydın görevinde kendisini Gogol’a yakın gördüğü için bu adı seçmişti, Lu Xun. Gogol’un, öykülerinde Rus toplumundaki ikiyüzlülükleri ve yozlaşmaları metaforik bir anlatımla eleştirmesi gibi; o da, Çin toplumunu ve Çinli kimliğini ameliyat masasına yatırıp, çok sevdiği tabirle “toplumun hasta bedenine neşter vuracaktı.” 

Edebiyat eleştirmeni Ivan Panin*, “Rus Edebiyatı Üzerine Ders Notları: Puşkin, Gogol, Turgenyev, Tolstoy” adlı kitabında Gogol hakkında şunları söyler. “Gogol bir direnişçidir, otokrasinin zayıflıklarını zırnık merhamet göstermeksizin eleştiren bir aydındır. Gogol’un sanatı protestosunu bilinçdışından yapmaz; insan olan Gogol sanatçı olan Gogol’u kullanır, ona kendi sesini verir ve böylece asil ruhunun isyanını yapıta yansıtır.” Bu açıdan bakınca Lu Xun’un bu adı tercih etme nedeni biraz daha açıklık kazanıyor. 

Gelelim öyküye. Öykü, şizofren ve paranoyak bir hastanın günlüğünden ibaret. Anlatıcının günlüğü buluşundan ve okumaya başlamasından söz ettiği giriş kısmını saymazsak on üç kısa bölümden oluşuyor. Hastanın nasıl bu hale geldiğini bilmiyoruz, öykü onun her şeyden ve herkesten kuşkulanan, hafakanlı ve kuruntulu söylemleriyle başlıyor. Bir köpeğin hırlamasından korkunç anlamlar çıkarıyor, dolunayın belirmesinden de ayın gökyüzünde görünmemesinden kendisine yönelik komplo teorileri üretiyor. Çocuklar ona bakıp aralarında fısıldaşıyorlar, bir kadın çocuğunu döverken küfürler ediyor, komşular yanından ona sinsi bakışlar fırlatarak geçiyorlar… Ne olursa olsun, öykünün kahramanı etrafındaki insanlara güvensizliğinin ve kendi kuruntularının kurbanı olarak, kafasında yepyeni bir dünya kuruyor. Öykünün ilk vurucu cümlesi üçüncü bölümün sonunda çıkıyor karşımıza.

“Sadece dikkatli ve titiz bir araştırma bize gerçeği gösterebilir. Hayal meyal hatırlıyorum, bir yerlerde okumuştum,  insanların antik zamanlardan beri birbirlerini yediklerini. Tarih kitaplarının sayfalarını karıştırırken, karşıma tarihler çıkmıyor belki ama Konfüçyüs’ün bilinen ilkelerine rastlıyorum. “İyilikseverlik, doğruluk, ahlaklılık”. Aynı sayfalara, uyku tutmayan gecelerde tekrar döndüğümde, nihayet görebiliyorum satır aralarına saklanmış gizli mesajları: “İnsanları yiyin!” Bu sözcükler –kitaplarda yazılıp, köylülerce okunan- tuhaf ve alaycı bir yüzle bakıyorlar bana. 

Yoksa beni de mi yemeyi planlıyorlar?”

Bu bölümden sonra yazar, sürekli eski metinlere ya da olaylara göndermeler yaparak insanların tarih boyunca nasıl birbirlerini yediklerini anlatıyor. Tabii bunu yaparken, öykü kahramanının korkuları ve endişeleri ön planda ve biz okuyucular olayları onun gözünün önünden ve aklından geçenlerden biliyoruz. On ikinci bölüme kadar öykü herhangi bir yönelimi olmayan durgun bir anlatımla devam ediyor. On ikinci bölümde öykünün kahramanı şunları söylüyor:

“Şimdi farkına varıyorum ki bugüne kadarki hayatımı, son dört bin yıldır insan eti yiyen bir ülkede geçirmişim. Kız kardeşim öldüğünde büyük ağabeyim çekip çeviriyordu evin işlerini. Büyük bir olasılıkla kız kardeşimi de yedirdi bize, diğer yemeklerin içine katarak. Bilmeyerek kendi kız kardeşimin etini yedim, şimdi sıra bende.

