Bu Blogda Ara

24 Ekim 2012

Türkiye'den Mektuplar 20


Bir yerde okumuştum, dünyadaki sorunların pek çoğunun –belki de hepsinin- iletişimsizlikten kaynaklandığını. İletişimsizlik; yanlış iletişim, eksik iletişim, iletişim araçlarının işlevsel olmamaları ya da işlevlerine uygun kullanılmamaları gibi yan kollara da ayrılabilir. Bir iletişim mühendisi olmadığım için ve bu konuda tek bir kitap bile okumadığım için konuya bodoslama dalacağım ve salt kendi deneyimlerime göre bir sınıflandırmaya girişeceğim. Kısa başlıklar altında incelersek şöyle bir liste çıkarabiliriz iletişimsizliğin çeşitliliği üzerine:

1. Eksik İletişim: İletenin iletilene eksik bilgi vermesi ve buna rağmen iletilenden tam iş beklemesidir. Yapılması gerekenler a, b ve c iken gönderilen iletide ya da takip edilmesi istenen emirde sadece a ve c geçer. Dolayısıyla iletilen kişi işi tamamlayamaz. Eksik iletişim eksik işi doğurur. Bu da zaman kaybını ve gereksiz stresi getirir.

2.  Yanlış İletişim: İletenin iletilene yanlış bilgi vermesi ve buna rağmen iletilenden doğru işi beklemesidir. Yapılması gereken iş “a” iken, gönderilen iletide ya da takip edilmesi istenen emirde “b” işi tarif edilmiştir. Bu durum, yanlış işin yapılmasına yol açar. Yine gereksiz zaman kaybı kaçınılmazdır.

3. İletinin Muhatabını Bulamaması: Bu üç farklı şekilde olabilir.

a. İleti gereğinden fazla kişiye gönderilebilir: Bu durumda iletiyle ilgisi olmayanlar gereksiz yere vakit kaybederler. Sürekli devam eden benzer durumlarda aynı kişiden gelen iletilere karşı bir ilgisizlik doğabilir. Bu ise ileride gönderilmesi muhtemel gerekli bir iletinin kaçırılmasına neden olabilir.  

b. İleti gereğinden az kişiye gönderilir: Bu durumda toplantıya katılması gereken kişi toplantının varlığından haberdar olamaz, metnin içeriğine katkıda bulunabilecek kişi es geçilir.

c. İleti tamamıyla yanlış kişilere gönderilir: Bu durum çabucak fark edilecek bir sorundur. Basit bir özürle çabucak telafi edilebilir. Yalnız,  özrün ve telafinin geciktiği durumlarda bilgi kirliliği ve kısa süreli kaos ortaya çıkabilir.

4. İletişim Araçlarıyla İlgili Sorunlar: Bunu da dört ana kategoride inceleyebiliriz.

a. İşlevsel olamayan teknik altyapının kullanılması: Bir çalışıp, bir çalışmayan bozuk bir sistemle iletişim kurmaktır. İleti gönderilir ama karşı tarafın alıp almadığından emin olunamaz. Sistem sürekli arıza veriyorsa doğru iletişimin, doğru zamanda yapılıyor olduğundan asla emin olamazsınız.

b. İletenin ve iletilenin teknik bilgiden yoksun olması: İletenin ya da iletilenin mevcut iletişim araçlarını yetkin bir şekilde kullanamaması ya da kullanmamak için bahaneler uydurmasıdır. Örneğin, bir toplantı duyurusu için sıradan bir elmek (e-posta) yerine elektronik takvim kullanmak gereklidir. Böylece kimlerin katılacağını, kimlerin katılmayacağını ve kimlerin iletiyi görmediğini anlayabilirsiniz. Elektronik iletişim araçlarını doğru ve verimli bir şekilde kullanmak için de kurumların çalışanlarına eğitim vermeleri zorunludur.

c.  Kabul görmüş ortak bir iletişim ortamının oluşmamış olması: İletenin ve iletilenin aynı iletişim ortamında buluşamamaları durumudur. Birisi elektronik takvimi kullanırken, diğeri elmekle yetinir. Biri dosya paylaşım programlarıyla işleri yürütürken diğeri yazılan her şeyi yazıcıdan çıkarıp üzerinde çalışma yanlısıdır. Ortak bir payda olmadığı için de iletişim sık sık kesintiye uğrayabilir.

d. İletişim aracının yanlış seçilmesi: Bu; yüz yüze sözlü, telefonda sözlü, kağıda yazılı, ekrana yazılı ve benzeri iletişim ortamlarının yanlış yerlerde –doğru içeriğe sahip olsalar da- kullanılmalarının bir sonucudur. Örneğin, toplantı tutanakları elmekle herkese gönderilebilir ya da ortak bir paylaşım klasöründe saklanabilir. Özellikle, toplantılarda alınan kararlar kesinlikle yazılı bir şekilde herkese iletilmelidir. Sözlü iletişim, iletişim yöntemlerinin en verimsiz olanıdır çünkü insan unutur, savsaklar, başka şeylere takılır. Yazılı iletişim mümkün olduğunca sözlü iletişime tercih edilmelidir. Hadi eskiden mürekkep israfı, kâğıt israfı derdik. Artık o bahane de kalmadı. Bilgisayarlar zaten sabahtan akşama kadar açık. İnternete de bağlıyız tüm gün. Kullanalım işte bilgisayarları, yazalım her şeyi, insanın unutmasına giden yolları tıkayalım.

Doğru iletişim verimi arttırır, yanlış anlaşılmaları ve pürüzleri en aza indirir. Bunun yanında iletişimsizlik kısa erimde zaman kaybına, uzun erimde strese ve kişiler arası sürtüşmelere yol açar. Bunun yanında iletişimsizlik amir-memur arasındaki zaten adaletsiz olarak dağıtılan dengeyi iyice amirin tarafına çevirir. İletişimsizlik nedeniyle bir iş yapılamayınca ya da yanlış yapılınca fırçayı memur yer. Yine aynı amirler, iletişim araçlarını doğru kullanmayı beceremedikleri için memurlara durduk yere sorumluluklar yüklerler. Kendilerini muaf tuttukları o iletişim araçları memurlar için bir kâbusa dönüşebilir, özellikle de eğer amir plansız programsız birisiyse. Böyle bir durumda, amir, otoritesini kullanarak, iletişimsizlikten doğan açığı kapatmaya çalışır. Dolayısıyla var olan iletişimsizlik sorunu, memurların verimsizliği adıyla anılır ve asla çözülemez.

Bu kısa iletişim seminerinden sonra şimdi asıl konuya başlayabilirim. Başta da dediğim gibi iletişim konusunda uzman değilim –aslında hiçbir konuda uzman değilim ben- ve yazdıklarım / yazacaklarım tamamıyla kişisel deneyimlerimin birer sonucu. Bir profesyonel iletişimci çıkar da “Yok kardeşim, öyle değil de böyle.” derse, o insanın elini öper başıma korum, dediklerine göre de bu yazıyı tekrar düzenlerim.

Geçen hafta Pazartesi günü Fatih’teki İstanbul Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesine gitmiştik. Amacımız J’ye ikametgah tezkeresi almak ve böylece onun da tıpkı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi genel vatandaşlık hizmetlerinden faydalanmasını sağlamak. Bunun için, Türkiye’ye gelir gelmez internetten başvuru yapmış, Temmuz ayının başında yaptığımız başvuru için Ekim ayının ortası için randevu almıştık. Bu randevu o kadar resmiydi ki J’nin vizesi bitmiş olacak olsa da randevu tarihine dayanarak Türkiye’de kalabilecekti. Bana kalırsa saçma ve su-i istimale açık bir durum. Yıllarca yurt dışında “çalışma izni”yle yaşamış birisi için pasaportta vizenin dolum tarihi olmadan o ülkede kalıyor olmak saçma göründü bana. Öyle ya da böyle, burası Türkiye ve işler bu şekilde yapılıyor.

Randevumuz saat 3:30’daydı. Benim kafamda canlandırdığım sahne şu şekildeydi. Geniş bir kapıdan içeri gireceğiz, randevu saatim geldiğinde bir odaya çağrılacağız. Bizden istenen belgeleri teslim edeceğiz. Polis memurları bana ve J’ye bazı sorular soracak. Onları yanıtlayacağız. Bizim yalan söylediğimizden emin olacaklar. Parayı yatıracağız ve iki hafta sonra tezkereyi teslim almak için geri gelmek üzere yabancılar şubesinden ayrılıp, mutlu bir şekilde eve gideceğiz. Ben bu kadar naif, bu kadar hayal dünyasında yaşadığım için de saat 1:30 gibi Sultan Ahmet’de bir süreliğine durup, vakit öldürüyoruz. Ne de olsa randevu saatimize daha iki saat var, ne de olsa bizden istenen –randevu aldığımızda ekranda görünen dört belge- evrakın tamamı elimizde. Ne yanlış gidebilir ki? Hem sistem tamamıyla elektronikleştirilmiş, sırası gelen girecek. Kavga yok, açıkgözlülük yok, gittiğimiz yerde sıraya girmemize bile gerek yok. Ne de olsa sıra numaramız var!

Sultan Ahmet’de biraz oyalandıktan ve kedilerin, köpeklerin, dikili taşların, kuşların, turistlerin fotoğraflarını çektikten sonra tramvaya binip tekrar çıktık yola. Randevu saatimizden önce gelmiştik. Olsun, erken gelmek geç gelmekten iyidir. Bildik güvenlik tedbirlerini geçtikten sonra, her yönüyle dev bir binaya girdik. Bina tadilat aşamasındaydı. Her tarafından bir şeyler dökülüyordu, bir yanda iş makineleri, bir yanda boyacılar, tuğlacılar… Neyse dedik, görüntünün ne önemi var. Dış cephesine bakarak almayacağız ya tezkereyi. Binanın içi serindi ama giriş kattaki fotokopi ve vezne bölümlerinin önlerinde uzun kuyruklar vardı. Bir kat yukarı çıktık. Merdivenlerin bittiği yerdeki danışma kulübesinin yanında boya tenekeleri ve çuvallar vardı. Hiç kimseye bir şey sormadan danışmanın önündeki sıraya girdim.

Sırada beklerken insanları dinleme fırsatını bulmuştum. Etraftakilerin pek azı Türkçe konuşuyordu. Onlar da burada çalışan memurlar ya da Orta Asya ülkelerinden gelen Türki göçmenler. Kulağıma en sık gelen ikinci dil Rusçaydı. Bir de Farsça ve Arapça vardı, çarşaflı kadınların ve sakallı adamların konuştuğu. Sıra bana gelince, elimdeki randevu kağıdını uzattım memura. O kağıttaki numaraya ve saate baktı. Birkaç saniye aradaki diğer belgelere baktıktan sonra bana “Tamam, şu ileriki koridora gidin, bekleyin.” dedi.

