Bu Blogda Ara

09 Şubat 2017

Bali Notları 1 - 6

BALİ NOTLARI 1: Bali bizi kargaşa ve kaosla karşılıyor. Pasaport kontrol noktasına girmeden önceki kapıya kocaman bir pano koymuşlar. Bu panoda vize için başvurması gereken yolcuların uyruğu olduğu ülkelerin adları yazılı. Listede Türkiye de var. Oysa gelmeden önce bakmıştım, Endonezya TC vatandaşlarından vize istemiyor. Emin olmak için sıraya giriyorum. Beş dakika kadar bekledikten sonra otuz günden az kalacağım için vize başvurusu yapmama gerek olmadığını öğreniyorum. Eee, o kocaman pano ne peki? Gidip bir daha bakıyorum panoya. Hiçbir yerinde otuz gün koşulu yok. Haklı çıkmanın gururuyla –Ne kadar da tiryakisiyim bu duygunun- pasaport kontrolüne gidiyorum. Çoktan uzamış olan sıraya giriyorum. Sorunsuz geçiyorum ama iş burada bitmiyor. Bavullarımız neredeyse yarım saat beklememize rağmen ortada yoklar. Öylece bekliyorum renkli bavullara bakarak; bavullara sığdırılmış, katlanıp düzleştirilmiş hayatları düşünüyorum. Bir de sığmadığı için geride bırakılanları… Saat akşam sekize yaklaşırken yükümüzün ilk yarısı görünüyor ufukta, ardından da ikinci yarısı.. Yupeee! Artık girebiliriz Bali’ye. Yok ama, kolay mı öyle? Hayır! Uçakta verilmesi gereken bir formun verilmemiş olduğunu fark etmem çok zaman almıyor. Üzerimde taşıdığım paranın belli bir miktarı geçmediğine ve herhangi bir malı satmak için getirmediğime, ceplerimde uyuşturucu taşımadığıma dair bir belge bu. Normalde başka ülkelerde pek de ciddiye alınmaz ama burada uzun uzun listelemişler her şeyi. Formu doldurup, imzalayıp sıraların bulutsu bir hal aldığı başka bir salona geçiyorum. Başka ülkelerde böyle bir salon da olmaz, zaten bu form pasaport kontrolünde alınır ve iş biter ama burada uygulama farklı… Bu salonda insanlar, bavullar, çocuklar ve üçtekerler akşamüstü okuldan çıkıp toplu halde otobüse binmiş liseli öğrenciler gibi bir hava oluşturmuşlar. Yağmur sonrası kurbağaların serenadını andıran bir gürültü var duvarların sıkıştırdığı kalabalıkta, bağrışmalar konuşmadan çok kavgayı anımsatıyor. Sıra falan yok, daha çok sarmal ya da gemici düğümü var denilebilir. Kim nereye burnunu sokarsa, kim kime “biz zaten beraberiz” yalanını yutturabilirse… Yine de doğal süreciyle, yavaş yavaş da olsa önümdeki kalabalık azalıyor, belli bir noktadan sonra ister istemez rafine olup ipe dönüşüyoruz. Görevli kadın benim verdiğim forma bakmıyor bile. “Geç” diyor eliyle. Hemen döviz bürosuna gidip Singapur’dan cebimde kalan 50 doları bozduruyorum. Sonrasında mecburen taksicilerin elindeyiz –Bali’de metro yok. Otobüs servisi de ya yok ya da işe yarar bir şey değil. Oysa ben ne de çok severim işlerimi konuşmaksızın halletmeyi. Burada mecburen konuşacağız.- ama orada da sıra yok. Aralardan sıvışıp turuncu gömlekli görevliye gideceğim yeri söylüyorum. Bir bilete iki üç harflik bir şeyler karalayıp bana uzatıyor. Adama benden istediği miktarı veriyorum. Kalabalığı yarıp orada bekleşen diğer turuncu gömleklilere gidiyorum. Bir tanesi –uzun boylu, şişman ve bıyıklı bir adam- “beni takip et” diyor, anlaşılır bir İngilizceyle. Havaalanından çıkana kadar konuşmuyoruz, bu sessizliğin takside yaşanacak uzun bir şikâyetnamenin habercisi olduğunu ayırdına varamadan…