Dört bin yıllık yamyamlığın ağırlığı omuzlarıma binmiş haldeyken, her ne kadar bir zamanlar masum olduğuma kendimi inandırmış olsam da, bundan sonra nasıl bakarım diğer insanların yüzlerine?”

On üçüncü bölüm sadece iki cümleden oluşan vurucu bir sondan ibaret.

“Henüz insan eti yememiş çocuklar var mıdır dışarıda? En azından onları kurtaralım…”

Öykünün başından sonuna metaforik öğelerle süslenmiş olduğunu ve Lu Xun’un bu öyküsüyle toplumda geçerli olan Konfüçyüsçü değerlere savaş açtığını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Evet, klasik metinlerde doğruluk, iyilikseverlik ve benzeri değerler sürekli olarak teşvik edilirler ama aynı kitaplar yolsuzluk yapan babayı yetkililere şikayet etmenin neden yanlış olduğunu da anlatır. Yine aynı metinlerde otoriteye itaat, ebeveyne saygı, toplum içindeki saygınlığı ne pahasına olursa olsun koruma gibi insanı bireysellikten ve özgürlükten uzaklaştıran öğretiler de mevcuttur. Lu Xun, zamanın pek çok aydını gibi, Konfüçyüsçülüğü Çin toplumunun ilerleyişine engel olan bir duvar olarak görüyordu ve onu alt etmeden ya da en azından sıkı bir reformdan geçirmeden, Çin’in modern bir ülke olamayacağını savunuyordu.

İnsan eti yeme ya da kısaca yamyamlık diyebileceğimiz davranış ise büyük bir olasılıkla Çin’de o zamanlar geçerli olan feodal toplum yapısına işaret etmektedir. Güçlünün güçsüzü ezdiği, insanlıktan çıkardığı, köleleştirdiği, adaletin mülkün temeli değil de mülkün adaletin temeli olduğu bir sistemdir feodalizm. Bu sistemde güçsüz insanın yaşama hakkı, otoriteye baş eğmesine bağlıdır. Bu da asla birey olamaması, asla özgürce kararlar verememesi demektir. Lu Xun, daha sonra yazacağı öykülerde olduğu gibi gücün, ailenin ya da pratik olmayan (sekiz-ayaklı kompozisyon nasıl yazılır gibi) bilgilerin değil de insan olma paydasının birleştirdiği değerler üzerinden bir toplum kurma düşüncesini güder. Ona göre temelde merhamet, sevgi, adalet gibi değerler korunmalı ve bunlar üzerinden özgür, dinamik, modern bir toplum inşa edilmelidir.

Öykünün sonunda “Çocukları koruyalım.” mesajı vermesi, gelecek nesillerin aynı gerici ilkelerle zehirlenmemesi temennisini belirtir. Lu Xun, öyküsüne kahraman olarak bir deliyi seçmiştir çünkü ancak deliren bir insan görebilir gerçeği, deliren insan korkusuzlaşır, etrafındaki baskılardan arınıp kendi aklıyla düşünmeye başlar. Toplumun akıllı olarak gördüğü insan, kendisine düşen görevi beklentilere göre yapan; yani iyi bir evlat, iyi bir vatandaş, iyi bir anne-baba, iyi bir işçi olabilen kişidir. Toplumun tepkisini çekmemek ve yaftalanmamak için insan birey olmaktan vaz geçer ve sürekli kendinden bekleneni yapar. Oysa deli böyle değildir. Hem Gogol’da hem de Lu Xun’da deli karakteri söylenilmeyeni söyleyen, görülmeyeni gören, bir çeşit aydınlanmış insandır. Gogol’un öyküsünün baş kahramanı iyileşmez ama Lu Xun, öykünün girişinde kendi öyküsünün kahramanının iyileşip yakınlarda bir kentte memuriyet görevine atandığını söyler. Buradan da şu sonucu çıkarabiliriz. Aslında herkes biliyordur nelerin doğru nelerin yanlış yapıldığını, herkes biliyor ama kimse sözünü edemiyor. Satır aralarındaki “Birbirinizi yiyin” mesajını görmek yetmiyor gelecek nesilleri korumak için. Harekete geçmek, bir şeyler yapmak, ataerkil toplumun ataerkil değerlerini alt üst etmek ve yeni Çin’i kurmak gerekiyor.