“Tamam” dedik ve gittik bize gösterilen koridora. Dar, penceresiz bir koridordu burası. Beyaz duvarlar kirli ya da nemden dolayı pürtüklü hale gelmiş. Tavandan gelen beyaz ışık oldukça yetersiz, zaten mutsuz olan yüzleri gereğinden fazla mutsuz gösteriyor. İçeride kesif bir “çiş” kokusu var. Evet, bildiğiniz çiş kokuyor mekân. Belki koridorun sonundaki tuvaletten geliyor koku ya da başka türlü bir tuvalet sistemi arızasından. Koridorun her iki tarafına oturmuş insanlar var. Her milletten insan, yüzleri bıkkın ve yorgun, bacakları oturaklardan kalan ince şeriti kapatacak kadar gerilmiş, kollar vazgeçmiş tutunmaktan. “Bitse de gitsek” türünden bir yakınma var gözlerinde… Bu sahneyi görünce afallıyorum. Acaba kaç saattir bekliyorlar bu koridorda. Belki de sabah geldiler ve belgelerini danışmaya teslim edip buraya geldiler. Sabahtan beri de buradalar. Koridorda oturacak yer yok. Ayaklardan kalan ince şeritte dikkatlice yürüyüp, koridorun sonundaki geniş bekleme salonuna giriyorum. Burada da benzer yüzlü insanlar var ama en azından bu odada bir pencere var. Dışarıdan inşaat sesi geliyor, pencerenin önünde ellerinde spatula iki işçi şakalaşıyorlar.

Oturuyorum oturakların birisine, J de yanıma oturuyor. Yarım saat bir şey yapmadan bekliyoruz. Oda koridor kadar sıcak değil ama yine de dışarıya kıyasla azımsanmayacak bir sıcak var odada. Bir ara danışmaya gidip, tekrar sıraya giriyorum. Sıram gelince soruyorum memur beye “Bize koridorda bekleyin dediniz ama ne yapacağız orada? Bizi çağıracak mısınız? Ayrıca nerede bekleyelim? Koridorda mı odada mı?” Memur bana bakıyor ve “Koridorda bekleyin beyefendi, çağıracağız biz sizi!”diyor. Ben de tıpış tıpış gidiyorum odanın koridorun tam karşısında yer alan oturağına. On-on beş dakika daha bekledikten sonra bir memur gelip bir sürü adla birlikte her adın ardından bir rakam okuyor. J’nin adı okunuyor, ardından da sayısı geliyor: 13

Hemen 13 numaralı vezneye gidiyoruz ama orada da ayrı bir sıra var –ne zaman geldi bunlar-. Zaten vezne ile veznenin karşısındaki duvar arasındaki mesafe bir insanı alabilecek genişlikte. Dolayısıyla kimin hangi vezne için beklediğini anlamak zor. Tıkış pıkış araya sığışıyoruz. Saat 4’e geliyor. Veznelerin üzerlerinde sıra numarasını gösterecek elektronik bir sayaç var ama sayaçların hiçbirisi çalışmıyor. Benzer bir durumu ehliyet almak için gittiğim Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü’nde de görmüştüm. Hadi orası sadece biz Türkiyelilerin gittiği bir yerdi ama bari yabancıların sürekli gelip gittiği bir yeri insan düzenli ve temiz yapardı.  Hani o çok övündüğümüz Türk misafirperverliği? Ülkemize gelen yabancıları bu çiş kokan, daracık koridorlarda mı karşılayacağız? Tabii, bunlar ülkeye para bırakıp giden turistler değiller. Bunlar burada çalışmak zorunda olan ya da eş durumuyla / öğrencilik yüzünden Türkiye’de yaşamak zorunda kalan insanlar. Ne gerek var bu insanlara güler yüz göstermeye, onlara nezih ve tertipli bir mekân sunmaya?

Önümüzdeki adam ya Rusyalı ya da Kafkasyalı. Sert, kütüğü andıran, kış gibi bir aksanı var. Çok da atarlı ve sinirli. Kendi kendine sürekli konuşuyor ama bir şeylere ya da birilerine kızdığı belli. En sonunda beklenen oluyor ve kavga etmeye başlıyor, polis buna Türkçe bağırıyor, bu kıt Türkçesiyle bir şeyler söylüyor ama kimse anlamayınca Rusça bağırmaya başlıyor. Elindeki kâğıtları da veznenin penceresinden içeriye atıp sıradan ayrılıyor. Sonradan ben işlemlerimi halletmeye çalışırken bu adam geri geliyor ve kâğıtlarını alıyor. Ne yapacak başka? Bu polis memurlarına muhtacız hepimiz! Anamıza da sövseler, görünüşümüze bakıp bize zorluk da çıkarsalar elimizden gelen bir şey olacağını sanmıyorum. Emniyet binasının içindesin. Kargaşa çıkarırsan seni koyacakları bir kodes bulmakta zorlanmayacaklardır. Tükürdüğünü yalamaktan başka çaren var mı? Ben daha işimi bitirmeden bir daha geliyor. Bir makbuz veriyor. Bu sırada karşıdaki kadın polis memurunun buna doğru attığı kâğıda sinirlenip bir daha kavga çıkarıyor. Kadını saygısızlıkla suçluyor. Kimsenin anlamadığı küfürler ede ede, ip gibi uzun ve dar şeritte, insanlara çarpa çarpa –ne gıcık bir durum, sinirliyken dokunmak ve dokunulmak istemez insan oysa- odadan çıkıyor.

Gelelim benim işlemlere. Veriyorum belgeleri, bir süre bekliyorum. Karşımdaki iki memur da işi pek bilmiyorlar, amirlerini bekliyorlar. Bir süre sonra amir geliyor. O da belgelere tek tek bakıyor. Sonra o içeride koltuğuna oturmuş bir halde, ben kafamı vezne deliğine doğru eğmiş bir vaziyette konuşmaya başlıyoruz:

-Siz evli misiniz?
-Evet.
-Eşiniz nereli?
-Taylandlı
-Nerede tanıştınız?
-Tayland’da
-Tayland’a neden gittiniz?
-Çalıştım orada ben, altı yıl. Eşim ve ben aynı okulda öğretmendik.
-Ne öğretmenisiniz?
-Matematik
-Eşiniz de mi öğretmen?
-Evet, ama şimdilik çalışmıyor. Sadece Türkçe öğreniyor.
-Hani evlilik cüzdanınız nerede?
-Evlilik cüzdanımız yok, Türkiye’de hiç olmadı. Başvurmak için gittik, önce ikametgâh tezkeresi alın dediler.
- Peki ben sizin evli olduğunuzu nasıl bileceğim?
- Tayland’dan aldığımız bir evlilik belgesi var, Tayca ve İngilizce. İngilizcesi tasdikli.
-Nerede o?
-Evde
-Neden getirmediniz?
-Randevu aldığımızda buraya gelirken getirmemiz gereken belgelerin listesi ekranda belirmişti. Bakın bu kâğıtta da yazıyor bu belgeler. Bunların hepsini getirdik. Burada evlilik belgesi yazılmamış.
-Olmaz öyle şey, evlilik belgesini Türkçeye çevirtin noterden onaylatın. Yarın sabah bir daha gelin.
- Yarın gelemem. Bakın listede geçen tüm belgeleri getirdim. Nereden bilebilirim listede olmayan bir belgeyi isteyeceğinizi?
-Onu ben bilemem beyefendi. O belge olmadan işinizi halledemeyiz.
-Ama bu saçmalık değil mi? Madem öyle neden yazmadınız istenen belgeler listesine.
-Beyefendi, gidin şikâyet edin çok istiyorsanız. Yarın evlilik belgesini getirirseniz işinizi yaparız. Sonuç odaklı çalışalım. Ben size çözümü öneriyorum. Bundan başka çözümü de yok bu işin.
-İyi tamam, ama yarın gelemem. Çalışıyorum ve evim buraya çok uzak. En erken Cuma günü, öğleden sonra gelebilirim.
-İyi o zaman, Cuma günü öğleden sonra gelin.
-Bu arada eşimin vizesinin tarihi geçti, bir sorun olmaz değil mi?
-Olmaz. Benim size geri verdiğim randevu kâğıdında imzam ve yapmanız gerekenler var. Birileri sorarsa o kâğıdı gösterirsiniz.
-Tamam.

İşte böyle. Yabancılar şubesindeki ilk maceramız bu şekilde sonlandı. Bu noktadan sonra iletişimsizliğe neden bu kadar taktığım anlaşılmıştır herhalde. Eksik bilgi içeren (1. madde) iletiyle ortaya çıkan zaman kaybı inanılmaz boyutta. Güzelim Pazartesi öğleden sonram çöpe gittiği gibi Cuma öğleden sonram da bu çiş kokan, nükleer bir kıyamet sonrası insanların sığındığı yer altı mahzenlerini andıran yerde geçecek.

Cuma günü okuldan çıkar çıkmaz, J ile metro durağında buluşuyoruz. Bu defa daha kısa bir yol olan otobüsü tercih ediyoruz. Çok daha kısa bir zamanda ulaşıyoruz Yabancılar Şubesine. Bu sefer belgelerimiz tam, evlilik belgesini de çevirtmişiz, onaylatmışız. Danışmaya hiç uğramadan, doğrudan 13 numaraya gidiyoruz. Önümüzde Orta Asyalı bir kadın ve onun Türkiyeli kocası var. İki tane de çocuk arkalarında. Ailecek gelmişler. Sanırım çocukların kaydıyla ilgili sorunları var. Çok beklemiyoruz. Sıra hemen bize geliyor. Belgelerimizi uzatıyorum. Aynı polis amiri bakıyor belgelere, detayla inceliyor adları. Sonra bana dönüp konuşmaya başladı:

-Bu adlar tutmuyor beyefendi?
-Hangi adlar?
-Bakın burada (nüfus kayıt örneğini göstererek) eşinizin evlenmeden önceki soyadı  ^+%%&+&% yazılmış, burada ise (evlilik belgesini göstererek) ^+%%&+&* şeklinde yazılmış. Bunlar aynı değil.
-İyi ama nüfus kayıt örneğini ben yazmadım ki! Onu Bangkok Büyükelçiliği yazmış. Onlar bizim evlilik belgemizi kafalarına göre çevirmiş ve çeviriyi Mesudiye Nüfus İdaresine bildirmiş. Ya onların çevirisinde sorun var ya da çeviriyi alan Mesudiye’deki Nüfus Müdürlüğü yazarken yanlış yazmış.
-Tamam, sorun neyse onu halletmeniz gerek.
-İyi ama bu eşimin evlenmeden önceki soy adı. Artık kullanmıyor bu adı. Cidden önemli mi bu?
-Önemli tabii, şimdi ben sorun çıkarmasam ileride vatandaşlık için başvurduğunda sorun yaşarsınız. Gidin bunu değiştirin?
-Nereye gideyim?
-Ne bileyim ben? Kaydı kim yapmışsa ona gidin.
-Bangkok’a?
-Bangkok neresi?
-Tayland’ın başkenti. Biz evlenince evliliğimizi oradaki büyükelçiliğe bildirmiştik. Hatayı ya onlar yaptı ya da buradaki nüfus müdürlüğü.
-Tamam işte, onlara söyleyin, düzeltsinler. Haftaya pazartesi tekrar gelin. Bitirelim işinizi.
-İyi ama bu iş hemen hallolmaz ki! Ben Bangkok’a yazacağım, belgeleri göndereceğim. Onlar kayifleri esince bana yanıt yazacaklar. Ayrıca bana yazmaları da yetmez. Benim durumumu anlayacaklar, hatayı kabul edecekler, Mesudiye’ye hatayı düzeltmeleri için yazı gönderecekler, Mesudiye hatayı düzeltecek, bu düzeltme sisteme işlenecek… İşimiz çok, çok uzun sürer.
-Valla beyefendi, nasıl yapıyorsanız öyle yapın. Çok geciktirmeyin. Makul bir zamanda getirin belgeleri bana, ikametgâh tezkeresini çıkaralım.
-Makul zamandan kastınız?
-Bir iki hafta içinde
-Yetişmez! Haftaya bayram var. Elçilikler kapalı.
-O zaman üç dört hafta olsun. Ama çok fazla geciktirmeyin. Makul bir zamanda geri gelin.
-Ya, memur bey, bakın ben bu yanlışın çok ciddi olduğunu düşünmüyorum. Tayca bir metin otuz farklı şekilde yazılabilir Latin alfabesiyle. Bu tür transkripte çevirilerde aynılık aramak anlamsızdır. Örneğin Tayca “l” ile biten sözcükler “n” ile bitiyormuş gibi okunur. Bu yüzden bazı çevirmenler “Narumol” diye bazıları da “Narumon” diye çevirir.
-Beyefendi, bana işimi öğretmeyin. Yarın öbür gün, bir müfettiş gelse, yaptığımız işe baksa, sizin belgeleri görse, ne yapacağım ben? Öyle saçmalık mı olur? Belgede neyse o? Nüfus kâğıdı örneğinde evli olduğunuz kişiyle evlilik belgesinde evli olduğunuz kişi aynı kişi değil. Ben laflara değil, belgelere bakarım.
-İyi ama nüfus kâğıdı örneğini ben yazmadım ki, yazarken bana da sormadılar. Nereden bileyim ben eşimin soyadının yanlış yazıldığını?
-O kısım beni ilgilendirmez beyefendi. Gidin düzeltin yanlışı. Şimdi hadi uzaklaşın da diğer vatandaşların işlerini halledelim.

İşte böyle. Yabancılar Şubesindeki ikinci günümüz de bu şekilde bitmiş oldu. Bu seferki iletişimsizlik “yanlış bilgi” (Madde 2) vermeye giriyor. Ben sorunun kaynağını halen bilmiyorum. Ya Bangkok’taki elçilik belgeleri yanlış çevirdi ve o belgeleri Mesudiye’ye gönderdi. Ya da Mesudiye’deki memur eline geçen belgedeki yabancı soyadı kütüğe yanlış yazdı. Her iki durumda da mağdur duruma düşen ben oluyorum. Nedense bana ikincisi gerçekleşmiş gibi geliyor. Malum bizde meşhurdur nüfus memurlarının adları, tarihleri yanlış yazmaları. Hepimizin bir yerleri yanlış başlar. Sonra o yanlışı düzeltmek isteyen bazı iyi niyetliler yüzünden işler iyice karışır. Kabak yine senin başına patlar, bürokrasinin labirentlerinde sürünürsün. Vietnam’dayken benim ben olduğumu kanıtlamak için uğraşmıştım, burada da yıllardır birlikte yaşadığım eşimin eşim olduğunu kanıtlamam gerekiyor. Birileri bir yerde iletişim hatası yapıyor, hassas bir noktada savsakça davranıyor. Sonra da hatalar zinciri canımızı acıtmaya başlıyor.

Doğum tarihimi nüfus cüzdanına beş gün erken olarak yazan memur da benzer bir hatayı yapmıştı. Adımı nüfus cüzdanıma birleşik yazan memur da, nüfus cüzdanında birleşik yazılmış adı pasaporta ayrı yazan memur da aynı vurdumduymazlıkların ürünleri. Bu ad karmaşası yüzünden az çekmemiştim Vietnam’dayken. Pasaportta adım ayrı yazıyordu ama diplomada birleşik yazıyordu. Vietnam’daki göçmen ofisi yetkilileri haklı olarak bu iki kişinin aynı kişi olduğuna dair kanıt istemişti benden. Tam iki bakanlık ziyareti, beş mühür yemişti diplomam bu süreçte. Altı ay geç alabilmiştim oturma iznimi.

Böylesine bir sonuçla biten uzun günce notunu, güzel bir fıkrayla bitireyim de en azından sonu tatlıya bağlanmış olsun. Yorucu ve sıkıcı bir yazı oldu zaten. Hayat da böyle, yorucu ve sıkıcı çoğu zaman. Fıkralar da olmasa nasıl güler bir insan, hele bir de benim gibi kendi kabuğunda yaşayan birisiyse…

Resmi bir kurumdaki görevli işini halletmek için gelen vatandaşa adını sorar. Adam “Hüs-hüs-s-s-sey-sey-in” der. Görevli “Kusura bakmayın. Kekeme olduğunuzu bilmiyordum. İsterseniz nüfus cüzdanınızı verin, gerisine ben bakayım.” der. Vatandaş yanıtlar “Yok, ben kekeme değilim. Babam kekemeymiş. Nüfus müdürlüğündeki memur da puştun önde gideniymiş.” :))

Türkiye'den Mektuplar 19


Monet sergisinde bi’halt yoktu. Tamamlanmamış ya da kendisinin bile çok ilgilenmeyip, savsakladığı tablolarını getirmişler. Nerede Monet’nin o rengarenk, bakınca insanın içine baharı getiren, şöyle gözlere bayram yaşatıp nerdeyse insanı resimdeki bahçelere, bağlara çeken tabloları; nerede bizim sergide gördüğümüz hilkat garibeleri. Bir sanat eleştirmeni olmadığım için ve resim sanatıyla çok yakından ilgilenmediğim için uzun uzun yazamayacağım ama bu, güzel olmayandan anlamıyorum anlamına gelmez. Hatta güzel olmayandan anlamak güzel olandan anlamaktan daha kolaydır diyebilirim çünkü güzel olmayan hiçbir kıpırtıya yol açmaz insanın içinde, hiçbir rahatsızlık vermez.

Google’da “Monet” yazsam ve çıkan resimlere baksam, daha çok haz duyar, daha çok keyiflenirdim. Gerçi otları, böcekleri, çiçekleri çizip durmuş hayatı boyunca. Tamam, renklerle şiirler yaz, yeni yöntemler dene, kendi akımını kur ama ara sıra da gözlerini o otlardan, böceklerden ayırıp, insanların dertlerine, acılarına yönelt. Picasso da abudik-gubidik resimler yapıp kübizme ön ayak oluyordu ama Guernika’yı es geçmiyordu, hem de en kesif, en şiddetli renkler ve imgelerle. Kore savaşı hakkında yaptığı (Massacre in Korea) tablosu bile var, Picasso’nun.

Monet’nin sanatının değerini bilemem ama sanatçının bir insan olarak değeri, insanlığın ortak acılarına parmak basıyor olmasıyla ilintilidir. Hiç sanmıyorum hazretin yaşadığı devirde, Fransa el bebek gül bebek, kendi halinde yaşıyor olsun. O bahçesindeki Japon köprüsünü bilmem kaçıncı defa, farklı renklerle resmederken, Fransa; Vietnam’ın, Kamboçya’nın ve daha pek çok ülkenin kanını emmeye devam ediyordu. Bu ülkelerin kanları emilip, enerji paketleri halinde Fransa’ya peşkeş çekildiği için Fransa güçleniyor, zenginler paralarını otun bokun resmine gocunmadan yatırabiliyor, bundan nemalanan sanatçılar da inzivaya çekildikleri bağlarda, bahçelerde; leylakların, göletlerin, nilüferlerin, akşam yürüyüşlerinin, sabah çaylarının resimlerini yapabiliyorlardı. Ondan sonra da gelsin yok “Avrupa kültürün merkezidir.”, yok “Avrupa’nın sanatı yücedir.”  Yok “Avrupa’nın aklı şöyle üstündür” falan filan. Bu tip ırkçı laflara Chris Harman çok güzel yanıt veriyordu kitabında: Madem o kadar üstündü neden ortaçağda doğunun gerisinde kalmıştı.  Neyse, gereğinden fazla zaman ayırdım Monet’ye. Hiç aklımda yoktu oysa! Seul’de Andy Warhol sergisini gezdiğimde de benzer bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Onun acısını, ertesi gün Brazilya’lı bir fotoğrafçının Afrikalı kabileleri resmettiği muhteşem bir sergiye giderek telafi edebilmiştim. Bunun için de bir şeyler bulmalıydım.

Müzeden çıkar çıkmaz, yolun karşı tarafına geçtim ve sahilde ayaklarımı sallandırarak oturdum. Ne de olsa hava güzel, belki de yazdan kalma günlerin sonuncusu yaşanıyor, boğazın suyu cam gibi berrak, çakılları, yosunları tek tek seçebiliyorum, yakamozlar raks ediyor ayaklarımın dibinde, kayalardan kurtulmuş bir midye ufak dalgaların ritmiyle vals yapıyor sanki. İleride Fatih köprüsü, beride “hadi rastgele” deyip oltalarını suya daldıran amatör balıkçılar, arkamda romatizmalı dizlerini artık ısıtmayan güneşe tutan yaşlı bir amca ve onun yanı başında yere boylu boyunca uzanmış güzel bir köpek… Yoldan geçen bir adam çay satıyor, ben de alıyorum keyfime keyif katmak için. Kağıt bardakta verdiği çay bana üniversite kantininde içtiğim çayları anımsatıyor. Ben İstanbul’un boğazına asla doyamayacağım sanırım. Öyle güzel, öyle kıpır kıpır bir duygu içimde, yolun altında kalan oyuklara girip çıkan deniz suyu gibi kıpraşıp duruyor. Çantamdan sabah okumaya başladığım kitabı çıkarıyorum:  Paris ve Londra’da Beş Parasız.

