Bu Blogda Ara

13 Ocak 2021

"Tokcay'ın Son Günü" Yayımlandı

        



Doğu ve Güneydoğu Asya üzerine yazdığı öyküleriyle tanınan Ali Rıza Arıcan’ın yeni kitabı “Tokcay’ın Son Günü”, Cinius Yayınları tarafından yayımlandı. Daha önceki beş öykü kitabıyla son yirmi yıldır yaşadığı coğrafyayı, günlük yaşamın küçük ayrıntıları üzerinden anlatmış olan yazar; bu kitabında dürbününü, ilk kitabı Pasifik Öyküleri’nde olduğu gibi tekrar Tayland’a çeviriyor ve ülkenin kuzeydoğusundaki sıradan bir köyde yaşayan yaşlı ve hasta bir köpeğin son gününü, köpeğin diliyle okurlarına aktarıyor. Tokcay’ın Son Günü dokuz bölümden oluşan bir kısa roman (novella). Her bölümde Tokcay’ın hayatından bir kesit sunuluyor ve ömrünü  çeltik tarlalarında, köydeki evin geniş bahçesinde ya da okuldaki sıraların altında geçirmiş olan bir köpeğin gözünden insanlara ait değerler tartışılıyor. Bu noktadan bakınca, arka kapaktaki ilk paragrafın kitabın içeriğini özetleme konusunda iyi bir iş çıkardığını söyleyebiliriz.

On dört yıllık yaşamında pek çok şey görmüş ve geçirmiş olan Tokcay, ömrünün son günlerinde hasta, kör ve bir nebze topaldır. Köydeki evin bahçesinde uyuklayarak geçirdiği bu son günde, bir yandan geçmişin tatlı anılarıyla kendi kendisini eğlendirmeye çalışırken bir yandan da anlam, bilinç, dostluk, aşk, sadakat gibi konularda derin düşüncelere dalmaktadır...  

Hikâye, köyde yaşayan Patthanachai ailesinin tek çocuğu olan Tossapol’un tatil için köyüne dönmesiyle başlıyor. Kitabın ilk cümlesi olan “Sen daha ölmedin mi?” sorusu, hikâyenin istikameti konusunda da az çok bilgi veriyor okuyucuya. Tokcay’ın artık iyileşemeyecek derecede hasta olması ve ailedeki herkesin onun ölümü için gün sayıyor olması okuyucuda hüzünle karışık bir heyecana sebep oluyor. Tokcay’ın da durumun farkında olması ise bizi onun ölüm ânı ile ilgili buruk dileklere sürüklüyor.

Son nefesimi, uzaktan da olsa onların gündelik konuşmalarını dinlerken vermek şimdilik en büyük dileğim. Evet, ben ölürken gündelik hayatın sıradan işlerini konuşuyor olsunlar. Ne bileyim işte! Birisi “Uzun zamandır yağmur yağmadı, barajlardaki su seviyesi biraz daha düşerse tarladaki pirinç hiç olacak.” desin mesela, bir diğeri “Som-o  Festivalinde camışların çektiği arabanın üzerinde karşı komşunun kızı oturacakmış.” desin. Hatta eğlensinler, müzik çalsınlar, şarkılar söylesinler, Tossapol’un küçük amcası bira içip çok sevdiği İsan  türküleri söylesin yanık sesiyle. Onlar böyle şeylerden konuşurlarken, sevinerek ve dans ederek ölüme en güzel yanıtı verirken, ben usulca kapayayım gözlerimi ve vereyim son nefesimi. Evden çıktığı belli olmayan ya da gittiği çok sonra anlaşılan bir misafir gibi sıvışayım yokluğa doğru.