 Aslen bir hekim olan Lu Xun’u, Japonya’daki eğitimini yarıda bıraktırıp Çin’e getiren de bu amaç değil miydi zaten? Lu Xun’u, dört bir köşesinden su alan bir gemiyi tamir etmeye ant içmiş bir gemici ustasına benzetebiliriz. Japonya’dayken yaşadıklarından sonra, bilimle ve teknikle değil de edebiyat ve sanatla Çin’i tamir edebileceğine inanmıştı. Öykülerini ve denemelerini yeni bir Çin’i kurmaya adamıştı bu yüzden. Sun Yat Sen’in kurduğu Çin Cumhuriyeti beklentilerini karşılamayınca karamsarlığa düştü, 4 Mayıs hareketi içerisinde aktif olarak yer aldı. Komünist Parti’ye asla üye olmaması da aslında onun siyaset üstü bir tavır takınma çabasının göstergesidir. Mao, yaşamı boyunca Lu Xun’u el üstünde tutmuştur ve onu gerçek bir devrimci olarak lanse etmiştir. Ömrü yetseydi de 1949 devrimini görseydi, Lu Xun ne yazardı bilemeyiz ama Kültür Devrimini görseydi büyük bir olasılıkla yazdıklarından dolayı burjuvazi olmakla suçlanır; ya hapse atılır ya da Lao She gibi halkın önünde azarlanırdı. Ardından da intihar* ederdi.

Lu Xun’un kitapları ondan sonraki Çinli nesiller için ilham kaynağı olmuşlardır ve on yıllardır lise müfredatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Yalnız, son birkaç yıldır Lu Xun’un yapıtları orta okul ve lise kitaplarından birer birer çekilmeye başlandı. Devlet destekli medya kuruluşlarından Xinhua Haber Ajansı bu durumu şu şekilde izah etmiş. “Ortaokul öğrencileri çok derin şeyler okumamalılar. Öğrencileri eleştirel okumaya ve derin düşünmeye çok erken yaşlarda başlatmamalıyız. Tam tersine, onların bilgiyi yavaş yavaş biriktirmelerine önayak olmalıyız.”

Bu değişikliğin altında çok farklı bir amaç olduğunu düşünenlerin sayısı doğal olarak bir hayli fazla. Lu Xun, karamsar ve gerçekçi bir yazardı. Öykülerinde ve denemelerinde sertti, acımasızdı, saldırgandı. Oysa günümüzün Çin’i böylesi sertliklere izin verecek bir zihniyetten çok uzak. Bilakis, Konfüçyüsçülük Çin’de her geçen gün biraz daha önem kazanıyor son yıllarda. Parti Genel Sekreteri konuşmalarında sık sık Konfüçyüs’e göndermelerde bulunuyor, Çin dünyanın dört bir köşesinde açtığı kültür enstitülerine Konfüçyüs’ün adını veriyor. Otoriteye itaati, ne pahasına olursa olsun düzeni korumayı, toplumsal harmoniyi sağlamayı esas alan Konfüçyüsçü ilkelerin Çin devletinin ekmeğine yağ sürdüğünü söylemek pek yanlış olmaz. Konfüçyüs’ün ilkelerini benimsemiş bir vatandaş kendisini dizginleyen, isteklerine öz-sansür uygulayan bir bireye dönüşür. Özellikle ekonomideki büyümenin yavaşlamaya başladığı son yıllarda; devlet, vatandaşlarını umutsuzluğa sürükleyecek, onları isyana ve değişim talebine teşvik edecek düşünceleri engellemek isteyecektir. Böyle bir ortamda Lu Xun’un sert metinlerini müfredattan çıkarmaları yönetici parti için isabetli bir karar olarak görülebilir. Bu ve ileride gelecek benzeri kararların Çinli gençlerin düşünsel gelişiminde nasıl bir etki yaratacağını ise zaman gösterecek.
                                                                                                                      12 Nisan 2015, Çanco

* Ivan Panin’in adı geçen kitabı Amazon’un sayfasından ücretsiz olarak indirilebilir. Çeviri bana ait.

