Bu Blogda Ara

29 Temmuz 2016

Moğolistan Notları 16 - 20

16:

Sekizinci yüzyıldan kalma Göktürk kalıntılarının sergilendiği müzeyi de, müzeye giden 46 kilometrelik asfalt yolu da Türkiye Cumhuriyeti hükumeti yaptırtmış. Kalıntıların olduğu yer, uçsuz bucaksız bir alanın ortasında olduğu için ve bu müzeye gelecek turist sayısı yapılacak yatırımı asla karşılamayacağı için, Moğolistan hükumetinin bu konuda isteksiz olmasını anlamak güç değil. Zaten, 46 kilometrelik seyahatimiz boyunca sadece bir tane araç görüyorum, onun dışında uzun ince bir yolda tek başımıza ve oldukça da hızlı bir şekilde ilerliyoruz. Müzenin adı “Hoşoot Tsaidam Müzesi”. Girişte Türkiye’nin ve Moğolistan’ın bayrakları var. İçeride müzenin yapılış süreci, kalıntıların bulunuşu ve sergiye hazır hale getirilişi üzerine pek çok kaynak hem Türkçe, hem İngilizce hem de Moğolca olarak takdim edilmiş. Büyük sergi salonuna girerken hafiften heyecanlanıyorum tabii. İlkokul sıralarından beri adını duyduğumuz, tarih kitaplarında Orhun Abideleri adıyla ikide bir karşımıza çıkan Bilge Kağan’ın ve Kültegin Kağan’ın yazıtlarını göreceğim. Hatta bu yazıtlara dokunacağım, okuyamasam bile yakından inceleyeceğim. Evet, işte sergi odasındayım. Geniş ve ferah bir mekânın girişindeyim. Karşımda –sağ yanımda- iki tane dev taş sütun, her biri yaklaşık üç metre boyunda. Ulanbator Tarih Müzesi’nde replikasını gördüğüm, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Fakültesinin önünde replikasının olduğunu bildiğim taşın aslıyla karşı karşıyayım. Kültegin (Külityegin) Kağan’ın yazıtını kardeşi Bilge Kağan yaptırtıyor. Kültegin Kağan genç yaşta ölünce, onun ölümünden duyduğu acıyı ölümsüzleştirmek için duygularını, düşüncelerini taşa işlemiş Bilge Kağan: Küçük kardeşim Külityegin vefat etti. Kendim düşünceye daldım. Gören gözüm görmez oldu, bilen aklım bilmez oldu. Zamanı Tengri (Tanrı) yaşar, insanoğlu hep ölmek için türemiş…  Diğer yazıt ise Bilge Kağan’ın ölümünden sonra, 735 yılında hazırlanmış. Tıpkı Kültegin yazıtında olduğu gibi bunun da üç yüzü Türkçe, bir yüzü Çince yazılmış. Tarihte var olan ilk –en azından şimdilik- Türkçe metin olması nedeniyle bu yazıtların çok önemli bir yeri var kültür hayatımızda. Bilge Kağan’ın yazıtı Türk milletine verdiği nasihatlerle dolu: O yere gidersen Türk milleti, öleceksin. Ötüken yerinde oturup, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur.  Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açken tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlık düşünmezsin. Öyle olduğun için beslenmiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Orada hep mahvoldun, yok edildin…  Görünen o ki Bilge Kağan, torunlarının kendisinin sözünü dinlemeyeceklerini sezmiş. Demek ki o zamanlarda da vardı bizdeki Batı özlemi, ikide bir “Hadi batıya gidelim.” diyen devlet büyükleri.  Atalarımız, yüzyıllar süren bir göçle Anadolu’ya ve Balkanlar’a yönelmişler, yol aldıkça da arkalarında geniş bir coğrafyaya dağılan büyük bir dil ve kültür mirası bırakmışlar. Ötüken ise unutulup gitmiş, çok çok uzaklarda kalmış.   Artık “Ötüken” deyince, milliyetçi / muhafazakâr kitaplar basan bir yayınevi geliyor akla sadece. Hani; çok öyle milliyetçi duygularla coşan, gaza gelen birisi değilimdir ama yine de bu taş yazıtlar etkiliyor beni. Belki de dille, yani Türkçeyle olan bağımdan dolayı yaşıyorum bu duygu yoğunluğunu. Öyle ya, bugün bile kullandığımız pek çok Türkçe kelime, Bilge Kağan’ın zamanından kalmış, asırları aşıp günümüze ulaşmış. Kelimelerin, tıpkı canlılar gibi mutasyon geçirmelerine, evrilmelerine, kimi zaman yeniden doğup kimi zaman yok olmalarına hep hayranlık beslemişimdir. Düşünsenize, gündelik hayatta kurduğumuz her bir cümlede on üç yüzyıl önce, bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan atalarımızla benzer kelimeleri kullanıyoruz, kelimeler tam tamına aynı olmasa bile neredeyse aynı denilebilecek bir cümle yapısını, neredeyse aynı denilebilecek bir kelime türetme mekanizmasını işletiyoruz. Dilin, canlıların diğer organları gibi doğanın ve toplumsal gelişmelerin etkisiyle değişmesi, dönüşmesi, başkalaşması ve nihayetinde her zaman için özünden bir şeyleri taşıyor olması hem hayran olunası hem de üzerinde uzun uzun düşünülesi bir kavram. Kendimi bildim bileli kelimelerin etimolojisine, kültürel ve siyasi etkileşimlerine ilgi duymuşumdur. Çünkü bazen bir kelimenin geçirdiği evrimle, bir medeniyetin geçirdiği evrim iki paralel doğru gibi birbirine uygunluk gösterir. Bir kelimenin evrimini inceleyerek, tarihin pek çok ilginç noktasına ışık tutabilir, başka şekilde sizinle konuşmayacak olan geçmişi dile getirebilirsiniz. Anne babadan çocuklara ve torunlara geçen; kan gibi, suret gibi, DNA gibi bir mirastır dil. Ne kolay kolay vaz geçilir ne de kolay kolay unutulur, üzeri örtülür. Bir ağ gibi yayılır topluma, birleştirir, sıkı sıkı sarar kendisine sahip çıkanları, kimliğin en önemli parçası olur… Kafamda bu düşüncelerle müzeyi gezmeye devam ediyorum. Bilge Kağan’ın altın tacına, anıt mezardan çıkarılan bakır takılara, gümüş geyik heykeline, Göktanrı tapınağının içindeki patikayı süsleyen koyun ve koç heykellerine ve tapınağın / anıt mezarın maketine bakıyorum. Müzeden ayrılırken –açık alana, yazıtların bulunduğu tapınak sahasına gidiyoruz-; şu an Çin’de yaşayan, geçimini Çin’de kazanan ve Moğolistan’a Çin’den gelmiş bir Türk olarak kafamın içinde Bilge Kağan’ın Çinliler için söylediği sözler çınlıyor: Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı dille, yumuşak ipek kumaşla aldatıp, uzak milleti kendisine yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan (dost olduktan) sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldandın Türk milleti. Aldandın ve öldün. Öleceksin, Türk milleti!..                       

* Metinde geçen alıntıları Yıldırım Büktel’in Moğolistan Günlüğü adlı kitabından yaptım.

17:

Karakorum’daki Erdene Zu Manastırı’nı gezdikten sonra, yolun karşı tarafındaki dükkânlarda biraz alışveriş yapıyoruz. Adresini bildiğim bir yakınıma Moğolistan’dan bir kartpostal gönderiyorum. Bir iki ufak hediyelik eşya alıyorum, geri döndüğümde dostlara ve komşulara vermek için. Sonra bir ara rehberimiz yanıma gelip, bana bir şey göstereceğini söylüyor. Salaş denilebilecek ufak bir lokantaya giriyoruz. Ortada birkaç iskemle var, sağda solda satılan süslü püslü şeyler, eski bir buzdolabı homurdanarak çalışıyor köşesinde, tepemizde fırfır dönen bir pervane. Rehber bana az ilerideki yeşil kovanın içindeki beyaz sıvıyı gösteriyor. Ve, benim bilmediğim bir şeyi bildiğini ima eden muzır bir gülümsemeyle soruyor, “İçmek ister misin?”. Sadece adı ve görüntüsü değil, tadı da bizim ayrana çok benziyor. Ayrak adı verilen ve at sütünden yapılan bu içki Moğolistan halkının milli içkisiymiş. Orta Asya’da kımız deniyor sanırım. Kışları sütlü çay içen Moğollar,  ilkbaharda ve yazda –atların sağılabileceği ve taze sütün elde edilebileceği zamanlarda- ayrak içiyorlar. Fermente edildiği için içerisinde %2 - %5 civarında alkol var. Alabildiğine ekşi, daha çok süzme yoğurttan yapılmış ayran tadında ama boğazınızdan geçerken alkolün kattığı hafif sertliği hissediyorsunuz. Yabancılar (Avrupalı ve Kuzey Amerikalı olanlar) ayrağı ilk defa içtiklerinde yüzlerini buruşturur, yanlışlıkla iğrenç bir şeyi ağızlarına sürmüş gibi dillerini çıkarır, beklemedikleri ekşilik karşısında “Bu ne ya! Zehir gibi!” anlamında apaçık bir tepki verirlermiş. Oysa ne ben ne de Jon olumsuz bir tepki veriyoruz bu beyaz içkiye. Çocukluğumda bol bol süzme yoğurt yediğim için olabilir mi acaba? Jon da beş ay kadar önce İstanbul’u ziyaret ettiğinde birkaç defa ayran içmişti. Oradan kazanılmış bir bağışıklık olabilir elbet. Ya da ömründe içmediği içki kalmadığı içindir! Yelpazesi geniş sonuçta, hiçbir şeye şaşırmıyor adam… Tadımlık verilen birer fincandan sonra, akşam kalacağımız gerin (çadırın) kapısının önündeki oturağa kurulur, yıldızları izlerken biraz içeriz diye, 1 litre ayrak alıyorum. Dükkânın sahibi olan yaşlı kadın, kırışık elleriyle tuttuğu tası, bir kova ayrağa daldırıp, diğer elindeki boş kola şişesine dikkatle boşaltıyor. Fiyat 2000 Tükrik (3 TL). Alkol barındırdığı için değil de at sütünün içinde bulunan bakteriler / laktoz endişelendiriyor beni. Midem, alışık olmadığı bu muameleye sert bir başkaldırıyla karşılık verebilir ve gecemi mahvedebilir diye korkuyorum açıkçası. Bu yüzden çok içmiyorum. Rehbere ve şoföre içip içmeyeceklerini soruyorum. Şoför araba kullanacağım mazeretine sığınıyor, rehber ise alkolle arasının iyi olmadığını söylüyor. Hem modern Moğolistanlılar ayrak değil de votka tüketiyorlar daha çok. Öyle ki ülkenin en çok sevilen votkasının markası da Cingis Kaan (Cengiz Kağan). Rusya’nın Moğolistan’da yarattığı değişikliklerden birisi de bu. Yollarda gördüğüm sarhoşların büyük bir çoğunluğu da votkanın esiri olmuş insanlar zaten. Yoksa, yetişkin bir insanın ayrak içerek sarhoş olması için en az üç litreyi devirmesi gerekir. O kadar sütü içtikten sonra da, sarhoş değil, hasta olur herhalde!

