Bu Blogda Ara

28 Ocak 2011

Sev Beni, Terk Et Beni

Kırmızı şarabın şişedeki son damlalarını bardağa boşalttıdığında, K, bu salaş lokantada böylesine güzel bir şarabı bulmuş olduklarından dolayı memnuniyetini bir kere daha belirtmiş, hayatındaki en güzel haftasonlarından birisini geçirdiğini düşünmüştü. Sevgilinin kollarında uyanıp, kulağına aşk sözcükleri mırıldanarak onu uyandırmaktan, sonrasında daha önce hiç sevişmemiş gibi sessizce, ağır ağır, bir sepeti örer gibi, sabırla sevişmekten, her anın, her dokunuşun, her öpücüğün farkına vararak bedenlerini birleştirmekten daha güzel ne olabilirdi? Hem bir insan başka ne bekleyebilirdi hayattan? Kendisi gibi, bu yaşa kadar hiçbir büyük işe önayak olamamış, hiçbir taşın altına elini tam anlamıyla sokamamış, hep kenarda kıyıda kalıp, izlemekle yetinmiş, takip edilen olmak yerine takip eden olmayı yeğlemiş, ıssız bir adamın mutluluğunun sınırları, aşkla değil de başka neyle örülmüş olabilirdi? Ne yapmıştı da bu kadar mutlu olmayı hak etmişti? Yoksa bunca mutluluğun bir karşılığının olacağı, bunu kısa süre sonra fazlasıyla ödeyeceği doğru muydu? Pazar gününün alışıldık öğlen güneşi yerini kırmızı bir ufka bırakıp, gölgeler uzayarak yaklaşan gün batımının haberini verirken, K, tüm korkularına rağmen mutlu olduğunu, bundan daha fazlasının olanaklı olmadığını, hayatının şimdiki haliyle dondurulup, fotoğrafının çekilmesini ve ardından da bu fotoğrafın yaşadığı, girip çıktığı her odanın duvarına asılması gerektiğini hayal ediyordu. Böylece en mutsuz anlarında bile, duvarları kaplayan bu resimlere bakıp, “Ben de bir zamanlar mutluluğu hak edecek işler yapmıştım.” diyebilecek, yaşlılıktaki sevimsiz halini eleştiren genç patavatsızlara okkalı bir yanıt verebilecekti.
E elindeki bardağı havaya kaldırıp, “Yeni yıla ve birlikteliğimize” dediğinde, kısılan gözlerinin arkasında her şeye rağmen hissedilen parıltıya içmişti K. O, seni gözlerimde saklayayım, göğüslerimde büyüteyim, kollarımla koruyayım diyen bakışlara kaldırmıştı kadehini. Yeni yıla içmek güzeldi, birlikteliğe içmek ise daha güzeldi. E bardağını masanın kenarına koydu, az önce anlattığı hikayeden sonra sırada ne olduğunu düşünüyor gibi bir hali vardı. Bir süre bardağın kenarlarına bulaşan kırmızı lekelerle oyalandı, parmağını az önce dudaklarını değdirdiği yerlerde gezdirdi. K’nın “Şarabın olsam da içine dolsam, kanına karışsam, seni sarhoş etsem.” demesinden beş dakika sonraydı bu. E’nin devrim ve sonrası üzerine konuşmasını “Ahh, rekabetin olmadığı bir toplumda yaşanacak aşkın güzelliğini hayal bile edemiyorum.” demesinden 7 dakika sonra. K’nın “Ödül düşüncesinden kurtulmadıkça özgürlük mümkün değildir.” demesinden 9 dakika sonra. Çekik gözleri daha da çekilmiş, bir düğme iliği gibi siyah bir çizgi haline gelmişti bir anda. Bir şey söylemeden öylece durdu bir süre. K sessizliği bozmamakta kararlıydı. İş olsun diye şarap şişesini eline alıp şişenin boş olup olmadığını tekrar kontrol etti. Masanın üzerine düşen kırıntıları topladı ve önündeki kirli tabağa boşalttı, iki de bir masaya gelip boşalan ça da* bardağını dolduran garson kızın önce yüzüne sonra da yakasına taktığı künyedeki ada baktı. Sonra bir garsonun adını hayatında ilk defa öğrenmiş olduğunu fark etti. Hiç düşünmemişti bir garsonu adıyla çağırmayı. O güne kadar hepsinin adı emıy* dı. Muzırlık olsun diye hepsinin yakasına emıy yazmaları gerektiğini bile düşündü sessizlikten istifade ederek ama söylemedi düşündüğünü.
E’nin sessizliğinin tehlikeli boyutlara geldiğini hissettiğinde bile söyleyecek bir şey bulamamıştı K. Onun eline bulaşan kırmızıyı parmaklarının arasında ezmesini, gözlerini gözlerine dikmesini eli kolu bağlanmış bir savaş esiri gibi izledi. Az önce kapalı bir fermuarı andıran gözler şimdi kocaman açılmış, kendisini ve tüm lokantayı yutmaya hazır kara bir deliğe, terkedilmiş bir evin gizemli camlarına dönüşmüştü. “Evet mi hayır mı?” dedi E, ağlamamak için kendisini zor tuttuğu, yanaklarını içeri çekmesinden, soruyu sorar sormaz gözlerini masaya düşürmesinden belliydi. “Yıl sonunda bir yanıt verecektin bana. İşte yıl sonu geldi. İki gün önce soracaktım ama vereceğin yanıtın sonuçlarından korktuğum için sormadım. Hem haftasonunu berbat etmek istemedim. Daha fazla tutamam kendimi. Baraj doldu, dere taşmak üzere... Ya evet de, benim ol. Ya da hayır de, bırak beni, yoluma gideyim. Yanıtını bekliyorum.”
K kaçırdı gözlerini. Elinden gelse kendisini dışarı atar, gözlerini gökyüzünün gidip de dönülmeyecek bir noktasına saplardı. “Şarap” diye düşündü, “Ne zaman şarap içse böyle oluyor bu kız. Alkol beynine vurunca kaybedeceklerini umursamıyor artık. Cahilin cesaretine kavuşuyor.” E biliyordu K’nin yanıtını ama söylemeye, K’nin korkaklıktan ağzından çıkaramadığı o sözcüğü durduk yere ortalığa çıkarmaya yeltenemiyordu. “Ben tuvalete gidiyorum. Gelince yanıt vereceksin.” dedi ve hızlı adımlarla uzaklaştı masadan. K işi şakaya vurmak için “Yavaş git, acelen yok.” dedi ama E dönüp bakmadı bile. Onun dönüp bakmayışında, tatlı bir gülümsemeden K’yi mahrum bırakmasında, ayıp bir göz kırpmayı K’ya çok görmesinde, günün bittiğinin, güneşin battığının, en güzelin en kötüye dönüştüğünün haberi mi vardı? “Buymuş demek ki ödeyeceğim fiyat?” dedi kendi kendine. “Bunca mutluluk bedelsiz olmuyor...” Belki de uzun süre görmemezlikten geldiği sona gelmişti. Şelalenin başında durup, geri dönemeyen ve ileriye atılacak tek adımın atlamak olduğunu anlayan bir kaçak durumunda hissetti kendisini. Geri dönemezdi çünkü E yolları kapatmıştı. O halde ya atlayacak ya da zaman kazanacaktı. Bundan sonra kazanacak bir zamanın kalmadığını biliyor olsa da bu yol tıpkı geçmişte olduğu gibi çekici geldi ona. Lokantanın duvarında asılı olan sahte “Yıldızlı Gece” tablosuna bakıp, geride bıraktığı iki günü düşünmeye başladı.
* * *
Oysa nasıl da güzel başlamıştı haftasonu! Cuma akşamı 8’de buluşacaklar, 9’da otobüse binip Dalat’a gidecekler, iki geceyi orada, Aşk Vadisi’ndeki mini otelde geçirip, birinci gün bisiklet sürüp, ikinci gün dağa çıkacaklardı. Ayarladığı otelin adı bile, banal da olsa bir incelik taşıyordu. Le Petite Paris’te kalıp, Fransız şarabı bulamazlarsa ucuz Dalat şarabıyla sarhoş olacaklardı. İlk defa birlikte uzun bir yolculuğa çıkacaklarına mı sevinmeliydiler yoksa yeni yıla otobüste gireceklerine mi? Ya da iki günlük hafta sonunu doya doya, iliklerine kadar sömürürcesine harcayacaklarına mı? Dağa, güneşe, gölün etrafında bisiklet sürmeye mi, el ele tutuşup yaşlı şairin evine gitmeye, oradan aşk üzerine hat sanatıyla yazılmış, “Love is the happiness on the earth” gibisinden harcıalem bir şiircik almaya mı , yol kenarından bir karanfil satın alıp yakalarına takmaya mı, Eyfel kulesinin taklidinin altında Paris’teymişçesine pozlar vermeye mi... En sıradan şeyleri en bulunmaz Hint kumaşı haline getiren şeyin aşk olduğunu biliyordu her ikisi de. Bu yüzdendi zamanın donmasını istemek ve aşkı bir hamur haline getirip hayatın kalan kısmına eşit bir şekilde yayma arzusu.
