Bu Blogda Ara

24 Haziran 2017

Kaşgar Notları 4: Üç Türbenin İlki

Gül bahçesinin içindeki Apak Hoca Türbesi
Şoförün adı Ahmet. İkide bir telefonu çalan yirmili yaşlarda bir genç. İngilizce tek kelime bile bilmediği için Uygurca'yla olan yakınlığımın hiç de sandığım kadar iç açıcı olmadığını kanıtlıyor bana. Çarşıda ya da sokaklarda belli bir takım kelimelerden oluşan diyaloglarım arabanın içinde bana pek bir yarar sağlamıyor. Daha da ilginci, o âna kadar içimde kıpraşan “Ben bu insanların dilini az çok anlıyorum.” iyimserliğinin yerini, daha gerçekçi bir tanı alıyor. Hayır, ben onların dilini konuştuğum için değil, onlar hem kendi dillerine hem de Türkiye Türkçesi’ne aşina oldukları için anlayabiliyorlar beni. Arabanın radyosunda –önce teyp sanmıştım ama araya giren reklamları fark edince radyo olduğunu anladım- arada Türkçe şarkılar çalıyor mesela. “Esmerim”i söylüyor yanık sesli bir türkücü. Ahmet, Türkçe parçalar çıkınca sesi yükseltiyor. Kaşgar sokaklarında dolanırken kulaklarımda “Esmer bugün ağlamış / Ciğerimi dağlamış…” sözleri yankılanıyor. Daha sonra Tarkan’ın meşhur “Şıkıdım”ı çalıyor. Bir ara da kimin söylediğini bilmediğim “Sevgilim, senin için haram bu sevda…” gibisinden klişe sözler geliyor kulaklarıma. Uygurluların Türkiye Türkçesine aşina olmalarının tek nedeni müzik değil. İki gün sonra gideceğim eski Kaşgar’da, girdiğim bir çömlekçi dükkânındaki satıcı kız benim İstanbul’dan geldiğimi öğrenince hemen “Sultan Süleyman”, “Hürrem Sultan” gibi adları sıralıyor büyük bir heyecanla. Demek ki izliyorlar Türkiye’de yayımlanan dizileri. Televizyondan izlemeseler bile internetten takip ediyorlardır. Biz Türkiyeliler, Uygur Türkleri’ne pek uzak olsak da onlar bize yakınlar. Bu yakınlığın bugünlerde pop kültüre indirgenmiş olması ise biraz da Türkiye’nin kültür elçilerinin görevlerini iyi yapamıyor oluşlarının neticesidir.
Türbeye giriş kapısı
 Apak[1] Hoca’nın türbesine varmamız çok uzun sürmüyor. Şehir merkezinin beş kilometre kadar kuzeydoğusunda, sessiz sakin bir köşede türbe. Ahmet arabayı büyük bir ağacın gölgesine park ediyor ve kontağı kapatır kapatmaz koltuğunu yatırıp uyku pozisyonuna geçiyor. Yarım saatte gezer çıkarım diyorum ve içeriye geçiyorum. Bilet 30 RMB. Mavi çinilerle süslenmiş, yüksek ve kemerli bir kapıdan girmeden önce metal tarayıcının içinden geçiyorum. Kemerli kapının iki yanında simgesel denilebilecek kadar küçük minareler eklenmiş. Bahçe serin ve sessiz. Yine kavak ağaçları var sağlı sollu. Arkalarda başka ağaçlar, elmaya benziyorlar ama meyveleri olmadığı için çıkaramıyorum. Bazılarında gördüğüm meyveler, erik olmadıklarına emin olduktan sonra, bana Çin hurması da denilen hünnapları (jujube) hatırlatıyor. Burası; içinde caminin, türbenin ve bahçelerin olduğu geniş bir külliyeye benziyor daha çok. Kavaklı yolun sonunda adının Cuma olduğunu öğrendiğim bir cami karşılıyor beni. Girişteki bilgiye göre 1873 yılında inşa edilmiş olan bu cami cuma günleri dolup taşıyormuş. Yerdeki halılar da, kolonlar da kırmızı. Klasik İslami mimari kadar Çin (ya da ondan etkilenmiş olan Uygur) mimarisinin özelliklerini de taşıyor bu cami. Caminin içine girmiyorum. Geldiğim yoldan geriye dönüp, türbenin olduğu kısma geçiyorum. Türbe geniş bir gül bahçesinin içinde, çölde karşıma çıkan yemyeşil bir vaha gibi bakıyor bana. Çinilerin[2] hemen hepsi yeşil, arada mavi olanlar da var ama mavi soluk kaçtığı için kolay kolay seçilmiyor. Yeşil çiniler el büyüklüğünde ve desensiz. Mavi olanlar İznik çinilerini anımsatan geometrik şekillerle süslenmişler. Öğlen vaktinin kızgın güneşinin altında kırık ayna parçaları gibi göz kırpıyorlar bakanlara. Kare şeklindeki büyük yapının köşelerinde birer minare var. Görünen o ki bu kubbeli yapı 1640 yılında inşa edilen yapının ta kendisi ve çinileri de orijinal. Kubbeli yapının içine giriyorum, sadece Apak Hoca’nın ve yeğeni Güzel Kokulu Cariye’nin türbeleri değil, devrin büyüklerinin ve sonradan vefat etmiş önemli isimlerin türbeleri de var. Örneğin bazı isimlerin sonundaki “Paşa” unvanı dikkatimi çekiyor. Demek orduda görev almış bazı yüksek rütbeli askerlerin mezarı da buraya konmuş. Ben içerideyken Çinli turistler giriyorlar içeriye. Maalesef bağıra bağıra konuşuyorlar. Mezarların yanındayken sessiz olunması konusunda uyaran bir tabela var ama kimse takmıyor. Çocuklar koşuşturuyor, yüksek kubbenin altında pat pat ayak sesleri yankılanarak çoğalıyor. Rahatsızlık duysam da sesimi çıkarmıyorum.

İçerinin mimarisine ve mezarlara odaklanıyorum bir süre. Aklıma ara ara dönemin imparatoruna gönderilen, güzelliği dillere destan olmuş İparhan geliyor. Onun mezarı kubbeli yapının içinde değil, dışarıda. Nedenini merak ediyorum ama soracak kimse olmadığı için kalıyor. Apak Hoca ve Pekin’deki Yasak Kent’e imparatorun cariyesi olarak gönderilen yeğeni (Wikipedia torunu diyor!) hakkında daha fazla bilgi internetten ve başka kaynaklardan edinilebilir. Ben hikâyeyi ilk defa Emre Demir’in “Göğün Altında Bir Dünya: Çin’de Beş Yıl, On Kent” adlı kitabında okumuştum. Dileyenler kitaba başvurabilir. Hikâyenin Çinli versiyonuyla Uygur versiyonu arasında ciddi farklar var. Ayrıca, ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu bilmek de olanaksız. Hemen hemen tüm tarihi figürlerde olduğu gibi.

Kavaklı Yol

Cuma Camisi
Türbeden çıkıp etrafındaki gül bahçesini dolanıyorum. Fotoğraf çekiyorum bol bol. Çin sınırları içinde gördüğüm kubbeli ve eski olan ilk tarihi yapı bu. Duvar kenarına yazılmış tarihi bilgileri okuyorum ve türbenin bahçesinden çıkıyorum. Ağaçların gölgelerinde ağır adımlarla yürüyüp dışarıya, Ahmet’i aramaya gidiyorum. Beni görünce söndürüyor sigarasını, tek kelime etmeden çalıştırıyor arabayı. Bir sonraki hedefimiz Yusuf Has Hacip’in türbesi. O da şehrin merkezine pek uzak değil. Kaşgar’ın sokaklarında, belki de hayatımda ilk ve son defa arabayla gezinirken, sessizce izliyorum insanları. Ahmet konuşmama konusundaki inadını bozuyor bir ara, “Gözal mı?” diyor. Sorusunu anlamakta zorlanıyorum ilkin ama çabucak düşüyor jetonum. “Evet, çok güzeldi.” diyorum.   

[1] Uygurca’daki p harfi, tıpkı Osmanlıca’da olduğu gibi Farsça’dan ödünç alınmış. İşin tuhafı, Apak’ın Farsça yazılımında p harfi değil de f harfi var. Yani İranlılar Apak Hoca değil de Afak Hoca diyorlar. Hoca zaten Farsça bir kelime. 