BALİ NOTLARI 2: Taksi şoförümüz deneyimli. Kendisini tanıtarak başlıyor muhabbete, borçlu bırakıyor bizi. Memleketlerimizi, Bali’ye ilk defa geldiğimizi hemen oracıkta itiraf ediyoruz. Sonrasında uzun bir sessizlik oluyor. Taksi havaalanını terk ediyor ve şehrin keşmekeşine karışıyor. “Eskisi gibi değil Bali” diyerek uzun sessizliği sonlandırıyor Balili olduğunu üzerine basarak tekrarlayan şoför. “Eskiden çok Ozi (Avustralyalı) vardı. Şimdilerde her yer Çinli turist kaynıyor.” Anladım tabii ne demek istediğini ama tecahül-ü arife verip –biz de 17 yıllık öğretmeniz yani, az deneyimli sayılmayız- derdini ondan dinlemek için sordum. “Neden?, Çinli turistler iyi değil mi?”. Arabanın karanlığıyla dışarıdan gelen ışık cümbüşünün kesişim noktasında kafasının siluetini görüyorum, kayıtsızca sağa sola sallanıyor, cık cık diyen bir halet-i ruhiyeyle başlıyor konuşmaya. “Yok, kesinlikle aynı değiller. Oziler para harcamaya geliyorlar buraya. İçmeye, sarhoş olmaya, eğlenmeye, su sporları yapmaya… Taksiye de ihtiyaçları oluyor. Çinliler büyük gruplar halinde geliyorlar, kocaman otobüslerle her yere grup halinde gidiyorlar. Kalacakları otellerden, yemek yiyecekleri lokantalara kadar her şey önceden ayarlanmış ve bu yerlerin çoğu Çinli yatırımcılara ait kurumlar. Çin lokantasında yemek yiyip, Çinli yatırımcının otelinde kalıyorlar. Sağa sola giderlerken de tur otobüsleriyle gidiyorlar. Dolayısıyla Çinli turistten büyük yatırımcılardan başka kimseye para kalmıyor. Hem Çinliler de yerel dükkânlardan pek alışveriş yapmıyorlar, dedim ya taksiye bile binmiyorlar.” Ne diyeceğimi bilemediğim için sessizlikte oturuyorum bir süre. “Haklısın.” diyorum ve ona Tayland örneğini veriyorum. Benzeri bir durum Tayland’da da var çünkü . “Sıfır-Baht Tur” (Zero-Baht Tour) deniliyor buna ve büyük bir çoğunluğu Çinli turistlerden kaynaklanıyor. Hatta yerel halkın protestolarına yanıt vermiş olmak için Tayland Turizm Bakanlığı bazı girişimlerde bulundu geçtiğimiz aylarda. Bir takım kısıtlamalar getirdi bu tür organizasyonlara. Çok bir şey değişeceğini sanmıyorum. Ayrıca burada sormak lazım, seyahat için en ucuz yolu arayan turist mi suçlu yoksa halkına turizm gelirinden başka bir gelir sunamayan hükümetler mi? Tayland, Endonezya, Kamboçya, Laos –listeye Türkiye de eklenebilir- gibi ülkeler elde edilen turizm gelirini ağır sanayiye, artı değeri yüksek olan ürünlere, eğitime ve altyapıya yönlendirmediği sürece kırılgan bir ekonomiye sahip olacaklardır. Doğru olan yöntem turizm gelirini turizm dışı –yani diğer ülkelere bağımlı olmayan- alanlara kaydırıp, elde edilen kapitalle ekonomiyi geliştirmektir. Turizm yine var olsun ama bir turisti kapmak için on tane taksi şoförü kavga etmesin birbiriyle mesela! Ya da yol kenarlarında incik boncuk satacağım diye bütün gün sıcakta beklemesin yaşlı kadınlar… Turizm bağımlılığını azaltmadıkları sürece en ufak bir olaydan etkilenecek ve maddi anlamda ciddi kayıplarla karşılaşacaklardır. Ve yine en çok cefayı ve ezayı halkın kendisi çekecektir. Bali’de birkaç yıl önce patlayan bomba onlarca gencin hayatını almakla kalmadı, binlerce Balilinin işsiz kalmasına ve yine pek çok işyerinin kapanmasına da neden oldu. Yıllar