Bundan sonrasında Tokcay, bir yandan bahçenin içinde dolanıp evdekilerin konuşmalarına kulak misafiri olurken bir yandan da bulduğu gölgeliklerde uyuklayıp geçmişin anılarında teselli arıyor. Onun için artık aşk, dostluk, amaç, sadakat, bilinç gibi kavramlar üzerinde düşünülüp kendince gurur kaynağı haline getirilebilecek büyük anlatılar anlamına gelmektedir. Bu derin dalınçlar sırasında Tokcay insanın bilincini ve bencilliğini de masaya yatırır. Şöyle diyor örneğin Tossapol’un onu bilinçsiz bir varlık olarak yaftalaması karşısında:

İnsanın bilincinin bu derece bencilleşmesi ve kendisini evrenin seçilmiş varlığı olarak görmesi, o bilinci var eden tarihsel mekanizma olan evrimin intiharından başka bir şey değildir. Bunu da yazın bir yere! Yaşlı ve emektar köpek Tokcay’dan yolunu şaşırmış insanlığa ufak bir ders olsun. İnsanın kendi zekâsını, mutlak bir zekâ olarak görmesiyle başlıyor tüm kusur. Oysa milyonlarca olası zekâdan birisidir insanın zekâsı. En akıllıen üstün ya da en kıvrak değildir insan; farklıdır sadece. 

Bu cümlelerden Tokcay’ın insanlara yukarıdan bakan bir züppe olduğu sonucu çıkarsanabilir olsa da hikâye Tokcay’ın eleştiri oklarını kendisine çevirmesini es geçmiyor. Kamboçya’ya giden bir kamyonetin arkasında onlarca başka köpekle birlikte balık istifi bir halde ilerlerken şu sözleri işitiyoruz, Tokcay’ın da daha sonra hemfikir olduğu Pi Dam’dan.

Burada şu anda esir bulunup da özgürlüğü, köpek kimliğinin aslına dönmeyi, vahşi doğanın güzelliğini arzulamış olan var mı? Hiç sanmıyorum. Hepimizin keyfi yerinde. Ev sahiplerimizin verdikleri yemek artıklarıyla bir değil iki köpek besleneceğini bildiğimiz halde paylaşmayı değil de hırlamayı seçmedik mi bahçeden boynunu uzatan sokak köpeklerine? Bak, az önce derdini anlatan Sarı’yı bile susturmadık mı? Onun yerine kendimizi koyma konusunda başarısız olmadık mı? Bırakın empati yapmayı, dinlemeye bile tahammülümüz yok. Adını bile bilmiyorsunuz, aranızda Pasaklı diye çağırıyorsunuz. Sonra gelmiş burada köpeklik kimliği, köpeklik onuru diye bık bık ötüyorsunuz. Size verilen yemeğin üzerinde hak iddia edip sokaktaki köpeği açlığa mahkûm ederken neredeydi o köpeklik onurunuz?


Hikâye anıların acı ve tatlı görüntüleriyle ilerlerken tabii ki eski aşklara da uğruyor. Tokcay, biricik aşkı Kahve’yi anımsadığı satırlarda modern aşk kavramını ve onun yalnızlaştırıcı / bencilleştirici yönünü de ele alıyor.

Âşık olduktan sonra; âşık olmadan önceki hayatında nasıl mutlu olduğunu, günlerini nasıl geçirdiğini, kendini nelerle meşgul ettiğini unutuyorsun. Aşk kendisinden önce yaşanmış mutsuzlukları değil de mutlulukları siliyor, onları görünmez hale getiriyor, bencilce bir sahip çıkışla aşksız yaşamlara yukarıdan bakıyor. Öyle ki kendisinden önceki hayat, lambanın yanına konmuş, yanıp yanmadığı bile kimsenin umurunda olmayan bir mum gibi cılız ve ezik kalıyor.

Hikâyenin sonunda kendisini sevenlere elveda diyen Tokcay, güzel yaşadığını ve güzel öldüğünü, hayatın bundan daha yüce bir anlamının da olamayacağını bir kere daha vurguluyor. 132 sayfaya sığdırdığı kısa hayat öyküsüne her yaştan okuruna ders olacak nitelikte pek çok güzelliği işleyen Tokcay kendisine yakışan kahramanca bir hoşçakalla perdeyi bir daha açmamak üzere kapatıyor. 

                                                                                           İpek Ağgez / 08.01.2021