[2] Çini kelimesi Türkçe'ye Farsça'dan geçmiş ve anlamı "Çin işi" demekmiş. (Kaynak: Nişanyan Etimoloji Sözlüğü)

---  Kalan resimleri aşağıya ekliyorum. 

Minarelerden birisi

Mavi çiniler



20 Haziran 2017

Kaşgar Notları 3: İd Kah Camisi

İd Kah Meydanı'ndan İd Kah Camisi'nin görünüşü.
Nedir Müslümanların kabirler konusunda gösterdiği bu aşırı hassasiyetin nedeni? Yıllar önce sevgili Ulaş’la Hindistan’ı gezerken de aklıma gelmişti bu soru. İmparatorluklara liderlik yapmış olanları az çok anlayabiliyorum. Siyasi gerekçeleri vardır, tarihsel bir kimlik oluşturma çabasıdır ya da bir çeşit güç gösterisidir. Peki ya diğerleri? Batıda bilime, dine ya da sanata katkıda bulunmuş insanların mezarları herhangi bir kilisenin arka bahçesinde, belki diğerlerine nazaran biraz daha özenli ama asla aşırıya kaçmayan, alelalede bir görünüme sahiptirler. Bir Newton’ın, Euler’in, Goethe’nin, Balzac’ın ya da Tolstoy’un mezarlarının saraylar ve o sarayları çevreleyen dev bahçeler içinde korunduğunu hiç sanmıyorum. Bu insanların yapıtlarını okurlar, ya da yapıtlarının yorumlarını okurlar, bu yorumlardan yola çıkarak medeniyetlerini inşa ederler. Oysa iş Müslümanlara gelince, ölümü ve ölüyü yüceltmeyi abartmakta sınır tanımadıklarını gözlemliyoruz. Hindistan için şöyle demiştim vakti zamanında: Bu ülkede huzuru bulmak için ölmek gerekiyor. Manevi huzuru değil, maddi huzuru. Tac Mahal’i örnek vereyim. Agra, hayatınızda görüp göreceğiniz en kirli şehirlerden birisidir. Gerçekten de sefalet ve kirlilik sıvı hale gelmiş sokaklardan akıyor Agra’nın sokaklarında. İnsanların hayatlarından memnun olmadıklarını anlamak için sosyopsikolojik araştırmalar yapmaya gerek yok, kaldırımlarda yürümek yeterli. Bir de Tac Mahal’e girin bu manzaralardan sonra. Bahçesinde ceylanlar koşuşturuyor, sincaplar ağaçların tepesinde daldan dala atlıyorlar, kuşlar gökyüzüne çiçekli taçlar örmekle meşguller gün boyu. Vıcık vıcık bir istiridye içinde güzelliğini yüzyıllardır koruyabilmiş bir inci tanesidir Tac Mahal! Yani saray kendisini böyle hissettirir. Zannedersiniz ki cennet bahçesine girdiniz, bundan sonrası yok; acılar, zorluklar, felaketler geride kaldı. Oysa altı üstü bir mezardır burası. Her şey tertemiz, yerli yerinde, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Zaten kocaman bir arazinin ortasında yer alır Tac Mahal. Agra kentiyle Tac Mahal arasındaki farkı görmek isterseniz google’da “Tac Mahal” yazıp çıkan fotoğraflara bakın. Sonra da “Agra şehri” yazın ve fotoğraflara bakın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ölülere saygıda kusur etmeyelim, tamam da hayatta olanlar sefalet içinde yaşıyorken geçmişte yaşamış bir kraliçeye bu derece teveccüh bana başka bir sorunun, çok daha derinlerde yer alan çarpık bir anlayışın habercisi gibi geliyorlar. Maalesef konumuz ne Hindistan ne de İslam’da ölüm / ölüm sonrası kavramı. Bu yüzden lafı daha fazla dolandırmadan kaldığım yerden devam edeyim ben.
 
China Travel Guide'ın Kaşgar'daki gezip görülecek yerleri listelediği web sayfası. 

Kaldığım kervansaraydaki diğer konuklarla sabah kahvaltısı sırasında kısa sohbetler yapma fırsatım oluyor. Kaşgar’da nereleri gezeceklerini soruyorum tanıştığım birkaç turiste. Hani belki “birileri benim gideceğim yerlere gidecek olur da birlikte gideriz” gibisinden artçı bir niyetim var. Hemen herkes biliyor Apak Hoca’yı, ya gitmişler ya da yakında gidecekler. Yusuf Has Hacip’i ve Kaşgarlı Mahmut’u soruyorum; başka bir dünyadan söz ediyormuşum gibi ablak ablak yüzüme bakıyorlar.  Singapurlu bir genç “Haaa, duymuştum.” diyor Kaşgarlı Mahmut için ama gerisini getiremiyor. Zaten gitmeye niyeti yokmuş. Yanında oturan çengel küpeli gözlüklü kız, dersine iyi çalışmamış mahçup bir öğrenci gibi telefonuna başvuruyor hemen. “Bu sayfada ikisinden de hiç bahsedilmemiş.” diyor, şaşkınlığını bana da bulaştırarak. Nasıl olmaz? Tripadvisor’da, Lonely Planet’ta ve hatta Wikipedia’da bile bahsediliyor bu türbelerden. Nereye bakıyor bu kız? Kahvaltıdan sonra ben de inceliyorum onun sözünü ettiği web sayfasını. Gerçekten de China Travel Guide’da hiçbir bilgi yok bu iki Uygur Türk âlimi hakkında. Kaşgar’daki gezmelik yerler listesinde Apak Hoca’nın Türbesi var, İd Kah Camisi var, Karakul (Kara Göl) var, Eski Kaşgar var, Budist tapınaklar var ama Kaşgar’ı, Türkçe’ye ya da Türkçe’nin en çok konuşulduğu ülke olan Türkiye’ye bağlayan en önemli iki tarihi dimağın adları yok. “Acaba” diyorum içimden “sayfayı hazırlayanlar Çin devletinden bir baskı mı gördü ya da bir çeşit otosansüre mi başvurdular bu listeyi hazırlarken?” Web sayfasının tepesindeki telefon numaraları ABD, Avustralya ve İngiltere kaynaklı ama şirketin kayıtlı olduğu şehir Xian. Fotoğraflara bakılırsa bu web sayfası yurt dışından Çin’e irili ufaklı turlar getiriyor, yabancıları gezdiriyor. Sadece Kaşgar değil tabii ki, Çin’in her yerinde hizmet veriyorlar. Peki, neden yok Kaşgar’ın iki önemli çekim merkezi bu sayfada. Aklıma gelen ilk yanıt şu:  Ya Çin devletine doğrudan bağlılar ya da en iyi ihtimalle Çin devletinin izin verdiği sınırların dışına çıkmamaları için ciddi gerekçeleri var. Gerçi, Çin’de çalışan her şirketin belli bir takım sansür politikalarını içselleştirmeden burada tutunabilecekleri bana pek mümkün görünmüyor. Bu tutum Çin’e has değil. Dünyanın hemen her ülkesinde düzeyi çeşitlilik gösterse de sansür ya da otosansür uygulanmakta. Her halükârda yakaladığım nokta ilginç. Demek ki Kutadgu Bilig gibi bir siyasetnameyi, 11. Yüzyılda, o zamanın Türkçesiyle kaleme almış bir filozof şairin bugünkü Çin topraklarında yaşamış olduğu bilgisi ya da bu bilginin yayılması pek de memnun etmiyor Çinli yetkilileri. Aynı şey Divan-ı Lügat-ıt Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut için de geçerli. O da yaklaşık olarak aynı zamanda yaşamış ve Türkçe’nin bilinen ilk sözlüğünü yazmış. Çin devleti bu isimlerin ister istemez Türkiye’yle ilişkilendirileceğinin farkında olmalı. Büyük bir olasılıkla da yerli ve yabancı turistlerin gözünde bu bağı görünmez kılma çabası içerisinde. Halkın tepkisini çekeceği için bu türbeleri yıkamıyor da! Hatta tam tersine, düzenliyor, bakımını yapıyor, güvenliğini sağlıyor. Aynı zamanda, yeğenini Pekin’deki imparatora cariye olarak göndermiş olan Apak Hoca’nın sayfa da olması da bu görüşü destekliyor. Çünkü Apak Hoca, Çinli yönetimle iyi ilişkiler kurmuş, onların hükümranlığını kabul etmiş ve yeğeninin Pekin’e göndererek büyük bir olasılıkla Kaşgar’daki konumunu güçlendirmiştir. Bir çeşit “Birlikte yaşama, Çin’in gücünü kabul etme ve parayı / gücü özgürlüğe tercih etme” göstergesi Apak Hoca onlar için. Sincian topraklarının ezelden beridir Çin’e ait olduğunun apaçık bir kanıtı.  