18: 

Karakorum’daki tek müzeden (Göktürkler’den kalan eserlerin sergilendiği müze şehre yaklaşık 50 km uzakta olduğu için onu saymıyorum.) çıkınca köşede broşür dağıtan orta yaşlı kadınlar gördüm. Onlara doğru birkaç adım atmıştım ki, dağıttıkları broşürün bildiğimiz Hristiyanlık propagandası olduğunu ve bu kadınların da Koreli Katolik misyonerler olduğunu anladım. Maalesef, Asya’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi Moğolistan’da da, demokratik rejimin zaafından faydalanan Koreli misyonerler istedikleri gibi at oynatabiliyorlar, saf zihinleri iğfal etmek için ellerinden geleni yapabiliyorlar. Kaldığımız otelin hemen karşısındaki “Good Shepherd Church”u görünce şaşırmıştım zaten. Sonrasında, Ulanbator’daki Koreli girişimciler tarafından açılmış olan lokantaları, barları, turizm şirketlerini fark edince “Belki buradaki Hristiyan Korelilere hizmet veriyordur.” demiştim. Tur satın aldığımız şirketin Moğolistanlı yetkilisi “Mantar gibi her yerde kilise bitmeye başladı. Hükumet önlem almaya başlamalı.” deyince bende jeton düşmüştü. Tıpkı Vietnam gibi, Tayland gibi, Kamboçya gibi, Laos gibi; Moğolistan’a da gelmişlerdi. Genelde Budist, Taoist, Konfüçyüsçü ya da doğuştan dinsiz insanları kendilerine yem olarak seçerler çünkü bu insanlar, misyonerlerle tanıştıkları âna kadar, Hristiyanların ‘önemli sorular’ diye takdim ettikleri soruları kendilerine sorma ihtiyacı hissetmemişlerdir. “Bu hayatın amacı nedir?”, “Bu hayattan sonra başka bir hayat var mıdır?”, “Evren neden ve nasıl var olmuştur?” gibi sorularla insanların kafalarını karıştırırlar. Bu sorulara verecekleri yanıtlar doğru olduğundan değil de bu soruyu sorabildikleri için kendilerini üstün görme marazına tutulmuşlardır. Yani, “Bak, ben hayatın anlamını çözdüm.” fiyakasıyla yürürler. “Bak ben huzuru buldum, sana da vereyim biraz.” züppeliğiyle dolanırlar etrafta. Oysa bir Konfüçyüsçü ya da bir Budist için hayat yaşadığımız olayların bütününden ibarettir. Ne öncesi vardır ne de sonrası. Ne kafası karışıktır ne de huzursuz. Hatta, öncesini ve sonrasını kafaya takmadıkları için çok daha huzurludurlar, İbrahimi dinlerin (Musevilik, Hristiyanlık, İslam) mensuplarına nazaran. Bu yüzden misyonerlerin önemli sorular dedikleri ve aslında bilim tarafından yanıtlanacak olan ya da  “Şimdilik bilemiyoruz” şeklinde yanıtlanabilecek olan bu sorular maalesef misyonerlerin elinde bir tür tuzağa dönüşür.  Hayatları boyunca bu soruları düşünmemiş insanlar da kolaylıkla avlanırlar. Hatta çok kısa sürede avcı rütbesine de yükselirler, arkadaşlarını / akrabalarını kafalamaya başlarlar. Koyu mutaassıptırlar ve apartman daireleri de dâhil olmak üzere buldukları her müsait yere kiliseler ya da kilise işlevini yerine getiren dernekler / vakıflar / kültür merkezleri açarlar. Demokratik olup da tam anlamıyla laik olamamış ülkelerde fink atarlar, yayılırlar, keyif çatarlar, seslerini duyurmak için her yolu denerler. Laiklik kişilerin dinlerini istedikleri gibi yaşama özgürlüğü değildir, laiklik kişilerin dinlerini istedikleri gibi yaşarken kendileri gibi düşünmeyenleri rahatsız etmemeleridir, onların farklı inançlara sahip olabilme hakkına saygı duymalarıdır, onların yaşam sahasına hiçbir koşulda girmemeleridir. Bu konuda laiklik ile Hristiyanlığın ve İslamın çatıştığını görmezden gelemeyiz. Sonuçta bu iki dinde de Allah’ın / Tanrı’nın kelamını yaymak dinin bir emri, iman etmiş olmanın bir gereğidir. Laiklik de zaten bu nedenle, yani bu yayılmacı (hatta sömürgeci) zihniyeti engellemek için vardır. Din gibi, çok kolay istismar edilebilen bir üstyapıyı insanlar arasında fütursuzca yaymak, onu gereğinden fazla önemsemek, gündelik hayatın önemli bir parçası haline getirmek; daha sonra ortaya çıkacak toplumsal hastalıklara davetiye çıkarmaktır. Çünkü birleştiren her şey aynı zamanda ayırır, çünkü bugün sizden kanıtsız iddialara inanmanızı bekleyen din yarın sizden akla gelebilecek en vahşi katliamları yapmanızı istediğinizde ses çıkaramazsınız, çünkü bilimsellikten ve kanıt-temelli düşünce sisteminden uzaklaştırılan bir toplumun uzun erimde ayakta kalması, kendisini yenilemesi, gelişip serpilmesi pek mümkün değildir. Tarihte dinden uzaklaşmadan gelişmiş uygarlıklar yok mudur? Vardır ama bu uygarlıklar dindar oldukları için değil, dine rağmen gelişmişlerdir. Ayağa kalkıp doğrulmak için kullanılabilecek bir dayanak noktası olan inanç, yürümeye başladıktan sonra bir engel olarak çıkacaktır karşımıza. Bu konuda, her ne kadar batı demokrasileri tarafından şiddetle eleştirilse de, ben Çin’in tutumunu doğru buluyorum. Çin’de insanlar dinlerini yaşama konusunda hürdürler ama dinlerini yayma, din adına başkalarını rahatsız etme, din adına devletten izinsiz cemaatler kurup para toplama, dini bahane ederek sosyal hayatı etkileme / yavaşlatma / hızlandırma, devlet kurumlarında dinsel inancı kullanarak adam kayırma, ibadetleri öne sürerek işten / görevden kaçma, dinsel inancın motivasyon gücünü kullanarak nüfuz elde etme ve bu nüfuzu başka gruplara karşı kullanma gibi özgürlükleri yoktur. Devlet dinsizdir, yani tüm dinlere ve inançlara eşit mesafededir. Bilimsel temellere dayanmadıkça hiçbir inanç partide / devlet kurumlarında yer edemez, gelişemez, resmiyet kazanamaz. Çin Komünist Partisi (ÇKP) bu tip kutuplaşmaları engellemek için dinin işlev alanını sınırlamış, dinsel yaşamı kişilerin özel hayatına indirgemiştir. Bunu yaparak aslında dine ve dindara en büyük faydayı sağlamıştır. (Bakınız: Atatürk’ün tekke ve zaviyelerin kapatılması hakkındaki konuşması.) İnsanların beyinlerini yıkamak; bilimsel olmayan, yani kanıtlanamayan doktrinlerle insanları kandırmak ve bu şekilde güç elde edip saf zihinleri belli bir amaca ulaşmak için kullanmak, modern Çin’de –modern hiçbir toplumda- yapılamaz, yapılmamalıdır. Bu yönüyle, 1999’da ÇKP tarafından Falun Gong’a karşı yürütülen kampanya ders alınması gereken bir örnektir. Falun Gong (FG) da, tıpkı Fethullah Gülen cemaati gibi hoşgörü, anlayış, ılımlılık gibi ilkeler etrafında kurulmuş, çok kısa sürede yetmiş milyon gibi bir nüfusa ulaşmıştır. Onlar da “Tapınakta rahip olmayın, hayatın içine karışın; doktor olun, öğretmen olun, subay olun, mühendis olun, yargıç olun ama bir yandan da FG’nin ilkelerine sadık kalın.” gibi bize şimdilerde tanıdık gelecek bir sloganla yola çıkmışlardır. ÇKP başlangıçta FG’yi müspet bir toplumsal hareket olarak görmüş, açıktan destek vermese de ses çıkarmamıştır. Sayı milyonları aşıp, yüz milyona yaklaşınca (İçinde yargıçtan tut üst düzey subaylara kadar pek çok insanın olduğu, bulutsu bir cemaate dönüşünce.) bunun bir tehlike olacağını sezmiş ve tepelerine çökmüştür. Her ne kadar tepelerine çöküş yöntemini doğru bulmasam da (İnsan Hakları Örgütleri’nin raporlarına göre bu süreçte işkence, yargısız infaz, psikolojik baskı aşırı derecede kullanılmış ve pek çok FG üyesi gözaltına alındıktan sonra kaybolmuştur. Çıkarılan OHAL benzeri bir kanunla avukat tutmaları yasaklanmış, yargılanmadan eğitim / ağır iş kamplarına gönderilmeleri mümkün hale getirilmiştir. Ayrıca, öldürülenlerin organlarının satıldığı üzerine yazılmış raporlar da mevcuttur.), ÇKP’nin devletin erkine rakip olabilecek bu paralel güce dur demesini doğru buluyorum. Keşke, çıban ufakken başını ezseydi de sonraki acılar hiç yaşanmasaydı. İşte bu nedenlerle Moğolistan’daki misyonerlere de karşıyım. Birkaç on yıl sonra bu misyonerlerin iş hayatında, eğitimde, politikada büyük bir güç haline gelip, ülkenin kaderini etkileyecek kararları almayacaklarını kim garanti edebilir? Ve bu kararların dinsel dogmalarla değil de bilimsel kriterlerle belirleneceğine ne kadar inanabiliriz? Bu yüzden, içinde laikliğin olmadığı bir demokrasinin eksik olacağını, laiklik dediğimiz ilkenin de insanların dinlerini yaşama özgürlükleri olduğu kadar başkalarının dinlerine / hayat tarzlarına saygı duymakla mümkün olduğunu, dini yaymak gibi bir özgürlüğün özgürlük tanımının içine sığmadığını; eğitimin ise yalnız ve yalnız bilimsel yöntemler gözetilerek, nesnel ve evrensel normların eşliğinde gerçekleştirilmesi gerektiği gerçeklerinin altını çizeyim. Yoksa; Türkiye’de olduğu gibi “O çok muhterem bir zattır.” lafından “Ne istediniz de vermedik?” lafına giden süreçler sarkacın topuzu gibi salınmaya devam edecek, biz vatandaşlar da “Nasıl oldu da O HALlere düştük.” diye facebook sayfalarında yakınmaya devam edeceğiz. Bilime ve sanata öncelik veren değil de dini hassasiyetleri ön plana çıkaran bir toplum yetiştirmeye devam ettikçe de benzeri oluşumların / girişimlerin sonu asla gelmeyecektir.               