* Resmi görüşe göre Lao She, Pekin’deki bir gölde intihar etmiştir ama öldürülüp göle atıldığını iddia edenler de var.

        Aşağıya bu yazıyı yazarken kullandığım birkaç kaynağı ekliyorum:

1.       The Real Story of Ah-Q and Other Tales of China – The Complete Fiction of Lu Xun, Penguin  Classics, Kindle Edition (Türkçe çeviriler bana ait.)

       Lu Xun’un yapıtlarının müfredattan çıkarıldığı üzerine iki haber:



       Lu Xun ve Çinli Kimliği üzerine benim yazdığım bir blog yazısı:


Şanhay’daki Lu Xun müzesiyle ilgili kısa bir tanıtıcı yazı:


       Harvard Üniversitesi tarafından hazırlanmış bir ders notu. Öykünün özeti ve yazıldığı dönem için neden önemli olduğu burada, tarihsel arka planıyla beraber güzelce anlatılmış. 

6.       https://coursewikis.fas.harvard.edu/aiu18/A_Madman%27s_Diary

*** Bu yazı www.cinhh.com sayfası için yazıldı ama sayfa şu sıralarda yenilendiği için henüz orada yayınlanmadı. Alışkanlık olmuş, bir yazıyı bloga koyup, yayınlamayınca bir sonrakine başlayamıyorum. Bir sonraki yazıya başlayabilmek için bunu bloga koyuyorum.  


09 Nisan 2015

Devrim Öncesi Çin: Toprak Ana*

Bir topluma dışarıdan bakıp, o toplumun değerlerini konu alan sanat yapıtları üretmek zordur. Sanatçı; dili ve kültürü kişisel gayretiyle sonradan öğrense bile, edineceği birikim asla o kültürün içinde doğmuş ve büyümüş bir insanın farkına bile varmadan içselleştirdiği birikimle eşdeğer olamaz. Bu birikim eksikliği pek çok noktada yazarı zor durumda bıraksa da aynı zamanda okuyucuya farklı bir bakış açısı vermesi yönüyle kayda değerdir. Burgess’den Malezya’yı, Kipling’den Hindistan’ı, Orwell’dan Burma’yı, Greene’den Vietnam’ı okuduğumuzda hem bir yabancının bakış açısıyla o ülkenin kültürüne nüfuz ederiz hem de yerel bir yazarın sıradan bulup sözünü etmediği marjinal bir dünyanın kapısını aralarız.

                                             

Pearl S. Buck’ın “The Good Earth” (Toprak Ana*) adlı romanı bu yüzden önemli bir yapıttır. Buck, aslında yukarıda saydığım yazarlarla aynı kategoride anılamaz çünkü kendisi altı aylıkken misyoner ebeveynleri tarafından Çin’e getirilmiş bir Amerikalı yazardır. İleriki yaşlarında babasının katı tutucu yetiştirme tarzına sitem etmiş, aydın bir insan olarak yoluna devam etmiştir.
Buck’ın çocukluğunun ve ilk gençliğinin büyük bir kısmı Çin’de geçiyor; Çinli arkadaşları oluyor, oyunları Çince oynuyor, Çin edebiyatının başyapıtlarını okuyor. Dile, kültüre, geleneklere en az bir Çinli kadar vakıf. Bunun yanında Amerikalı bir anne baba tarafından yetiştirildiği için, yaşıtı olan Çinlilerden farklı olarak, onların asla bilemeyeceği bir dünyanın bahşettiği imkânlara da sahip. Yaşadığı toplumu anlıyor belki ama bunu yaparken aynı zamanda çelişkileri, farkları, tuhaflıkları da görüyor ve kaydediyor.