Girişteki yürüme yolu. İki yanda kavak ağaçları.  
Yalnız, tüm bu düşündüklerimin basit bir hipotezden ibaret olduğunu belirteyim. Bu hipotezi doğrulamak ya da yanlışlamak için ne vaktim var ne de yetkinliğim. Belki de basit bir ihmal ya da cehalettir bu noksanlığın nedeni. Yani web sayfasını hazırlayan kişinin aklına gelmemiştir bu yerler ya da sayfa hazırlanırken hata oluşmuştur. Hem sözünü ettiğim bu iki yer biz Türkiyeliler için çok önemliler ama elin Amerikalısı ya da İngilizi için bir şey ifade etmeyebilir. Yani talep azlığından dolayı, ekonomik getirinin kayda değer bir düzeye ulaşamaması sonucunda listeye girmemiş de olabilirler.


Ana binanın girişi. 
Bu düşüncelerle hazırlanıyorum. Kaldığım yerde benimle birlikte gezecek birisini bulamayacağımı anlamam çok uzun sürmüyor zaten. Resepsiyondaki çocuk bile şaşırıyor benim Kaşgarlı Mahmut’un türbesini ziyaret etmek istememe. Ona da buralara neden gitmek istediğimi izah etmeye çalışmıyorum tekrar. Atıyorum kendimi dışarıya. Demir kapıyı arkamdan kapattığımda saat sabah 10’a yaklaşıyor. Benim saatim 10’a yaklaşıyor ama buranın insanı için saat sabahın sekizi. Kol saatlerine yansımayan, duvarlarda kendisini belli etmeyen ama insanların içlerine işlemiş bir akrep ve yelkovan çiftiyle akıyor burada hayat. Çocuklar sırtlarında çantaları, elele tutuşmuşlar sokakları arşınlıyorlar. İvedi adımlarla dış kapısının üstü dikenli tellerle süslenmiş, kalın demir bir barikatın arkasında küçülüp kalmış okullarına gidiyorlar. Okulun köşesinde bekleyen polisler yoldan geçen gençlerin kimliklerini kontrol ediyor. Kimliklerini geri almak için bacaklarını çapraz yapıp bekleyenlerin yüzlerindeki bıkkınlık, “neden ben?” sorusunun alınlarından çenelerine doğru bir damar halinde akan sızıntıları, sıradanlaşmasına alışılamamış bir hayatın tortuları, tatsız bir anı gibi kazınıyor zihnime. Dün gece kahve ve Albeni aldığım bakkalın sahibi kapının ağzına koyduğu sandalyeye kurulmuş, su şişelerinin ve karton kutuların arasından caddeyi izliyor. Karakol önünde bekleşen polislerin yanından, onlarla göz göze gelmemeye özen göstererek –neden?- geçiyorum. Kutadgu Bilig’dan alıntılanıp üç ayrı dilde (Uygurca, Çince ve İngilizce) duvara işlenmiş, birlikte huzur içinde yaşamayı salık veren bir cümleyi hızlıca okuyup devam ediyorum yola. Amacım İd Kah Camisi’nin yakınındaki turist merkezine gidip, beni istediğim yerlere götürecek bir tur ayarlamak.      


Meydana varınca turistler için danışmanlık hizmeti veren bir işletme bulmam çok zor olmuyor. Kadriye adında genç bir kız bakıyor dükkâna. “Biraz bekle patron gelecek.” diyor. Masaların birisine oturup bekliyorum, bir yandan da bir şeyler karalıyorum defterime. Kadriye dayanamayıp oturuyor karşıma. Bir sürü soru soruyor İstanbul, Türkiye ve benim hakkımda. Sıkılmadan yanıtlıyorum hepsini. Bana çay getiriyor, kendisine de koyuyor. Tadını pek alamasam da içiyorum sarı çayı. Bu sırada patronu İskender geliyor. O da masaya oturuyor. Gitmek istediğim üç yeri söyleyince bana bir fiyat çıkarıyor. Sonra ben Kaşgar’da geçireceğim diğer iki günü de ekliyorum listeye. Hepsi için tek bir fiyat talep ediyorum. Biraz da indirim istiyorum tabii ki. İskender birkaç yeri arıyor, fiyatta anlaşıyoruz. İlk gün beni istediğim üç türbeye götürecek. İkinci gün Deva Gölü’ne ve Taklamakan Çölü’ne. Üçüncü gün ise Kara Göl’e. Hepsine 80 dolar gibi bir şey ödüyorum ve ödemeyi telefonumdaki wechat’le yapıyorum. İnanması zor olsa da hâlâ Çin’deyim ve Çin’in sunduğu teknolojik imkânlar hayatımı kolaylaştırmaya devam ediyor.


Mihrap
İskender canayakın birisi. İngilizcesi de çok iyi. Sorunsuz anlaşıyoruz. Matematik öğretmeni olduğumu öğrenince “hisap ustası” adını takıyor bana. Beni alıp bir gün içinde üç ayrı türbeye götürecek olan taksi şoförü saat 12’de geleceği için yaklaşık bir saatlik vaktim var. “İd Kah Camisi’ne gitsem alırlar mı içeriye?” diye soruyorum İskender’e. Makinenin filtresine koyduğu kahveyi preslerken yüzüme bakmadan yanıt veriyor, “Şimdi turist zamanı. Git bence. Şoför erken gelirse bekletirim ben. Merak etme!”

Minber
İd Kah Camisi’ne turist girişi 45 Yuan ama pasaportumdan Türkiyeli olduğumu anlayınca görevli polis parayı geri veriyor. Metal tarayıcıdan geçiyorum. Bir de üst araması yapıyorlar. Kollarımı iki yana açıyorum, bip bip bip bip. Geçebilirsiniz! Dört beş tane polis var girişte. Onları arkada bırakınca karşıma kavak ağaçlarının yapraklarıyla gölgelenmiş, uzun ince bir yürüme yolu çıkıyor. Ağaçların arkasında, büyük olasılıkla cuma günleri dolan iki meydan var, her iki meydanın ortasında da yandan merdivenli birer minber çarpıyor gözüme. Neden iki tane minber var diyorum kendi kendime ama yanıtı bulamayacağım için soru da çabucak kayboluyor zihnimden. Yolun başında caminin tarihi hakkında bilgi var. İçeride Çinli ve batılı pek çok turist, namaz saati olmadığı için rahat gezebiliyorlar her yeri. Yaprakların arasından sızıp zemine ulaşan ışık, bol yıldızlı bir gökyüzünü andırıyor. Işık parçalarına basarak, bastığım her yerde tozlu ayakkabılarımın ışıldamasına şahit olarak ilerliyorum camiye doğru. Üstü kapalı olan kısım çok da geniş değil. Girişte iki genç rehber var. İkisinin de İngilizcesi çok iyi. Adı Yasin olan yanımda yürüyor, caminin tarihini ve İslam’daki önemini anlatıyor. Ben Türkiye’denim deyince sohbetimiz koyulaşıyor, Kaşgar’da İngilizce Tercümanlık okuduğunu, bitirince Urumçi’ye gideceğini, şimdilik bu yarı-zamanlı işi yaparak deneyim kazanmaya çalıştığını söylüyor. Duvardaki İran halısını gösteriyor parmağıyla işaret ederek, halının camiye geliş tarihini ve hikâyesini anlatıyor. Sonra da birlikte çıkıyoruz camiden.


Duvardaki İran halısı
Yasin’e ve arkadaşına “hoş” dedikten sonra caminin bahçesinde biraz daha dolanıyorum. Kavak yapraklarının sonsuzluktan gelip sonsuzluğa giden hışırtısı, ortama kattığı eşsiz melankolik hava, arada ağaçların gövdelerinin danslarına karışan kuş sesleri, Çinli turistlerin bir alçalıp bir konuşmaları, annelerinden uzaklaştıkça daha çok şeye çarparak koşuşturan çocuklar, elindeki kalın hortumla beton zemini yıkayan sakallı bir amca… Kendimi İstanbul’daki herhangi bir tarihi camiye gelmişim gibi hissediyorum bir anlığına. Süleymaniye’nin avlusundayım ve birazdan çıkıp Haliç’e doğru yokuş aşağı ineceğim. Ya da Beyazıt’tayım. Dışarıda güvercinler de hazır. Bir tamvay eksik. Ayaklarım beni İskender’in dükkânına götürürken bölünerek çoğalıyor zihnimdeki İstanbul fotoğrafları. Taksi şoförünün gelip beni Apak Hoca’nın türbesine götüreceği âna kadar meydanda; fotoğraf çekilen turistlerin, güvercinlerin ve bu güvercinleri kovalayan yürümeyi yeni öğrenmiş çocukların arasında sessizce dolanıyorum.