geçmesine rağmen durumun düzelmemiş olması şaşırtıcı değil. Benzeri bir örneği Türkiye’de Rus uçağının düşürülmesi olayıyla yaşadık biz. Her ne kadar politikacılar el ele tutuşup kameralara gülümseyen poz verme yarışına girseler de otellerin doluluk oranı geçen yıl %50’yi bile geçememiş… Bu düşüncelerle; motosikletlerin, bisikletlerin, at arabalarının arasından geçe geçe otele varıyoruz. Arabadan inince şoföre biraz bahşiş verip teşekkür ediyorum. Şaka maka, artık güney yarımküredeyim ve hayatımda ilk defa bu kadar güneye indim. Öyleyse tadını çıkarmalıyım…

BALİ NOTLARI 3: Bazı kadınlar alınlarına birkaç tane ıslak pirinç (bija) yapıştırıyorlar ve günlük meşguliyetlerine bu şekilde devam ediyorlar. Kutsanmış ve paklanmış olmanın bir göstergesi bu. Tapınakta yapılan tören sırasında, kutsal bir temizlik yapılıyor ve ardından bu temizliğin yapıldığının kanıtı olarak alına birkaç tane pirinç yapıştırılıyor. Bir çeşit muska, kötülüklerden korunmak ve iyi şans sahibi olabilmek için. Erkeklerde neden hiç görmedim bilemiyorum. Belki gözümden kaçmıştır. J Benzeri bir durum Hindistan’da da vardı. Orada da kırmızı / siyah bir boya (bindi) sürülürdü alınlara. Tayland’da ise dualar / iyi dilekler eşliğinde bileğe takılan ip (say sin) vardır. Genelde anne baba, öğretmen ya da tapınaktaki rahip takar bu ipleri ve takılan kişi uzun süre taşır onu. Buradaki nüfusun çoğu Hindu olduğu için yollarda yürürken Hindu tanrılarını ve onlara sunulmuş temsili hediyeleri (Adının canang olduğunu Hristiyan resepsiyon görevlisinden öğreniyorum.) görmek mümkün. Yuvarlak ya da kare şeklindeler, muz ya da palmiye ağacı yaprağına sarılılar ve içlerinde pirinç, meyve parçaları, limon, şeker, tütsü gibi her gün tüketilen ürünler var. Canangları şehrin her yerinde görmek mümkün. Bazı kadınlar on – on beş adet canangı tepsiye dizmiş, kafalarının üzerinde taşıyarak, bir çeşit canang dağıtım hizmeti görüyorlar. Kaldırım boyunca sağa sola koyuyorlar birer ikişer tane. Caddenin ortasına bile koymuşlar birkaç tane, üzerinden arabalar ve motosikletler geçiyor. Dükkânların önlerinde, arabaların camlarının dibinde, Ganeş sunaklarında, evlerin kapılarında, yüksek duvarların üstünde, kısacası şehrin her yerinde varlar ve tütsüleri bitene kadar dumanlar çıkararak etraflarını nazardan / belalardan koruyorlar. Canangları o kadar çok görüyorum ki boş bir vakitte dayanamayıp Wikipedia’ya bakıyorum, neymiş, neyin nesiymiş diye! Cananglar, Sanghay Widi Wasa (kısa adı Acintya ya da Atintya) adı verilen ve Endonezya Hinduizm’inde bütün tanrıları bünyesinde toplayan bir “en yüce” Tanrı’ya sunuluyormuş. Gerekçesi dünyadaki barışı (Hangi barışı? Dünyada ne zaman barış olmuş? İç huzur demek daha doğru olur sanırım.) devam ettirdiği için Atintya’ya teşekkür etmekmiş. Evde ya da komşularda cenaze varken Canang sunulmuyormuş. İçeriği katmanlarla ve farklı tanrıların temsilleriyle dolu olduğu için ilgimi pek çekmiyor ama Atintya’nın tarihi ya da evrimi bir hayli ilginç.  