Oysa, aksilikler erkenden başlamıştı. Otobüsün 9’da değil de 11:50’de kalkacağını duyduğunda sinirlenmişti K. “Saçmalamayın beyfendi! Arada üç saat var!” demişti. Firma görevlisi ise pişkince “Sinirlenmeyin efendim, 3 saat değil, 2 saat diyebiliriz. Saat 11 işte” demişti 50 dakikayı 1 saate değil de hiç saate yuvarlarken. “Telefon numaranızı vermediniz ki ben sizi arayayım. Vermiş olsaydınız erkenden arar, haber ederdim. Ona göre planınızı yapardınız. Alın bu yeni biletiniz. 11:30’da gelin buraya.” K iç geçirdi, saat 12’ye yaklaşırken Ho Çi Minh Kenti’in sokaklarının anababa gününe döneceğini, otobüsün kentin dışına iki saatte çıkamayacağını biliyordu. “Lanet olsun sizin yapacağınız işe” deyip yazıhaneden çıkmıştı. Birkaç dakika sonra E’nin halen çalıştığı fabrikadan çıkmadığını, işlerin yoğunluğundan –Tıra mal yüklüyorlarmış ve tır fabrikayı terk etmeden kendisi de yazıhaneyi bırakamazmış. Sorumluluk sahibi bir ürün müdürüymüş, gecikmeden dolayı özür diliyormuş ama yapacak bir şey de yokmuş...- dolayı kente saat 10 gibi varacağını öğrendiğinde neredeyse otobüs firmasına dönüp adama gecikmeden dolayı teşekkür edecekti. Sonra da kendi kendine güldü, “Herkesin her işe geç kaldığı bir ülkede tek sorun işleri zamanında yapmak isteyenlerdir.” diyerek.
Kalabalık yollarda içinde kocaman bir delikle yürümüştü K. Festival havasına bürünen ve dünyanın pek çok ülkesinden yemekleri sergileyen parka girdi. Kore yemeklerinin satıldığı yerden Ttıpokki almak istedi ama sıranın uzunluğundan ve insanların sırayı takmamasından rahatsız olduğu için vazgeçti. Bir Hindistan yemekçisinden dağl arasına tavuk döner aldı ve yiyerek dolaştı. Bir elinde de Meksika birası vardı. Sonra nasıl olduysa bir genç kız eline plastik bir bardakta Arjantin şarabı tutuşturmak istemişti. Bedava şarap fırsatını kaçırmamak için birayı kafaya dikmiş, elini boşaltmıştı. Motorların gürültüsünden ve havaya saldıkları dumandan azıcık uzakta, insanların nasıl da mutlu bir şekilde eğlendiklerini, onları mutlu eden yeni yılın aslında kendisi için ne demek olduğunu düşünmek istemişti birkaç kere ama etraftaki cümbüş hiçbir düşünceyi derinleştirmesine izin vermiyordu. Belki de tatiller ve bayramlar bu yüzden vardı. Her şeyi ama her şeyi, derinlikten ve ciddiyetten uzak, hafif bir biçimde algılamaktı bayramlar. Hayatı, bir ırmağın akacağı yeri en nihayetinde bulması kolaylığında yaşamaktı. Zaten hayat dediğimiz şey de ancak yaşandığı zaman mümkün olmuyor muydu? Tıpkı derenin aktığı yere dere yatağı denmesi gibi.
Çocuklar çığlıklar eşliğinde havaya attıkları renkli fırıldaklarını yakalamaya çalıştıklarında yoldan geçenlere çarparken kimse kızmıyor, güzel giyimli, güzel kokulu kadınların şuh bakışları ortamı germek yerine daha da sakinleştiriyor, yavaş yavaş sarhoşlaşan erkeklerin yalpalayarak yürümeleri sağda solda bekleşen polis memurlarını endişelendirmek yerine kahkahalara boğuyordu.
* * *
K saatine baktı. On dakika geçmişti ama E dönmemişti. Yana doğru kaykılıp, tuvalate giden koridora baktı ama bir şey göremedi. On dakika E için çok sayılmazdı ama yine de endişelenmişti. “Gidip tuvalette ağlamasın ya da kötü bir şey yapmasın kendine! Yok canım, yapmaz. Akıllı kızdır E. Ben boşuna kuruntulanıyorum.”
* * *
E’nin kente varmak üzere olduğunu öğrendiğinde K, Ben Thanh durağının arkasındaki bir kafeye girmiş, bir yandan en hafifinden bir birayı yudumlarken, bir yandan da otobüste okumak için yanına aldığı kitaba başlamıştı. Camın kenarında, Ben Thanh meydanındaki kalabalığa, motorların susmayan biplemelerinin oluşturduğu uğultuya, meydanın arkasında verilen klasik müzik konserine, konseri motorlarından inmeden izlemek için yolun yarısını işgal eden insanlara baktı. Yılbaşı akşamı, arkalarındaki yoldan gelen tüm gürültüye ve dumana rağmen, ailecek oturdukları motorun üzerinde Kuğu Gölü’nü izleyen bu insanların orada olma amaçlarını düşünmüştü K. Unutmak olmalıydı, kendini yollara ve bitmez tükenmez akışa vermenin başka ne gerekçesi olabilirdi? Böylesine bir karmaşada, kaosun ayyuka çıktığı bir zamanda Kuğu Gölü gibi yumuşak ve içten bir eserin gösterilmesinin başka bir anlamı olamazdı. Bir galaksinin bir başka galaksinin içinden geçmesi ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmeleri gibi Ben Thanh meydanındaki motorlar dörtbir yandan gelip hiçbir yazılı kuralı takmadan dörtbir yana doğru ilerliyorlardı. Sevgilisine sarılıp dünyayı arkada bırakan delikanlı için ne motor vardı ne de trafik! Onların sahneye mıhlanmış gözlerinde bembeyaz elbiseleriyle dans eden perilerden başka bir şey yoktu. Fakirlik, sefalet, açlık, fabrikalarda süregelen yasal kölelik bir geceliğine unutulacak, hayat saat tam 12’de duracak, insanlar Kuğu Gölüne, suyun ortasında olduğu için bir türlü ulaşılamayan şeker kabına bakan karıncalar gibi bakacak, gecenin bitmesini, sevincin dinip gerçekliğin başlamasını hiç ama hiç istemeyecekti.
K böyle dalmış, gözünün önünde akıp giden trafiğin büyüsüyle hipnotize olmuşken, E’nin kapıdan içeri girdiğini fark etmedi. “Nasıl oldu da senin geldiğini görmedim, oysa camdan dışarı bakıyordum uzun süre” demek yerine “Şimdi geleceğini biliyordum” dedi. E o akşam ne giyiyordu, hatırlamıyordu. İnsanların giysilerine dikkat etmeyi bir türlü öğrenememişti. Yüzler ve düşünceler önemliydi K için. Onun dışındaki her şey –çoğu zaman adlar bile- ikincil ve ihmal edilebilirdi. Bu yüzden önemliydi E onun için. “Ben seni Stalin’in Troçki’den nefret ettiği kadar seviyorum” diyebilecek kaç kız vardır şu dünya üzerinde? Hadi bin tane var diyelim, bu bin kızın kaçı Vietnam’a ayak basacak ya da K’nin karşısına çıkacaktı. Birer bira içip, yorucu günün özetini birbirlerine anlattıktan sonra birlikte kalabalığa karıştılar. Kapanan Kore lokantasına sitem edip, defalarca ısıtıldığı için artık kartlaşmış olan kebabı ve üzüm suyu tadında, şişenin üzerinde markası yazmayan bir kırmızı şarabı satan bir Türk lokantasında karar kıldılar. Çaprazlarına oturup, nargile tüttüren Avrupalı çifti gördükten sonra şanslı olduklarını bile düşünmüşlerdi o akşam. Ne kadar somurtkan, ne kadar sıkıcı bir çiftti o öyle!. Kızcağız dilini yutmuş, ne gülümsüyor ne de bir şeylerden rahatsız olduğunu belli ediyordu. Sarışın delikanlı ise nargilesinden çıkan elma kokulu dumanı havaya üflerken, iki de bir masalara bakan çocuğu çağırıyor, çocuktan nargilenin tepesindeki közü temizlemesini istiyordu. K ile E masada oturdukları süre içerisinde tek kelime etmemişlerdi birbirlerine. “Acaba biz de böyle olacak mıyız?” dedi E bir ara gözünün ucuyla çaprazdaki muammayı gösterirken. K yanıt vermemişti, gözlerini E gibi ustaca kullanıp, niyetini saklayamamaktan korktuğu için.