---

19 Haziran 2017

Kaşgar Notları 1: Sincian'da Zaman


“Muhterem hanımlar ve efendiler” diye söze giriş yapan uçak içi anonsuyla başladı Kaşgar* maceram. “Boldu”yu, “makûl”u, “yahşi”yi ve “çüşhanmadım”ı çalışmıştım ama aşina olduğum bunca kelimeyi bir arada beklememiştim açıkçası. Yabancı yüzlerin arasından gelen tanıdık seslerin, birbiri ardına sıralanma olasılıksızlığının istatistiksel anlamlılığı artırdı hevesimi. Daha çok çalışmalıydım Kaşgar’ın dilini, oraya varana kadar birkaç cümle kurabilecek kadar kavramalıydım. Sınava hazırlanan bir öğrenci gibi kelime tekrar ettim yol boyunca, kendi kendime konuştum, cümleleri günümüz Türkçesinin harfleriyle yazdım, kelimeleri değiştirip yeni cümleler ürettim. Ve yolculuk çabucak geçti, Şanghay’daki ufak tefek aksaklıklara rağmen.

Urumçi’ye inişin tersine Kaşgar’a iniş sarsıntısızdı. Havaalanı oldukça küçük, alt yüz bin nüfuslu bir yerleşim merkezine fazla bile olabilir. Taksiler taksimetreyi açmayı reddedince çıkış kapısının karşısında bekleyen minibüse atladım. Kapının karşısındaki ikili koltuğa kuruldum. Gideceğim yeri harita üzerinde gösterdim şoföre. “Boldu” dedi büyük bir ciddiyetle, sesi ağzından çıkan sigara dumanı gibi bulutluydu. Araba daha dolmamıştı ki kontağı çevirdi.

Havaalanından çıkınca yol kenarları boyunca omuz omuza vermiş uzun kavak ağaçlarını görünce hayret etmedim desem yalan olur. En son bir buçuk yıl önce, Türkiye’deki köyümde görmüştüm kavakları. Bana çocukluğumun ıssız öğleden sonralarını anımsatırlar hep, herkesin bir köşeye çekilip sokakları yaprakların hışırtısına bıraktığı yaz ikindilerini… Kavak ağaçlarının seyrekleştiği yerlerde tarlaları görebiliyordum. Hasat vakti gelmiş buğdayı, adam boyunu geçmiş mısırları, uzaktan bakınca göze çok da ihtişamlı görünmeyen üzüm bağlarını seçebildim tek tek. Biçerdöverler işbaşındaydı buğday tarlalarında, köylüler e-bisikletle gidip geliyorlardı ana yolun kenarındaki dar ve tozlu patikada. Kavaklar daha bitmemişti ki resmi üniformalı, omuzlarında otomatik silahlarıyla bekleyen, çelik yelek giymiş polisler belirmeye başladılar. Her iki yüz – üç yüz metrede konuşlanmış polis kontrol noktaları ürküttü beni biraz. Şehre yaklaştıkça artıyordu barikatların, dikenli tellerin ve metal tarayıcıların sıklığı. Polis kontrol noktalarının olmadığı yerlerde de yürüyen, sırt sırta vermiş bir duruşla bekleyen, yoldan geçenlere kimlik soran polisler vardı. İkili, üçlü, nadiren de dörtlü halde hareket eden siyah üniformalı, kırmızı kolçaklı iri yarı polislerin standardize edilmiş giyim kuşamına inat ellerinde taşıdıkları sopaların farklı renklerde ve boyutlarda olması ister istemez çekti dikkatimi. Kimisi yeşil, kimisi kırmızı, kimisi beysbol sopası gibi tombul, kimisi oklava gibi uzun… Polisler her yerdeydi evet, öyle ki herhangi bir sokağın herhangi bir yerinde dursam ve olduğum yerde 360 derece dönsem, en az iki polisi yürürken ya da beni izliyorken görebilirdim. Sadece var olmayı değil, aynı zamanda varlıklarının hissedilmesini de istiyorlardı. Ne kadar uğraştıysam da, "benim güvenliğim için buradalar" düşüncesine sahip çıkmaya çalıştıysam da, alışamadım varlıklarına bir türlü, onların yakınlarda bir yerde olduklarını bildiğim zamanlarda içimde acı bir huzursuzluk hissettim. Gerekçesini zamanla ortaya çıkaracak haklı bir huzursuzluktu bu, estetik kaygılardan uzak net bir rahatsızlık.

Şehre girince insanların ve arabaların sayısı gibi tozun yoğunluğu da arttı. Açık alanda kendisini belli etmeyen toz, binaların arasına sıkıştıkça, yeni esir edilmiş vahşi bir hayvanın olduğu yerde tepinmesi gibi dolanıp durmaya başlamıştı. Kalacağım konukevine varıp, çantamı yatağın üzerine atar atmaz kendimi sokaklara saldım. Bir an önce görmek, bir an önce deneyimlemek istiyordum Çin’in en batısında yaşayan ve aradan geçen yüzyıllara rağmen beş bin kilometre uzakta konaklamış akrabalarıyla aynı dili, aynı dini ve benzer bir kültürü paylaşan bu insanların yaşamlarını. Gaokao tatilim beş gün ama iki gün uçak yolculuklarıyla geçeceği için toplamda üç tam günüm var. Bu üç günü iyi değerlendirmeli, bir yandan keyfini çıkarırken bir yandan da mümkün olduğunca çok şey öğrenmeliydim. Vakit geç olmuştu ama hava kararmamıştı henüz. Ne İdkah Camisi’nin ışıkları yakılmıştı, ne de caminin altındaki kitapçılar kepenklerini indirmişlerdi. İftar vaktini yaşlarına yakışan bir sabırla bekleyen ihtiyar amcalar, bir yandan gümüş renkli gözleriyle yoldan geçenleri izlerken bir yandan da aralarında mırıldanmaya devam ediyorlardı.

Bir süre cami etrafında oyalandım, içeriye girmeye çalıştım ama ziyaret saati olmadığı için metal tarayıcıya bile yanaştırmadılar. “Türkiye’denim” dedim, dinlemediler. Kitapçılara girip çıktım, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’sunu bu kitapçıların birisinde gördüm. Kitapçıyla konuştuk biraz. “Muallim” olduğumu söyledim ona, el sıkıştık. Sonra çıktım, meydanda amaçsızca gezindim. Hediyelik eşya satan dükkânlarda hemen hemen hep aynı şeyler satılıyordu. Renkli takkeler, incik boncuk, Avrupai şapkalar, süs eşyaları ve yeşim benzeri taşlardan tasarlanmış takılar. Deve heykelleri önünde fotoğraf çekilen yerel halktan gençler, Türk pop müziği eşliğinde arabalı dönme dolaba binen çocuklar, heyecanlı gözlerle bu çocukların neşesini izleyen ebeveynler, beyaz güvercinlere yem atan çocuklar, büfelerin önlerine konmuş parasolların altında soğuk meşrubatlarını içen gençler... Bir iki fotoğraf çektikten ve çocuklarla şakalaştıktan sonra meydanın öteki köşesine geçtim. Burada da sadece turistik eşyalar ve giyecekler satılıyordu. Alışverişten haz alan bir insan olmadığım için ve alışveriş hakkımı son günün akşamına sakladığım için hiçbir şey almadan ayrıldım İdkah Meydanından. Önce caddeye çıktım ve ilginç bir şeyler bulurum niyetiyle –aklımda Halk Parkı’nın arkasında kalan Mao heykeli vardı nedense- yokuş aşağıya indim. “İçinde kaybolamıyorsan o şehri sevememişsin demektir.” gibisinden beylik bir laf peydahlandı dilimde. Güldüm geçtim ve izlemeye koyuldum önümde akan canlı resimleri:

Topuz yapılmış saçlarının üzerine parıltılı tokalar takmış kadınlar gördüm ilkin, tokaların ve saçın geri kalanını tül gibi ince, benekli bir başörtüsüyle örtmüşlerdi. Saçları yanlardan taştığı gibi tülün altından da görünüyordu. Dinsel bir vecibeden çok yöresel bir gelenek izlenimi veriyordu ilk bakışta. Ellerini nereye koyacağını bilmediğinden olsa gerek belinin arkasından birbirine kavuşturan kahverengi ceketli, gri pantolonlu, kalın bıyıklı, siyah kasketli amcalar gördüm. “Köstek saatleri de var mıdır acaba?” sorusu geçti aklımdan birkaç kere, gidip soramadım tabii ki. Başparmağıyla işaret parmağı arasına sıkıştırdığı sigarasını diğer üç parmağının arkasında saklayan ve yorgun gözleriyle sokakları süzen orta yaşlı erkekler gördüm. Kısacık kesilmiş saçlarıyla kızdan çok oğlana benzeyen ilkokul öğrencilerinin hoplaya zıplaya eve gidişlerini, kıvırcık hale getirilip kabartılmış saçlarıyla emekliliğine az kalmış memur gibi yürüyen kadınların kaldırımı yararak ilerleyişlerini, sevdiceğinin omzuna yaralı bir uğur böceğine dokunuyormuş gibi dokunan ergen erkeklerin yüzlerine yayılan heyecanı gördüm. Kaşları burunlarının üzerinde birleşen genç kızlar, altın dişleri ağızlarından birazdan fırlayacakmış gibi duran tombul kadınlar; ince bıyıklı, zayıf ve yürüyüşleriyle “bugün de çok yoruldum” diyen delikanlılar, beton bir masada kâğıt oynayarak başka bir Çin’i buraya getirmeye çalışan orta yaşlı adamlar, kırmızı yanaklı neşeli çocuklar, nefti gözleriyle insana nerede olduğunu sorgulatan seyyar satıcılar ve buldukları gölgelere yaralı ve yenik bir asker gibi sığınmış gençler gördüm. Yaşıtı erkeklerle konuşurken çekindiğinden ya da çekindiğini belli etmek istemediğinden, bedeninin ağırlığını sağ ayağının üzerine verip belinin arkasından dolandırdığı sol elinin başparmağıyla sağ kolunun dirseğine dokunan ergen kızlar gördüm. İçi koyun eti ve soğanla doldurulmuş ekmekleri pişirip, piramit yapar gibi  tezgâhın üzerine dizen ve eseriyle haklı bir şekilde övünen fırıncı amcalar gördüm.

Fırsatını bulduğumdan mı yoksa karnım aç –bir hayli de yol yorgunu- olduğumdan mı bilmiyorum, bu fırıncı amcaya iftar vaktini sordum. Amacım iftarı da görüp, odama çekilmekti. “Sekizi yirmi geçe” dedi kolumdaki saati işaret ederek. Saatime baktım, havaya baktım… Saat sekizi on geçiyordu ama güneşin batması pek de yakın görünmüyordu. Yine de bekledim, bekledim, bekledim. Ne güneş battı ne de bir hareketlilik oldu turuncuya dönmüş güneşin bir ucunu tuttuğu sokaklarda. Mecburen saat dokuza doğru biraz ekmek, meyve ve sebze alıp odama çekildim. Karnımı doyurduktan sonra da telefonda bir şeyler okurken sızdım. Ertesi sabah öğrenebildim Kaşgar hakkında bilgi veren hiçbir sitenin bahsetmediği Sincian zamanını; buranın insanlarının yerel saat ve Pekin saati diye iki ayrı zamanı yaşadıklarını ve günlük hayatta Pekin’den iki saat geride olan yerel saati kullandıklarını.


* Sincian, Çin'in kuzey batısındaki sınır eyaletidir. Başkenti Urumçi'dir. Kaşgar ise İpek Yolu üzerinde önemli bir tarihi duraktır. Bu yerleşim merkezlerinin Pinyin'de yazılış biçimleri Xinjiang, Urumqi ve Kashi'dir. 

 - - - - - - - 

Kaşgar Notları 2: Kervansaray 

 

16 Haziran 2017

Kaşgar Notları 2: Kervansaray

Kaşgar'da çektiğim ilk fotoğraf buydu sanırım. 
Kaldığım yere otel denilemez. En iyi olasılıkla yurt, konukevi ya da pansiyon. Şimdilik konukevi diyelim, yazının sonunda gerekçeli bir kararla değiştiririz bu adı. Zaten İngilizce adı “Kasghar Old Town Youth Hostel”. Merkeze çok yakın olduğu için ve tabii ki ucuz olduğu için seçmiştim burayı. Havaalanında bindiğim minibüs beni bir sokağın başında bırakıp “Aradığın cadde burası.” deyince inmiş ve kalacağım konukevini aramaya başlamıştım. Karşımda Anadolu’nun herhangi bir yerinde karşılaşacağım türden küçük bir kasaba ya da o kasabanın meydanının arkasında kalmış, iç içe geçmiş labirentvari sokaklardan birisi vardı. Sağlı sollu dizilmiş dükkânlar, kaldırımlardan taşan tezgâhlarda yaş ve kuru türlü yemişler satan yaşlı amcalar, metal kalaylıyan eli yüzü kararmış işçiler, bir gözüyle sokakta oynayan çocuğunu gözetleyen diğer gözüyle sebze ayıklayan anneler, şişe geçirdikleri koyun etlerini mangalda pişiren yeni yetme çıraklar, berber dükkânının önüne attıkları sandalyelere birazdan kalkacakmış gibi oturmuş ve oturduklarıyla kalmış gençler... Evet, Anadolu’nun küçük bir kasabasına benziyordu. Tek kusuru abartı noktasına getirilmiş kemerli pencereleri ve yeni oldukları her hallerinden belli olan süslü evleriydi.

Bu da ikinci olsa gerek. Hâlâ konukevini arıyorum. Sağdaki koyu kahverengi kemerli levhada Kutadgu Bilig'den bir cümle alıntılanmış, Çince ve İngilizce çevirileriyle birlikte verilmiş.
Buranın adı “Old town” ama aslında “New old town” adı verilmeli. Çünkü orjinal değil, 2000’li yılların başlarında eskisi yıkılıp, yenisi yapılmış. Turistler gelsin, eski Kaşgar’ın nasıl göründüğünü sokaklarında yürüyerek deneyimlesin, yerli halkın yaşam tarzını fotoğraflasın  niyetiyle eskisi yıkılıp yenisi yapılmış. Çin usulü “yenilenip kendi haline bırakılmış” bir sokaklar, kaldırımlar ve insanlar kümesi olarak niteleyebiliriz. Şehrin orjinalinden (old old town) az bir şey kalmış, buraya biraz uzak. O kısmı daha sonra göreceğim. Şimdilik bu yapay / yeni görüntüden bahsedeyim. Öncelikle iyi para harcandığı belli, özenle döşenmiş yerlere kaldırım taşları, özenle tasarlanmış her bir pencere, kapı ve ev, eminim insanlar da özenle seçilmiştir ya da davranışları özenle belirlenmiştir. Vakti zamanında burada yaşayan insanların evlerinin bu derece süslü ve şatafatlı olduklarını hiç sanmıyorum. Yıllar önce izlediğim Holywood yapımı Bin Bir Gece Masalları filmindeki stüdyo sahnelerini andırıyor sokak. Ya da Ömer Hayyam filmindeki tertemiz, pırıl pırıl caddeleri. Neyse ki erkekler abartı bir sarıkla, kadınlar renkli pelerinle ya da başlarına geçirdikleri tiara benzeri taçlarla gezinmiyorlar ortalıkta. Yapay olan sadece evler ve sokaklar, kalanının aslını cebren yitirmemiş bir halk olduğunu söyleyebiliriz. Turistler gelsin, eski Kaşgar’ı görsün diye yapmışlar bu sokakları ama benim pek halim yok etrafımdaki renklere odaklanmaya. Bir an önce sırtımdaki ağır çantadan kurtulmalıyım, bir an önce kalacağım yeri bulup rahatlamalıyım.
 
Yeni yapılmış olduğu her yerinden belli olan bir bina.
Sokak dar, kaldırımlar ise yürümeye izin vermeyecek derecede kalabalık. Bu yüzden kaldırımdan değil de yolun kenarından, sağımdan ve solumdan sessizce geçen e-bisikletlere dikkat ederek yürüyorum uzun süre. Çömlekçilerin önünde kavun satan adamın “Gel beş kuay” diye bağırdığını duyduğumda kendi kendime gülüyorum. Ya bu adam gerçekten de “Gel beş kuay” demiyordu ya da benzeri bir şey diyordu da benim Türkçe duymaya koşullanmış zihnim artık her algıladığını arzuladığı ifadelere çevirme konusunda boyut atlamıştı. Adama yanaşıp, “Kağun kaç paha?” diyesim vardı ama son anda vaz geçtim. Almayacaktım ne de olsa, ne gerek vardı?