Sözlük anlamı “düşünülemeyen, hayali edilemeyen” olan bu kelime, daha önceleri Agama Hindu Darma olarak biline en yüce Tanrı’nın Bali’deki adıymış. Boşluk, evrenin başlangıcı, güneş tanrı gibi özellikleriyle de en üstün Tanrı konumunu güçlendiriyormuş. Diğer tanrılar Atintya’nın birer gölgesi ya da temsili konumundaymış. Hinduizm’deki Brahma’nın karşılığı olması bir yana Wikipedia’ya göre Hinduizm’deki son yüzyıllarda görülen tektanrıcı yönelimin önemli göstergelerinden birisiymiş. Bu noktadan sonrası ise din ile siyasetin ilişkisini göstermesi açısından daha da çığır açıcı. Endonezya Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra kurulan Endonezya Cumhuriyeti halka din özgürlüğünü tanıyor ama din tanımına sadece tektanrılı (Her yerde ve her şeye kadir olan) olma koşulunu da ekliyor. Haydaaa! Devlet tarafından tanınan beş din şunlar: İslam, Budizm, Katolik Kilise, Protestan Kilise ve Hinduizm. Balili Hindular da tektanrılı olma koşulunu sağlamak için inanç sistemlerindeki tektanrıcı (en güçlü olanı say, diğerlerini onun temsilcisi yap) öğeleri öne çıkarmak zorunda kalıyorlar. Zaten yukarıda sözünü ettiğim Sang Hyang Widhi Wasa (Kadir-i Mutlak olan Tanrı) adı da Protestanların 1930’lu yıllarda Hristiyan Tanrı’sı için kullandıkları addan alınmış. Sadece din ve siyasetin iç içe girmişliği değil, dinler arası etkileşimi göstermesi açısından da önemli bu. Bizde de benzeri durum İbrahimi dinler arasındaki benzerliklerle gözlemlenebilir. Neyse, Bali’den iyice uzaklaştım, Ali’ye yaklaştım. Burada keseyim.  Meraklısına kaynak: Cananglar https://en.wikipedia.org/wiki/Canang_sari

BALİ NOTLARI 4: Çocuk denize girilsin diye çevrelenmiş alanın dışında bir yerde yüzüyor. Ördek gibi, dalıp dalıp çıkıyor suya. Arada da bağırıyor “Baba, babaaaa”, ilgi çekmeye çalışıyor her çocuk gibi. Belki bir hareket gösterecek, belki onu da suya çağıracak... Babası kumsalın az berisinde, turistlere hediyelik eşyalar satan dükkânı işletiyor, meşgul tabii ki, para kazanması lazım. Çocuk da sıkılıyor dükkânda. Bırakıyor yüzsün gözünün önünde. Çok uzak değil çocuğa, en fazla yirmi adım, belki de bu yüzden pek ses etmiyor. Peki ya dalgınlığına gelirse, ya bir müşteriyle pazarlık ederken oğlunun sessizliğini fark etmezse, ya dükkânın arka tarafına gittiği bir anda çocuk boğulma tehlikesi yaşarsa… Çocuk kendi başına eğlenmeye devam ediyor. Kulaç atıyor, sırtüstü yatıyor, suyun içinde elleri üzerinde amuda kalkıyor. Arkadaşsız olunca su bile sıkıcı, ne kadar serin ve kuşatıcı olsa da! Boyunu geçen yerlere gitmemeye özen gösteriyor gibi görünse de suyun o kısmında derinlik çabucak değişir, zaten yüzmeye kapalı olması da bu yüzden. Bir adım atarsın ve ayakların kesilir yerden. Yüzme bilmiyorsan çeker dalgalar seni içerilere. Çırpınır durursun olduğun yerde, çırpındıkça da daha çok batarsın. Benim endişelerimi babası da paylaşıyor olacak ki elinde normal boyutlarda bir canangla (bkz Bali Notları 3) çıkageliyor. Çocuğunun denize girdiği yere, suyun ulaşamayacağı bir noktaya, sarı kumların üzerine canangı koyuyor, tütsüyü yakıyor. Yakarken, hafif hafif esen meltemi engellemek için elleriyle koruyor alevi, tıpkı rüzgârlı havada sigarasını yakmaya çalışan tiryakiler gibi. Ardından ellerini birleştirip bir şeyler mırıldanıyor. Tütsünün yandığından emin olduktan sonra çocuğuna bir şeyler söylüyor -uzaklara gitme, kıyıda oyna diyordur kesin- ve huzur içinde dükkânına geri dönüyor.