19:

Moğolistanlı kadınlar, aşırı sıcak geçen yaz aylarına rağmen güneş ışınlarının yakıcılığından ya da tende bırakacağı geçici koyu renkten pek şikâyetçi görünmüyorlar. Daha önce gezdiğim ya da yaşadığım Asya ülkelerinin kadınları beyaz bir tene sahip olma takıntılarıyla dikkatimi çekmişti. Tayland’da, Kamboçya’da, Hindistan’da; televizyonda yayınlanan kozmetik reklamlarının büyük bir çoğunluğu, aslında hiçbir işe yaramayan beyazlatıcı kremlerin olağanüstü becerilerini anlatır dururlar. Kimi zaman ırkçılık noktasına varan bu takıntı, maalesef Asyalı kadınların (hatta kimi zaman erkeklerin de) büyük bir çoğunluğunun zihnini uzun süre meşgul eder. Örneğin Çin’de, güzel kız tanımının içinde cilt beyazlığının payı büyüktür. Bu yüzden pek çok Çinli kadın, güneşli havalarda sokağa çıkarlarken yanlarına şemsiye almayı unutmaz, kısa kollu giymeye çekinir, şapka takar. Hatta plaja gittiklerinde bile yüzleri kararmasın diye, “yüz bikinisi” adını verdikleri bir maske takarlar. Küçük çocukları korkutan, genç erkekleri kaçıran, yabancıları ise güldüren bu tuhaf gelenek son yıllarda ortaya çıkmış olmasına rağmen, özellikle anakara plajlarında popülerliğini sürdürmektedir. Kadınların beyaz ten takıntısının kaynağı çok eski tarihlere dayanıyor olabilir. Sonuçta beyaz ten tarlada çalışmamanın, güneş altında kalmamanın ve nihayetinde belli bir ekonomik statünün simgesidir. Moğolistanlı kadınlar ise gökten gani gani gelen ışığın cömert dokunuşlarına alabildiğine açıklar. Derin dekolteler, göbeği açık bırakan giysiler (bunların özel bir adı var ama ben bilmiyorum), kısa pantolonlar, mini etekler… Birkaç yaşlı kadın dışında da şemsiye kullanana rastlamadım. Bu manzara beni hem sevindirdi hem de düşündürdü. “Kadınların bu derece rahat giyinmelerinden bir erkek olarak hoşlandım.” değil, demek istediğim şey. Öyle olsaydı bu notu yazmaz, deneyimlerimi kendime saklardım. Beni sevindiren şey kadınların şehir ortasında bu şekilde rahat giyinirlerken korkmamaları, endişe duymamaları, erkeklerin bu giyim tarzını bahane edip kadınları taciz etmemeleri ve nihayetinde kadınların kendi tercihlerini yaşayabiliyor olmalarıydı. Düşündüren şey ise biraz daha derin. Moğolistanlı kadınların diğer Asyalı kadınlardan farklı olmalarının nedeni birkaç nedene bağlanabilir sanırım. Birincisi, sert geçen uzun kış mevsiminden intikam alma arzusu. Sıcaklığın eksi elli dereceye düştüğü bir ülkeden bahsediyoruz. Ulanbator, dünyanın en soğuk başkenti. Günler kısa ve soğuk, geceler ayaz ve çok uzun. Kış böyle çetin ve yorucu geçince, kadınlar da güneşi görür görmez bedenlerini güneşe salıyorlar tabii. “Zaten yaz kısa sürüyor, zaten şunun şurasında günler sayılı, zaten kış geldiğinde kat kat giyinip sokağa beyaz lahana gibi çıkmak zorunda kalıyoruz; bari yazın nimetlerinden elimizden geldiğince faydalanalım. Kış gelince birkaç ay içinde pembeleşip beyazlıyacağız ne de olsa!” diyorlar büyük bir olasılıkla. Bir başka neden de Moğolistan’da, diğer Asya ülkelerinde görülen ve Marks’ın Asya-Tipi Üretim Tarzı dediği feodal düzenin olmaması. Burada arazi geniş ama tarım pek yok. Hayvancılık en büyük geçim kaynağı. İnsanlar arazilere sahip değiller, herkes her yere aynı anda sahip. Aynı zamanda hiç kimse hiçbir şeye sahip değil. Dolayısıyla, mülkiyet olmadığı için, özellikle son yüzyıla kadar ciddi bir burjuvazi sınıfı da oluşmamış. Buldukları uygun arazilere çadır kurup yaşayan göçebe ailelerin her bir bireyi gece gündüz demeden çalışan, ailenin geçimi ve iaşenin temini için didinip duran insanlar. Durum böyle olunca kadınların da erkeklerin de statü arayışına girişmelerine gerek kalmamış. Yaşı gelen uygun birisiyle evleniyor, çocuk yapıyor, hayvanların sayısı yazları artıyor, kışları azalıyor ve hayat bu basit döngü içerisinde devam ediyor. Şehir insanlarının pahalı ve lüks denilebilecek kozmetik dünyası Moğolistan’ın steplerine çok uğramamış. Son yüzyılda gelişen şehirleşme ve mülkiyete olan düşkünlükle bu tavır değişecektir sanıyorum. Zaten Ulanbator sokaklarındaki reklam panoları, lüks arabaların bolluğu bu durumun açık bir göstergesi. Ayrıca Çin gibi dev bir ülkenin, Kore gibi Asya’da popülerliğini koruyan bir kültürün Moğolistan’ı etkilememesi düşünülemez. Bekleyip, sonucu gözlemlemekten başka çaremiz yok.


20:

Moğolistan hakkında daha pek çok şey yazılabilir. Orhun Nehri’ni görünce “Ne kadar da küçükmüş.” deyişim, nehrin üzerinde taş sektirirken Ray Lamontagne’nin “All the Wild Horses” şarkısının dilime pelesenk olması, derin bir kuyunun iki yanına konan iki kalasla yapılmış tuvaletlerde ihtiyaç gidermenin zorluğu, Ulanbator’daki dinozor müzesini üç dakikada gezmemiz (Evet, pek bir şey yok görecek!); International Intellectual Museum denen dört katlı müzenin (Bulana kadar canımız çıktı!) aslında bir bulmaca / yapboz / gözbağcılık (illüzyon) müzesi olduğunu öğrenmemiz, bu müzenin içinde Türkiye’den gelmiş pek çok satranç takımının olması, müzenin sahibiyle / kurucusuyla kısa bir süre için de olsa sohbet etmemiz ve birlikte fotoğraf çektirmemiz (Seksen yaşlarında bir çınar. Hayatını bulmacalara, oyuncaklara ve zekâ oyunlarına adamış müstesna bir şahsiyet.); Moğolistan bayrağındaki soyombo simgesinin anlamı, bu simgeyi oluşturan Zanabazar’ın Moğolistan’ın yetiştirmiş olduğu büyük bir entelektüel ve eğitimci olması, yıllar önce Tayland’da bir sahil kasabasında gezerken aldığım şapkayı kaybetmem ve onun yerine üzerinde soyombo simgesi olan yeni bir şapka almam (Bakalım bunu ne zaman kaybedeceğim?), şehir merkezine gidiyoruz diye yanlış otobüse binip kaybolmamız ve bir ton yol yürümemiz; binaların Sovyetler Birliği’ni, lokantaların Kore’yi, arabaların Japonya’yı, barların Avrupa’yı anımsattığı Ulanbator sokaklarında yürürken ikide bir göğe bakıp maviye doyamayışım, akşamları yorgun olduğumuz için otelin yakınlarındaki pizzacıya gidip etsiz pizza yiyişimiz (iki akşam üst üste!), otelde İngilizce konuşan tek bir kişinin bile olmamasının getirdiği sıkıntı, yakınlardaki Karaoke barların ışıltılı ve gürültülü iticilikleri… Beni en çok şaşırtan şeylerden birisi de akbabalara verilen insan cesetlerinin, yer hayvanları (kurt, tilki vb) tarafından yenmesi durumunda o insanın ruhunun acı çektiğine ya da ölümden sonra acı çekeceğine dair çıkarılan sonuç olmuştu. İnsanın dinsel dogmaları rasyonalize etmek adına uydurduğu ad hoc hipotezlerin sınırsızlığına şaşırmamak mümkün mü?  Bunlar ve daha pek çok şey yazılabilir. Kimisi özel, kimisi genel olan bu yazılmamış deneyimleri kendime saklıyorum. Elimden geldiğince rehber kitaplarda bulunabilecek konulara girmemeye çalıştım. Buna rağmen yazınsal gevezelikte boyut atladığımı iddia edeceklere karşı kendimi savunacak değilim. Konuşarak kendimi anlatmayı pek beceremediğim gibi gezmeyi de pek beceremem ben aslında. Moğolistan’a gitmeden önce “Kaybolmaya hazır değilsen yola hiç çıkma.” yazmıştım defterimin bir köşesine. Gezmek; biraz kaybolmak, biraz başıboş dolaşmak, biraz da yolun sesini / sessizliğini dinlemektir. Bedenen kaybolamasam da zihnen çok güzel kayboluyorum ben. Bu notlar da o yitişlerin ve bambaşka evrenlerde uyanışların en güzel örnekleriyle dolu. Yolu ne kadar dinledim, ne kadar kendime yaklaştım, ne kadar eksildim ve nihayetinde ne derece tamamlandım; bunları gelecekteki günler gösterecek. Bu yazdıklarımla birilerine ilham kaynağı olabildimse, okuyucuların yüreğinde, azıcık da olsa, gezme / görme / kaybolma / öğrenme hevesi uyandırabildimse, ne mutlu bana.    