Kavun, karpuz, şeftali, erik...
 Yürümeye devam ettim. Kime sorsam başka bir yön, başka bir yol ağzı gösteriyordu. Kavşaklarda sokakların adları yazıyordu ama bir kere sokağa girdim mi evlerin numarasını göremiyordum. On – on beş dakika kadar kafası kesik tavuk gibi dolandıktan sonra köşe başlarını tutmuş polislere sormaya karar verdim. Neyse ki çok haşin bakmıyorlardı. Çoğu elindeki telefonla oynuyordu ya da halktan insanlarla şakalaşıyorlardı. Kimisi de –eğer yanlış algılamadıysam- tanıdıkları kızlara kur yapmakla meşguldü. Yan yana duran üç polise yaklaştım. Adresi gösterdim, polis önce yüzüme, sonra da kafamdaki siyah beysbol kepine ve onun üzerindeki güneş gözlüğüne baktı. Gülümsedi. “Yolunu kaybetmiş tüm şapşal turistler de beni buluyor.” gülümsemesiydi bu. Önünde durduğu karakolun kapısına doğru seslendi. Açık olan kapıdan çıkan bir başka polis benim yanıma geldi, adrese baktı. O sırada kısa boylu, hafif tombul bir kadın polis de belirdi yanımızda. Kısık yeşil gözlerini dikmiş bir bana bir de kâğıttaki adrese bakıyordu. Kadının gözlerindeki yeşil pırıltıyı görünce biraz afalladım. “Buralarda yeşil gözlü insanlar da mı var?” diye içimden geçirirken az önce karakoldan çıkan polis “Benimle gel” işareti yapıp yürümeye başladı. Sadece yeşili değil, tüm renkleri geride bırakıp peşine takıldım bu polisin. O önde ben arkada yol boyunca yürüdük. O durunca ben de durdum. Önüne demir barikatlar ve dikenli teller konmuş bir okulun karşısında, bir binanın gölgeliğinde dikildik kısa bir süre. Bana kahverengi bir kapıyı gösterdi. “İşte aradığın yer burası!” diyen gözlerle tekrar gülümsedi.
Kaldığım konukevinin tam karşısındaki ilkokul.
Meğer aradığım konukevinin önünden defalarca geçmişim son on beş dakikada. Kapıya baktım, ne bir ad var üzerinde ne de bir işaret. Sadece bir A4 kâğıdına yazılmış iki üç satırlık İngilizce ve Çince bir uyarı vardı. “Lütfen kapıya vurun ve bekleyin. Kapı içeriden açılacak.” gibi bir şeyler yazmışlar. Polis kapıya vurdu, “bızzzt” sesini duyduk ve kapı açıldı. Ben herhalde yardımsever polis bey buradan geri dönecek diye düşünüyordum ki adam benden önce içeriye girdi. Metal tarayıcının içinden geçerken alarmın çıkardığı sinir bozucu sese ne o dikkat etti ne de ben. Resepsiyon karanlık ve dardı. Duvarlarda turistlerin bıraktığı notlar, burada daha önce kalmış olanların bıraktıkları kitaplar (Sofi’nin Dünyası vardı mesela. Bir de Murakami’den “After the Dark” çarptı gözüme.), buzdolabının ve mutfağın kullanılma kuralları, taksi paylaşarak bir yerlere birlikte gitmek isteyenlerin ilanları... Ben meraklı gözlerle etrafı gözlemliyordum ki polis bey masanın öteki tarafındaki genç çocuğa Çince bir şeyler söyledi, resepsiyoncu polise teşekkür etti. Polis ayrılırken ben de teşekkür ettim kendisine. İşi gücü bıraktı, beni kalacağım yere kadar getirdi. O olmasa sittin sene bulamazdım ben burayı. Ne kapıda mekânın adı yazıyor ne de doğru dürüst bir numaralandırma yapılmış kapılarda. Gözlüklerinin arkasından kuşkulu gözlerle beni izleyen genç resepsiyoncu bana “hoş geldiniz!” demişti ama ben kararlıydım, çemkirir gibi hafiften söylendim. “Neden dışarıya bir levha falan koymuyorsunuz? Nasıl bulacağım ben bu adresi? Kimse de bilmiyor!” Genç çocuk bana baktı, benim sesimi yükseltmemden etkilenmemiş gibi görünüyordu. “Polisler bu yüzden varlar. Yabancı konuklarımızın hemen hepsini polisler getirir. Onlar da alıştılar.” dedi. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim! Meğer yasakmış kapıya konukevinin adını içeren bir yazı asmak. Güvenlik gerekçesiyle mi yoksa Eski Kaşgar’ın estetik yapısına halel getirmemek için mi sormadım. Pasaportumu verdim, biraz bekledikten sonra anahtarımı aldım ve odama geçtim.

Uzun yoldan gelmiş motosikletler ve bisikletler dinleniyorlar.

Ben tek kişilik oda seçmiştim ama konukevindeki odaların çoğu iki, dört ya da altı kişilik. Yazının başında “yurt” kelimesini kullanmamın nedeni buydu. İnsanlar buraya genelde arkadaşlarıyla geliyorlar. Gruplar halinde. Yalnız gelenler de isterlerse bu odalarda kalıp, yeni arkadaşlar edinebiliyorlar. Çok arkadaş canlısı birisi olmadığım için ya da yabancıların yanında pek rahat davranamadığım için tekli odayı seçtim. Çok pahalı değildi zaten. Hem tek kişilik oda diyorum ama öyle ahım şahım lüks bir oda değil. Bir yatak var, bir estireç, bir de sehpa. Hepsi bu. Elbise dolabı yerine duvarda iki tane çivi ve çivilere takılmış askılıklar var. Tuvalet bile yok. Banyo ve lavabo ihtiyaçlarımı dışarıdaki ortak tuvaletlerden gidermek zorundayım. Bunun yanında konukevinin ortak yaşam alanı denilebilecek çok geniş bir avlusu var. Zaten sihir de burada, benim ve pek çok genç turistin burayı seçmesinin nedeni. Avlunun köşesinde, temiz bırakmak koşuluyla herkesin kullandığı bir mutfak var. Duvar kenarlarına ve bisiklet / motosiklet park edilmiş yerin karşısında kalan kısma konulmuş masalar da yemek yemek, günün yorgunluğunu atmak ve sohbet etmek için. Bir de patileri beyaz, kalanı siyah cana yakın bir kedi var. Adını Kara koydum, sabahları kahvaltı yaparken yoğurda batırıp önüne koyduğum ekmek parçasını küçük diliyle yalamasını izlemek burada yaşadığım küçük zevklerden birisi olacaktı. Hatta ikinci günün sonunda Kara bana o kadar alışmıştı ki karnını doyurduktan sonra kucağıma atlayıp mışıl mışıl uykuya dalmıştı.

Konukevinin geniş avlusu.
 Benim buraya otel ya da konukevi demekten çekinmemin nedeni de bu avlu. İlerleyen günlerde burada tanıştığım yerli ve yabancı turistler buranın –ya da bu civarda benzerleri bulunabilecek olan diğerlerinin- sıradan bir yer olmadığı konusunda ikna etti beni. Öncelikle buraya kalmaya gelen ziyaretçileri iki gruba ayırmak lazım: turistler ve gezginler. Paul Bowles’un meşhur romanında (The Sheltering Sky) ana karakterlerden Port’a yaptırttığı bir ayrımdır bu. Turistler dönüş bileti cebinde olanlardır, gezginler ise dönüş bileti olmayanlar. Gerçi, bizim durumumuzda herkes turist konumunda ama farkı nitelikte değil de nicelikte (harcanan zaman ve yaşanılan deneyim) ararsak resmi biraz daha net görebiliriz. Turistler, benim gibi, birkaç gün geçirmek için Çin’in uzak bir şehrinden uçakla gelmiş ve gezmeyi tamamladıktan sonra yine uçakla geldiği şehre dönecek olan, zamanı kısıtlı ziyaeretçiler. Gezginler ise, her ne kadar yola uçakla başlamış ve yolu yine uçakla bitirecek olsalar da zamanları bol olduğu için aradaki zamanı maceraperestlikle, fiziksel ve manevi birikimlerini zorluyarak geçiren ziyaretçiler.