BALİ NOTLARI 5: Otelin ücretini ödemek için resepsiyona iniyorum. Peşin ödememiz gerekiyordu 
ama üzerimde rupi yoktu geldiğimiz akşam. Ertesi sabah öderim demiştim. 100.000’lik banknotları farkına varmadan dışımdan Türkçe bir, iki, üç diye sayıyorum. Saymayı bitirip parayı görevli kıza uzatınca bana Türkçe “Teşekkür ederim.” diyor.  Ben şaşırıyorum tabii. Hem kızın Türkçe teşekkür edebilmesine hem de benim Türkiye’den geldiğimi anlamasına. Gerçi ikincisini otel kayıtlarından öğrenmiş olabilir. Sonuçta pasaportumun fotokopisini çekmişlerdi giriş yaparken. Peki ya Türkçe teşekkür ederim diyebilmesi! Soruyorum tabii, “Nereden biliyorsun Türkçe konuşmayı?”. “Bilmiyorum diyor. Sadece birkaç kelime biliyorum.” Birkaç kelime de olsa ilginç değil mi? Ben tek kelime bile Endonezyaca bilmiyorum. “Buraya gelen Türkiyeli turistlerden mi kaptın?” diyorum. “Yok”, diyor. “Elif’ten öğrendim”. Ben iyice meraklanıyorum. “Elif kim? Öğretmenin mi?”. “Televizyon dizisi.” diyor özürlü bir gülümsemeyle. Beni aptal yerine koyduğu için gülümsüyor besbelli. Ben tabii iyice afallamış haldeyim. Elif diye bir dizi mi var? Kim ne zaman çekmiş? “Bilmiyor musun?” diye sanki bilmemek çok büyük bir ayıpmış gibi soruyor bana. “Yooo, nereden bileyim. Ben pek televizyon izlemem. Hatta hiç izlemem.” diyorum. “Elif bir Türk dizisi.” diyor. Benim cehaletimi kanıksamış artık, öğretmen moduna geçmek üzere. “Çok heyecanlı bir dizi. Kime sorsan bilir Endonezya’da…” Gülümsüyorum ağzımı açmadan. Ne diyeyim, bilmem ki! Aklıma o anda gelen ilk şeyi söylüyorum. “Ben bir tek Behzat Ç’yi bilirim. Sen de onu bilmezsin.” Teşekkür edip ayrılıyorum lobiden. Ben giderken “Hoşça kal” diyor. Odaya çıkınca hemen bakıyorum Elif’e. Özetini okuyorum Wikipedia’dan. Beklediğim gibi var olan tüm klişelerin birbiri ardına sıralandığı bir dizi çıkıyor. Kadının çocuğu olur, kocası kadını ve çocuğu terk eder. Çocuk yokluklar içinde büyür. Kadın zengin bir adamın evine hizmetçi olarak girer. Meğer bu zengin adam bu kadının çocuğunun gerçek babasıdır. Bu arada bu zengin adamın şımarık kızı alabildiğine gıcık ve kötüdür. Tabii, gerçek bir türlü açığa çıkmaz. Kötüler neden kötülük yaptıklarını bilmeden kötülük yapmaya devam ederler. İyiler de asla kötülük yapamayacak melek ruhlu kişiliklerdir. Dünyanın herhangi bir yerinde yapılabilecek ve hatta defalarca yapılmış bir film senaryosu. Tayland’da bu tür dizilerden onlarca var. Ama benim aklıma bu dizinin nasıl olup da Endonezya’ya ihraç edilebildiği sorusu takılıyor. Müslüman ülke olduğumuz için bizim dizilerimize daha çok mu güveniyorlar acaba? Ya da çok klişe olduğu için “Bundan bir zarar gelmez.” deyip almışlardır. Öyle ya, yeni bir şey söylememek, yeni bir şey söylemeyeceğine dair işaretler vermek otoriter ve korkak rejimler için bulunmaz fırsattır. Tehlikeli olan sanat yapma dürtüsüyle söylenmemişi söyleyenlerdir, var olanı yıkıp yenisini inşa etme çabasıdır, statükoya başkaldırandır. Öyle bir dizi yapmış olsaydık, onu ihraç edemezdik. Kendi ülkemizde de yayınlayamazdık. Dizi bir süre sonra yasaklanır, kanala ya yüklü bir ceza gelir ya da kanala hükümet tarafından el konulup birkaç ay sonrasında yandaş bir işadamına satılırdı.