25 Temmuz 2016

Moğolistan Notları 11-15

11

Hayvan sayısının insan sayısının on katından fazla olduğu bir ülkede etsiz yemek bulmanın zor olacağını tahmin ediyordum Sonuçta, Moğolistan’da tarıma uygun araziler çok az. Dolayısıyla sebze ve meyve ürünleri ya çok az üretiliyor ya da dışarıdan temin edildiği için pahalıya mâl oluyorlar. Buna rağmen Ulanbator sokaklarında gezerken pek çok etyemez (vejetaryen) lokantasına rastladım. Hindistan lokantaları zaten etyemezler için çölde bulunan vaha gibi bir şey ki en az üç tane Hindistan lokantası vardı. Çin’de (Çanco’da) çektiğimden daha az sıkıntı çektim Moğolistan’da etsiz yemek bulma konusunda. Bizdeki pişiye benzeyen, içine normalde etli ve soğanlı bir harç konan yağda kızartılmış ekmeklerin (Moğolca adı: Kuşhuur. Kırım Tatarları’nın ulusal yemeğiymiş ve adı çiburekki imiş. Bizdeki adı da doğal olarak çiğ börek.) patatesli ve peynirli olanları vardı mesela. Yine hemen her lokantada sebzeli kızartılmış nudıl bulmak mümkündü. Tofulu, mantarlı, çökelekli, bol sebzeli hamur işleri (pizza ya da pide türü gıdalar) benim iştahımı en çok kabartan ürünlerdi. Yemek yediğimiz mekânların içinde vegan (süt, yumurta, tereyağı gibi hiçbir hayvani gıdayı yemeyen) olanlar da vardı. Gerçi ben Moğolistan’da vegan olmak için ciddi bir neden göremedim. Pek çok veganın hayvani ürünlerden uzak durmasının nedeni hayvanların yaşarken sefil ve mutsuz bir hayat yaşıyor olmalarıdır. Pek çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede tavuklar bir kere bile güneşi görmeden dev çiftliklerde tutulurlar, daha sık yumurtlamaları için ya da daha çabuk büyümeleri için suni ilaçlarla beslenirler. Aynı şey inekler ve domuzlar için de geçerlidir. Dolayısıyla; veganlar süt, tereyağı, yumurta gibi ürünleri tüketerek bu zulme ortak olmak istemezler. Tutarlı bir yaklaşım olduğunu bilsem de yumurtadan ve sütten uzak durmayı göze alamadığım için vegan olmayı hiç denemedim. Yalnız, Moğolistan vegan olunacak en son ülkelerden birisi olmalı. Burada hayvanlar gayet mutlu bir şekilde yaşıyorlar. İnsanlardan bile daha mutlu olduklarını söyleyebilirim, eğer böyle bir karşılaştırmayı yapmama izin verilirse. Ölecekleri âna kadar çok bir keder, sıkıntı çektiklerini sanmıyorum. Uçsuz bucaksız çayırlarda sabahtan akşama kadar otluyorlar, yatıp yuvarlanıyorlar; beeeliyorlar, mööölüyorlar. Sütleri makinelerle değil, elle sağılıyor. Yünleri baharda kırpılıyor ki kışa kadar yeteri uzunluğa erişsinler. Keşmir denilen ve çok pahalı olan yünü elde etmek için keçiler kırpılmıyor bile. Sadece tüyleri taranıyor ve tarakta kalan parçalardan ip elde edilip; kazak, çorap, eldiven gibi ürünler üretiliyor. Kısacası boğazlarına bıçak dayanacağı âna kadar mutlu mesut yaşıyorlar. İnsanın günlük hayatın keşmekeşinde oflayıp puflayarak yaşamasının yanında çok daha iyi bir konumdalar. Bir gün öleceklerini bilmiyor olmaları, yani insan gibi bir öz bilince ya da farkındalığa sahip olmamaları –Bunu biz iddia ediyoruz. Hayvanların bu konuda ne gibi bir hipotezleri var bilmiyoruz.- bu açıdan bakınca işlerine geliyor. Sonuçta insan, ölümlü olduğunun farkında olduğu için ölümsüzlük peşinde koşar ve çoğunlukla bunu yaparken kolaya kaçtığı için kendisini türlü masallara ve gerçek dışı efsanelere inandırır. Âdemin cennetten kovulması hikâyesi de aslında insanın öz bilince kavuşmasıyla eşdeğerdir. Memnu meyve bilincin ta kendisidir. Ona kavuştuğu anda –yani meyveyi yediği anda*- huzuru kaçar, varoluşsal sancıların esiri olur. Çünkü insan cennetten kovulmakla, yani kendisini fark etmekle, ölümlülük hastalığına maruz kalmıştır. Cennetteki sonsuz hayata kavuşması için bilincinin sonsuz olduğuna inanması gerekir. Bu da din dediğimiz kurtarıcıyı ortaya çıkarır. Herhangi bir dinin ilkelerine bağlanmayan insan ise ölümün yok ediciliğinden kaçmak için sanata / bilime sığınır. Çünkü sanat ve bilim, insana tam anlamıyla ölümsüzlük bahşetmese de binlerce yıl sürecek uzun bir ömür kazandırır. İnsanlığın ortak hafızasında yer bulmak, en az dinsel mükâfatlar kadar albenilidir faniliğine çare arayan insan için. Bu iki ilacı (din ve sanat/bilim) birbirinden ayrık iki küme olarak algılamamak lazım, kesiştikleri noktalar da vardır. Hayvanların ölüm hastalığının farkında olmamaları onları hem daha huzurlu, hem daha barışçıl yapar. İnsanın vahşette sınır tanımaması, az sayıdaki kaynağı paylaşamamanın getirdiği kavgalar dönüp dolaşıp kan ve gözyaşı halinde bulur zayıf varlığımızı. Neyse, konu Moğolistan’dan iyice uzaklaştı. Burada keseyim.  

* Yasak meyvenin bir emre itaatsizlik ve otoriteye başkaldırma olarak algılanması dinlerin tarihi açısından da geç bir döneme denk gelir. Örneğin, İslam’ın emekleme devrinde inen (yazılan, ortaya çıkan) ayetler merhametten, şefkatten, adaletsizliklerin karşılıksız kalmasından söz eder. Neden? Çünkü İslam’ı ilk omuzlayanlar yoksul halk sınıfıdır, kölelerdir, kadınlardır. Emre itaatsizlik, isyan gibi kavramlar onlar için pek bir şey ifade etmemektedir. Oysa, İslam yeterli güce sahip olup siyasi bir otorite haline gelince ortaya çıkan Kuran ayetleri cezalardan, itaatten, hiçbir sözüne itiraz edilemeyecek olan bir Allah kavramından söz eder. Bu durum dinin sosyopolitik yanıyla ilgilidir. Benzeri bir durum Hristiyanlık inancında da görülebilir. İlk Hristiyanlar köleler ve yoksullardır. Ne zaman ki Hristiyanlık güçlü Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olmuştur, o zaman her türlü isyanı bastırmak, her türlü itaatsizliği cezalandırmak için bir araç haline getirilmiştir. 

12

Gandantegchenling Manastırı, şehrin merkezine bir buçuk kilometre uzaklıkta. Yürüyelim dedik. Hava çok sıcak ama Tayland’da, Vietnam’da çok daha sıcağını gördüm ben. Elimizde telefonlar, ekrandaki okun yönlendirmesiyle –bozulan oyuncağı yeni tamir edilmiş bir çocuğun hevesiyle-  bulduk yolumuzu. Şehir o kadar ufak ki birkaç dakika içinde tüm o cafcaflı kafeler, lokantalar; gölgesinde yürümekten zevk aldığımız yüksek binalar yerlerini toprak yolun kenarına yapılmış derme çatma barakalara bırakıyor. Burası bir ger (yurt) varoşu, yani göçebe hayatı bırakıp şehirlere yerleşen insanların ilk denemelerinin şekillendirdiği bir çeşit gecekondu mahallesi. Evlerin etrafı en az iki metre boyunda, diklemesine birbirine eklenmiş tahta bloklardan yapılma çitlerle çevrilmiş. Çitlerin arkasında ise kimisi derme çatma, kimisi tuğlalı ve çatılı evler, güneşin altında kurumaya bırakılmış meyveler gibi bize bakıyorlar. Sınırların olmadığı çayırlardan gelen insanın, sınırları belli etme konusundaki aşırı hassasiyet göstermesinin bir sonucu olsa gerek bu gördüklerimiz. Daha doğrusu; sınırlara alışık olmayan Moğolistan insanının, ilk defa karşılaştığı bu kavramla girdiği zor sınavın bir sonucu, bu ve bunun gibi pek çok mahalle. Yol boyunca ilerledikçe hem Moğolistanlı hem de yabancı insanların sayısı artıyor. “Demek doğru yoldayız” diyorum içimden. Salaş dükkânların, sıska köpeklerin ve sokakta oynayan yüzleri güneşten karamış mutlu çocukların arasından yürüyerek aradığımız ulu mekâna ulaşıyoruz. Manastır, bir yokuşun üzerinde, çok da öyle beklediğim gibi ihtişamlı bir görüntüye sahip değil. Zaten bu ziyaret ettiğimiz yer manastırın kendisi de değil, 1994’te restore edilmiş hali. Bugünkü manastırda orijinalinden kalma bir tek sütun varmış. Diğer kısımlar restore sırasında yeniden yapılmış, tamir edilmiş, boyanmış. Kapıdan girer girmez karşımıza çıkan dev Avalokitesvara heykeli 26,5 metre boyunda ve 1996 yılında yeniden yapılmış. Onun iki yanında, kendisinden ufak boyutlarda yapılmış, birisi kızgınlığı ve cezayı temsil eden, diğeri merhameti ve mükâfatı temsil eden iki heykel daha var. Mekân bir ibadethane olarak işlevini sürdürdüğü için buraya gelen Budistler, içeri girer girmez dev heykelin önünde ellerini birleştirip dileklerini diliyorlar. Ardından da heykelin etrafında, tapınağın duvarları boyunca tur atıyorlar. Tur atarlarken de kenarlara konmuş altın renkli büyük tenekeleri –başka kelime bulamadım- elleriyle çevirmeyi ihmal etmiyorlar. Gelenlerin çoğu önlerine çıkan tüm bu kutsal tenekeleri çevirme yarışına girseler de bazıları, tenekelerin önündeki yazıları okumadan eyleme geçmiyorlar. Bu yazılarda hangi tenekenin hangi derde deva olduğu belirtilmiş. Sınavdan iyi sonuç almak için şunu, hasta bir yakınınız için ileridekini, sağlıklı bir çocuk doğurmak için beridekini çevirmelisiniz. Buna benzer bir durumu Çin’deki ve Japonya’daki tapınaklarda da görmüştüm. Özellikle Japonya’da gezdiğim tüm tapınaklarda, neredeyse tüm bağışlar bu tarz bir sisteme bağlanmıştı. 10 TL - 50 TL verip, okunmuş (belli bir kutsallığı olan) ve hangi dileğin gerçekleşmesini sağlayacağı belirlenmiş olan muskayı alıyorsunuz. Paranız tapınağa bağış olarak gidiyor. Siz de sınavda başarılı olacağınıza inandığınız için daha çok çalışıyor –Zaten oraya da sınavda gerçekten başarılı olmak için geldiniz, yani çok çalıştınız, yani sınav sizin için çok önemli, önemli olmasaydı ne işiniz var ülkenin en kutsal mekânlarından birisinde?-, başarılı olduktan sonra da “Dileklerim kabul oldu. İyi ki o muskayı almışım.” diyorsunuz. Dinsel inanç da varlığını ve insanların zihinlerinde yer tutan iç tutarlılığını, bu “placebo effect”in yardımıyla korumuş / sürdürmüş oluyor.