Mutfakta kendime hazırladığım sabah kahvaltısı. Malzemeleri civardaki dükkânlardan ve manavdan aldım.

Örneğin yaşları ellinin üzerinde olan bir çift vardı. Yeni Zelandalılar. Uçakla Almaata’ya inmişler ve Almaata’dan Kaşgar’a bisiklet sürerek gelmişler. Hedef Xian üzerinden Şanghay. Şanghay’dan da evlerine gideceklermiş. Benim yaşlarımda bir İngiliz ise Tahran’dan çıkmış yola. Bisikletle buraya kadar gelmiş. Hedefi Bangkok. Daha önce de Londra’dan Türkiye üzerinden Tahran’a gitmişmiş. Bu örnekler bir değil, iki değil. Konukevinin yarısını bu tür bisiklet delisi insanlar oluşturuyor. Büyük motosikletlerle (en az 500 cc) çiftler halinde Çin turu yapan Çinlilerle de tanıştım ama onların ki fiziksel bir zorluk içermediği için çok da ilgimi çekmedi. Ben asıl bisikletle bu kadar uzun yolu kat edenlere hayran kalmıştım. Sıcak demeden, yağmur demeden, kum fırtınası demeden binlerce kilometreyi nasıl gider bir insan? Hem de tek başına? Nasıl korkmaz, nasıl yorulmaz, nasıl bıkıp geri dönmek istemez ya da vaz geçip vardığı ilk şehirden uçağa binmez? Tamam ben de severim bisiklet sürmeyi ama günlerce değil. Konuşmalarımız sırasında bu gezginlerin günde en fazla 100 km yol aldıklarını öğrendim. Havanın sıcak olduğu günlerde, sabahın köründe yola çıkıp öğlene kadar gidebildikleri yere kadar gidiyorlarmış. Hava iyice ısınıp pedallar ağırlaşınca buldukları bir ağaç gölgesine sığınıp dinleniyorlar, akşam üzeri biraz daha yol alıp günlük yolculuğu tamamlıyorlarmış. Sadece hayran kalmadım, özendim hatta kıskandım bu insanları. Fiziksel ya da zihinsel anlamda böyle bir yolculuğa çıkmama engel olan bir şey yok. Başta zorlanırım ama kısa sürede alışırım pedallara. Beni en çok kaygılandıran şey herhalde vize işlemleri olurdu. Bir İngiliz ya da Avustralya pasaportumuz yok ki sınırdan sınıra hoplaya zıplaya geçelim. Eskiden bile daha itibarlıydı TC pasaportu. Ne Tayland’a ne de Singapur’a girerken tek kelime sorarlardı. Şimdi her yerde sorgu sual, nerede kalacaksın, neden geldin, ne zaman geri döneceksin... Yine de bu ülkeler Türkleri alıyorlar. Çin ve Vietnam gibi ülkeler kapıları neredeyse tamamen kapatmış durumdalar Türkiye pasaportuyla gelen turistlere. Bir yığın formalite var vize işlemleri için, bir o kadar da para harcamak gerekiyor. Avrupa ülkeleri zaten ezelden beri sorunlu. AB bölgesine gireceğin ve çıkacağın tarihe göre veriyor vizeyi. Bisikletle yolculuğa çıkan bir insan için böyle bir uygulamanın pek de anlamlı olmayacağını izah etmeye gerek yok sanırım.

Kim bilir ne rüyalar görüyor? 
 Biraz konudan saptım ama olsun, içimi döktüm. Artık yazının başlığının neden “Kervansaray” olduğunu anlamışsınızdır. Kaşgar zaten konumu itibarıyla yüzyıllardır İpek Yolu’nu kullanan tüccarlar için bir dinlenme ve uğrak yeri olmuştur. Bizans’tan, Osmanlı’dan, Mezopotamya topraklarından, hatta Avrupa’dan yola çıkan kervanlar Kaşgar’a uğramadan Çin’in içlerine gitmezmiş. Yolculuğun aksi yönü için de geçerli aynı şey. Şimdilerde İpek Yolu yeniden diriltilmeye çalışılıyor. Bu yeniden doğum çabasının Kaşgar’a bir yararı olur mu bilmiyorum ama zaten görünüşte –en azından mikro düzeyde ve eğlence / kültürel amaçlı- Kaşgar, kervansaray kenti olma özelliğini pek yitirmemiş gibi. Eskiden develer gelir, eşiklerinden geçemedikleri kapıların ağzında dinlenirlermiş. Şimdi bisikletler eşikleri aşıp, avlunun güneş vuran kısmında dinleniyorlar, tamir ediliyorlar, yağlanıyolar. Kaşgar, simgesel olsa da, bir kervansaray kenti olma özelliğini maceraperest gezginlerin zihinlerinde korumaya devam ediyor.

3. Üç Mezar (Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip ve Apak Hoca)  

Aşağıda birkaç resim daha var. 









11 Haziran 2017

Duvar 005 - Hangi Asya?