Otobüsün saatine az kaldığını fark ettiklerinde ellerinde yine aynı üzüm suyu tadındaki şaraplarla firmanın sözünü ettiği köşeye yürümüşlerdi. Saat 11:30’a geliyordu ve etraf mahşer gibi kalabalıktı. Başı kesik tavuklar gibi her bir yöne giden motorlar, etrafı karıncalarla çevrilmiş yaralı hamam böceği gibi dura kalka ilerleyen arabalar, kocaman çantalarla gelecek otobüsü bekleyen aileler, çocuğunu bu tantanaya rağmen uyutmaya çalışan genç anneler, parketmiş motorların üzerine, dünyanın en doğal işini yapıyormuş gibi uzanıp, bir yandan sigara içerken, bir yandan futbol dergisi okuyan gömleksiz gençler, telefon kulübesinden yandaki ağaca ip geçirip, kaldırımın ortasında kurdukları hamakta uyuklayan yaşlı amcalar... Yılbaşının değil de herhangi bir akşamın resmiydi bu. K ile E kaldırımın kenarında ayakta duran bir bekçiye biletlerini göstermişler, doğru yerde olup olmadıklarını sormuşlardı. Bekçi, onlara beklemelerini, otobüsün henüz gelmediğini söylediğinde, yol kenarındaki bir motora yaslanıp, bir bakkaldan aldıkları 1.5 litrelik suyu yarılamışlardı.
Otobüsün gelmesine 10 dakika kala, K uzun zamandır kendisine sorduğu soruyu sormuştu E’ye. “Yılbaşına otobüste girmeyi ne kadar istiyorsun? Hem yol sekiz saat sürecek. Sekiz saat de geri dönüş. Önümüzdeki 48 saatin üçte biri otobüste geçecek. Yorulacağız.” E, önce K’nin şaka yaptığını sanmıştı. “Haaa” dedi şaşkınlığını gizlemeyerek. Vaz mı geçiyordu daha başlamadan? Sonra “Bunu ben de düşündüm. Ama başka nereye gidebiliriz ki! Hem biletleri aldık, oteli de ayarladık.” K alt dudağını büzdü “Ne olmuş yani. Çok para değil sonuçta.” E dayanamadı ve güldü. “Tamam, gitmeyeceksek bile buna kararı kumarla vermiş olalım.” dedi ve sağ elini yumruk yapıp, K’ye Balyoz-Kağıt-Makas oynamaya hazırlanmasını işaret etti. “Üç defa oynuyoruz. İlk önce ikiye varan kazanır. Sen kazanırsan gitmiyoruz. Ben kazanırsam gidiyoruz. Tamam mı?”. “Tamam” dedi K. İkisi de sinsice güldüler kumardan çıkacak sonucun getireceklerinden endişelenerek. “Bir ki üç...”, “Bir ki üç... ha ha. Bir sonrakini kazananın dediği olacak” “Bir ki üç... ha ha ha. Beraberlikler sayılmaz. Bir daha” “Bir ki üç... Lanet olsun, yine beraberlik.” “Bir ki üüüüüçççç ha ha ha” “Kazandım” dedi E sonunda. “Ama benim de gidesim yok. Yorgun ve kirliyim. Sabaha kadar içelim ve eğlenelim, yılbaşına kentte girelim. Dalat’a da başka zaman gideriz” dedi başka zamanın ne zaman olabileceği hakkında hiçbir fikri olmadığı halde. K gülümsedi. “Kumarda kaybetse de aşkta kazandığı için bu işler böyle oluyor.” diye geçirdi içinden. “Çabuk olalım o zaman, gece yarısına 15 dakika var.“ E güldü, hem içinden hem dışından... “Önce bir otel bulalım, çantalarımızı odaya atıp tekrar çıkarız dışarı. Kaplumbağa gibi taşımak istemiyorum bunca şeyi sırtımda.” Az önceki otobüsün yoluna umutsuzca bakan yüzün yerine sevecen bir yüz gelivermişti. Ya da K öyle düşünmüştü, öyle olmasını dilemişti. “Ne de olsa harcanacak gece daha yakın ve daha uzundu artık.”
Her tarafın ışığa boğulduğu, yolların ağır ağır inen gaz tabakasının altında kaybolduğu ve nefes almanın gittikçe zorlaştığı akşamda, insanların ve motorların arasında elele yürüdüler. Gördükleri her otele girip, boş odaları olup olmadıklarını soruyorlardı. Aldıkları yanıt hep aynıydı. Bir otelin resepsiyonundaki genç kız “Var ama sabah saat 6’da boşaltmanız gerekir çünkü birileri gelecek” deyince en azından boş oda kavramının yılbaşında da olsa olanaklı olduğunu anlamışlardı. Yürüdükleri caddeyi daha hızlı taramış olmak için ikiye ayrılmışlardı. K’nin umutsuzca girdiği, girişindeki bilgisayarlarda yılbaşını umursamaksızın kavgalı dövüşlü oyunlara dalmış gençlerin oturduğu bir otelden olumlu yanıt alması da bu ayrılmadan birkaç dakika sonra gerçekleşmişti. “Buldum” bir oda diye yolun karşı tarafına doğru bağırmak istemişti ama nasıl olduysa kalabalıkta kaybetmişti E’yi. Telefonuna sarıldı hemen, E gelince de yukarıya, odaya bakmaya çıktılar. Karanlık, renksiz bir odaydı ama çareleri yoktu. Bu insan selinde tutunacak dal bulmak kolay değildi. “Sürüklenen dal seçmez.” diye söylendi K bu ucube odada kalmışlıklarını haklı çıkarmak için. “Sorun değil. Zaten çok durmayacağız odada.” Çantalarını yere koyup, odanın yarısından çoğunu kaplayan yatağa oturdular. Odadaki sigara kokusu yatak örtüsüne ve yastıklara sinmemişti ve her şeye rağmen dışarıdaki havadan daha temizdi odanın havası. “Bir süre burada oturup, temiz hava alalım” dedi E yorgunluktan mayışan ağzıyla. K gülümsedi “İşe bak, yılbaşında hava kirliliğinden kaçmak için ucuz bir otel odasına sığınıyoruz. Düşünsene, yarın sabah uyanıyoruz ve sokaklar zehirlenmiş ve oldukları yere yığılıp kalmış insanlarla dolu. Bir tek sen ve ben kalmışız koca kentte. Bir de küçük bir çocuk... Al sana en klasiğinden bir Holywood filmi. Sonra bir şekilde çocuğun annesinin ölmediğini öğreniyoruz. Onu bulmak için uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Felaketin boyutlarını daha iyi kavrarken, bir yandan da insan genlerimiz çeşitli testlerden geçiyor. Bu arada taş devrine geri dönmüş, mağara adamlarıyla tanışıyoruz. Onlarla olan mücadelemiz zorlu ve felsefi oluyor. Bir sürü soru işareti, bir sürü düşünsel çatışma. Ardından sen hamile kalıyorsun ve seyirci insan soyunun tükenmeyeceğini... ” E eliyle K’nin yüzüne dokundu “Yılbaşında bu kadar karamsar olmasan. Biraz bir şeyler öğren popçulardan. Aşk, umut, barış, kardeşlik, yardımseverlik, cömertlik... “ diye dudaklarını K’nin dudaklarına yaklaştırarak konuştu ve sonunda da öptü. “Bu kelimelerin her birisi milyonlarca dolar demek onlar için. Boşuna tekrar etmiyorlar papağan gibi her çıktıkları sahnede. Umutsuz insan para harcamaz. İnanmasak bile bu sistemde insanın huzurlu olabileceğine, inanmış gibi yapalım bir gecelik lütfen. Haftasonu akıntıya küfretmeden geçsin. Pazartesi yine başlarız kürek çekmeye akıntının aksine.”
K sanki bütün bu söylenenler onu aşka davet etmek için söylenmiş gibi, daha bir ateşle yapışmıştı E’nin solgun dudaklarına. Yatağın kenarında dudakları ve dilleri yorulana kadar öpüştükten sonra yatağa yuvarlanmışlar, masanın üzerinde unutulmuş bir yumurta gibi, bir sağa, bir sola savrulmuşlardı. K’nın elleri bir yılan çevikliğiyle sevgilisinin elbisesinden içeri daldığında E onu durdurmuş “Eğer şimdi sevişirsek sonrasında uyurum ben. En iyisi hiç sevişmemek. Dışarı çıkalım, bir yerlerde zombiler gibi dans edelim, geri gelince yılın ilk sevişmesini, eski yıla hakkıyla veda ettiğimize tatmin olduktan sonra yaparız.” K hayalkırıklığıyla gülümsedi. “Neden sevişerek kutlamıyoruz yeni yılı?” demek istedi ama bu söyleyeceğinin çok benmerkezci kaçacağını düşündüğü için vaz geçti. E kendisine göre çok daha fazla çalışıyordu ve çalıştığı yer kentten uzak olduğu için hafta içi sosyal hayat adına hemen hemen hiç bir etkinliği yoktu. Böylesine sıkıcı bir hayata sahip olup, yılbaşını ucuz bir otel odasında geçirmeyi istememek haklı bir istekti. “Sorun değil! Hadi çıkalım. Yıl başlayalı 20 dakika olmuş. Daha fazlasını kaçırmayalım. Hem zaten benim planım yeni yıla tek beden olarak girmekti. Bunu artık yapamayacağımız belli. Belki batıya giden bir uçağa gidersek, Hindistan’da ya da Arabistan’da yeni yılı yakalar, saat tam 12’de tek bir beden olabiliriz. He he he...” E eliyle K’nin ağzını kapamış, “Yeni yılda da eski yıldaki gibi çok konuşuyorsun” der gibi elinden tutup, onu yatağın dışına çekmişti. Eşyaları yatağın kenarında bırakıp, farklı bir dünyaya girmenin getirdiği yalancı bir heyecanla, sokağa, yani ışığa ve gürültüye karıştılar.