13

Hedefte, Sovyetler Birliği – Moğolistan halklarının kardeşliğinin simgesi olarak yapılmış Zaijan Anıtı var. İkinci Paylaşım Savaşı’nda hayatını kaybeden (Moğol sınırında, Berlin savunmasında vb) Sovyet askerleri için inşa edilmiş olan bu anıt şehrin neredeyse dışında denilebilecek, şehrin tamamını gören bir tepenin zirvesinde. Yürüyerek gidemeyeceğimizi bildiğimiz için yolda birisine sorduk. Adam benimle Rusça konuşmaya çalıştı önce. Rus olmadığımı anladığında da yanındaki iki genç kızdan (beraber tur broşürü dağıtıyorlar) birisine bize yardımcı olmasını söyledi. Az ileriden sola dönüp, yeşil otobüse binecekmişiz. Yeşil otobüslerin biletlerinin fiyatı diğerlerinin iki katıymış. Son duraktan iki durak önce inecekmişiz. Teşekkür ettik ve durağa gittik. Otobüslerde bilet değil de para geçtiği için para bozdurmamız gerekiyordu. Durağın arkasındaki büfede çalışan çocuğa derdimizi anlatamadığımız için dondurma almak zorunda kaldık. Tam dondurmaları elime almış, paranın üstünü bekliyordum ki otobüs geldi. Paldır küldür otobüse bindik binmesine ama derdimizi şoföre nasıl anlatacağız? Telefondaki resmi gösterdik, ter içindeki şoför gülümseyerek başını salladı. “Tamam” dedik biz de, “anlamıştır herhalde nereye gittiğimizi. Bizi gereken yerde indirir.” Yoksa, iki yabancı neden binsin yerel otobüse, neden gitsinler nerede olduğunu bile bilmedikleri bir yere! Biz böyle umutlandık ama meğer şoför bizi anlamamış. Ha şimdi, ha bir sonraki durak derken son durağa geldiğimizi fark ettik. İnince, hesap sorar gibi şoföre resmi bir daha gösterdik. Bir bize baktı, bir de arkamızdaki tepeye. Önce sırıttı, (Unuttum ben sizi ya, kusura bakmayın der gibi!) sonra da parmağıyla gerimizde kalmış olan tepeyi işaret etti. Geçmişiz tepeyi. Tabana kuvvet yürümeye başladık yine. Neyse ki hafif de olsa yokuş aşağıya iniyoruz. Çıkmamız gereken tepeye yaklaşınca fark ettik ki tepeye giden iki yol var. Birincisi, insanların tırmanarak yaptığı ve anıta ters yönden ulaşan toprak patika; diğeri ise ön tarafta kaldığı için bizim görmediğimiz ama rehberde sözü edilen merdivenli yol. Tepenin etrafını dolanmak yerine, tepeye tersten tırmanmayı tercih ettik. Toprak patika yoldan, kimi zaman otları ya da kaya parçalarını, kimi zaman dallarına renkli çaputlar bağlanmış ağaçların gövdelerine tutunarak tırmandık dik yokuşu. Anıt yuvarlak bir şekilde inşa edilmiş, merkezinde camdan bir piramit var. Çemberin etrafını çevreleyen duvarlara Sovyet-Moğol kardeşliğini simgeleyen kabartmalar yapılmış. Bunlardan bir tanesi ilgimi çekiyor. SSCB’nin desteğiyle uzaya çıkmış Moğolistanlı bir astronot yanındaki Rus astronot ile birlikte resmedilmiş. Kendime sormadan edemiyorum tabii ki, bizim ülkemiz bunca yıldır ABD’nin müttefiki, neden bir tane astronotumuz yok NASA’nın yardımıyla uzaya çıkmış olan? Nüfusumuzun Moğolistan’ın nüfusunun 27 katı olduğunu da hesaba katınca soru daha bir önem kazanıyor. Bu nasıl ittifak diye ikircikleniyor insan! Hem zaten nasıl müttefikse tüm darbelerin arkasından ABD’nin karanlık güçleri çıkıyor. Nasıl ittifaksa devletin içine sızan yasadışı bir oluşumun (örgüt kelimesini bilerek kullanmıyorum) başını ülkesinde besliyor, yeri geldiği zaman ondan bilgi alıyor, yeri geldiği zaman ona okul açma (charter schools) izni veriyor. Fotoğrafları çekip, anıtın ön tarafına gelince Ulanbator şehrini görüyorum tüm çıplaklığıyla. “Sana dün bir tepeden baktım aziz Ulanbator” diyerek şehrin panoramik fotoğraflarını çekiyorum. Her şeyin çok küçük görünmesi, yanlarında yürürken insanda aşağılanmışlık hissi uyandıran o dev binalar şimdi ayağımızın altında, kafasını kaldırmaya çekinen utangaç bir öğrenci gibi ezik büzük… Bu sırada gözüme, merdivenlerin bittiği çizginin köşesinde sessiz sakin bekleyen bir kartal ilişiyor. Evet; serçe değil, güvercin değil, şahin ya da doğan da değil. Kanat genişliği iki metreye kadar uzayan, pençeleriyle yakaladığı bir kuzuyu alıp götürebilen, onlarca metre yüksekten uçarken bile otların arasında koşan bir fareyi görebilen yetişkin bir kartal bu. Orada öylece durmasının nedeni, güneşlenme arzusu değil tabii ki. Ayağı zincirli, sahibine para kazandırmayı bekliyor. Zaten ben kartala azıcık bakınca, köşede gölgede oturan adam hemen yanımda beliriyor. “Bir fotoğraf 2000 Tukrik” diyor. Yani 3 TL verirsem, bu kartalı koluma alabileceğim. Kartal onun komutunu dinleyip, hiçbir nedeni yokken kanatlarını açacak. O da beni ve kartalı tam bu anda fotoğraflayacak. Sonra ben bu fotoğrafı sevdiklerimle paylaşacağım, herkes çok beğenecek, kendimle nedensiz yere gurur duyacağım…  “Hayır istemiyorum” diyorum hiç düşünmeden. Kendisi gölgede otururken; havada özgürce uçup, çayırlarda kendisine yakışır şekilde avlanması gereken bu kuşu zincirlerle bağlayıp, güneşin altında bekleten adama para verirsem onun zulmüne ortak olurum. Ayrıca; yapmacık bir fotoğrafın, yapmacık bir hareketin ve hatta yapmacık bir ânın ne değeri var insanın hayatında? Ne kartal zevk alıyor yaptığından ne de ben korkuyorum onun bu kontrollü güç gösterisinden. Zaten ikimizin aynı resimde olması bile absürdün âlâsı değil mi? O halde ne anlamı var tüm bu turistik şarlatanlığın? Hayvanları kullanarak, onların yaşamlarını sömürerek ve onlara başka bir seçenek bırakmayarak kendimize kazanç sağlamaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Ne zaman anlayacağız, onların da en az bizler kadar bu dünyanın bir mirasçısı olduklarını? Ve ne zaman kavrayacağız bizim sömürme / kullanma arzumuz yüzünden dünyanın gitgide içinde yaşanmaz bir çöplüğe dönüştüğünü… İçim sızlıyor ama adama bir şey diyemiyorum. Çünkü bana ne yanıt vereceğini biliyorum. “Ekmek parası.” diyecek, “Evde iki çocuğum var.” diyecek. Ne yanıt vereceğim ben o zaman? Hafakanlarıma daha çok yenik düşüp, tereddütler içinde boğulmadan merdivenlerden aşağıya inmeye başlıyorum. Bir ara gökyüzüne başımı çevirdiğimde, çok çok yükseklerde siyah bir çizginin daireler çizdiğini fark ediyorum. İçimden haykırıyorum ona, “Gelme buralara sakın; gök senin, bulutlar senin, yağmur ve rüzgâr senin. Gelme ki ne senin özgür ruhun ne de insanın aklıyla bedeni arasında sıkışıp kalmış olan vicdanı daha fazla kirlenmesin!”  

14

Benimkisine çöl denmez ya, yine de züğürt tesellisi. Kumu, güneşi, develeri görünce hevesleniyor insan. Rehberimize göre Gobi Çölü’nün kıyısındayız. Arkamızda, üzerinden arabaların vızır vızır geçtiği bir karayolu var. Uzaklarda, adlarını bilemediğim yüksek dağların silik silueti, sağımız solumuz gerlerle (çadır evlerle) çevrilmiş. Az geride, çadırın yanındaki kazığa bağlanmış bir deve acı acı inliyor.  “Biraz yürüyelim, çölü hissedelim.” diyoruz. Rehber “Çok uzaklaşmayın. Şoför bekliyor.” diye uyarıyor. Çöl kumlarına bata çıka orta yüksekte bir kum tepesine tırmanıyorum. Bağdaş kurup oturuyorum zirveye, hakkını almaya gelmiş bir mirasyedi gibi inatçıyım. Güneş, bulduğu her delikten yakıyor tenimi ama kararlıyım ben, çölü konuşturana kadar yılmayacağım bu sevdadan. Kapıyorum gözlerimi, üfül üfül esen rüzgârın sesine veriyorum kulağımı.  Bekliyorum bir süre ama yok, hiç de çöl gibi hissettirmiyor burası. Daha ileriye, çok daha ileriye, yönün ve doğrultunun anlamını yitirdiği boşluk denizinde atmalıyım adımlarımı. Daha sıkı kapıyorum gözlerimi. Öyle ki rüzgârın dili olmuş kum parçacıkları benimle konuşmaya başlasınlar. O kadar derine işlemeliyim ki her bir tepe, her bir gölge, her bir vaha, bulutların ihanetinden arınmış masmavi gökyüzü; kaybolmuş yavrusunu bulur bulmaz bağrına basan bir anne gibi kucaklasın beni. İkinciye, üçüncüye çıkıyorum. “Çölde Çay”ın kahramanları gibi umutluyum. Bir süre sonra kayboluyor medeniyet namına ne varsa arkamda. Ve işte nihayet, nihayet ortasındayım kumun ve güneşin. Ben ben değilim artık, çölün ta kendisiyim. Her bir hücresi ayna görevi gören dev bir yansıtıcıyım boşluğun merkezinde. Çevresi her yerde olan ama merkezi hiçbir yerde olmayan bir küreyim adeta!  Ortasındayım kaybolmuşluğun, ortasındayım labirentlerin en karmaşığının. Çünkü çöl, tercih edilebilirlik açısından tüm yönleri eşit hale getirmesiyle labirentlerin en acımasızıdır kimine göre. Sonsuz alternatif arasında kalan insan çareyi hareket etmemekte de bulabilir, tek bir yönde hiç sapmaksızın ilerlemekte de! Kum tepelerinin sürekli yer değiştirdiği, kendi ayak izlerinin bile birkaç dakika içinde sana ihanet ettiği, kumun eriten ve soğuran gücüyle her şeyi çürüttüğü bir yerde insanın –benin- yitmişliğinin de bir anlamı kalmaz aslında. Orada sonsuzla sıfır aynı anlama gelir, orada ışık ve karanlık birbirini tamamlayan iki yapboz parçasına dönüşür. Çöl, tüm ihtişamı ve yalnızlığıyla, insanı alnından öperken ayağından çürütmeye başlar. Zamandır çünkü o, mekândan yakasını kurtarmış salt zaman. Onun yanında insan hiçliğin sınavına maruz kalan tembel bir öğrenciden başka bir şey değildir. Çünkü düşmüşü çölün vahşi ağzından kurtaracak olan ne akıldır ne de zekâ. Bilinç, bir suikasta hazırlanan bir casus gibi saklanır kumların arasına. Ve sen, kendi etrafında döndüğün zaman kendini görürsün sadece. Çöl sensindir artık; ruhunla, bedeninle esiri olmuşsundur seçimlerinin. Kumlara saplanmış ahşap bir merdiven araman beyhudedir ama aramadan da duramazsın. Varsa yoksa aynadır çöl, varsa yoksa senin sefil imge hazinendir. Orada başlar ve orada son bulur şiirlerden arta kalan tortular. Sonra bir ses gelir arkadan, tanıdık bir ses çağırmaktadır seni geride bırakamadığın uygarlığa. Tepelerin yerini düzlüklerin, kumun yerini asfaltın, belirsizliklerin yerini önceden yapılmış yolların aldığı bir kulvara davet edilirsin. Bu kulvarda her yaratış özgürlükten verilmiş bir ödüne bedeldir ama hazırsındır bu bedeli ödemeye. Koşa koşa gidersin ve binersin arabaya, gövdeni ait olduğu yumuşaklığa salarsın ve unutursun kumun yüreğine sapladığı keskin dili. Arkanda, gücünü yenilmezliğinden alan mağrur ama gözü yaşlı bir çöl bırakarak yoluna devam edersin.  