Toprak Ana romanı Buck’a 1932’de Pulitzer ödülünü kazandırmış ve bu romanın basımından birkaç yıl sonra alacağı Nobel ödülü için de çok önemli bir itici güç olmuştur. O yıllarda yapılan bir söyleşide Buck şöyle der: Ben sadece bildiğim bir konuda yazabilirim ve daima orada yaşamış birisi olarak Çin’in dışında bir şey bilmiyorum. 1938’de Nobel ödülünü alırken yaptığı konuşmada da “Ben doğduğum yer ve atalarım göz önüne alındığında bir Amerikalıyım ama hikâye üzerine ilk bilgilerim, bir olayı nasıl hikâyeleştireceğime dair ilk düşüncelerim ben Çin’de yaşıyorken kafamda belirdi.” demiştir. Batı klasiklerini okurken, bir yandan da Çin edebiyatının klasiklerini devirmiştir. Bu iki taraflı birikimlerin sonucunda, yapıtlarında her iki edebiyat dünyasının izlerini de görürüz. Batılı romandan eleştirel gözü almıştır Buck; doğudan ise doğallığın sıra dışı olarak algılanıp, zevkli hale getirilebileceği gerçeğini.

Romanın başkahramanı Wang Lung adında yoksul bir çiftçidir. Olaylar bu çiftçinin ve zamanla genişleyen ailesinin etrafında gelişir, dallanıp budaklanır.  İlk bölümde Wang Lung’u ve babasını tanırız. Genç adam 1910’lu yılların başlarında, kendi sosyo-ekonomik düzeyinde bir kızla evlenmek üzeredir. O güne kadar yaşadığı hayat sefalet ve yoksulluktan başka bir şey getirmemiştir evine. Sürekli çay isteyen ve bir an önce torunlarına kavuşmayı talep eden bir babası vardır. Ev pistir, bakımsızdır. Tarlada çalışıp elde ettiği parayla hem evin ihtiyaçlarını görmek hem de para biriktirmek olanaksızdır. Evlilik bu yüzden geleceğe dair iyi bir yatırım olarak algılanır Wang Lung ve onun gibi milyonlarca diğer köylünün gözünde.

Wang Lung, kasabanın en zengin ailesinin evinde köle olarak çalışan bir kızla evlenir ve evlendikten sonra hayatı hızlı bir şekilde değişmeye başlar. Karısı O-Lan, hem zeki, hem tutumlu hem de çok çalışkandır. Evi çekip çevirir, yaptığı yemeklerle ve çayla Wang Lung’ın babasını memnun eder ve asla para israf etmez. Bunun yanında Wang Lung’un amcası ve yengesi, ailecek israf batağındadırlar. Bir karşıtlık örneği olarak amcanın evi, romanda karşılaşacağımız “kötü” karakterinin içini doldurur.   

Hikâye; evlilik, çocukların doğması, biriktirdikleri paralarla tarla almaları gibi güzel haberlerle başlar ve uzun süre benzeri olumlu gelişmelerle devam eder ama ileriki sayfalarda kıtlık baş gösterince Wang Lung çok sevdiği toprağa sırtını dönmek zorunda kalır. Çocukları açtır, karısı açtır, hepsinden önemlisi babası açtır. Sıkıntılara daha fazla katlanamazlar ve o zamanlar için Çin’de yeni bir ulaşım aracı olan trene binip güneydeki büyük bir kente giderler. Buradaki hayatları tam bir yoksulluk, sefalet ve sıkıntı manzumesidir. Adiga’nın, Mistry’nin ya da Rushdie’nin Hindistan’ın yoksul semtlerini konu alan romanlarını andırır bu sayfalar. Sokaklarda dilenirler, zenginlerin halka dağıttıkları ucuz ya da bedava yemekleri yerler, yeri geldiğinde çalarlar, yağmalamaya katılırlar.