Genel kanının aksine, ben Orwell’ı 1984’den ya da Hayvan Çiftliği’nden dolayı değil de başka bir kitabından dolayı severim. Bu iki kitapta zeki bir yazarın, kurgu kabiliyetini ve nitelikli yazınını görürüz. Ben Orwell’ı “Burma Günleri” adlı yapıtıyla sevmiştim. Post-sömürgeci edebiyatın kültlerinden birisidir bu yapıt. Orwell çok iyi analiz eder, sömürenin ve sömürülenin arasında kalıp, sömürenden yana tavır takınan yerli hainleri. Hindistan’dan Bangladeş’e, Malezya’dan Mısır’a pek çok ülkeyi sömüren Avrupa ülkelerinin aslında ellerindeki en büyük silahtır bu yerli hainler. Onların sayesinde sefil halk ayaklanmaz, onların ikiyüzlülükleri yüzünden sömürü çirkin yüzüyle çıkmaz halkın karşısına. Bu hainler yumuşatırlar kan emicilerin bitmez tükenmez iştahlarını. Beyaz sahiplerin halka yardım ettiklerinden, ülkeye yatırım yaptıklarından dem vururlar. Onların yüzünden halk müteşekki olacağına müteşekkir olur sömürgecilere. Sartre da anlatır bunları “Hepimiz Katiliz”de.

(Burada parantez açıp bir noktayı ekleyeyim. Başkalarını bilmem ama bana göre bir yazarın her yönde mükemmel olması gerçekten olağanüstü bir durumdur. Mesela Orhan Pamuk kurgulama ve hikayeleme konusunda kendisini geliştirmiş ve yıllar süren bir çalışmayla ustalaşmıştır. Gerçekten de Kara Kitap, Beyaz Kale, Benim Adım Kırmızı gibi yapıtlar Türkçe edebiyatta eşine az rastlanır bir kompleksliğe, ayrıntı zenginliğine ve kurgu derinliğine sahiptir. Fakat bu Orhan Pamuk’un dilini mükemmel yapmaya yetmez, basittir onun dili, bazen yanlış veya eklektik göründüğü de olur. Hatta O.P.’nin dili o kadar yavandır ki ben “Benim dilim O.P.’ninkinden iyidir.” desem kendimi övmüş olmam. Bu konuda eleştirmenler sayfalarca yazmıştır, bu yüzden bilineni tekrar etmeye gerek yok. Bunun yanında Aziz Nesin karmaşık kurgular denemez ama günlük hayatın karmaşasını ve çelişkilerini kısa gülünç öykülerle çok iyi resmeder. Onun kadar güldüren, düşündüren, fotoğraf çeker gibi toplumun ve kişilerin hallerini, tavırlarını anlatan başka yazar var mı? Dil konusunda ustalaşmak ise başka bir alana, belki şiire biraz daha yaklaşmaya bağlı bir şey. Dil konusunda, hem Türkçe’nin sınırlarını zorlaması yönüyle hem de Türkçe sözcüklere düşkünlüğüyle, ben Bilge Karasu’yu severim. Onun metinlerini okurken iyi bir sürpriz paketini açıyormuşum gibi geliyor hep. Karasu’nun denizin serinliğine, küçük kasabalara, akşamüstü alacakaranlıklarına, adaların sessizliğine olan hayranlığı da etkiliyor bir okuyucu olarak beni. Sonra bir de epik eserleriyle Yaşar Kemal vardır. Yerli Tolstoy’dur Kemal. Onlarca karakter, onlarca olay, gerçek insanlar, gerçek hikayeler, acılar, aşklar, dertler, sevinçler… İngilizcede “larger than life” denilen cinsten romanların yazarıdır Yaşar Kemal. Dolayısıyla Pamuk okurken kurgunun derinliğine ve karakterlerin usul usul değişimine, Nesin okurken fotoğraftaki detaylara ve yazarın matrak oyunlarına, Karasu okurken betimlemelerin inceliğine ve dilin ustalıklı kullanımına, Kemal okurken birbirine bağlı hikayelerin sihirli açılımlarına ve insanın olası en kısa özetine odaklanırım. Böylece gereksizce yormam kendimi yazarın bana veremeyeceği nitelikleri yazardan bekleyerek.)

Orwell, şimdi okuduğum kitabında Paris’teki yoksulluk günlerini anlatıyor. Günlerce aç kalışını, yiyecek bir şey bulamayışını, Rus bir arkadaş edinip açlığa ve sefalete birlikte başkaldırışlarını. Kimi zaman yürek burkan hikayeler okuyorum, kimi zaman da gülünesi ve ders alınası. –Orwell’ın üç gün ağzına tek lokma koymadan sokaklarda sürtüyor olması ne kadar insanın yüreğini derinden burkuyorsa, Paris’in ünlü bir fahişesinin adını taşıyan otelde geçen “Dahl öyküsü” tadındaki anı da o derece güldürüyor.- Anlaşılan Orwell da naif bir kişilikmiş. Aç kalıyor ama kimseye el açmıyor. Bunu yaparken, sürekli yürüyerek geçtiği sokaktaki bakkalın çakkalın ona ne diyeceğini hesaplıyor kafasında. Onlardan alışveriş yapmadığını anlamasınlar diye en ufağından ekmekleri –çavdar ekmeği yuvarlak olduğu için onu tercih ediyormuş- cebine tıkıştırıp geçiyor önlerinden. Boris’le paraları birleştirip zar zor yiyecek bir şeyler aldıklarında bile naifliğinden ve iyi niyetinden ödün vermiyor. Şöyle diyor kitabın 53. sayfasında:

Tek kulplu, derince bir tavayla bir kâsemiz ve tek bir kaşığımız vardı.  Her gün hangimizin tavayı –tava daha çok yemek alırdı-, hangimizin kâseyi alacağı konusunda birbirimize ikram yarışına giriyorduk. Her gün de önce Boris pes ediyor ve tavayı alıyordu. Sesimi çıkarmadan öfkeleniyordum.

“Sesini çıkarmadan öfkelenme”dir aslında naifliğin anahtar karakteri. İçine atmak, başkası için kendini paralamak, sessizce içinde büyüyen bir kin bulamacının seni ele geçirmesine izin vermek ya da o bulamaçta amansızca boğulmak. Kimi zaman bunun yazarlarda sıkça görülen bir karakter olduğunu düşünüyorum. İçlerine atıyorlar ve sonra da rahatlamak için yazıyorlar. Yazmazlarsa patlayacaklar, delirecekler, bir ur gibi genişleyen “ezilmişlik” veya “haksızlığa uğramışlık” psikolojisi akıllarını esir alıp, belki doğrudan zihinsel belki daha da ileriye gidip psikosomatik rahatsızlıklara neden olacak. Yazarlığın bir sağaltım aracı olması bundan mı acaba?

Böyle bir şeyi iddia etmek fazlasıyla öznel bir yaklaşım olur çünkü ben sıklıkla “sesini çıkarmadan öfkelenen” birisiyim. Belki geçmişimdeki itaati esas kılan yaşam tarzının bir etkisidir bu, itiraz etmeden denileni yapma geleneğinin bir sonucu. Maalesef geçmişime gidip yaşanmışları değiştiremem ve maalesef içimde büyüyen öfkeyi yazmanın dışında bir çare bulamam. Hele Türkiye gibi bir ülkede, çalışma ortamında bile “Sesini çıkarma, denileni yap” mantığıyla yönetiliyorsanız, düşünen bir insan olarak öfkelenmemeniz imkânsızdır. Ancak “ben işimi yapayım, paramı cebime koyayım, aileme bakayım, gerisi önemli değil” mentalitesiyle çalışırsanız, akıl sağlığınız yerinde kalır, geceleri deliksiz uyursunuz, gündüzleri dinç görünür, akşamları arkadaşlarla takılıp biraları tokuşturabilirsiniz. Bir şeyleri değiştiremediğiniz gibi zırnık takmazsınız etrafınızdaki saçmalıklara.

Orwell iş ahlakı konusunda da naifliğinin kurbanı oluyor. Yeni açılacak bir Rus lokantasında çalışacağına dair söz veriyor birilerine ama bu arada lüks bir otelin lokantasında bulaşıkçı olarak çalışmaya başlıyor. Otelin personel şefi Orwell’a bir aylık iş teklif edince, bunu kabul etmiyor çünkü Rus lokantasına söz vermiştir ve on beş gün sonra orada çalışmaya başlayacaktır. Bu olayı akşam Boris’e anlatınca Boris’in tepesi atıyor. Orwell’a okkalı küfürler ve hakaretler ediyor.

“Aptal, aptalın teki! Hemen silkip atacaksan sana niye iş buldum ki ben sanki? Nasıl olur da öteki lokantanın lafını edecek kadar kaçık olabilirsin? Bir aylığına söz verip başka hiçbir şey demeyecektin. “
“Bırakmak zorunda kalabileceğimi söylemek daha dürüst geldi.” diye karşılık verdim.
“Dürüst, dürüst gelmiş! Dürüst plonjor (bulaşıkçı) diye bir şeyi kim duymuştur acaba? Mon ami, “Bütün gün şurada çalıştın. Otelde çalışmanın ne olduğunu gördün. Bir plonjörün onur diye bir şey taşıyabileceğine aklın kesiyor mu?”

Evet, ya onurunla çalışacaksın ya da onurunu bir yana bırakıp, işlerini yoluna koyacaksın. Orwell, o akşam otele dönüp tükürüğünü yalıyor, sözleşmeyi imzalıyor. Yani öğreniyor piyasanın bir numaralı kuralını kendi ahlak prensibini çiğneme pahasına: Asla senin hakkında gereğinden fazla bilmelerine izin verme. Yüzlerine gül ama alttan alta işini de hallet. Baktın daha güzel bir iş buldun, bas git sesini çıkarmadan. Bir otel işletmecisi için çok ürkütücü olmasa bile bir okul yöneticisi için korkutucu bir plandır bu. Geçmişte çalıştığım okullarda yapanlar olmuştu böyle şeyleri. SIS’deki Amerikalı matematik öğretmeni bir sabah okula gelip, istifasını vermiş ve hiçbir gerekçe göstermeden ülkesine dönmüştü. Onun dersleri de yeni bir öğretmen bulunana kadar bana verilmişti. Vietnam’daki okulda da okula yeni gelen bir hoca başka bir iş bulduğunu öğrendiği gün istifasını vermişti.