K sevişme isteği kursağında kalmış bir erkek gibi sokağa çıkmasıyla, sabaha doğru saat 5 civarı otele dönmeleri arasındaki zaman dilimini, çok değil, birkaç anın toplamıymış gibi hatırlıyordu. Dans etmeyi bilmedikleri halde diskotekte tepinmeleri, hiphopcu Koreli gençlere bakıp gülmeleri, yanlarında getirdikleri utangaç kızları kollarıyla, bacaklarıyla koruyan, lise çağında gösteren yabancı çocukların yüzlerindeki halen kaybolmamış masumiyete içerlemeleri, içkilerini koydukları masalara başkalarını yaklaştırmıyan şımarık Vietnam’lılara kızmaları, E’nin içtiği biralarla sarhoş olup, herkesin dans ettiği yerde az daha yere yuvarlanması... K dans etmeyi sevmediği, hatta anlamsız bulduğu için arasıra sıkılmış, tavandan gelen rengarenk ışıkların gözleri kamaştırdığı karanlıkta, köşede açık unutulmuş bir televizyonun ekranına gözlerini dikmiş, dünyanın bir yerinde o sırada devam eden amansız bir boks maçını izlemişti. İnsanların çılgınlar gibi hoplayıp zıpladığı, yer yer çığlıklar atıp kendilerinden geçmiş numarası yaptıkları, yeni yılın eskisinden farklı olmadığını bildikleri halde sırf akıntıyla ters düşmemek için kutladıkları bu gece, dipsiz bir kuyu gibi herkesi içine çekmişti. “Unutmak”dı anahtar kelime. Zaten E de bu kelimeyi kullanmştı. “Sokağa çıkalım, bir yerlere takılalım ve unutalım.” Yoksa yeni yıl planı yapacak birisinin tam tersi bir yönde gideceği açıktı. Geride kalan yılı unutalım, gelecek yılı da pek düşünmeyelim. Bu geceyi para harcayarak, midelerimiz iflas edene kadar içerek, beyinlerimiz durana kadar dans ederek geçirelim. Öyle dememiş miydi birkaç hafta önce telefonda E’ye: “Modern çağın tapınaklarıdır diskotekler ve alışveriş merkezleri.” İşte kanıtlıyorlardı bu önermeyi kendi yaşamlarıyla...
Diskotekte üfürükten bir gerekçeyle yaman bir kavga kopmasaydı, E korkup K’ya sokulmasaydı, kalabalık bir anda dağılıp, meydanı iki sarhoş gencin boşluğa savrulan yumruklarına bırakmasaydı belki de sabaha kadar bu yalancı karanlıkta kalacaklardı. Kavganın nedeni doğal olarak kızlardı. Zaten başka bir neden olabilir miydi gecenin o vaktinde, ütülenmiş kafalarla kavga etmek için? K biliyordu filmlerden ezberlediği senaryoyu: Erkeklerin erkek olduklarını göstermeleri için ortada başka fırsat yoktur. Dolayısıyla birisi yanlarında getirdikleri kızın omuzuna yanlışlıkla da olsa dokunsa ya da hoplarken çarpsa, kavga çıkar, “Sen benim sevgilime nasıl çarparsın?” davasından kırılmış burunlar, kanayan kafalar doğar. İşin en tuhaf yanı ise bu kavgadan hoşnut görünmemelerine rağmen içten içe erkek arkadaşlarının kendileri için kavga ettiklerine sevinen kızlardır. Bir aşk manifestosudur kavga onlar için. Masallardaki yakışıklı prenslerin yerini sarhoş zibidiler almıştır o kadar.
Kavga kısa sürede bastırılmış olsa da E için gecenin bittiği anlamına gelmişti bu. Bir çeşit şok etkisi yaratmıştı kavga, ılıcadan çıkıp, mayışmış bedeni buz gibi suya sokmak gibi, hayatın devam ettiğini, mücadelenin bitmediğini, karanlığın saklamaya çalıştığı farklılıkların –uzun, kısa, ince, şişman, zengin, yoksul, güzel, çirkin, senin, benim, herkesin, hiçbirimizin...- aslında hep orada olduklarını, hiçbir yere gitmediklerini anlamıştı E. Elele girdikleri karanlıktan yine elele çıktılar. Köşedeki bakkaldan litrelik su alıp –ilk aldıkları şişe otel odasında kalmıştı-, kaldırımın ucuna oturup sonuna kadar içtiler. Saat dörde geliyordu ama caddelerin ve insanların görünüşünde akşam yediyi andıran bir zindelik, bir fiyaka vardı. Bir süre amaçsızca sokaklarda yürüdüler, ayakta zor duran sarhoş gençlere, yılbaşı da olsa para kazanma derdinde olan yüksek topuklu fahişelere, sokak köşelerinde bekleşen ve her gördükleri yabancıya “yu motorbayk” diyen xe om sürücülerine, motorunun üzerinde sanki kuş tüyü bir yataktaymış gibi uyuyan yaşlı bir amcaya, yol kenarındaki daracık sandalyelere oturup, kahve içen Vietnamlı gençlere bakarak yürüdüler.
Kaldırımlara konmuş plastik sekmenlerde yemek yiyen yabancıları görünce E “Ben acıktım. Bir şeyler yiyelim otele gitmeden önce.” demiş, olduğu yere mıhlanmıştı. Sarı bir kedinin yere atılan çöplerin altını üstüne getirdiği bir köşeye oturdular. Masaların ve sekmenlerin bacakları kısa oldukları için zorla alışmıştı K oturmaya. Midesinden gelen gurultuyu dindirmenin en iyi yolunun, sıcak bir çorba olduğunu biliyordu. Kaç kutu bira içtiğini anımsamıyordu ama kafasındaki dağınık düşüncelere bakacak olursa en az yedi olmalıydı. Sıcak fı gelince, üfleye üfleye, aceleyle yediler. E’nin sessizliğinden iyice yorulduğunu çıkarımsadığı için tek kelime etmeden bitirmişti yemeği. Hesabı ödeyip –ne kadar da ucuzdu!- otele döndüklerinde güneşin doğmasına bir saat vardı. Hızlıca duş alıp, yatağa uzandılar. Ellerini birbirlerine kenetleyip –“korkma, düşmem!” demişti E uykunun yakamozlarına doğru usul usul süzülürken.- birlikte, zifiri karanlıkta ılık kaplıca sularına dalan çıplak bir çift gibi daldılar uykuya.
K uyandığında henüz sabah olmamıştı. Ya da o öyle sanmıştı. Önce “Lanet olsun. Ne zaman çok içsem uyandırıyor bu zıkkım beni gece yarısında. Sonra da uyu uyuyabilirsen.” demişti kendi kendine. Penceresi olmayan odada karanlığın bir seçenek değil de kader olduğunu anlayana kadar uzun süre geçmesi gerekmişti. Yatağın öteki ucuna uzanıp, cep telefonunun ekranından saatin sabah 11 olduğunu görene kadar, E ile tanıştıkları akşamı düşünmüştü: GB’nin ıssız yolunda ellerinde bira şişeleriyle yürümelerini ve güvenlik görevlileri tarafından uyarılmalarını, sabaha kadar T’nin evinde E’nin Kore Savaşı üzerine verdiği nutku dinlemesini, güneşin doğduğu sırada E’nin cüzdanını kaybettiğini farketmesini, bir gece önce içtikleri yere dönüp birlikte köşe bucak cüzdan aramalarını, cüzdanı bir gün sonra şans eseri bulmuş olmalarını hatırladı. Her şeyin nasıl bir tesadüf eseri başladığını, hayatı değiştiren bu ufacık rastlantıların gelecekten geçmişe bakarken ne kadar tuhaf, ne kadar güçlü, ne kadar değerli göründüklerini düşündü. Rastlantıların hayatı bu derece kolay bir biçimde yönetiyor olmalarını hazmedememenin, her şeyi akılcı bir silsileyle izaha çalışmanın, ne kadar abes bir iş olacağını sordu kendisine. “Hem” dedi içinden, “aşk bir oyunsa, oyunların en güzeliyse, hepimizin hayatının başlangıcının ilk adımı sayılabilecek böylesine bir oyunun, artık kaçınılmaz olarak algılanan büyülü bir rastlantının çocuğu olmasının kime ne zararı olabilirdi?”. İlk sevişmelerinden sonra E kulağına fısıldayıp “Beni kadın yaptın.” demeseydi belki de eriyen bir buzun arkasında iz bırakmadan buharlaşıp kaybolması gibi kaybolacaktı aralarındaki heves. Oysa E’nin geçmişte bir sevgilisi olmuştu. Altı yıllık bir birliktelikten sonra böylesine bir cümleyi K’nın kulağına fısıldamış olması K’yı hem ürkütmüş hem de cesaretlendirmişti. Bu cesaretle ileriye gidebilmiş, paylaşımları çoğaltmış, aşkı hayatın merkezine koyup, kalan her şeyi sınırlara itebilmişti. E’deki aşka olan açlık, ilgiye ve bilgiye karşıya duyduğu bitmeyen susuzluk bir de çalıştığı yerdeki yalnızlık ve izolasyonla birleşince daha bir alevlenmiş, iki yıllık bir ilişkiyi sorunsuz devirmişlerdi.