15 

Karakorum’a şehir demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Türkiye’deki pek çok nahiyeden daha ufak bir yer. Şehir olarak anılmasının nedeni geçmişteki önemi olsa gerek. Cengiz Kağan, seferlere çıkmadan önce karargâhını şehrin yakınlarındaki Orhun Vadisi’nde kurarmış. Ölmeden önce de oğullarına vasiyette bulunmuş, buraya bir şehir kurun diye. Karakorum, siyah duvar demek. Türkçe’yle Moğolca’nın paylaştığı ender kelimelerden birisi “kara”. Bunun tarihsel bir ortak geçmişten mi yoksa Türkiye’de cumhuriyetin ilanıyla gerçekleşen dil devriminden mi kaynaklandığını bilmek zor. Malum, dil devriminden sonra pek çok kelime Orta Asya dillerinden dilimize devşirilmiş. Aslımıza dönme arzusu olarak lanse edilebilecek bu durum aslında Arap ve Fars gelenekten kopma esasına dayalıdır. Dil konusunu bir tarafa bırakıp şehri gözlemlemeye devam edelim. Şehrin ortasından gidiş-dönüş iki şeritli bir yol geçiyor. Bir de bu yolu diklemesine kesen Orhun ırmağı var. Yolun bir tarafında Ulanbator’un varoşlarında da gördüğüm ger kasabaları var. Gerçi bunlara ger demek pek doğru değil. Pek çoğu, tuğladan ev yapmış, çatısına kiremit döşemiş ve araziye resmen yerleşmiş. Hafif bir yükseltiye çıkıp, mahalleye tepeden bakınca durumun çirkinliği çok daha belirgin hale geliyor. Yan yana dizilmiş, irili ufaklı dikdörtgenler. Her biri, bir diğerinden yüksek çitlerle ayrılıyor. Evlerin ve bahçelerin görüntüsü pek de iç açıcı değil. Kirli, dağınık, çer çöp içinde mekânlar. Bu durum bana Rousseaou’nun meşhur lafını anımsatıyor: Bir parça araziyi ilk defa çeviren ve “Burası benim” deyip kendisine inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk kişi, sivil toplumun gerçek kurucusudur. Öyle ya, bulunduğum yükseltiden ayaklarımın altındaki bu çirkin manzaraya bakarken elli yıl sonrasını hayal ediyorum. Yol genişlemiş, iki tarafına da büyük oteller inşa edilmiş. Az ilerideki manastırın olduğu cadde temizlenmiş, ışıklandırılmış, tam karşısına içinde Moğol kültürünü anımsatan heykellerin olduğu bir park yapılmış. Orada bar ve lokanta açamayan işletmeciler, benim tam önümdeki varoş mahallesini mesken edinmişler. Barlar, lokantalar, butik oteller, kadınlar için güzellik salonları, saatçiler, çantacılar, şapkacılar… Burada 300-500 metrekarelik araziyi kapatmış olan adamın torunları ciplerle geziyorlar, turistleri arabayla çöl turlarına çıkarıyorlar, butik otellere yerleşen sırtçantalı turistlerden az ama sürekli bir gelir elde ediyorlar. Orhun Irmağı’nın kıyısı ise lüks otellerle; Kore, Japonya, İtalya ve Fransa yemekleri servis eden lokantalarla dolmuş. Lüks alışveriş merkezleri, pahalı markalar, geceyi ışıl ışıl eden parklar ve bahçeler… Şimdi benim bulunduğum yerde de yasadışı olduğu için –ama bir ihtiyaç olduğu düşünüldüğü için kapatılmayan- şehir merkezinden sürülmüş kumarhaneler, kerhaneler ve kapısında mini etekli kızların oturduğu müzikli barlar olacak. Yalnız, özgüvensiz ve utangaç erkeklerin uğrak yerine dönüşecek olan bu mekânda mutsuzluklar unutulup, geçmiş bir geceliğine de olsa en derin anıların altına sürülecek.  O zamanın Karakorum’u bugünküne hiç benzemeyecek, o zamanın Karakorumlusu da bugünkülere. İnsanlar daha zengin olacak ama daha az Moğolistanlı olacak. Karakorum’un esnafı da dünyanın herhangi bir yerindeki (Tayland’daki Soi Cowboy’da, Pnom Phen’deki ırmağın kıyısındaki caddede ya da Çin’de East Nanjing Caddesi’nde), turistlere kültür üreteceğiz diyerek kendi kültüründen uzaklaşan ve uzun erimde kimliksizleşen insanlara dönüşecekler. Evet, Moğolistan 1989 devrimiyle dışa açılmaya başlamışsa, geri dönüşü olmayan bir gelişme-bozulma yoluna girmiş demektir. Karakorum bunun ne ilk ne de son kurbanı olacaktır. O zamanın turistleri de bugünküler gibi yeni olana, mutlu olana, gelişmiş olana sırt çevirecekleri için kendilerine yeni alanlar açmış olacaklar. Karakorum’u banal bulacaklar. Daha derinlere, elektriğin ve teknolojinin ulaşmadığı çöllere düşecekler. Kültür emperyalizmi denilen ve uzun erimde kendi kuyruğunu ısırmaya ant içmiş olan yılan kendilerini rahatsız edene kadar Sibirya’nın içlerinde, Antarktika’nın insan ayağı değmemiş karlarında yürüyecekler. Kim bilir, zenginler gezmeye Mars’a gidince dünya sırt çantalılara kalacak. Sonra zenginler Mars’ın doğasını bozacaklar. Daha zenginler güneş sisteminin dışındaki gezegenlere gidecek ve Mars sırt çantalıların olacak. Böyle böyle, hiç durmaksızın devam edecek evreni fethetme, keşfetme, dönüştürme ve nihayetinde kirletme sevdamız…                    
    
    - Devam edecek - 

19 Temmuz 2016

Moğolistan Notları 1-10

01

Mavidir gök, camgöbeğidir, bakanı içine çeker eritir; bulutlar dili, rüzgar sesidir; yüreğe serinlik, göze ferahlık, ruha aydınlık getirir. Babadır, toprağın anneliğinin yanında. İnsan, toprakla gök arasına, korktuğu için annesiyle babasının arasına sıvışan çocuk gibi sıvışır, o umuk karanlıkta salt güven ve huzur vardır, hayatın mümkünlüğü vardır, emek ve alınteri vardır. Uçsuz bucaksız genişliğiyle korur kollar kubbesinin altına sığınanları, ayrım yapmaz eğer insan aşırıya gidip hakkından fazlasını talep etmezse. Paylaşılmaz çünkü göğün ıssızlığı; sınır konulmaz havanın boşluklarına; çitlerle çevrilemez görünmeyen, dokunulmayan ama her yerde var olduğu bilinen o meçhul meşhur. Bu yüzden üstündür topraktan, bu yüzden adil ve koruyucudur. Bundandır ovooların tepesine ya da ağaçların dallarına bağlanan çaputların mavi oluşu. İnsanların azgınlığından göğün merhametli kollarına sığınan ruhların yalnızlığı okunur tepeleri fetheden taş yığınlarında, bayırları dikine kesen ağaçların gövdelerinde. Ve yine bundandır ülkenin bir adının da Munkh Khukh Tengriin Oron (Sonsuz Mavi Gökyüzünün Ülkesi) oluşu.

02

Moğolca adları Takhi. İngilizce'ye "wild horse" diye çevirmişler. Türkçe'ye de birebir çeviri yapılırsa "vahşi at" ya da "yabani at" olarak çevrilir. Sabahtan akşama kadar ot yiyip, akşam olunca yaşadığı yüksek tepelerden dereye inip su içen bir hayvan nasıl vahşi olabilir? İnsanın, evcilleştiremediği ya da bir anlamda kendisine benzetemediği her canlıyı vahşi ya da yabani olarak adlandırması ne kadar da bencil ve küstahça! Bir çeşit kıskançlık var bu yaftalamanın altında. Uzanamadığı ete mundar deme marazı. Ben özgür değilsem, ben yerleşik hayatın kölesiysem, ben sınırlarımı biliyorsam; başkaları da bana uymalı ve bana benzemeli.Tıpkı Antik Yunanlıların diğer milletlerin insanlarına barbar, Çinlilerin yerleşik hayatı reddeden Moğollar için medeniyetsiz demesi gibi. Günümüzden örnekler vermek de mümkün tabii ki. Oysa bu atlara verilecek en güzel ad "özgür at" olmalıdır. Diğerleri gibi dizginlenip, iple bir kazığa bağlanamadıkları için. Eksi elli derece soğuğa rağmen kışları kendi başlarının çaresine bakabildikleri için. Issız dağları kendisine mesken edindiği için. Evet; Moğolistan sadece mavi göğün değil, aynı zamanda özgür atların ülkesidir.

03

Yol, gidenle gidileni kavuşturan en kısa ve zahmetsiz mesafedir genelde. Önceden çizilmiştir, gidilmiştir, işlevi ve verimliliği kanıtlanmıştır. Bu yüzden yolcu güvenir yola, gidilene varacağını bilir ve zihnini yolun olası çağrışımlarıyla meşgul eder yolculuk sırasında. Moğolistan’da ise yol boş bir sayfaya yazılacak cümleler dizisi gibidir. Boş bir sayfa evrenin en zengin kütüphanesidir aynı zamanda, tıpkı bozkırın ve çölün sonsuz sayıda yola gebe olması gibi. Daha önce gidilmiş olan yol çamurlanmışsa, koyunların istilasına uğramışsa ya da bakımsızlıktan çökmüşse; beklenilmez. Yeni bir yol yapılır hemen. Etrafından dolanılır, bayıra doğru sürülüp otların, taşların ve derelerin arasından, o güne kadar varlığından kimsenin haberdar olmadığı sapa bir yol keşfedilir. Bozkırda, taşlıkta, dağda, bayırda, çölde ve kumulda her yer yoldur. Bu yüzden yol yok demenin bir anlamı da her yer yol demektir. Hatta tam olarak bu yüzden ulusal parkların girişlerinde sürücülere “Yeni yol yapmayın. Mevcut yolu kullanın” uyarıları yapılır.

04

Kaldırımlarda, ara sokaklarda, otobüslerin arka koltuklarında, bina önlerinde ve müşterisi kalmamış barların karanlık köşelerinde sızmış ya da sızayazmış sarhoşları gördüm. Ülkede alkolizmin sorun olduğunu duymuştum da bu kadar bariz olacağını tahmin etmemiştim. Belki uzun süren kara kışın getirdiği karamsarlıktan ve boşluk duygusundan, belki etkisinde kaldıkları Rusya’nın yüzünden, belki de göçebelikten yerleşik hayata hızlı geçişin neden olduğu baş dönmesinden… İkisi üçü bir araya gelip bir şişe votkayı mideye indiriyorlardı, Barış Caddesi üzerindeki oturakların birinde. İçlerinden birisinin eliyle yırttığı bira kutusunu bardak olarak kullandığını görünce çok şaşırdım. Arkadaşının ağzı değdiği için aynı şişeden içmeyip, dudağını ve dilini kanatma riskini alması sarhoşluğuna mı yoksa Cengiz Han’ın torunu oluşuna mı verilmeliydi, bilemiyorum! Bir akşam da gece yarısına doğru otelime dönerken yolumu kesti kafası güzel bir abi. “Nerelisin?” dedi bozuk bir İngilizceyle. Aslında o pek bir şey demedi de ben anladım ne sormak istediğini. “Türkiye” deyince dağılıverdi yüzündeki boz bulutlar. Sarıldı bana. “Sarhoştur, beyninin içinde bilardo topları zıplıyordur, ne yapsa yeridir.” demek isterdim ama adamın Türkiye’ye karşı bir sempatisi olduğu kuşku götürmez bir gerçekti. Bir şeyler söylemek istiyordu ama İngilizcesi yetmiyordu. Bende de Moğolistanca yok ki adamı rahatlatsam. Öyle, yol kenarında dikildik kaldık bir süre. Adam “Turk” diyor, gülümsüyor, bana sarılıyor ve ardından da devamını getiremediği için “I am sorry.” diyerek özür diliyordu.   Bir çeşit ayyaş nezaketi, zararsız ve biraz da saçma. Ürkütmekten ziyade insanda acıma hissi uyandıran bir sahneydi bizimkisi. Bir süre takip etti beni, tekrar tekrar sarılmak istedi. Ben yoldan karşıya geçince bıraktı peşimi. Karşı kaldırıma varınca ister istemez –ona çaktırmamaya çalışarak- ellerim ceplerime gitti. Telefonum ve cüzdanım yerinde miydi?