BALİ NOTLARI 6 (SON):   Bali hakkında eminim çok şey yazılabilir ama ben nedense burayı sıkıcı ve bunaltıcı buldum. Bu durum Bali’nin bir ada olmasına verilebileceği gibi benim on iki yıllık Güneydoğu Asya deneyimime de verilebilir. Bali’de gördüğüm kültürel özellikler daha önce yaşadığım (Tayland ve Vietnam) ve gezdiğim (Hindistan, Kamboçya, Malezya, Singapur, Laos) ülkelerinkinden pek de farklı değil. Hatta şöyle bir benzetme yapsam bu iki ülkeyi tanıyanlar beni haksız bulmayacaklardır: Pattaya’da görülen ve açıktan reklamı yapılan seks turizmini çıkarıp, bir de Budizm’in yerine Hinduizm’i (her ikisinde de alt-kültür olarak varlığını sürdüren Animizm’i koruyarak) koyarsak, iki turistik bölge arasında ciddi bir fark kalmayacağını görürüz. Bali’de seks turizmi yok mu? Olmasaydı, akşam hava karardıktan sonra döviz bürosundan otele tek başına dönerken neden sordu motosiklet sürücüsü bana “Do you want lady sir?” diye? Hatta bir akşam otelin olduğu sokağa eşimle birlikte girerken, köşede müşteri bekleyen motor taksicilerden birisi viagra isteyip istemediğimi bile sordu. Hayır, viagraya ihtiyacım varmışım gibi mi duruyorum? Teessüf ettim tabii ki J Bali’de turistler dolandırılmıyor mu? 70.000 Rupi’ye satılan priz adaptörünü pazarlıkla 20.000 Rupi’ye nasıl aldım o zaman? Bali’de plaj kirlenmiyor mu? Her sabah kepçeli iş makinalarıyla temizliyorlardı plaja bırakılan plastik bardakları, şişeleri… Bunun yanında Bali’de de tıpkı Pattaya’da olduğu gibi bir sürüngenler parkı var. Timsahlar, piton yılanları falan… Kuş parkının bir farklılık olduğunu ve görülmesi gerektiğini itiraf edebilirim. Ben hayatımda böyle cıvıl cıvıl ve rengârenk bir ortama daha önce girmemiştim, bir daha da gireceğimi sanmıyorum. Her gün yağan yağmurlarıyla, yağmur öncesi ve sonrası hiç eksilmeyen bunaltıcı sıcağıyla, şaşkın turistlerden para kazanmak için her türlü yöntemi deneyen kurnaz halkıyla, içip içip sarhoş olan ve başlarını belaya sokan beyaz (çoğunlukla Ozi) turistleriyle, her yere beş kişilik bir kafileyle –anne, baba, çocuk, büyük anne, büyük baba- giden Çinli aileleriyle, yemek yediğimiz yerlerde bakışlarıyla turistleri kesen çoğu başka şehirlerden gelmiş fahişeleriyle, menülerin sayfalarının diplerine küçük harflerle “%10 servis ücreti ve %10 vergi yukarıdaki fiyatlara dâhil değildir.” yazdıran lokantalarıyla, Şiva’nın temsillerinden birisi olan erkeklik organı figürünü gazoz kapağı açacağı haline getiren tüccar kafalı insanlarıyla, Vişnu ve Krişna temalı park yapıp tanrıların üzerinden para kazanmaya çalışan hükümetiyle ve en çok da kayaları döven ve dövdükçe köpüren dalgalarıyla bildik bir tatil kenti Bali. Ben şahsen bir daha gitmem, insanları güler yüzlü ve sıcak kanlı olsalar da kat edilen mesafeye değmeyecek gibi geliyor bana. Tabii ki Avustralya’da, Endonezya’da ya da Singapur’da yaşıyorsanız ve içmeye, dans etmeye, geç vakitlere kadar eğlenmeye; sabah olunca da sörf yapmaya, su kayağına binmeye, muz botların üzerinde hoplayıp zıplamaya meraklıysanız Bali sizin için pek çok unutulmaz ânın kapısını aralayacaktır. (Bu son cümle reklam gibi oldu. Olsun, silmeyeceğim. Biraz da reklam olsun.)

İnternet bağlantımın hızlı olduğu bir gün resimleri de ekleyeceğim.