İşte kafamda bu düşünceler, elimde Orwell, önümde boğazın suları –hop desem içine düşüp boğulacağım-, bir süre oturdum orada. Çayım bitip, J sabırsızlanınca da kalktık yürüdük İstinye’ye kadar. Biraz alışverişten sonra eve geldik. Facebook’da gezinirken bizim U’nun Beyoğlu’nda olduğunu fark ettim. Hemen bir kısa mesaj gönderdim, akşam buluşalım diye. Saat 7:30 gibi Beyoğlu’nda Baraka barının balkonuna oturmuş, bir yandan İstiklal caddesinin kalabalığını kuşbakışı gözlemlerken, bir yandan da eski günlerimizi konuşuyorduk. Vietnam’da sürekli gittiğimiz Koreli matrak bir adamın işlettiği bar-lokantada başımıza gelenleri konuştuk kahkahalar eşliğinde, üç Koreli misyoner kadınla aynı masaya oturup onları nasıl çileden çıkardığımızı, mekanın sahibinin Afrikalı kadınlar hakkındaki atıp tutmalarını… Sonra Phu My Hung’daki derenin kenarında sabaha karşı şiirler okuyup, gezinmemizi anlattık birbirimize. Motor üzerinde yeni açılacak bir üniversiteyi aramaya çıkıp, 3-4 saat sonra eli boş dönüşümüzü, Vietnamca kursuna gidip hiçbir şey öğrenmememizi, S abinin Vietnam tutkusunu, Nha Trang’daki Meze Lokantasını…  

Eve geldiğimde kafam dumanlıydı, bulutsu gözlerle aradım buldum yatağı yorganı, çabucak da uyudum. Unutmuştum Türkiye’de olduğumu. Sanki Phu My Hung’da gece geç vakte kadar demlenmiş, gece yarısına doğru da eve gelmiştim, sanki ertesi sabah %99 olasılıkla yine güneşli olacaktı, sanki sabah soğuk suyla banyo yapıp, motoruma binip okula gidecektim, sanki Türkiye hep uzaklarda, “You can’t go home again*” cinsinden bir ukte olarak kalacaktı.

İlgilisine: You Can’t Go Home Again, Thomas Wolfe’un 1940 yılında yayınladığı romanın adıdır. Romanın konusu, İngilizcede “Reverse Culture Shock” diye adlandırılan, bir insanın yıllar sonra doğup büyüdüğü topraklara dönüşünde yaşadığı hayal kırıklıkları ve çeşitli adaptasyon sorunları. Kitabın adı, kitabın içinde geçen şu paragraftan alınmış:

You can't go back home to your family, back home to your childhood ... back home to a young man's dreams of glory and of fame ... back home to places in the country, back home to the old forms and systems of things which once seemed everlasting but which are changing all the time – back home to the escapes of Time and Memory.

21 Ekim 2012

Yazma Lisansı


Vapurların eski aşklar gibi durmaksızın gözümün önünden geçtiği bu sahil mekânını iyi buldum. Oturdum bir tabureye, çay söyledim az ileride semaverde çay yapıp 2 liraya satan açıkgöz adamdan. Çıkardım defterimi, başladım yazmaya. Her bir cümleyi yazdıktan sonra başımı kaldırıp, birkaç metre ileride balık tutan gençlerin oltalarına bakıyordum. Sanki onların balığı düşecekti benim defterime. Uzun süredir yazmayı tasarladığım öyküye nihayet başlayabilmiştim. Demek eksiğim buymuş; yumruk olup sahili döven deniz, yerde buldukları pet şişeye vurdukça vuran çocuklar, sudan çıkacak hamsileri bekleyen kediler, ellerinde haritalarıyla gezen turistler… Birinci sayfanın sonuna yaklaşmış, soğumakta olan çaydan bir fırt çekmek için sabırsızca yazıyordum ki önümde dev bir gölge belirdi. Başımı kaldırdım, resmi elbisesi ve gayri-resmi bıyığıyla bir bekçiye benziyordu bu.

- Merhaba hanfendi?

-Me, merhaba!

-Kusura bakmayın rahatsız ettiğim için ama ne yazdığınızı öğrenebilir miyim, sizin için mahsuru yoksa?

-Ne ne, na nasıl yani? Size ne benim ne yazdığımdan? Hem siz kimsiniz?

-Hanfendi, polisim ben. İşte bu da kimliğim. Sadece ne yazdığınızı öğrenmek istiyorum.

-İyi ama neden? İstediğimi yazarım. Değil mi? Kimi ilgilendirir benim ne yazdığım?

-Hayır hanfendi, maalesef istediğinizi yazamazsınız. Kanunlar var, kurallar var. Dingonun ahırı mı burası, öyle herkese her istediğini yazsın?

-İyi ama memur bey, ben sadece yazıyorum. Yayınlama aşamasında yaparsınız, zaten yapıyorsunuzdur ya neyse, o aşamada yaparsınız sansürü.

-Hah işte hanfendi. Biz sansür yapmak istemiyoruz. Sansür yapmaktan kaçınmak için yazılanları daha yazılmadan ortadan kaldırıyoruz. Böylece ifade özgürlüğüne bir halel de gelmiş olmuyor. Malum, Avrupa Birliği falan, hükümetin başı sıkışık.

-Ba ba bakın memur bey, ben sıradan bir öykü yazıyorum. Bunun ne siyasetle ne de başka türlü bir yasadışılıkla ilişkisi var. Bundan emin olabilirsiniz?

-Olamayız hanfendi. Maalesef olamayız ve olamadığımız için de işimizi şansa bırakamayız.  

-İyi ama daha konuya bile girmedim. Öylesine boğazı betimliyordum. Martılar, balıkçılar, boğazın dalgaları falan filan. Karakterleri yazmaya birazdan başlayacaktım.

-Ha, demek zamanında geldim. Yalnız, ben konuya girmeden önce şu formu doldurabilir misiniz? Soruşturmanın devamında bana yardımcı olması açısından bu form önemli.

- Ne formuymuş bu? Bir bakıym!

-Bu arada ben çay söylüyorum. Size de alayım mı bir çay? Bu soğumuş.

-Ama bu formda öyküdeki karakter sayısı, karakterlerin meslekleri, birbirleriyle olan akrabalık ilişkileri, olayların geçtiği yerin adı soruluyor. Ben bunların pek çoğuna henüz karar vermedim.

-İyi ya işte, yazar hanım. Bu form size yardımcı olur. Çabucak bu eksikleri tamamlarsınız.

- Ama memur bey, ben bu şekilde çalışmam. Yani, öykü yazıldıkça kendi karakterlerini yaratır, ben onları takip ederim. Öyle işin başından sonunu bilerek yazmam öykülerimi. Belki başka yazarlar her şeyi baştan planlayıp, yapıyor olabilirler. Ben farklıyımdır.

-Bakın hanfendi, devletin memuruna zorluk çıkarmayın. Bu formu eksiksiz doldurun. Öykünüz bittiğinde yayınlanmasını istiyorsanız bu formun Kültür Bakanlığı’na en yakın zamanda ulaştırılması ve Bakanlık müfettişleri tarafından onaylanması gerekiyor.

- Ama neden?

- Çünkü geçen ay bir dergide yayınlanan öykünüzde, koşan bir adam yolda yürümekte olan polis memurunu geçiyordu. Bakanlık yaptığı incelemede, yazmış olduğunuz öykünün halka, “eğer hızlı koşarsanız polisin elinden kurtulabilirsiniz” türünden tehlikeli bir mesaj verebileceğini öngördü. Fakat, yayınlanmış yapıtlara sansür uygulamayı AB müktesebatına ters bulduğu için müdahale etmemeyi tercih etti. Bu yüzden sizin bundan sonra yazacağınız yapıtları, yazılma aşamasında elden geçirmek istiyor. Yani amacımız sizi sansürlemek değil, öykünüzü sansür gerektirmeyecek hale getirmek.

- A, anlamadım! Böylesi daha kötü değil mi? Benim elimden çıkan yapıtı, sağından solundan kırpıp, bir hilkat garibesine dönüştürdüğünüzde, ben ona nasıl benim yapıtım diyebilirim? Saçma sapan bir iş yaptığınızın farkında mısınız?

- Sorgulamayın hanfendi, formu doldurun. Siz doldurmuyorsanız, ben doldurayım. Verin bana kalemi de! Yıllarca düşünce özgürlüğü dediniz. Tamam düşünmekte özgürsünüz. Ama söyleyemezsiniz aklınızdan geçen her şeyi. Yazın karakterlerin adlarını birer birer.

- Yazmadığım öykünün henüz var olmayan karakterlerinden mi bahsedeceğim.

-Evet, en ufak kırıntılar bile işimize yarayacak bilgiler içerir. Söyleyin bakalım, kimler var bu öyküde?

-Ali, Süleyman ve Rıfkı adında üç kardeş, öykünün başında boğazda balık tutuyorlar. Oldu mu?

- Dalga mı geçiyorsunuz hanfendi? 2010 Mayıs ayında, adları İlker, Başer ve Soner adlı üç kardeşin boğazda balık tutarken ettikleri kavgadan bahseden bir öykü yazmıştınız. Aynı şeyi yazamazsınız, beni de kandıramazsınız!

-Yazdığım tüm öyküleri ezberlediniz mi?

-Evet, işim bu. En çok kullandığınız sözcük “heves”, en gereksiz yere kullandığınız sözcük “meltem”, en sık seçtiğiniz konu “varoşlarda büyümüş çocukların ve gençlerin hüzünlü hikayeleri”.

-Tamam, susma hakkım var mı? Zaten şu anda yazmakta olduğum öykünün karakteri dilsiz ve sağır birisi. O yüzden öyküde pek konuşma yok. Sadece betimlemeler.

-Olmaz öyle şey, sizin öykülerinizde betimlemeler asla öykünün ana kısmını oluşturmaz. Diyaloglara önem veren bir kişisiniz. Hatta okuduklarıma dayanarak yazdığınız betimlemelerin yetersiz ve çiğ kaldıklarını söyleyebilirim. Diyaloglarda iyisiniz. Bence böyle devam edin yalnız etrafınızdaki insanların konuşmalarına azıcık kulak misafiri olun. Yazdığınız bazı diyaloglar fazlasıyla eklektik ve yapay geliyor kulağa. Yazdıklarınızı seslice okuyun bir kere, düzeltmeleri ona göre yapın.  

-Beni bu kadar tanıyorsanız, buyurun yazın benim yerime. Anlaşılan beni de üslubumu da çok iyi biliyorsunuz. O halde benim yerime de yazabiliyor olmalısınız.

-Olmaz öyle şey. Yazar ve yazılan iki farklı şeydir. Ben yazılanları biliyorum, yazarı değil. Hadi söyleyin artık, kim bu öyküdeki karakterler.

-Söyleyemem memur bey, bilmiyorum. Vallaha billaha bilmiyorum.