K saatin 11 olduğunu gördüğünde E’yi öperek uyandırmış, inandıramayacağını bilse de ona saatin 11 olduğunu, odada pencere olmadığı için yeniyılın ilk güneşini dışarı çıkmadan göremeyeceklerini söylemişti. “O zaman güneşi görmeden sevişelim” demişti E. “Ne de olsa halen gece sayılır bizim için.” K için bir emirdi bu. “Seviş benimle” ya da “Seviş de görelim” der gibi bir meydan okumaydı ve böylesine bir davete olumsuz bir yanıt veremeyeceğini biliyordu. Pek istekli olmasa da –kahvesini içmeden teknik olarak uyanmış sayılmazdı- görevini yerine getirdi. E’yi mutlu etti. Kendisi de mutlu oldu sevgilisine arkadan sarılıp, göğsünü onun çıplak sırtına dayayıp, bir yandan kulağını emip bir yandan bacaklarını bacaklarına dolarken. Aşk yapma eylemi bitip, sular durulduğunda, aceleyle temizlendiler ve saat 12 olmadan oteli terkettiler.
Odanın kapısını kaparken, merdiven boşluğundan gelen ışığı görmüş ve hayatında ilk defa buz gören bir çocuğun şaşkınlığıyla E’ye göstermişti. “İşte, yeni yılın ilk ışıkları burada. Aşağıda! –“Yukarıda değil de aşağıda”yı vurgulamak için tekrarlamıştı “aşağıda”yı birkaç defa. - Biz odamınızın karanlığında zamanı durdurmaya çalışırken dışarıda hayat akıp gidiyor.” E başını aşağıya çevirip, farklı bir şeyler görebilme ümidiyle, merdiven boşluğundan sızan ışığa baktığında “Tamam o zaman. Hadi karışalım hayata. Ne de olsa yeni bir hayat akıyor dışarıda.” demiş ve K’nın elinden tutup onu sokağa doğru çekmişti. Hafif hafif çiseleyen yağmurun altında birer gezmen gibi yürümüşler, sanki bu kentin yabancısı, bu kente ilk defa gelen Avrupalı birer genç gibi sağa sola bakıp, dükkanların önünde oturan müzmin kızlara gülümsemiş, hatta bir dükkandan iş olsun diye ufak bir hediyelik süs eşyası almıştı. Kendi yaşadığı kentte gezmen gibi dolaşmanın ne kadar zevkli olabileceğini de o anda anlamıştı K. Sorun kendisini nasıl gördüğünde değildi, sorun başkalarının kendisini nasıl gördüğünde ve kendisinin buna uygun davranabilmesindeydi. Norveç’den ya da Japonya’dan gelen bir gezmen gibi tek kelime Vietnamca konuşmaksızın, kazık yiyeceğini bile bile, pazarlık yapmadan aldığı süs eşyasını çantasına tıkıştırırken, başkalarının kendisi için biçtiği elbiseyi giymiş olmanın işleri kolaylaştırdığını, hatta kolaylaştırmakla kalmayıp pürüzsüzleştirdiğini düşünmüştü. Yakınlardaki bir kafeye gidip karınlarını doyururlarken K yeni yılın ilk kahvaltısında, etrafını saran yabancı gezmenlerin serbest tavırlarına ve umursuz kahkahalarına bakıp iç çekmiş, “Evden bu kadar uzak olsam ben de böyle kaygısızca gülerdim” diye söylenmişti E’ye.
Kahvaltıdan sonra yine yola düşmüşler, daha temiz bir otel bulma arayışına girişmişlerdi. “Geçen yılın son oteli ucuz ve dağınıktı. Yeni yılın ilk oteli biraz daha pahalı ve güzel olsun.” demiş sırtçantalı gezmenlerin bolca bulunduğu merkezi terk edip daha eliyüzü düzgün bir semtteki otellere bakmaya başlamışlardı. Çok geçmeden, bir aile tarafından işletilen minik ama temiz bir otele yerleşmişler, kendilerini odanın kocaman pencerelerinden kentin geniş yollarından birini izliyor olarak bulmuşlardı. E, K’nın gövdesine sarılıp, uzun uzun onun nefes alışını hissetmiş, başını omuzuna yaslayıp, mutluluğun tadını çıkarmaya çalışmıştı. Mutluydu çünkü henüz yılın ilk günü için yapılmış bir planı yoktu. Saat 1’e geliyordu, her zaman buluştukları, sokaklarında dolaşıp, bıkkınlıklarını dile getirdikleri kentte, adsız bir otelin penceresinden kenti izliyorlardı. “Hayvanat Bahçesi’ne gidelim mi?” diye sordu K aniden sanki motorların ve arabaların vızır vızır geçtikleri yolda bir gergedan ya da zürafa görmüş de bu gördüğünden ilham almıştı. Ortada daha iyi bir alternatif olmadığı için kabul etmişti E. Hem olabilecek en iyi alternatif bir resim galerisi ya da müzikli bir kafe olabilirdi. Oysa E, yılın ilk gününde ne karanlık bir kafede caz dinlemek istiyor ne de sanat diye yapılmış neredeyse birbirinin aynısı olan yapıtları görmek istiyordu. Bir taksiye atlayıp kentin merkezindeki hayvanat bahçesine gittiler.
Hayvanat Bahçesi ikisinin de beklediğinden ilginç çıkmıştı. Zürafa ya da panda yoktu ama uyuklayan Afrika aslanları, oynaşan ama kızınca kükreyen beyaz Sibirya kaplanları, ağacın dalında mayışıp uykuya dalmış leoparlar, kocaman bedenleriyle amorfik bir geometrik şekli andıran gergedanlar, boyunlarını hortum gibi bükerek sağa sola uzatan tek ayak üstündeki flamingolar, sürekli kendilerine atılan havuç parçalarını yemekle meşgul olan bir çift siyah ayı, şaklabanlıklarıyla herkesi güldüren maymunlar, kocaman kafeslerine kendilerine dar eden geniş kanatlı rengarenk kuşlar... İnsanların hayvanları görmekten neden zevk aldıklarını düşündü K. Çocukları anlamak zor değildi çünkü pek çoğu kitaplarda, televizyonlarda gördükleri bu vahşi yaratıkların gerçeğini görme heyecanını yaşıyorlardı. Bir ilkti bu onlar için. Peki ya yetişkinler? Kendi akıllarının üstünlüğünü mü görüyorlardı kafeslere kilitlenmiş aynalarda? Belki de farklı bir ülkeye gitmek, farklı bir kültürü öğrenmek gibi bir ayrıcalığı vardı hayvanat bahçelerinin. Dünyanın dörtbir yanından getirilmiş hayvanları bir arada görmek, en güçlülerinden en çeviklerine kadar, hepsini kafeslere tıkıp, zavallı hayvanlara “barbar” muamelesi yapmak insana, haklı bir güçlülük hissi veriyor olmalıydı. Belki de onları kafeslere koymamınızın nedeni onların vahşilikleri değil, insanların görgüsüzlükleri ve cahillikleriydi. Genç bir çocuğu, içerisinde onlarca timsahın bulunduğu bir bahçenin duvarına tırmanıp, duvarın tepesinden timsahlara baktığını görünce anlamıştı bunu K. Bunca şapşal insanın olduğu yerde timsahları korumak için dev kafesler yapmaktan başka bir çare olamazdı. Ya bu çocuk duvardan aşağıya düşse? Timsahların onu parçalayıp, güzel bir akşam yemeği ziyafeti çekmeleri birkaç dakikadan fazla sürmez. Keşke cahil cesareti gösteren bir tek bu genç çocuk olsaydı. O zaman K rahatlar, bu hareketi, çocuğun deneyimsizliğine, sorumluluk sahibi olacak yaşa gelmemiş olmasına bağlardı. Oysa kollarıyla havaya kaldırdığı oğluna elini aslan kafesine sokmasını öğütleyen babaları, uyuklayan leoparı uyandırmak için hayvanın üzerine pet şişe fırlatan genç alımlı kızları, verdikleri yemişi yemeyen ayının kafasına taş atan anneleri görünce büsbütün hayalkırıklığına uğramıştı K... Hayvanat Bahçesine gelip, insanlardan tiksinmek, onların davranışlarından utanmak ve adeta hayvanlardan insansoyunun sorumsuzluklarından dolayı özür dilemek noktasına geldiği için de şaşırmıştı K.