05

Rehberimiz Hristiyan olarak doğup, sonradan düşünüp taşınıp Budist olmaya karar vermiş, tıp fakültesinden yeni mezun olmuş bir genç kızdı. Doğu ve Güney Asya’da cirit atan misyonerler sayesinde Budistlikten Hristiyanlığa geçeni çok görmüştüm de Hristiyanlığı bırakıp Buda’nın yolunu tercih edeni ilk kez gördüm. Şaşkınlığımı gizlemedim –Jon da şaşırdı ilk duyduğunda, hatta eski bir Hristiyan olarak sevindi içten içe-, sormadan edemezdim. Zaten akşam yemeğine kadar olan vakti öldürmek için yakınlardaki en yüksek tepeye çıkmaya karar vermiştik. Otlara, çiçeklere, marmot deliklerine, civarda otlayan yarı evcil atlara, kutsal oldukları için gömülmeyen at kafalarından kalan kemiklere bakarak tırmanıyorduk dik bayırı. Hedefimiz tepedeki ovooya varmaktı. “Neden Budizm?” diye sordum hafif bir çekinceyle.  “İnsanın iç sıkıntılarını ve bu sıkıntılara bulacağı sorunları inceleyen en güzel din Budizm’dir.” dedi. Ailesi –ya da abileri ve ablaları- Hristiyan olduğu için küçükken kiliseye gidermiş ama Hristiyanlığın kafasında oluşan sorulara yanıt veremediğini anlaması uzun sürmemiş. Sorguladıkça –biraz da aldığı tıp eğitiminin sonucunda olsa gerek- kopmuş ve en sonunda, 16. yüzyıldan beri Moğolistan’da en yaygın din olan Budizm’de karar kılmış. Yokuş bitene kadar konuşuyoruz din konusunda.  Anatman doktrininden, şanghadan, darmadan, tipitakadan, günümüz Budizm’inin Buda’nın miras bıraktığı eşitlikçi ve adil düzenden çok farklı olduğundan söz ediyorum.  Ben Tayland’da yaşadığım kısa tapınak maceramdan bahsediyorum. O benim böyle bir şeyi deneyimlemiş olmama şaşırıyor. Açıkçası kafasını karıştırıyorum biraz. İçimdeki rasyonel öğretmenin durdurulamayan dersleri yayılıyor benim kontrolümün dışında… Soluk soluğa tepeye vardığımızda, civardan bir taş bulup ovoo’nun üzerine bırakıyor. Sonrasında da saat yönünde üç defa dönüyor koni şeklindeki, tepesindeki çubuğa mavi çaputlar bağlanmış taş yığınının etrafında. Bir dilek tutuyor –TOEFL’da yüksek not alıp, göz alanında uzmanlık için ABD’ye gidebilmek en büyük rüyası- ve ellerini birleştirip tepedeki ruhlara saygılarını sunuyor.

06

Tepeden aşağıya inerken Cengiz Kağan’ı sordum rehberimize. “İleri görüşlü, adil, cesur ve yardımsever bir liderdi.” dedi. Yanıt beni şaşırtmadı tabii ki. Hatta bu yanıtı almak için sordum bile diyebilirim. Ülkedeki en büyük meydanın adı Cengiz Kağan Meydanı –ülke nüfusunun yarısını alabilecek kadar geniş bir alan-, başkentteki havaalanının adı Cengiz Kağan Havaalanı, ülkenin en sevilen birası Cengiz, en kaliteli votkası Cengiz, Ulanbator’dan azıcık dışarıya çıkınca bir tepenin yamacına işlenmiş dev resim Cengiz Kağan’a ait. Ulusal bir lider, bir kurtarıcı, Orta Asya’ya dağılmış olan Moğol kavimlerini birleştiren güçlü bir irade; kısacası Moğol kimliğinin yaratıcısıdır Cengiz Kağan. Durum böyle olunca Cengiz Kağan’ın hayatı ve yaptıkları hakkında biz Türklere okullarda öğretilenlerle Moğolistanlılara öğretilenler arasında dağlar kadar fark olacaktır. Biz Cengiz Kağan’ı; fethettiği şehirleri yakıp yıkan, masum insanları acımasızca öldüren gözü dönmüş bir cani olarak tanırız. Kolay değil, az çektirmemiştir Müslümanlara Buhara’da ve Semerkant’ta. Sadece Müslümanlara da değil, önüne çıkan ve boyun eğmeyen kim varsa ezip geçmiş, karşısında duran halkları acımasızca cezalandırmıştır. Taş taş üstünde bırakmamıştır adeta. Bizim tarih yazıcılarımız doğal olarak bu zulümleri ön plana çıkaran bir tarih yazımını tercih edecektir / etmiştir. Hangi mağdur sevmez kendisini yenen gücü zulümle, adaletsizlikle, barbarlıkla suçlamayı?  Bizim yazım doğrudur, onlarınki yanlıştır demiyorum. Tam aksine, tarih yazımının ulusal kimlik oluşturmada ne kadar hassas bir araç olabileceğine parmak basmak istiyorum. Moğollar için Cengiz Kağan ulusal kimliğin oluşmasına en büyük katkıyı sağlayan kişidir. Dolayısıyla yaptığı zulümler unutulabilir, ihmal edilebilir, görmezden gelinebilir. Tarih, yarattığı kahramanların zaaflarını, zayıflıklarını, kötü yanlarını örtmekte her zaman başarılı olmuştur. Hatta kahramanın genel tarifi de budur. İnsan değildir onlar; Tanrı tarafından özel bir görevle gönderilmiş, üstün kabiliyetlerle donatılmış varlıklardır. Çünkü onlar çocukların zihinlerini kaplamak, o zihinleri başka görüşlere kapatmak için vardırlar. Bu sadece Cengiz Kağan için değil, tarih tarafından yaratılan ve resmi görüşle beslenen tüm kahramanlar için doğrudur. Bir çocuğa “Cengiz Kağan büyük kumandandı. Biraz zalimdi, çocukları ve kadınları diri diri yakmıştı ama bunu büyük Moğolistan ideali için yapmıştı.” diyemezsin. Zaten o tarihi yazan kişi de inanmıştır Cengiz Kağan’ın büyük bir kahraman olduğuna. Bu yüzden yaratılmasına yardımcı olduğu tarihsel imge hakkında söylenen kötü şeylerin, düşmanlardan duyulması normal olan kıskançlık söylentileri olduğunu düşünür. Hangimiz severiz çocukluktan beri kafamıza kazınan bir kahramanın eleştirilmesini, ona toz kondurulmasını? Öyle ki bu kahramanın askeri bir lider olması bile gerekmez. Kimi zaman edebi bir kimlik, kimi zaman bir felsefeci ya da müzisyen de olabilir. Birileri tarafından bize öğretilen ya da okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde, katıldığımız söyleşilerde anlatılanların tek gerçek olduğuna inandırırız kendimizi. Bunun işimize gelmesinin nedeni biraz fiziksel / zihinsel tembellik gibi görünse de aslında gerçek neden rahatımızın kaçmasını istemememizdir. Var olan düzen, içinde yaşadığımız toplum / topluluk bir kahramanın yüce kişiliğiyle ayakta durabiliyorsa, ne gereği vardır o kalın ve güçlü sütunu yıkmanın? Geçmiş zaten geçmiştir, yüzyıllar öncesinin intikamını mı alacaksın cılız sözlerinle?... Bu ve benzeri düşüncelerle susmaya devam ediyorum ben, Cengiz Kağan hakkında bildiklerimi ya da bildiğimi sandıklarımı kendime saklıyorum. Çünkü ilginç ve öğretici olan şey kahramanların yenenlerin yazdığı tarih tarafından yaratıldığı değil –bu zaten fazlasıyla klişe olurdu böylesi bir anı yazısı için-, bu sürecin farkına varmamız için başkalarının kahramanlarını görmemizin, iç geçirmemizin ve yeri geldiğinde onlarınkini bizimki karşısında küçüksememizin gerekli olmasıdır… Karşılaşma yapmadan duramayan insanın karşılaştırma yapar yapmaz boyunu yükseltmek için ayağının altına koyduğu taburenin farkına varması durumu bu. Susmaya, sessizce kendime konuşmaya devam ediyorum. Jon’la rehberin aralarındaki konuşmalarını duyunca ben de katılıyorum onlara, aniden bastıran bir ikindi uykusundan uyanır gibi açıyorum gözlerimi etrafımdaki dünyaya. Çadırkente (Ger-camp) varana kadar civardaki hayvanlardan, parkın içerisinde yaşayan göçebe ailelerden ve yarın sabah görmeye gideceğimiz Türk kavimlerinden kalma şölen yerinden söz ediyoruz.

07: Bütün gün güneşin altında yürüdükten sonra yorgun argın odamıza gelmişiz, duş almışız. Jon, duvar kenarındaki yatakta, ben camın yanında. İki yatağın arasında binanın sütunlarından birisi var, somuna çakılmış duvar çivisi gibi odaya yabancı bir cisim. Ben hemen uyuyamayacağımı bildiğim için oyalanacak bir şeyler arıyorum. Jon ise gözlerine uçak yolcularına verilen gözbağından takıp uyku moduna geçiyor hemen. Okuyacak bir şeyler bakıyorum bir süre. Telefonun hafızasından birkaç ay önce Yaratıcı Okuma Grubu’nda okuduğumuz, Nabokov’un “İşaretler ve Simgeler” başlıklı öyküsünü –bana göre bir başyapıttır- bulup okumaya başlıyorum. Yaşlı çift aklı hastanesindeki oğullarını ziyarete giderler, tüm gün bir sürü olumsuz olay gelişir. Oğullarının intihara kalkışmış olduğunu öğrenirler, ölü bir kuş görürler, otobüste gürültü yapan liselilerden rahatsız olurlar, bozulan metroda beklemek zorunda kalırlar, çamurlaşmış toprak yolda yürürler, oğullarıyla görüşmelerine izin verilmez. Akşama doğru tedirgin bir halde eve dönerler. Öykünün yarısına geliyorum ki otel odamızdaki telefon çalıyor. “Allah Allah, ne iş!” diyorum içimden. Telefon Jon’un tarafında ama adamın oralı olduğu yok. Kafası yukarıya çevrili, ağzı hafif açık; sanki 3D gözlüğünü takmış, apayrı bir dünyada geziniyor. Ya çoktan uyudu –bu kadar hızlı uyumuş olamaz değil mi?- ya da benim uyumadığımın, hatta uyumaya yeltenmediğimin farkında olduğu için numara yapıyor. Kalkıp telefona yanıt veriyorum mecburen. Genç bir kadının sesi, Moğolca bir şeyler söylüyor. İngilizce “Anlamıyorum.” diyorum ama kadın ısrarla devam ediyor konuşmaya. Sonra da telefon kapanıyor. Ben de ahizeyi yerine koyup yatağıma dönüyorum. “Herhalde resepsiyonu arayacaktı, yanlışlıkla bizim odayı aradı.” diyorum içimden. Nabokov’un öyküsüne geri dönüyorum. Yaşlı çift evin içinde dolanıyor. Adam, ”Oğlanı eve getirelim, burada ona daha iyi bakarız.” diyor. Yaşlı kadın kuşkuyla yaklaşıyor bu teklife. Telefon çalıyor tekrar. Jon’da yine ses yok. Bu kadar mı yorulur bir insan! Bütün gün beraber gezdik, aynı miktarda yorulmuş olmamız lazım. Kalkıp telefona yanıt veriyorum. Yine aynı ses, ısrarla bir şeyler anlatıyor. Ben yine “Anlamıyorum. Yanlış numarayı arıyorsunuz sanırım. İngilizce konuşun lütfen. Bu şekilde anlaşamıyoruz.” gibi bir şeyler söylüyorum. Kadın konuşmaya, heyecanlı bir şekilde bir şeyler anlatmaya devam ediyor. “Şikâyet edecek ne buldu acaba!” diyorum içimden. Bu sefer telefonu ben kapatıyorum, onun sözlerini bitirmesini beklemeden. Öyküye geri dönüyorum. “Hem hastane masrafları da azalır.” diyor yaşlı adam. Yaşlı kadın yine sessiz, belki de alışkın kocasının bu lüzumsuz mırıldanmalarına. Telefon tekrar çalıyor, ağlaması durmayan bebek gibi inatçı. İçimden belli belirsiz bir küfür ediyorum ama yine de kendimi alamıyorum telefonu yanıtlamaktan. Genç kadının sesi bu sefer biraz daha yumuşak, daha alıngan, şikâyetini duyurmanın tekniğini değiştirmiş gibi. “Bakın hanımefendi, Moğolca konuşmuyorum. Yanlış numarayı arıyorsunuz.” diyorum ve telefonu kapatıyorum. Artık resmi olarak kızgınım. Bir daha ararsa ben resepsiyonu arayıp, şikâyette bulunacağım. Yatağıma, daha doğrusu öyküye geri dönüyorum. Tam kaldığım yerden okumaya başlayacağım, yan yataktan hırıltılı bir ses geliyor. Üzerine atılan toprağı alttan yukarı eşeleyip ışığa kavuşan bir yaralı gibi gözbağını açıyor Jon. “Yanıt verme şu telefona. Sen yanıt verdikçe o aramaya devam edecek. Anlamadın mı hâlâ; müşteri arayan bir hayat kadını ya da en iyi ihtimalle bir masör, bizim burada olduğumuzu anlamış. Masaj ister misin diye soruyor.“ Yastığımın üzerine kafamı koyup, şaşkınlıkla Jon’un yüzüne bakıyorum. “Telefondakinin kadın olduğunu nereden anladın?” diye soruyorum. Yanıt vermiyor. “Işığı kapat da uyu, yarın dört müze, bir tapınak gezeceğiz.” diye söyleniyor. “Tamam” diyorum cahilliğimden ve naifliğimden utanarak, dilime yapışmış soru işaretleri rahatsız ediyor aklımı. Haklı olabilir mi, Jon? Tuhaf bir ikilem, hangi tarafta olmam gerektiğine karar verememek en ilginç yanı. “Bir şeyler okuyorum. Bitince uyuyacağım ben de.” Cep telefonun ekranını açıyorum tekrar. Yaşlı adam çay demliyor, karısı pijamalarını giyiyor. Öykünün son cümlelerini okuyorum. İçimde biriken bir heyecan, patlamaya hazır bir yanardağ gibi. Telefon tekrar çalıyor.