-Bu konuşan siz misiniz yoksa varoşlarda emniyet sübabı olarak inşa edilmiş bir camiden çıkan bir delikanlı, polise, cebinden çıkan çakının kendisine ait olmadığını mı anlatmaya çalışıyor?

-Ne, deli misiniz siz memur bey? Benim ben, yarım saattir vaktimi çalıyorsunuz, şimdi de yalancılıkla itham ediyorsunuz.

-Karakterler lütfen. Bakın sizden sonra bir şair bir de senaryo yazarı var sırada. Daha fazla almayın vaktimi.

- Tamam, tamam, yazın. Siz de kurtulun, ben de kurtulayım. Ana karakter, 15. yüzyılda boğazı geçerken batan bir kayıkta hayatını kaybeden bir genç kızın hayaletinin günümüzde geri gelmesi ve İstanbul’u anlatması.

- Öyküde polis var mı?

-Şimdilik yok ama olabilir.

-Olmasın. Asker var mı?

-Çarşı iznine çıkmış bir askerle karşılaşacak kız, aşık olacak ama hayalet olduğu için…

- Anladım, o askeri çıkarın. Askerleri aşık olan zayıf erkekler olarak yansıtamazsınız.

-Nasıl yani, aşık olamaz mı askerler?

-Bu tartışmaya girmeyeceğim hanfendi. Devam edin, öykünüzde ülkemizi ziyaret edecek turistleri ve işadamlarını rahatsız edecek türden gereksiz betimlemeler var mı? Kirli sokaklar, toplanmamış çöpler, başıboş köpekler falan…

- Olabilir, yani hayalet pis bir sokaktan geçecekti ve orada dilenen bir çolağa yardım edecekti.

-Olmasın. O dilenciyi de çıkar öyküden. Yerine zengin bir adam koy, arabası da olsun. Bıktı artık bu millet sizin toplumsal gerçekliğinizden. Hayal kurun azcık, hayal…

-Tamam memur bey, kızmayın.

-Hem öyle kuru taklitleri de bırakın. Satmayın artık Latin Amerika’dan, Rusya’dan devşirdiğiniz konuları. Özgün olun.

-İyi ama benim öyküm özgün olacaktı, sayenizde olamayacak.

-Gerek yok, önemli olan halkın hükümete güvenidir. Halk hükümete güvensin ki istikrar sürsün, insanlar mutlu mesut para harcamaya devam etsinler. Sizin gibi hep çirkini betimleyen yazarları okuyarak insanlar sadece şikâyetçi olurlar, ellerindekini beğenmemeyi öğrenirler. Umut verin azcık, umut…

-azıcık

-ha?

-azcık değil, azıcık.

-Saçmalamayın hanfendi, konuşuyoruz. İstediğim gibi söylerim. istersem hepsini küçük harfle söylerim, istersemarayahiçboşlukbırakmadansöylerim. Konuşan benim, söz benim, devir benim.

-Diyemezsiniz, dedirtmem. Verin o formu bana, yırtacağım onu.

-N’apıynuz hanfendi? Resmi bir evrak o.

-Sizin de resmi evrakınızın da canı cehenneme!

-Hah, işte o lafı da söyleyemezsiniz.

-Söylerim, ben bir yazarım. Ne yazacağımı sormam size.

-Memura mukavemet, yasayı uygulamayı engellemek ve yasak kelimeleri kullanmak. Sizi tutukluyorum hanfendi. Derdinizi karakolda anlatırsınız…

-Tamam, kelepçeye gerek yok. Geliyorum. Umarım karakolda sıradan bir polis vardır. Boktan bir öykü yazayım da kafam dağılsın dedim, şu başıma gelene bak. Bir de üzerinde ciddi ciddi düşünsem, uzun uzun kurgulasam, siyasi görüşlerimi ince ince örsem; kim bilir neler gelirdi başıma…

-Yürüyün hanfendi, yürüyün. Ayakkabınızın rengini sakın yazmayın öykülerinizde. Karışmam!

20 Ekim 2012

Türkiye'den Mektuplar 18


Günler yoğun geçiyor. Yapacak çok iş var –dersler, üç defa anlatsam da anlamayan öğrenciler, sınavcık kâğıtları, ödevler, ders hazırlıkları, çözümlerin yayınlanması, yapılacak projeler ve dönem ödevleri, gerekli gereksiz toplantılar, iletişimsizlikten doğan yığınla sorun…- , bunun yanında bir gündeki saat sayısı halen yirmi dört. Dolayısıyla sürekli olarak, ders çalışmadan, okumadan ve yazmadan çalıyorum. Böyle olunca da iyice seyrekleşti yazılar. Sınava da girmedim zaten. Girsem de kalacaktım, girmesem de! Beni asıl tedirgin eden ise seyrekleşen yazılar. Ekim ayının ortasına geldik ama ben bu ay boyunca sadece tek bir yazı koymuşum sayfaya. İşin tuhafı hakkında yazılacak çok şey var. Üzerinde yazmak istediğim şeylerin listesi durmaksızın uzuyor ama ben ya tembellikten ya da diğer işlerin yoğunluğunu bahane etmekten, bilgisayar başına oturup, ciddi iki laf edemiyorum. Oysa hayatın yoğunluğunu mazeret olarak öne sürüp, yazıya ve sanata zaman ayıramayanlara hep kuşkuyla yaklaşmışımdır.

Yazı, hayatımın önüne geçmiyorsa ben kendimi yazar olarak tanıtabilir miyim insanlara? Tanıtmıyorum da aslında! Çok az kişi biliyor yazdığımı, bilenler de yazdıklarımı okumadıkları için ne yazdığımı bilmiyorlar. Dolayısıyla okulda öğretmen Ali’yim, o kadar. Aslına bakılırsa bundan çok memnunum. Çocuklar bazen geliyorlar, “Hocaaaaam, kitabınız varmış, hafta sonu alıp okuyacağım.” diye. “İyi” diyorum tarafsızca, ne al diye salık veriyorum ne de alma diye. Okunmak ya da okunmamak pek umurumda değil, sadece yazmak umurumda. Başkaları için yazmıyorum, kendim için –Kafka’nın (Jeremy Irons) kendi adını taşıyan filmde devrimcilere verdiği yanıt geliyor şimdi aklıma “I write by myself, for myself”- , başkalarını kendimde bulmak için, başkalaşmak için ve en çok da mutlu olmak için yazıyorum. Hayatta yazarak çoğalmaktan, yaparak dünyaya katılmaktan, düşünerek hayata bulanmaktan daha önemli ne olabilir ki? (Çok zavallı bir cümle oldu bu sonuncusu, ama silmeyeceğim. Hayat gibi küf kokuyor böyle yapmacık cümleler, küf ve pas. Ağıza alınıp tükürülmek istenen meyve çürüğü gibi, bırak kalsın dilinin üstünde, ağzının daracık karanlık boşluğunda; yut onu kendini zorlayarak, yut pisliği ki bir daha ısırmayasın küflü ekmeği. Bırak, sırıtsın tüm zavallılığıyla.)
Geçtiğimiz hafta, yani henüz tam anlamıyla geçmemiş olan ama geçmiş olmasını dilediğim hafta, zor başladı, kolay devam etti, sonlara doğru tekrar zorladı ve en sonunda TV karşısında B. Ç. İzlerken, uyuklayarak bitti. Her şeyi anlatmış olmak ve gerginliğin kaynağını doğru tespit etmiş olmak için, en baştan, kafamın tasını attıran ilk deneyimlerden başlayayım.

Geçen hafta okulda nöbetim vardı. Her dönem en az bir kere olmak üzere, her öğretmen bir Pazar gününü, öğrencilerle gidilecek etkinlikler için feda etmek zorunda. Bu zorunluluk zaten işe başlamadan önce imzaladığım sözleşmede yazılıydı dolayısıyla buraya kadar bir sorun yok. Sabah erkenden uyandım, üç-beş sayfa kitap okudum, birkaç kelime not aldım defterime. Sonra da hazırlıklarımı yapıp çıktım yola. Bildiğim kadarıyla benimle birlikte ilkokul öğrencilerini yakından tanıyan, ilkokul konusunda deneyimli bir öğretmen arkadaş daha görevli bu Pazar. Dolayısıyla kafam rahat, endişelerim az. O bana ne yapacağımı söyleyecek, ben de yapacağım. Okulda çalışmaya iki ay önce başlamış bir öğretmen olarak sanırım bu kadarcık kafa dinginliğini hak ediyorum. Yoksa sorumluluktan kaçan birisi olduğumdan değil.

Okula vardım. Her zamanki gibi, arkadaki yemekhane kapısından girdim ve doğrudan yurda gittim. Pazar günü etkinliğinden sorumlu olan müdür yardımcısı ön kapıda olduğu için onu göremedim. Yurda varınca Müdür Yardımcısını aradım, bana ön kapıda olduğunu ve benim oradaki deftere imza atıp, ondan etkinliğe gidecek çocukların listesini almam gerektiğini söyledi. Ben de gittim, listeyi aldım, göreve zamanında geldiğimi kanıtlayan imzamı attım.  Saat daha dokuza çeyrek var. Bu arada diğer öğretmen arkadaşın henüz gelmemiş olduğunu öğrendim. “Gelir herhalde, Pazar gününün uyuşukluğudur, ailesi vardır, çocuğu öksürüyordur, arabası bozulmuştur, herkes benim gibi Pazar sabahı saat 6’da uyanmıyordur ki! Yani en azından mutludur!” dedim kendi kendime.

(Burada bir parantez açıp küçük bir özeleştiri yapayım. Ben “aşırı” derecede naif bir insanım. Demek bunu fark etmem için Türkiye’ye gelmem gerekiyormuş. Çünkü Türkiye’de işlerin çoğu karşılıklı güven, hoşgörü, güler yüz gibi iyi tanımlanmamış insanlar arası muğlak davranışlarla/tavırlarla hallediliyor. Yani iş tanımı yok, işin sınırları da belli değil, içeriği de! Dolayısıyla, birilerini ya da bir şeylerin etrafında sittin kere dolanarak bulutsu bir hava yaratıyorsunuz ve bu bulutsu havanın içinde kalanlar iş oluyor, dışında kalanlar da bir sonraki kişiye ya da bir sonraki sefere kalıyor. Karşılıklı güven, hoş görü zart zurt da devreye girince zaten kimse sizin yaptığınız işin kalitesine bakmıyor. Ben insanlara güvenme konusunda genelde hiç zorlanmam. İnsanlara güvendiğim için de insanların beni kullanmasına kolay izin veririm. Ve buna da fedakârlık, diğerkâmlık maskesini giydirdiğim için –öğretmeniz ya!-, ne halimden gocunurum ne de bana bunları yapanlara karşı bir kin beslerim.  Eeee, insan eşek olunca semer vuran da çok oluyor. Hele hele Türkiye’de, bu çok daha acı verici, çok daha yıpratıcı bir duygu. Parantezi kapatıp konuya döneyim.)