Oysa hayvanları değil de farklı ülkelerden ve kıtalardan insanları bir araya getirip, geniş bir İnsanat Bahçesine koymak daha güzel bir fikir olabilir miydi? Bu durumda hangi millet saldırganlığı ile en çok dikkati çekecekti? Hangi millet uysal, hangisi tembel, hangisi her şeye rağmen mutlu, hangisi isyankar, hangisi güzel olacaktı? Hem insanları görmeye gelen ziyaretçiler –yerel insanlar ve evcil hayvanlar- kafeslerden içeriye ne atacaklardı? Para mı, yemiş mi? İnsanat Bahçesinin müdürü bir at ya da bir aslan olabilirdi. Bekçiler kurt olabilir, temizlikçiler fil ya da kunduz olablirdi. Bekçiler kurallara uymayan ziyaretçilere hırlayabilirler, temizlikçiler yerleri kirletenlerin üzerine yürüyebilirlerdi. Ziyaretçiler kafeslere konmuş uluslararası insanlarla sohbet edebilecekler, onların dillerini ve kültürlerini öğrenebileceklerdi. Hatta her kafese bir aile konup, ailelerin yaşadıkları kültür içerisindeki doğal davranışlarını görmek de mümkün olabilirdi. Peki bu durumda karısını döven bir Arap ya da komşu kafesi işgal etmeyi planlayan bir Amerikalı, ziyaretçilerden nasıl bir tepki alacaktı? Misyoner bir aile çoluk çocuk hep birlikte diğer kafesleri gezip, hepsini Hristiyanlaştırmaya kalkarsa, müdür Aslan buna izin verecek miydi? Peki ya Güney Doğu Asya’lı kızlar bedenlerini satmaya, Avrupalı zenginler Bangladeşli fakirlerin böbreklerini satın almaya başladıklarında müdahele edilecek miydi? Japonya’lı erkekler içkiyi karılarına ve çocuklarına tercih ettiklerinde, Güney Amerika’lılar adalet için isyan bayrağını çektiklerinde, AIDS kapmış Afrika’lı erkekler hastalıktan kurtulmak için bakire genç kızlarla beraber olduklarında bütün bunları insanın vahşiliğine verip sessiz mi kalacak bahçeyi ziyarete gelen hayvanlar yoksa müdahele edip bir türlü uslanıp, adaleti sağlayamayan insanların arasına huzur mu getireceklerdi?
E dondurma alıp, göletin kenarında oturmak istemeseydi belki İnsanat Bahçesi projesini ilerletip, ciddi bir yıkım noktasına getirebilecek, insanat bahçesinin neden olanaksız olduğunu en azından kendi kendine kanıtlamış olacaktı K. Çimenlerin üzerine oturup, dev ağaçların altında birbirlerine sokulup, göleti ve göletin ortasındaki ufak adacıktaki maymunları izlemişlerdi bir süre. Sonra kalkıp, akşamın yaklaşan alacakaranlığında, insanların gri silüetlere dönüştüğü yollarda elele yürüyüp, asırlık dev ağaçların altında resimler çekilmiş, dalları bir ahtapot gibi bahçeyi sarmış adını bilmedikleri bir ağacın altında çocuklarla oynamış, yorulduklarını, aşkın çocuklaştırdığı yüreklerine rağmen bedenlerinin artık çocuk olmadığını anladıklarında da hayvanat bahçesini terk edip, en dandiğinden filmler gösteren bir sinemada bulmuşlardı kendilerini. Vakit öldürmek için yapılacak şeylerin sınırlı olması, kent merkezinin hınca hınç motorsikletlerle ve arabalarla dolu olması, havadaki toz ve gaz bulutunun akşamları daha bir hissedilir olması onları seçeneksiz bırakmıştı onları. K yaşadığı kentin sokaklarında gezerken “Bu kentin sokakları penceresiz odalara benziyor. Ne kadar ışık olursa olsun içeride. Pencere yoksa, huzur da yok.” demişti.
Sinemadaki filmden pişman bir halde ayrıldıklarında –zaten bir beklentileri yoktu ama milyon dolarla harcanan bir filmin bu kadar saçma, bu kadar çocukça, bu kadar düşüncesizce yapılmış olmasına ve insanların bu filmi üstün bir sanat yapıtıymış gibi izlemelerine kızıyorlardı en çok- yine aynı sokaklara düşmüşler, Holywood’un aptallaştırdığı nesilden, insanlığın geleceğinden, yozlaştırılan yüksek değerlerden, okunmayan güzel kitaplardan, değer verilmeyen büyük yazarlardan, anlaşılmayan şairlerden, parasız pulsuz yaşama veda eden ressamlardan konuşmuşlardı. Yaşamı akıntıya karışmak olarak algılayan milyonlarca insanın arasında sivrilen iki çokbilmişin konuşmaları mıydı bunlar? Akıntının yönünün değiştirmek isteyen, değişmedikçe akıntının parçası olmayı reddeden iki aydın bozuntusunun? Dostoyevsky’nin romanlarındaki çokbilmiş doktorların, polis müfettişlerinin rollerini mi oynuyorlardı? Halk bir yana biz bir yana! Onlar bizi anlayamazlar, biz onları anlarız, çözeriz, çözümleriz ve onlara gidilecek yolları gösteririz. Biz aydınız, geleceğe biz karar veriririz. Sonra bu konuda da konuştular. Aydın-halk çatışması, aydının görevi, Gramsci, Said, Naipaul, Einstein... Kentin merkezinden uzaklaşmak için, daha önce gittikleri, duvarları genç sanatçıların yeni yapıtlarıyla süslenmiş ve sürekli yenilenen bir kafeye gitmeye karar vermişlerdi. Orada da aradıklarını bulamayınca –belki de birbirlerinin bedenleri dışındaki her yapıt sıkıyordu canlarını-, cep telefonundan Full Metal Jacket’in bazı bölümlerini izlemişler, aşırı ekşi bir kokteyli bitirememiş, tabaktaki yağı süzülmemiş kızarmış patateslere dokunamamış, duvarlardaki resimleri hakkıyla inceleyememişlerdi. Bu kafeden çıkıp otele yürüdüklerinde –K yakın sanıyordu ama yol E’yi yormuş, hatta ayağına vuran ayakkabı yüzünden sinirlenmesine neden olmuştu- konuşmak yerine, çöplerin temizlenişini, uyuklayan bekçileri, yola taşan müşterilerinin isteklerini yerine getirmek için koşuşturan mini etekli garson kızları izlemişlerdi. Gece otele varıp, yorgun argın duş aldıktan sonra yatağa uzanıp, televizyondaki bir filme bakarken, tıpkı filmin bir sahnesinde olduğu gibi, birbirlerini kollarında uykuya dalmışlardı...
Ertesi sabah, yorgunluk, yerini sabahın bıçak ağzına benzeyen keskinliğine bırakınca, K da bundan nasibini almış, arzuyla sarmıştı E’nin gövdesini. Yılın ikinci sevişmesi de tıpkı birincisi gibi sessiz ve yavaş olmuştu. Birinci vitesten ilerisine çıkamayan eksi arabalar gibiydiler ama eski araba kullanıyor olabilmenin fiyakasıyla sevişiyorlardı. E yerinden oynamadan başlamış ve bitmişti tüm aşk yapma eylemi. Ortada bir eksikliğin olduğunu anlamasına rağmen sormamıştı K. Aralarına giren şeyin ne olduğunu sormak riskli bir işti. Kanepenin altının kirli olduğunu bilmesine rağmen, azıcık itip kanepenin altına bakmak istemeyen ev kadını gibiydi durumu. Nemelazımcılık, her ne kadar nefret etse de vazgeçemediği huylarından birisiydi K’nın. Hele bir de sonunda kaybetme korkusu, huzursuzluk olasılığı varsa hiç dokunmazdı ucu boklu değneğe.