Köylerine tekrar döndüklerinde ceplerinde biraz paraları vardır. Haksız bir yolla elde etmiş olsalar da bu parayı daha fazla toprak almak için kullanırlar ve kısa sürede işleri büyütürler. Kasabanın en zengininin (O-Lan’ın köle olarak büyüdüğü) malikânesini satın alırlar. Zenginleştikçe Wang Lung’un şımarıklığı artar, şımardıkça yoksulken sıkı sıkıya bağlı olduğu ahlaki değerlerin hayatındaki önemi azalır. Oğulları ciddi bir iş yapmazlar, tembeldirler ve sürekli birbirleriyle kavga halindedirler.  Wang Lung kendisine ikinci bir eş edinir. O-Lan bu duruma içerlese de sesini çıkarmaz.

Romanı bir bütün olarak ele alırsak, realist-naturalist çizgide yer aldığını söyleyebiliriz. Olaylar oldukları gibi anlatılmıştır. Herhangi bir siyasi görüş, herhangi bir ahlaki anlayış baskın değildir. Stendhal’ın roman için söylediği “Al aynayı eline, sokak sokak gez.” lafını anımsatır Buck’ın üslubu. Kendisinden önce Çin’e gelmiş oryantalist zihniyetli düşünürlerden uzakta bir konumdadır. Ne Arthur Smith gibi alay eder Çinli köylünün değerleriyle ne de Bertrand Russell gibi batılı olmayan değerleri çözülmesi gereken sorunlar olarak görür.  1910-1940 arası Çin’deki herhangi bir köyün ve köylünün hikâyesidir anlatılan. Gelenekler, değerler, insanlar arası ilişkiler abartılmadan, es geçilmeden, doğal bir şekilde dile getirilir.  O-Lan’ın kıtlık zamanında doğan kızını, doğar doğmaz öldürüşü bile basit cümlelerle geçiştirilmiştir ki modern zamanlarda doğup büyümüş bir okuyucu için bu sahneler ağır gelebilir. Oysa O-Lan için normaldir bu, yapılması gerekendir, diğer çocukların sağlıklı büyümesi için. Buck; süsleyip püslemez sahneleri, aşırı derecede dramatize etmez, gereksiz yere uzatmaz. Olaylar başka türlü olmaları mümkün olmadıkları için o şekilde meydana gelmiştir ve bu yüzden sıradan bir anlatımın dışında bir üslubu hak etmezler. Betimlemelerin çoğunda toprağa, doğal hayata, anneliğe ve kadınlığa övgüler vardır ama bu övgülerde bile ciddi bir sadelik göze çarpar.

İleriki hayatında feminist hareket içinde de yer alacak olan Buck bu romanında yarattığı kadın karakterle, Çinli kadın-anne imgesinin içini bir hayli doldurmuştur. Çinli kadın sessizdir, çalışkandır, doğum yapmadan önce kayın pederinin yemeğini hazırlar ve sonrasında, sökükleri onarmaya gidiyormuş gibi bir odaya girip tek başına çocuğunu doğurur, işini bitirdikten sonra da kalkar tarlaya kocasının yanına gider. Hiçbir şeyden şikâyet etmez, hiçbir iş ona ağır gelmez. Bunun yanında evi, içindeki bireylerle beraber çekip çeviren de kadındır. Evin ana sütunudur, o varken çatı ayakta durur, o varken duvarlar dışarıdaki fırtınalara dayanabilir. Kadının toprakla olan bağını, verimlilik ve şefkat yönüyle benzerliklerini şu cümlelerle ifade eder Buck:

“Ama kadının büyük kahverengi memesinden, serin bir pınardan fışkırır gibi çıkıyordu süt. Çocuk ağzını dayayıp memelerin birinden kar beyazı sütü içerken, öteki memeden gelen süt durmuyordu. Kadın bırakıyordu sütü kendi başına. Çocuğa yetecek kadar vardı ne de olsa! Pek çok çocuğa yetecek kadar boldu süt. Kimi zaman bilinçli olarak, sırf elbisesi ıslanmasın diye, akıtırdı sütünü toprağa. Toprağın sütü emdiği yerde koyu, yumuşak, bereketli bir nokta belirirdi.”