Ardından da yurda geri döndüm. Çocukları topladım, yoklama almaya başladım. Saat 9’a doğru da çocuklarla beraber okulun ön kapısına gittik. Gerçi diğer öğretmeni bulamadığım için yoklama alırken sorun yaşadığımı söyleyebilirim. Bunun en önemli iki nedeni vardı. Birincisi listedeki bazı çocuklar hafta sonu evci çıkmışlardı ve onların yerine listede olmayan çocuklar etkinliğe –yuvarlama (bowling) oynamaya- gitmek istiyorlardı. Dolayısıyla liste allak bullak oldu birkaç dakika içinde. Listede olup da gelmeyecek olanlar, listede olmayıp da gelmek isteyenler, listede olup da henüz aramıza teşrif etmemiş olanlar, listede olup da gitmemek için hasta numarası yapanlar, listede olmayıp da listede olmayı isteyip adını yazdırdıktan sonra vaz geçip listeden adının silinmesini isteyenler… İkinci neden ise çocukların yerlerinde durmamalarıydı. İki saniye hareketsiz kalamıyorlar ki sayayım, kimlerin gelip kimlerin gelmediğini kontrol edebileyim. Bu arada çocukların bazıları ya henüz aşağıya inmemişlerdi ya da yemekhaneden henüz çıkmamışlardı. Bütün bu kargaşaya rağmen, yaklaşık 60 çocukla, okulun ön kapısına vardık. Müdür yardımcısı diğer öğretmen arkadaşın hasta olduğunu ve gelemeyeceğini saat dokuza beş kala söyledi. Yani otobüsün kalkmasına beş dakika kala. O da yeni öğrenmiş. Görevli öğretmen arkadaş hasta olmaya ya da hasta olduğu için gelemeyeceğine dokuza on kala karar vermiş olacak ki dokuza beş kala bize haber etmiş.

Yapacak bir şey yoktu. Arkadaş hasta olmuş, insan bilerek isteyerek hasta olmaz ki! Hem nereden bilsin görevli olduğu Pazar sabahı hasta olacağını? Onu da düşünmek lazım! Zaten sorun hasta olan öğretmende değil, bu tür belirsiz (contingent anlamında, uncertain değil) durumlarda izlenecek prosedürün takip edilmemesi ya da böyle bir prosedürün külliyen var olmaması. Alelacele çocukları bir daha saydık ve okulun kapısının önüne kısa süre için park eden otobüse apar topar bindik. Tam yola çıkacakken, lise 2’lerden bir öğrenci bindi otobüse. Bana yardımcı olsun, ilkokul çocuklarına abilik (ağabeylik) yapsın diye. İyi ki de geldi. Onun sayesinde içim bir nebze rahatladı. 53 bıcır bıcır çocukla yuvarlama oynamaya gitmek ve sağ salim geri dönebilmek cesaret isteyen bir iş. Yapılamayacağından değil, sorumluluğun ağırlığından. Sonuçta çocuklardan birinin başına bir şey gelse, bunun için hesap verecek olan kişi, başlarındaki öğretmen olarak ben olacağım. Yoksa kimse, bir lise 2 öğrencisine hesap sormaz neden çocuklara bakmadın diye. Neyse ki bizim okulda abilik/ablalık kavramı, ciddiye alınan ve küçüklerin saygı duyduğu bir “kurum”, neredeyse bir “marka”, haline getirilmiş. Çocuklar abilerini öğretmenlerini dinledikleri kadar dinliyorlar. Tabii bunun tersi de doğru. Çocuklar abilerini öğretmenlerini dinlemedikleri kadar dinlemiyorlar.

Yol kısa sürdü. Liseli öğrenci otobüste tekrar yoklama aldı, ben de otobüsün içinde gezinip, çocuklara önlerindeki ekranla oynamamalarını tembihleyip durdum. Vardığımızda AVM henüz açılmamıştı. Bir süre dışarıda bekledik. Sağ olsun,  güvenlik görevlileri yardımcı oldular, bizi tek tek o x-ışınlı yerden geçirtmediler. Yandaki bir kapıdan hızlıca girdik. Girer girmez de curcuna başladı tabii. Neyse ki yuvarlama oyunu kuralları baştan belli ve topun atıldığı yerdeki ekran tarafından oyuncuları yönlendiren gelişmiş teknolojiyle donatılmış bir oyun. Bu durum işimizi bir hayli kolaylaştırdı. Çocukların adlarını tek tek sisteme girdikten sonra gerisi zaten kendiliğinden geldi. Ekranda adlar göründüğü için, çocuklar “Sen çok oynadın, biraz da ben oynayayım” gibisinden kavgalara girişmediler. Tek sorun şeritlerden birindeki bozulan makineydi. Malum, top atıldıktan sonra sistem topu otomatik bir sistemle geri getiriyor. Ama en sağdaki şeritteki makine tıkanıp duruyordu. Birkaç defa sistem durdu, ışıklar söndü, çocuklar diğer şeritlere kaymak, aralara sıvışmak için fırsat kollamaya başladılar –Ne kadar da benziyor çocuklar büyüklere?-. Bazıları da ellerini bozuk makara sisteminin içine sokmaya çalışıyorlardı. Bir ellerini kaptırsalar, koparıp atacak o makine parmaklarını. Görevli arkadaş gelip, makineyi tamir edene kadar çocukları uzak tuttum makaradan. İş halledildikten sonra çocuklar kaldıkları yerden devam ettiler.

Böylece yaklaşık bir saat kadar oynadılar, gülüştüler, kızdılar, hayal kırıklığına uğradılar… En büyük sıkıntıları ellerine göre top bulamamaları idi. Başparmaklarını bir deliğe soktuktan sonra, diğer dört parmağın kalan deliklere girmesi hemen hemen hiçbir çocuk için mümkün olmadı. Elleri küçük olduğu gibi kasları da henüz gelişmemiş olduğu için topları taşıyamıyorlardı. Pek çoğuna topu iki elle tutup, bacaklarının arasında salladıktan sonra, yuvarlamalarını salık verdim. Bu yöntemle cılız kızlar bile deviriyorlardı piyonları. Oyun bazı şeritlerde bitmeye başlayınca huzursuzluk başladı doğal olarak. Ben müdür hanımın yanına gidip, bir el daha oynayabilir miyiz diye sordum ama müdür izin vermedi. Ehh, onlar da paralı müşterileri bekliyorlar, akşama kadar bizimle uğraşamazlar. Ben de oyunu bitiren çocuklara toparlanmalarını söyledim. On bir buçuk gibi çıktık AVM’den. Saat daha on iki olmadan okula geri dönmüştük. Çocuklar koşarak yemekhaneye gittiler, ben de bahçede, Atatürk büstünün arkasında oturup, bir süre dinlendim. Öğlen birde ikinci etkinliğe, okulun yanındaki sinemada bir komedi filmi izlemeye gidecektik.

Yemekten sonraki işim daha kolaydı. Öğrenciler sayıca azdı ve gidilecek yer okulun hemen yanındaydı. Dolayısıyla çok bir endişe duymadan hemencecik girdik sinemaya. Biraz bekledikten sonra başladı film. Zaten sinemada bizim yirmi çocuktan başka, üç kişi vardı. Bir de ben, bir de yine dördüncü sınıflara bakıcılık yapsınlar diye yanıma verilen altıncı sınıf abisi. Yaş farkının azlığından kaynaklanan bir özgüven eksikliği doğal olarak kraldan çok kralcı olma arzusunu doğuruyordu. Bu abi çocuklara nasihat vermede ve onları zırt pırt uyarmada kendini aşırı sorumlu hissediyor olacak ki kimseye göz açtırmadı. Daha film başlamadan, çocukların oturdukları koltuklar arasında gezindi, her birisine “Bakın şu anda okulda değiliz, burada okulumuzu temsil ediyoruz, dikkatli ve terbiyeli davranmalıyız.” gibisinden uyarılarda bulundu. Sonra da arkada bir yere oturup, yılışıp konuşanları izlemeye devam etti.  Ona müdahale etmedim çünkü altıncı sınıf olarak abiliğin keyfini çıkarsın istedim. Her ne kadar yaptığı şey uzun erimde bir işe yaramıyor olsa da kısa erimde çocukları korkutmaya yetiyordu. Ayrıca onun böyle her sese tepki veren tavrı benim için eğlence olmuştu. Örneğin, çocuklar film sırasında sesli gülüp, kahkahayı basınca, bizim sorumlu abi “şşşşşiiiiiitttt” sesiyle çocuklara ayar veriyordu. Komedi filminde gülmeye sansür koymaya çalıştığı için de filmin yapamadığı etkiyi yapıyor ve beni güldürüyordu.

Gelelim filme: Nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilmediğim için, ben de meraklıydım aslında. Filmin Türk filmi olup olmadığını bile bilmiyordum. Filmin afişinden nedense bunu çıkaramadım. Film başladı, evet bir Türk filmiymiş. Konusu, karısını aldatan sakar bir şirket yöneticisinin –karısı şirketin sahibinin kızı- karısından kurtulmak için çevirdiği entrikalar. Buraya kadar sorun yok gibi. Yani, çocukların ahlakını bozacak bir konu değil belki. Eğer konu iyi işlenirse çocuklar buradan dersler de çıkarabilirler her ne kadar bu şart olmasa da! Ama film o kadar sıradan, o kadar sanattan ve kültürden uzak, o kadar klişelerle dolu, o kadar saçma esprilerle doldurulmuştu ki onuncu dakikadan sonra çıkmak istedim salondan. Bir insan bu derecede rezil bir film yapabilir miydi? Espriler berbattı, gülünecek tek bir espri bile yoktu. Bunun yanında argo kullanımı aşırı ve gereksizdi. Ayrıca müstehcen sahne denilebilecek abuk subuk sahneler de vardı. Bir de konunun hassaslığı ve aslında gülünç olmaması işi iyice çığırından çıkardı. Ben çocukların bu filmden çıkarabilecekleri derslerin kısa bir listesini yaptım, telefonuma yazdım –filmde kaçırılacak bir şey yoktu zaten-.