Otelden çıktıklarında henüz hava ısınmamıştı. Bugün için planları vardı ve kesinlikle güzel bir Pazar olacaktı. Otobüse atlayıp kentin dışındaki bir eğlence parkına gittiler. Orada, şu anda içinde bulundukları lokantanın azıcık arkasında bir gölet vardı ve gölette balık tutmak serbestti. Ne K ne de E daha önce balık tutmuşlardı dolayısıyla iki aceminin oltayla, yemle ve tutulan balıklarla olan mücadelesi yaşamaya ve gülmeye değer olabilirdi. Gölete vardıklarında işlerin sandıklarından da kolay olduğunu görmüşlerdi. On yaşındaki çocuklar bile rahatlıkla balık tutabiliyorlardı. “Ne yani, yavru ayı tutabiliyorsa, yetişkin ayı hayli hayli tutar.” demişti K oltayı eline alıp, sağını solunu kurcalarken. Kancanın ucuna yemi yerleştirip, göletin ortasına doğru fırlattığında, iyi bir iş yaptığını düşünmüştü K. Ama ortada balık falan yoktu. Kancayı geri çektiğinde yemin balıklara kahvaltı olduğunu anlamıştı. Defalarca denemesine rağmen hep aynı şey oluyordu. Kancayı yakınlara attı, daha çok yem koydu, yemi etle karıştırdı, oltayı sabitledi, misineyi eliyle çekti ama yine de tek bir balık tutamadı. Sonra nasıl olduysa bir ara oltaya bir şeyin takıldığını hissetti. Karşı taraftaki güçlü bir balık olmalıydı. K çekti, bıraktı, tekrar çekti, tekrar bıraktı. Uzun süren bir aldım-verdim-ben seni yendim oyunundan sonra oltanın ucunda balık görünmüştü. Olta, balık ve K üçlemesinin fotoğrafını çektikten sonra balığı kancadan kurtarıp, daha sonra suya koyacakları fileye atmaları gerekiyordu. Oysa bu iş de balık tutmak kadar zordu. Her ikisi de balığa zarar vermekten korkuyorlardı. Sanki balığı tutup, ağzına kancayı takarak hayancağıza yeteri kadar acı vermemişler gibi şimdi birden hayvansever olmuşlardı. E balığı eline alıp, kancadan kurtarmak istemiş ama balığın kaygan bedeni, çevik çırpınmasının da yardımıyla E’nin elinden çabucak kurtulmuştu. İki acemi aralarında balık, birbirlerine gülerek bağrışırken, yanda balık tutan bir adam gelip balığı kancadan kurtardı ve E’ye verdi. E de elimden düşecek korkusuyla hemen fileye attı ve K’dan fotoğrafını çekmesini istedi. Böylece her ikisinini de tutulmuş balıkla birer fotoğrafı olmuştu. Bundan sonra yaşam her ikisi için de farklı olacak, ne zaman bir göletin ya da denizin kenarından geçseler, tuttukları –bir bakıma tutamadıkları- bu balığı anımsayacaklardı. Fileyi suya sarkıtıp balık tutmaya devam ettiler. K oltayı E’ye vermiş, kendisi bir ağacın dibine oturmuştu. İlk balıktan sonra birkaç kere daha oltaya bir şeyler takılmış ama misineyi sudan çıkarana kadar balık yakayı kurtarmıştı. Karınları acıkıp, yorgunluk bastırınca –bir de buna etraftaki çocukların içinde en az on balık bulunan fileleri eklenmeliydi ama ne K ne de E bunu dile getirip, moral bozmaya niyetliydiler.- balığı serbest bırakmışlar ve şu anda bulundukları lokantaya gelmişlerdi. Balığı bırakırken, “Akıllı ol, bir daha oltaya gelme, tamam mı? Her balıkçı bizim gibi insaflı olmaz. Yerler seni.” diye de balığa öğüt vermişlerdi.
* * *
K, masadan kalkıp E’ye bakmak istedi ama hesabı ödemesi gerekiyordu önce. Kapının önünde dakikalardır onu izleyen, ao yay* giyinmiş garson kıza eliyle hesap işareti yaptı. Bu arada E’nin telefonunu aramış, telefonun kapalı olduğunu fark etmişti. Birkaç dakika sonra hesabı ödeyip bayanlar tuvaletinin önüne gitti. Adını seslendi, kapıya vurdu ama içeride kimsenin olmadığı hissi gittikçe güçleniyordu. Korkusu midesine bir ok gibi saplanmış, bağırsaklarından aşağıya bir sızı yayılmaya başlamıştı. Cesaretini toplayıp, tuvaletin kapısından içeriye daldı. Bayanlar tuvaletinin erkeklerinkinden farklı kokmadığını anlaması şaşırtmıştı onu. Ne bekliyordu? Tuvalet işte! Papatya kokacak değil ya! E’nin orda olmadığını, belki de hiç gelmediğini anladığında kendini dışarı attı. O sırada tuvalete giren bir kadının şaşkın bakışlarına aldırmayarak koştu lokantanın kapısına doğru. Dışarı çıktığında gözleriyle E’yi aradı ama bulamadı. Az ileride taksiciler ve otobüsler vardı. O tarafa doğru koştu. Mesafe sandığından da fazlaydı. Güneş etkisini yitirmiş olmasına rağmen sıcak yine de sarhoşluk eşiğindeki birisi için engeldi. Alkolün zayıflattığı bacaklara rağmen hızlı koşabiliyordu ama başının dönmesine engel olamıyordu. Daha otobüs duraklarına gelmeden midesinin bulantısından durdu, yol kenarındaki bir ağacın dibine kustu. Sarhoş muydu? Ondan mı oluyordu tüm bunlar? Yoksa E lokantaya dönmüş, masada onu mu bekliyordu? Tüm bunlar bir oyun olabilir miydi? Ağzını çantasından çıkardığı suyla temizledi. Bir durağa baktı, bir de lokantaya. Biri şaka, biri ciddiydi. Biri aşk diğeri kırık kalp idi... Biri hayal, diğeri gerçekti. Ağacın dibine oturmak istedi ama kendi kusmuğunu görünce vazgeçti. Gözlerine dolan yaşlar zaten etrafı iyi görmesini engelliyordu. O sırada önünden geçen otobüsün camında, kara gözlükleriyle gözlerini saklayan E’yi, kafasına taktığı kırmızı saç tokasından tanımasaydı belki de orada saatlerce duracak, ne yapacağına karar vermeden sabahı edecekti. Otobüs yanından geçerken doğrulmuş, gördüğünden emin olmak ister gibi elini alnına götürüp, gözlerini gölgelemişti. Evet, bu oydu! Gidiyordu E. K’nın vereceği yanıtın hayır olduğunu bildiği için, bu yanıtın hiçbir zaman evet olamayacağını sezdiği için, artık özgür olmak, geleceğe bakmak ve kendi planlarını yapmak için gidiyordu. Belki de K’dan nefret etmek istemediği için onu en çok sevdiği, içindeki aşk ateşi en alevli olduğu bir zamanda gidiyordu. Sessizce, kavga etmeden, sanki hiçbir şey olmamış gibi gitmek, gittiğini söylemeden gitmek, kaybolmak ve bir daha ortalıklarda görünmemek... Otobüsün arkasından bir süre baktı. Kendisinin yapamadığını E’nin yapmış olmasına sevinmeli miydi? Yoksa peşinden koşmalı, kendisini af mı ettirmeliydi. Olduğu yerde durdu K. Etrafa bakındı, çölde kaybolmuş bir bedevi gibi hangi yöne gideceğine, ne yapacağını düşündü. Yörüngeden çıkan bir gezegene dönüşmüştü bir anda. E’nin yumuk eli uzaklaşınca kendisi uzayda atılan bir bumerang oluvermişti.
Bu sırada çalan telefonla yüzüne kan, gözlerine ışık geldi. Belki de bu E’ydi. Belki de telefonunu tekrar açmıştı. Dayanamamış arıyordu. Oysa telefonun ekranındaki H adını görünce telaşlandı. Bir süre açıp açmama konusunda tereddüt etti ve sonunda kaybolmuşluğuna verip yeşil tuşa bastı. “Alo”, “Alo H”, “N’apıyorsun canım? Dünden beri aramadın. Merak ettim. Ne zaman dönüyorsun eve. Bak ufak kız babam diye tutturdu.” “Yoldayım şu anda. Havaalanına yeni vardım. Üç saat sonra eve varırım.”, “Tamam, sevindim. Böyle olmuyor bak. Bir dahaki sefere ben de geleceğim Hanoi’a seninle. Hem de yılbaşında gittin işim var diye. Çocuklar burada babasız.”, “Tamam canım. Söyle ufaklığa, babası onu çok özlemiş, çikolata almış Hanoi’dan.”, “İyi söylerim. Hayırlı uçuşlar sana. Var mı yemekte istediğin özel bir şey, yapayım mı?”, “Özel bir isteğim yok. Sen bilirsin. İstersen yapma yemek, bu akşam çocuklarla beraber şu yeni açılan Singapur lokantasına gidelim. Ne dersin?” “İyi, sen bilirsin. Hadi çabuk gel o zaman. Acıkıyoruz!” “Görüşürüz...”
Telefonu kapatıp otobüs durağına doğru yürüdü. E gerçekten gitmiş miydi? Yoksa şaka mı yapmıştı? Bunu zaman gösterecekti. Otobüse binip, çantasından çıkardığı kitabı eline aldığında aklına birkaç hafta önce telefonda şakayla karışık söylediği cümleyi anımsadı. “Beni en çok sevdiğin gün terk et” demişti E’ye. Otobüsün motoru çalıştığında önünde oturan çiftin bebeğine baktı, gülümsedi. “Yol uzun.” dedi kendi kendine “Yol uzun ama en azından en çok sevildiğim gün terk edildim. Hatta sevildiğim için terk edildim.” Kitaba yumuldu ve son durağa varana kadar başını kaldırmadı.
Ali Rıza Arıcan – 28 Ocak 2011 - HCMK
* Ça da: Buzlu yeşil çay. Vietnam’da su yerine tüketilir ve lokantalarda genelde ücretsiz verilir.
* Ao yay: Vietnamlı kadınların geleneksel giysisi.
* Em ıy: Kendinden yaşça ya da rütbece küçük olanlara edilen hitap. Lokantalarda garsonlar genelde em ıy diye çağrılırlar.