Romanda ana karakterler Wang Lung ve O-Lan olmasına rağmen, gerçek ana karakter toprağın kendisidir. Yukarıdaki paragrafta da gözlemleyebileceğimiz gibi kadın-anne ile toprak arasında kopmaz bir bağ vardır. O-Lan memesinden gelen sütü toprağa akıtırken bir kurban vermektedir. “Ben de senin gibiyim. Yavrularım için süt verip, onların karnını doyurmak zorundayım. Senin yavruların da biziz. Doyur bizi.” demektedir adeta.

Wang Lung’un toprağı her zaman için güvenilecek bir kucak olarak algılayışı ise roman boyunca sık sık çıkar karşımıza. Şu satırlarda Wang Lung, o sırada ilk çocuğuna hamile olan karısının eline bir gümüş parayı bırakışını anlatır. Kadın hayatında ilk defa gümüş bir paraya dokunmuştur. Wang Lung için ise paranın kaynağı olan toprak gerçek övgüyü hak edendir:

“Wang Lung sigarasını tüttürerek oturdu, masanın üzerindeki gümüş parayı düşündü bir süre. Toprağın bağrından çıktı bu gümüş para; elinin emeğiyle, sabanın toprağı deşmesiyle fışkırdı. Damla damla teriyle topraktan söktü bu gümüş parayı. Önceleri, cebinden bir gümüş para çıkarıp birisine verdiğinde; bedeninden bir parça kesilmiş ve bu parça düşünmeksizin bir yabancıya teslim edilmiş gibi hissederdi. Ama şimdi, ömründe ilk defa, bu acıyı duymuyordu. Evet, kasabadaki terzinin elinde gördüğü ışıltılı şey herhangi bir gümüş para değildi, paranın çok daha ötesinde bir anlamı vardı: doğacak oğlunun giyeceği bir elbiseydi o.”   

Romanda iyiler ve kötüler yoktur. Onun yerine çok çalışıp topraktan kazananlar ve kazanmadığı halde aileden kalanı kumarda kaybedenler vardır. Türkçe edebiyatta hangi romanla karşılaştırılır tartışılır ama içeriğin gelişimi itibarıyla Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’na, karakterler ve başlarından geçen olaylar itibarıyla Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine benzetilebilir. Köy hayatının betimlemeleri ise en çok Kemal Tahir’i ve Fakir Baykurt’u anımsatıyor.

Bir uygarlığı anlamak için o uygarlığın tarihini ve edebiyatını anlamak şarttır. Devrim öncesi Çin’de köylülerin hayatı nasıldı, ne gibi inançları vardı, paranın ve ticaretin önemi neydi, kadının toplumsal hayattaki rolü nasıldı,  hangi gelenekler hayatı şekillendirmede önemli rol oynuyorlardı… Bu ve benzeri soruların yanıtlarını Toprak Ana’da bulmak mümkün.

Özellikle Çin toplumu ve kültürüyle ilgilenen herkese bu romanı okumalarını içtenlikle tavsiye ederim.
                                                                              
                                                                                                     8 Nisan 2015, Çanco

* Kitap Türkçe’ye çevrilmiş ve çevirmen kitabın adı için “Mübarek Toprak” ifadesini uygun görmüş. Bire bir çeviri olması açısından daha doğru olsa da ben “Toprak Ana” adını romanın özüne ve vermek istediği mesaja daha uygun gördüm.

** Yukarıdaki yazıda geçen alıntıları İngilizce metinden ben çevirdim. Çok ustaca bir çeviri yapmadığımın farkındayım. Elimden geldiğince yazarın üslubunu tutturmaya çalıştım. İngilizce metnin çok daha etkileyici olduğunu itiraf etmeliyim.

BU YAZI İLK OLARAK "ÇİN HAKKINDA HER ŞEY" SİTESİNDE YAYINLANDI. ORADA YAYINLANDIKTAN BİR GÜN SONRA YAZIYI KENDİ SAYFAMA DA KOYUYORUM. BUNDAN SONRA HAFTADA EN AZ BİR KERE ÇİN EDEBİYATI, KÜLTÜRÜ VE TARİHİ ÜZERİNE YENİ BİR YAZI YAZIP, BU SİTEDE YAYINLAYACAĞIM. YUKARIDAKİ YAZIYA BURAYA TIKLAYARAK ULAŞABİLİRSİNİZ.