Çin'i ağ gibi saran hızlı trenlarden birisi
Asya çok geniş bir kıta. Dünya nüfusunun yarısından fazlasını barındıran, yerkürenin toplam karasal alanının %30’unu kaplayan, ilk düşünmede aklımıza gelen hemen hemen tüm dinlerin doğumuna ve gelişmesine ve hatta bazılarının ölümüne tanık olmuş, iklim ve yaşam çeşitliliğinde muazzam bir spektrumu bizlere sunan dev bir kara parçasına verilen kısacık addır Asya. Bir yönüyle Avrupa’nın icadı ya da kurgusudur. Bir yönüyle de Avrupa’yı icat eden ve besleyen en kalın damarların kaynağıdır. Bu derece büyük bir alanın içinde yaşayan 4 milyar küsur insanın farklılıkları da doğal olarak;  etnik, dinsel ve politik alanların dışına taşmak zorunda. Asya deyince aklımıza ne gelir ilk olarak? Japonya’nın mistik tapınakları mı yoksa Tayland’ın bembeyaz kumlu plajları mı? Hindistan’daki sokakların kirliliği mi yoksa Çin’in hızlı trenleri mi? Hangisi daha Asya’dır? Ya da zihnimizde oluşan Asya şemasına hangisini daha çok yakıştırmaktayız?  Kendisini ateist olarak gören bir Vietnamlıyla, koyu bir şekilde Katolik inancına bağlanmış bir Filipinli arasında nasıl bir benzerlik yakalayabiliriz? Aynı şekilde Tanrı Ganeş’e hediyeler sunan bir Hindu’yla, eşcinsel ilişkide bulunanların kırbaçlanmasını izlemek için kasabanın meydanına giden Endonezyalı arasında hangi ortak noktadan söz edebiliriz? Yanıtı çoktan vermiş olmalısınız.
Evet, yok böyle bir ortak nokta. Olması gerekiyor mu sorusu sorulmalı belki de! Örneğin Avrupa’yı Avrupa yapan değerler az çok hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde benimsenmiştir. Aydınlanma, Hümanizm, İfade Özgürlüğü gibi temel kavramların üzerinde Antik Roma ve Yunan Uygarlıklarının bir devamı olarak yükselmiştir Avrupa kıtası. Sömürgecilik ve yayılmacılıkla güçlenmiş, silah zoruyla elde ettiği kaynakları kan ve gözyaşı pahasına çalarak zenginlemiştir. Hollanda’dan Portekiz’e, İngiltere’den İtalya’ya kadar Avrupa deyince akla gelen tüm ülkeler bu kirli oyunun içinde yer almışlar ve şimdilerde doğudaki uyanışların bir neticesi olarak yayılmacılık sonrası kaybettikleri ekonomilerin sarsıntılarını yaşamaktadırlar. Avrupa yapmış olduğu zulümlerin ve geride bıraktığı sefaletin cezasını ekonomik durgunlukla ve bunun beraberinde getirdiği pek çok sosyal sorunla yaşarken; Doğu Asya’da hem ekonomik hem de sosyal alanda büyük bir dirilişin yavaş ama emin adımlarla gerçekleştiğini gözlemliyoruz.
Japonya’nın ve Güney Kore’nin yirminci yüzyılda göstermiş oldukları muhteşem ekonomik kalkınmaya şimdi de Çin’in başarısı ekleniyor. Çin’in kalkınmasını Japonya’nın ve Güney Kore’nin kalkınmalarından ayıran yönleri çok olsa da (başka bir yazının konusu) şimdilik ortak paydalara bakalım. İlk göze çarpan ortak nokta bu üç ülkede de ciddi bir Konfüçyüsçü geleneğin hâkim olduğu gerçeğidir. Konfüçyüsçülük; eğitime aşırı derecede önem veren, sosyal düzenin / huzurun korunmasını bireylerin menfaatine yeğleyen, aile kurumunun kutsallığına inanan ve para kazanıp ebeveynlere bakmayı çocukların üzerine dinsel bir ibadetmiş gibi yükleyen; katı bir ahlaki sistem olarak tanımlanabilir. Batı uygarlığının tersine, insanın doğal yeteneklerini kullanarak değil de sadece ve sadece disiplinli bir eğitimle iyi bir vatandaş olabileceğini savunur Konfüçyüs.  Doğal olanın otomatik olarak iyi olacağı yanılgısı bu toplumlarda hiçbir zaman yaygınlaşmamıştır. Klasik eğitimde matematik, edebiyat (şiir), ritüeller ve yönetme sanatı önemli yer tutar. Bireyler klasik eserleri okuyarak, hatta ezberleyerek bilgili insan düzeyine ulaşabilirler. Öyle ki iyi vatandaşlar üretmek sadece devletin sorumluluğu değil; dinin, ekonominin ve eğitim sisteminin de sorumluluğudur. Anne babaya itaatle devlet otoritesine itaat arasında dikey bir koşutluk varsayılır. Bu yönden bakınca toplumsal hiyerarşinin huzurun korunması için çok hayati bir görevi üstlenmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Konfüçyüsçülüğün tek avantajı insanlara iyi bir vatandaş olmalarını salık vermesi değildir; modernlikle çatışan noktalarının az olması ve bu pürüzlerin bireylerin kendi kişisel yorumlarıyla kolayca aşılabilmeleri, bu dine / geleneğe mensup insanların modern hayata çok daha hızlı bir şekilde uyum sağlamalarına olanak sağlamaktadır. Burada Konfüçyüsçülüğün insanın özel hayatına dair pek çok konudan söz etmeyip sadece onun toplumsal rolüne odaklanması yine bir artı olarak görülebilir. Yani, bu toplumlar doğaları gereği laiktir veya laikliğe yatkındır. Bu da toplumun değişmez göksel kurallara bağlı değil de pragmatik nitelikte gelir geçer kurallarla idare edilebileceğini öngörür. Bu pragmatik kuralları koymak, yeri geldiğinde değiştirmek ya da yenilemek de devletin görevidir.
Kuzeydoğu Asya hızla modernleşip gelişmiş ekonomilerle aradaki farkı kapatırken, Asya’nın diğer kısımlarında yüzyıllardır süren kaos ve geri kalmışlık, ufak tefek kıpırdanmaları saymazsak, aynı sıradanlığıyla devam ediyor. Çin; ülkenin dört bir yanını saatte 300 km hızla gidebilen trenlerle donatırken, yoksulluğu bitirmek için başlatılan dev projelerle köylülere umut verirken ve sıkı sıkıya sahip çıktığı istikrar politikalarıyla halkı ekonomik anlamda rahatlatırken; ne Hindistan, ne Güneydoğu Asya’daki Budist ülkeler ne de Güneybatı Asya’daki Müslüman ülkeler bu gelişmelerden bir ders çıkarmış gibi görünüyorlar.  Bu farkın, yani Kuzeydoğu Asya (Çin, Güney Kore, Japonya) ülkeleriyle Asya’nın kalanı arasında gitgide açılan ekonomik ve sosyal uçurumun ileride kaşımıza iki farklı Asya profili çıkaracağı aşikârdır. Her ne kadar içinde barındırdığı Çin ve Hindistan kökenli tüccar nüfusuyla Malezya ve Singapur bu ayrıma istisna oluşturacak gibi görünüyor olsalar da hem nüfusun azlığı hem de uluslararası sahadaki nüfuzun zayıflığı gerekçeleriyle bu iki ülkenin çok bir fark yaratmayacağını öngörebiliriz.
Modernliği içselleştiremeyip, geleneklerin ve dinlerin önerdiği şekilde gerçeğin kendisiyle değil de tezahürleriyle ilgilenen Güneydoğu ve Güneybatı Asya ülkeleri ise “yaralı bilinç*” olma karakterini uzun süre daha üzerlerinde, çıkmayan bir vişne lekesi gibi taşıyacaklar gibi görünüyorlar. Uygarlıklar arası çatışmaların mükerreren yaşandığı ve bunlardan ders çıkarılmadığı geniş çatlaklı bu toplumlarda modernlik bir çeşit günah keçisi konumuna indirgenmektedir. Ekonomik geri kalmışlığın neden olduğu miskinliği, bir türlü istenen düzeye çıkmayan okuryazar oranını, verimsizce kullanılıp heba edilen insan gücünü, her iki paradigmanın genetik özelliklerini taşıyan melez olmak yerine dejenere halde doğan amaçsız gençliği, bir türlü yenemedikleri modernliğe bağlarlar. Kimi zaman kimliklerini onu işgal etmeye hazırlanan güçlerden koruma adına, kimi zaman da batının ahlaksızlığı diye niteledikleri bireysel özgürlükleri kötülemek için hep aynı bahaneleri üretirler ve nihayetinde yerlerinde saymaya devem ederler. Oysa modernlik eleştirel aklın iktidarından başka bir şey değildir. Bu iktidarın eğitimden ekonomiye, sanattan siyasete her yere sızması ve kendisini gerçekleştirmesidir.
Çin’in modernleşme sürecinin de pürüzsüz ve kolay olacağını düşündüğüm sanılmasın. Elindeki kültürel ve ekonomik avantajların yanında nüfus ve geniş coğrafya gibi dezavantajları da var Çin’in. Gelişme adına atılan adımların çoğu olumlu olsa da etnik azınlıklar konusunda alınan bir takım hızlı kararların hem bu halkların ve kültürlerinin geleceği adına endişe verici hem de Çin’in adil ve merhametli ebeveyn imajına gölge düşürücü nitelikte olduklarını ifade edersek pek haksızlık yapmış sayılmayız. Büyüme tabii ki sancısız olmaz ama bireylerin kültürlerini hiç sayma pahasına uygulamaya konan politikalar eninde sonunda halkın çeşitli kesimlerinden gelen haklı tepkilere neden olacaktır. Evet, Çin hızla büyümektedir ve bunu, sömürgeci zihniyetli onlarca ülkenin ısrarlı karşı propagandalarına rağmen başarmaktadır. Bu noktada Asya’nın diğer gelişmiş ülkelerinden ayrılmaktadır. Ve ayrılan tek yönü bu değildir.   
Kore ve Japonya’nın aksine Çin, büyüme yolunda bencil bir yol izlemek istemiyor gibi görünüyor. Kuşak ve Yol Girişimi bu sözü edilen “birlikte büyüme” talebinin bir göstergesi. Çünkü biliyor ki kendisi büyüyüp zenginleşirken etrafındaki ülkeler yoksullaşırsa ya da yerinde sayarsa, bunun sonucunda ortaya çıkacak olan terör ve göç dalgalarından yine Çin zarar görecektir. Ekonomik büyüklüğü göze alındığında Çin’i, kütlesi gittikçe artan bir kara deliğe benzetebiliriz. Fizikçilerin kütlenin uzay-zamanı nasıl büktüğünü açıklamak için verdikleri bir örneği ödünç alarak izah edeyim. Gergin çarşafın ortasına konmuş olan ağır metal top çarşafı nasıl bükerse, Çin de etrafındaki coğrafyayı ister istemez kendisine doğru bükecektir. Bu bükülme eğer Çin önlemini almazsa çarşafa konmuş tüm misketlerin ortadaki ağır metal topa yapışmasına kadar devam eder. Çin, şimdilik bu bükülmenin etkisini azaltmak için Afrika kıtasını kaynak olarak kullanıyor olsa da eninde sonunda sınırlarını paylaştığı ve kendisini Avrupa’ya bağlayan ülkeleri barışçıl bir yöntemle yörüngesine oturtmak zorundadır.
Yeni dünya düzeni, eski dünya düzeninden ne kadar farklı olur bilinmez. Şimdilik elimizde politikacıların vermiş olduğu iyimser sözlerden başka bir şey yok. Bir de umudumuz var, Asya’nın diğer ucunda yer alan ülkemiz de bir an önce yaralı bilinç halinden kurtulur da silkinip kendisine gelir. Kim bilir, belki de yüzyıllardır batıda arayıp da bulamadığı ilhamını Çin’de bulacaktır.  
İranlı yazar Daryush Shayegan’ın yazmış olduğu kitaba verdiği ad.