08

Havaalanından çıkar çıkmaz bindiğimiz arabanın şoförüne sormak aklıma gelmişti ama gecenin karanlığında oteli bulma telaşıyla –bizim değil, şoförün telaşı- unutmuştum. Moğolistan’da trafik sağdan aktığı halde neden araçların çoğunda direksiyon sağ tarafta? Bir istatistik öğretmeni olarak çoğunluk ifadesinin spekülatif kalmaması için bir sabah –Jon daha uyanmamışken- oturdum saydım, otelin penceresinden aşağıya bakarak. Kuzey güney yönünde hareket eden 100 aracı gözlemledim. Sadece 19 tanesinin direksiyonu soldaydı. Hemen basit birkaç işlemle %95 güven aralığını (%11, %27) olarak hesapladım. Yani %95 kesinlikte eminim ki Ulanbator’daki taşıtların doğru yönde hareket edenlerinin –ya da direksiyonu doğru tarafta olanların- oranı sadece %11 ile %27 arasında. Hadi iyimser bir tahmin yapalım ve bu orana en fazla %30 diyelim. Kalanının, yani en az %70’inin direksiyonu olması gerekenin ters tarafında. Tabii burada almış olduğum örneklemin geçerliliğini ve popülasyonun tek-tip (iid: identically independently distributed)  oluşunu varsayışım göz ardı edilmemeli. Örneğin, direksiyonu sağda olan taşıtların hemen hepsi arabaydı. Direksiyonu solda olanlar ise ya kamyondu ya da eski otobüs. Ve yine direksiyonu sağda olanların hemen hepsi Japonya yapımı arabalardı. Demek oluyor ki Japonya, Moğolistan için özel araba üretmiyor. Doğrudan kendisi için ürettiği arabaları Moğolistan’a satıyor. Nüfusu az olduğu için Moğolistan’ı yatırım yapmaya değecek bir ülke olarak görmüyor olabilir? O kadar ki tur için bindiğimiz cipin GPS’i bile Japonca konuşuyordu. Ne şoför ne rehber ne de yolcular Japonca anladığına göre arabanın bu ısrarcılığını, anavatan özlemi olarak nitelemek zorunda kaldım. Gerçi, benzeri bir durum Burma’da da vardı. Orada da İngiliz sömürüsü olmanın getirdiği trafiğin soldan akma durumuna karşın, çoğunluğu Çin’den gelen direksiyonu solda taşıtlar vardı. Biz, Ulanbator’dan çıkıp, dar yollarda ilerlerken bu durumun ne kadar ciddi sorunlara yol açabileceğini fark ettim. Ne zaman önümüzde yavaş ilerleyen bir kamyon belirse, şoför yanındaki rehbere karşı taraftan araba gelip gelmediğini sormak zorunda kalıyordu. Çünkü trafik sağdan akıyor ve kendisi arabanın sağ ucunda. Sollama yapması için yolun sol tarafını görmesi gerekiyor ama bu neredeyse imkânsız. Dolayısıyla, karar vermesi, kendine güveninin kazanması ve gaza basması zaman alıyor. Yol gereksiz yere uzuyor, bir de üzerine kamyonun egzozundan çıkan dumanı ciğerlerimize çekiyoruz. Çayırların ve otlakların, yani temiz hava cennetinin ortasında, olabilecek en pis havayı soluyarak Moğolistan maceramıza devam ediyoruz.  

09

Moğolistan topraklarında yaklaşık üç milyon insan yaşıyor ve bunun iki milyona yakını Ulanbator’da. Türkiye’nin sahip olduğu arazinin iki katına sahip olan Moğolistan bu yönüyle dünyada nüfus yoğunluğu en az olan ülkelerden birisi. Buna rağmen Ulanbator’da trafik sıkışıklığı ve trafikten kaynaklanan hava kirliliği yaşanıyor. Sıkışıklığın nedeni şehirde yaygın bir ulaşım sisteminin kurulmamış olması. Gördüğüm tek raylı sistem Barış Caddesi boyunca gidip gelen bir tramvaydı. Onun dışında toplu taşımacılık eski otobüslerle sağlanıyor. Bu otobüslerin çoğu Rusya’dan temin edilmiş. Moğolistan’da yapılmış olan bir otobüsün üzerinde İngilizce “Made in Mongolia” yazıyordu. Otobüslere birkaç defa bindik. Sadece sabah ve akşam saatlerinde değil, neredeyse günün her saatinde ciddi bir yoğunluk oluyor. Şoförlerin resmi bir kıyafeti yok. İstanbul’daki minibüs şoförlerine benziyorlar. Sıcaktan bunalmış yüzleri, akşama kadar trafikle cebelleşmekten yorulmuş bedenleri, ter içinde boğuşuyorlar trafikte. Havadaki azıcık da olsa hissedilen kirliliğin nedeni taşıtlar. Şehir, dağların arasına sıkışmış bir ovada kurulu olduğundan egzozlardan çıkan duman şehrin içine hapsoluyor. Son yıllarda yapılan yüksek binaların da buna etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Hava kirliliğinin tek nedeni taşıtlar değil tabii ki. Çin’de olduğu gibi Moğolistan’da enerji ihtiyacının büyük bir bölümü kömür yakılarak karşılanıyor ve bu güç kaynakları şehrin merkezine çok ama çok yakın. Yaz olduğu için büyük bir olasılıkla bu santraller tam kapasite çalışmıyordur ama kışları hava kirliliğinin ciddi boyutlara ulaşacağını anlamak için dahi olmaya gerek yok. Jon ara sıra havadaki egzoz kokusundan memnuniyetsizliğini belirtse de aslında ben durumdan memnunum. Yaşadığımız şehir olan Çanco’da hava çok daha kirli. En azından burada gökyüzünün mavisini arada hiçbir perde olmaksızın görebiliyoruz, en azından sabahları pencereyi açıp henüz kirlenmemiş havayı içimize çekebiliyoruz, en azından yüksek bir noktaya çıktığımızda çok çok uzakları net bir şekilde görebiliyoruz. Çanco’da bunların hiçbirisini yapamıyoruz.

10

Ulanbator; otelleri, barları, lokantaları, kafeleri, sinemaları, meydanları ve merkezdeki opera salonuyla gelişmiş bir şehir ama nedense taksi konusunu pek düşünmemişler. Şehirde taksi ya hiç yok ya da yok denecek kadar az. Bu yüzden vatandaşlar taksiye ihtiyaç bırakmayacak bir sistem geliştirmişler. Yol kenarında dikilip, herhangi bir araca el sallıyorsunuz. Birinci, ikinci değilse bile üçüncüsü duruyor. Kapıyı açıp nereye gideceğinizi söylüyorsunuz. Eğer şoför de o istikamette bir yere gidiyorsa ya da her ne olursa olsun biraz para kazanmak istiyorsa fiyatta anlaşıp arabaya biniyorsunuz. Bunu yapan o kadar çok insan gördük ki tek kelime Moğolca konuşmasak bile denemeye karar verdik. İki ayrı akşam, şehrin merkezindeki barların birinde yorgunluk attıktan sonra otele dönmek için karşı kaldırıma geçtik ve el salladık. Daha elimizi havaya kaldırmıştık ki bir araba önümüzde U dönüşü yaptı. Kapıyı açtık, direksiyon koltuğunda oturan genç adama –daha sonra Japonca öğretmeni olduğunu öğreneceğiz- otelin kartını gösterdik. Yaklaşık 6 TL gibi bir fiyat söyledi. Ellilik, Cengiz marka fıçı bira fiyatından biraz fazla bu fiyat. Atladık gittik. Aynı noktadan otele ikinci gidişimizde biraz daha fazla para verdik ama gece yarısını geçmiş bir saatte böyle ufak tefek şeylerin hesabını yapamazdık. Hem zaten o saatte taksi dışında başka bir seçenek de yok. Yürümek hariç tabii ki! Bu tuhaf sistemin şehirdeki taksilerin azlığından dolayı hâlâ yürürlükte olduğunu düşünüyorum. Su-i istimale oldukça açık bir yöntem. Ayrıca her şey sözlü olduğu için ve ortada yazılı bir kanıt olmadığı için anlaşmazlıklara neden olabilir. Bir de güven sorunu var tabii ki! Gerçi gece geç vakitlerde bardan çıkan kadınların bile tek başlarına, kendinden gayet emin bir şekilde, yoldan geçen bir aracı durdurduklarına tanık oldum. Demek ki güvenlik konusunda pek endişeleri yok Moğolistanlı kadınların. Türkiye’de böyle bir şeyin gerçekleşebileceğine ihtimal vermiyorum ben.

-- Devam edecek --