The Apprentice at Repair Shop / by Cem Karaca


The Apprentice at Repair Shop

A fire dropped into my heart, it burns, burns and burns

Anticipation is the bread of my heart, it hopes, hopes and hopes.


Her hands are white, small and round, her nails are painted

I don’t know where I can hide my calloused palms?


She brought her car to our repair shop yesterday

As soon as I saw her, I was haunted and fell in love.


On her legs, her long skirt, her wavy hair shines

My boss asked me from distance, “Son, bring the tools”


I had read something like this in a novel

It was an expensive book with a bright cover


Somehow, the young girl in the story fell in love

With the apprentice boy in a situation like this


I asked my boss not to wear my working uniform for today

I combed my hair on my birded mirror


She will come today to get her car back

Perhaps to turn the fiction in that novel into the reality


Time stopped, earth stopped, she entered through the door

I was frozen; my eyes were fixed, staring at her beauty


I opened the door of the car, I opened so she can enter

She raised her crescent-like eyebrows and asked who this vagrant is


She drove her car off, made me swallow the entire fume

With the tears sprouting from my eyes, I stood up slowly.


My boss came, tapped on my back and said “forget the novels”

“You are a worker, stay as a worker” he said “wear your working uniform”

Lyrics by Cem Karaca. Translated by Ali Rıza ARICAN



TAMİRCİ ÇIRAĞI

gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar

elleri ak yumuk yumuk , ojeli tırnakları
nerelere gizlesin şu avucum nasırları

otomobili tamire geldi dün bizim tamirhaneye
görür görmez vurularak başladım ben sevmeye

ayağında uzun etek dalga dalga saçları
ustam seslendi uzaktan oğlum al takımları

bi romanda okumuştum buna benzer bir şeyi
cildi parlak kağıt kaplı, pahalı bir kitaptı

ne olmuş nasıl olmuşsa aşık olmuştu genç kız
yine böyle bir durumda tamirci çırağına

ustama dedim ki bugün giymeyim tulumları
arkası kuşlu aynamda taradım saçlarımı

gelecekti bugün geri arabayı almaya
o romandaki hayali belki gerçek yapmaya

durdu zaman durdu dünya girdi içeri kapıdan
öylece bakakaldım gözümü ayırmadan

arabanın kapısını açtım , açtım girsin içeri
kalktı hilal kaşları sordu kim bu serseri

çekti gitti arabayla egzozuna boğuldum
gözümde tomurcuk yaşlar ağır ağır doğruldum

ustam geldi sırtıma vurdu unut dedi romanları

işçisin sen işçi kal giy dedi tulumları

07 Ocak 2011

Porno, Akademik Özgürlük ve Yozlaştırılan Sanat

Basınımız yine dillere destan bir haberle çalkalanıyor bugünlerde. Başkasından duysam “Zaytung’dan okumuştur da inanmıştır bu saf” diyeceğim türden bir haber. Bilgi Üniversitesi’nde bir öğrenci, bitirme ödevi olarak porno film çekmiş. Ödevi sanat açısından değerlendiren akademik hocalarımızdan önce geçersiz not almış. İkinci denemede, filmin kendisiyle değil de filmden anların resmedildiği bir albümle, D notu ile geçmesine izin verilmiş. Olay basına nasıl sızdı, sızdıranlar filmi yapanlarla aynı kişiler midir ya da karşıt olanlar mıdır, üniversitede porno film yapılır mı, yapılsa bu ödev olabilir mi, ödev olsa sanatsal değerinden dolayı geçer not alabilir mi... Sorular günlerdir gazetelerin sayfalarını meşgul ediyor. Benim sormak istediğim soru ise şu: Pornoyu sanatlaştırmak için sanatı pornolaştırmaktan başka bir çaremiz var mıdır? Akademik özgürlük konusuna hiç girmeyeceğim çünkü zaten “bir şey” olduğunu iddia eden bir ödevin “o şey” olmadığını kanıtlarsak, amacına hizmet etmediği için akademide yeri olmayacağını da kanıtlamış oluruz.

Tabii, böyle bir soruyu yanıtlamak için önce pornodan sanat olur mu sorusunu yanıtlamak gerekir. Sorunun yanıtı kesin ve nettir: Hayır, olmaz, olamaz, olmamalı. Neden? Çünkü eleştirel olamaz bir porno filmi. Sanatın amacı sadece tasvir etmek değildir, aynı zamanda değiştirmek, devinime katkıda bulunmaktır. Pornonun amacı doğal duyguları uyarmak ve izleyiciyi görsel katarsis yoluyla tatmin etmekten başka bir şey değildir. Bunu yaparken, suya sabuna dokunan bir iş yapmış olmaz. Tıpkı James Bond filmlerinin ya da diğer vurdulu kırdılı filmlerin sanat kategorisinde incelenemeyecekleri gibi porno da incelenemez... Çünkü bu filmlerde de katarsis duygusal bir ateşlenmeye, anlık bir heyecana indirgenmiştir. Bunun dışında porno filmlerde, filmin dışına sızan bir mesaj yoktur. Hele Türkiye gibi toplumsal sorunların ayyuka çıktığı, şikayetlerin ülkenin sınırlarını aşıp, AİHM’de yankılandığı bir ülkede sırf ses getirmek için böyle bir çabaya girişmek, maskaralık, bir çeşit ucuz yoldan şöhrete ulaşma yöntemidir.

Yönetmen adayımızın bahane olarak ortaya attığı ifadeler ise “özrü cürmünden beter” dedirtecek cinsten. Tersanelerde kaderlerine terk edilen işçileri, namus belasıyla hayatını kaybeden gelinlik kızları, kum taşlama atölyelerinde ölümcül hastalıklara yakalanan ve köylerine dönüp ölümü bekleyen zavallı gençleri, karnına yediği “yasal” tekmelerle bebeğini düşüren üniversite öğrencisini anlatmak yeteri kadar ses getirmeyeceği için Bilgi Üniversitemizin çok bilgili öğrencisi bu yolu seçmiştir. Sanat, hiç kuşkusuz insanı tüm bütünlüğüyle anlatmalıdır. Cinsellik insanın vazgeçilmez bir parçası olduğuna göre onun da sanatta yeri vardır. Zaten bu yüzden pek çok ünlü yönetmenin, ün yapmış filminde cinsellik ciddi bir ağırlık içerir. Kubrick’in “Eyes Wide Shut”ı, Bertolucci’nin “Last Tango in Paris”i, geçen yıl Oscar alan “The Reader” ve daha pek çok film cinselliği, toplumun baskılarını, bireyin çıkmazlarıyla birlikte işleyen filmlerdir. Yalnız bu filmlerin hiçbirisinin konusu insanların nasıl seks yaptıkları değildir. Bastırılmış duyguların bireylerde nasıl istemdışı bir şekilde ortaya çıktıklarını, nasıl çarpıklıklara yol açtıklarını, en yalnız olduğumuz anlarda bile toplumun gözetleyen gözünün içimizde nasıl gezdiğini ortaya koydukları sürece ahlaki bir değerleri de vardır. Bunun yanında tiyatronun dışına taşan evrensel mesajlar taşır bu filmler. Cinsellik ne iyidir, ne kötü. Sadece doğaldır. Doğal olduğu için hayatın her aşamasına yaşanan ya da yaşanmayan cinsellik yansır. Dolayısıyla sanat kategorisinde incelenebilir, eleştirilebilir, yerilip, övülebilirler böyle filmler.

Bana kalırsa bu arkadaş porno filmi çekmek yerine, porno filmi çekmek isteyen bir yönetmenin oyuncu bulmaktaki sıkıntısını anlatan bir film çekseydi, çok daha faydalı bir iş yapmış olurdu. Böylece erkek egemen bir toplumda kadın-erkek ilişkilerini incelemiş, ortaya konacak senaryoya göre, bulunamayan oyuncunun, bulunamayan mekanın, bulunamayan yatağın, hatta bulunamayan senaryo yazarının öyküsü anlatılabilirdi. Belki şimdi olduğu gibi bu kadar ses getirmezdi ama dişe dokunur bir iş yapmış, topluma eleştirel bir yönden bakarken, daha önce bilmediğimiz sırları da ortaya çıkarabilirdi.

Sanat adı altında yapılan bu ödevin aslında sanata büyük bir zarar verdiğini de görmezlikten gelemeyiz. Ben-böyle-sanatın-içine-tüküreyimcilere gün doğacak bu tür çalışmalar arttıkça. Pornoyu sanatlaştıramadıkları için sanatı pornolaştıracaklar yavaş yavaş. “Aha bu da sanat!” diyecek renkli çamaşırları ipe seren bir kadın. “Ben de sanatçıyım” diyecek kusmuğunu duvara savuran bir sarhoş. Yürümek, ayıya dans ettirmek, köpeğe kedi yürüyüşü yaptırtmak, dalga dalga çiş yapmak, geometrik şekilleri rengarenk boyamak, öpüşmek ve hatta öpüşmemek hep sanat olacaklar. Bütün bunlar sanat olunca da sanatın saygınlığı ayaklar altına alınacak. 70 milyon sanatçımız bir araya gelip, Cüneyt Özdemir’in ekranımıza taşıyacağı filmi bekleyeceğiz. Zevk için değil tabii, Bilgi Üniversitesi’nin bilge öğrencisinin, bilgiçce yapılmış bitirme ödevini, sanatsal açıdan eleştirmek için...

Ali Rıza Arıcan – 6 Ocak 2011