1. Erkek aldatır. Ne kadar erkek, o kadar aldatır.
2. Kadın aptaldır. Aptal değilse erkeğini dizginlemekle yükümlüdür. Bunu da beceremiyorsa zaten kadın değildir, sürünmeye mahkûmdur.
3. Aldatmanın müsebbibi olan ikinci kadın “hamileyim” yalanıyla erkeğe her istediğini yaptırtır, buna cinayet de dahildir.
4. Gerekli gereksiz her yerde ve durumda küfür etmek “kool” ve “komik”tir.
5. Bir erkek için hayat para, kadın ve iş hayatındaki başarıdan ibarettir. Gerisi teferruat bile değildir, çünkü gerisi yoktur. (Burada verilen birinci ve üçüncü ölçekler aslında okul müdürümüz tarafından sık sık tekrar ediliyor, Pazartesi sabahı içtimalarında.)

Tuvalet için ara verildiğinde çocukları da alıp çıkmak istedim. Böylesi bir filmi izleyip de bozulacaklarına, okulda top peşinde koşsunlar daha iyi. Ama yapamadım. Ben onları çıkarayım desem, birileri “Hocam, filmin sonunu görelim” falan diyecek, gereksiz bir sürü gürültü çıkacak. Çocukları da üzmemek için bıraktım izlesinler sonuna kadar.

Şimdi birileri “İyi ama çocuklar bu filmi hafta sonu ailelerinin yanında da izleyebilirler ve hatta izliyorlar.” diyebilir. Tabii ki, çocuklar hayatı öğrenmeliler, hayatın bir yansıması, kimi zaman birebir aynası olan sanatı anlamalı ve sevmeliler. Ama en azından bizim yanımızdayken sanatın iyisini, kültürün güzel taraflarını, ahlakın pozitif olanını tanımalılar. Çocukları kontrollü bir ortama sokup, kontrolsüz bir filmi izletirsek çocuklar şöyle düşünürler. “Okul tarafından götürüldüğümüz bir filmde adamlar boyuna küfür ediyordu. O halde küfür etmek normal bir şey. Aynı filmde erkekler aldatan kazmalar, kadınlar da erkeğini kontrol etmekten başka bir işe yaramayan karakterler olarak lanse ediliyordu. Demek ki daha güzel bir kadın için aldatmak doğru bir şey ve kadınlara güvenmek tehlikeli …” gibi dersler çıkarabilirler, çıkarmışlardır da!

Film bitince sessiz, sakin okula gittik. Saat üç olmuştu. Beşe kadar okulda olmam gerekiyordu. Yine Atatürk büstünün arkasına oturup, dinlendim, notlar aldım. Lise 1’deki öğrencilerimden birisi yanıma geldi, biraz konuştuk. Saat 5’e doğru da okulda dördüncü yılını çalışan bir öğretmenle muhabbet ettik. Bana kendisinin de bu okuldan mezun olduğunu söyledi. Okulda kalmasının nedenini de “aldığı manevi haz” olarak tanımladı. Yaptığımız işin kutsallığı, çocukların geleceğin mimarı olmaları gibi konulardan konuştuk. Keşke ben de onun kadar olumlu düşünebilseydim. Nedense Türkiye’ye geldiğimden beri –döndüğümden demiyorum- hep negatif yönlerine bakıyorum hayatın getirdiklerinin. Böyle her şeye pozitif yaklaşan insanları görünce onları hem kıskanıyorum hem de onların bir hayal denizinde yüzdüklerini düşünüyorum. İyi ama hayattaki en büyük başarı mutlu olmak değil midir? İster bunu kendini kandırarak yap ister hakikati bulduğuna inanarak. Neyse işte, gerçi o da şikâyetçiydi. Bizim buradan ta Kadıköy’e 10 dakikada gezilecek ve çocukların hiçbir şekilde ilgisini çekmeyecek bir maket sergisi için gitmişler. Etkinlik için ayrılan zaman ise 3 buçuk saatmiş!

Saat 5’e iyice yaklaşınca toparlandık. “Hadi imza atalım kapıdaki deftere.” dedim. O “ben atmıştım imzamı önceden” dedi. Dolayısıyla kapıya tek başıma gittim. Kapıya vardığımda saat 5’i 5 geçiyordu ama defter ortada yoktu. Müdür yardımcısı hanım almış, gitmiş defteri. Ben de imzalamadan çıktım. Yolda düşündüm tabii, “İşte sana yazılı olmayan bir kural. Saat 5’te imzalaman gereken defteri daha önce imzalayabilirsin. Bu ne demek? Saat 5’te atılması gereken, yani senin saat 5’te burada olduğunu kanıtlayan imzanın aslında hiçbir şeyi kanıtlamadığı demektir. İmzanın bir şey kanıtlamıyor olması ise işin basit bir formalite, bir makyaj malzemesine indirgendiğini gösterir. İmza bir şeyi kanıtlamak için değil, birilerine göstermek için atılıyor. Buradan devam edersek şu sonuca varırız: Ne senin göreve gelmiş olmanın, ne zamanında imza atmış olmanın, ne sorumluluklarını yerine getirmiş olmanın bir anlamı var. Anlam sadece o imzanın varlığıdır (syntax = semantics), gerisi ve ilerisi yoktur. İmza oradaysa işini yapmışsın demektir, imza yoksa ağzınla kuş tutmuş olsan bile nafile… Bir de benim bu yazılı olmayan kuraldan habersiz olmam var. Yani ben alığın önde gideniyim, hiçbir boktan anlamadığım gibi hiçbir işe de yaramıyorum. Öyle gidip geliyorum, koyun gibi, olmam gerektiği gibi, algılanmam gerektiği gibi, mal gibi… İşte öyle!

Gerçi bizim okulda öğretmenler olarak ota boka, hemen her şeye imza atıyoruz. Dünyadaki en ucuz imza bizimkisi olsa gerek, en değersizi, en olmasa-da-oluru! Örneğin, orta yaşlı bir bey var, ara sıra matematik odasına geliyor. Bir toplantının tutanağını okuduğumuza dair bizden imza topluyor. Ama o tutanak en az on sayfa uzunluğunda. Tutanağı alsan alamazsın, okusam desen okuyamazsın. Zaten büyük bir olasılıkla o sırada başka bir işle meşgulsündür ve ara veremeyeceksindir. İmzayı, tutanağı okudum ve yazılanlara karşı değilim diye imzalıyoruz ama aslında hiçbirimiz okumuyoruz. Adama desem ki “Tutanağı bırak, okuyayım. Bir saat sonra gel.”, hem adam boşuna bir daha gelmek zorunda kalacak hem de benden sonrakiler imza atamayacak ve iş uzayacak. Gerekli gereksiz onlarca iletiyle posta kutumuzu vıcık vıcık etmeyi alışkanlık haline getirmiş okul yönetimi neden acaba toplantı tutanaklarını elmekle göndermez? Biz zaten elmekleri okuyacağımıza dair söz verip, imza atmıştık dönem başında. Onu da okur, itirazımız olan yerleri yine elmekle bildiririz. Daha iyi olmaz mı?

Bütün bir haftayı yazacaktım ama bir günü yazmak bile yordu. Akşama abim gelecek, yengem gelecek, yeğenler gelecek. Yine bayram var evde. Özledim kerataları. İnsanın, birilerinin büyümesine şahit olması –gün gün olmasa bile hafta hafta ya da ay ay- ne kadar güzel bir şey! J çocuklara iki küçük oyuncak almıştı. Bir de pusulalı kaplumbağa var tabii. Hava bozmazsa sahile de ineriz. Denizi görüp solumadım bir haftadır, delirmeden gideyim boğaza bir. Gerçi yarın SSM’ye gideceğiz Monet’yi görmeye. Şimdilik bu kadar yetsin. 

10 Ekim 2012

Türkiye'den Mektuplar 17



             YAPAY ZEKA NE KADAR YAPAY OLMALI?                                               

Düşünen bir makine yapma sorunsalı yüzyıllardır insanlığın kafasını meşgul etmiş, binlerce düşünürü, mühendisi, bilim insanını bu konuda yeni sorular sormaya sevk etmiş, çağımızda da güncelliğini ve biricikliğini koruyan entelektüel bir uğraşı alanıdır. İnsanın ürettiği teknolojilerin esiri olması ve bu teknolojilerin yarattığı paradigmaların sınırları içinde düşünmeye mecbur kalması, aslında kötü başlayan kaderimizin bir cilvesi olarak da görülebilir. Örneğin, beş bin yıl önce tekerliği keşfetmişiz ama günümüzde halen hemen tüm taşımacılık ve ulaşım teknolojileri tekerleğe dayanıyor. Tekerleğin kötü bir icat olduğunu söylemek istemiyorum, onun kötü bir icat olabileceğini bile düşünemeyecek derecede onun gölgesi altında yaşadığımızı söylemek istiyorum. Ürettiğimizin esiri oluyoruz, bir yandan üretirken, bir yandan da henüz üretim-tüketim zincirine dahil olmayanları esir etmeye devam ediyoruz.

Eksik bir dünyada, eksik yetilerle, eksik bir kuramsallaşmanın ürünü olan bilim ya da bilgi edinme deneyimi,  bizim yüzyıllardır ortaya koymaya çalıştığımız tüm disiplinleri aynı eksiklikler içinde algılamamıza yol açıyor. Bütün bu eksiklikler aslında bir eksiksizin arayışını da beraberinde getiriyor doğal olarak. İlkel insanın paganizminden günümüzün kurumsallaşmış din anlayışına doğru süregelen ve varlığıyla insanı tatmin etmesi umulan “mutlak zeki” bir üreticinin/ürünün öyküsüdür aslında düşünen makinenin tarihi. Buradan yola çıkınca, insan soyunun kendisini yoktan var etme çabası olarak da okunabilecek olan “yapay zeka” sevdası,  bir bakıma insanın doğaya ve içindekilere meydan okumasının bir gerekçesi/sonucudur. İnsan eksiktir –İnsan sözcüğü Arapça “nisyan” sözcüğüyle aynı kökenden geliyor ve nisyan unutmak demek.- ve bu eksikliğini inançla, bilimle, toplumsal bilinçle kapatmak arsuzundadır.

Bir konuda kafa yormaya başlarken o konunun başlığını dilsel açıdan irdelemek her zaman için iyi bir başlangıç olabilir. “Yapay Zekâ” diyoruz ve sırf ifadede geçen “yapay” sözcüğü bile aslında soruna hangi açıdan baktığımızı açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor. Biz zeki olanız, doğalız, milyonlarca yıl süren evrimsel bir mükelleşme (tekamül: kemale ermek) sürecinin sonucuyuz. İnsan-ı kamil olma yolunda tekamül ediyoruz, evriliyoruz, daha bir akıllı, daha bir eksiksiz oluyoruz. Bunun yanında yapacağımız makinelerin zekâlarını küçük görmeye kendimizi şartlandırıyoruz. Biz efendiyiz, onlar köle. Biz amiriz, onlar memur. Biz kumandanız, onlar er. Biz etten ve kemikteniz, onlar silikon ve metal. Sonuçta ne yaparsak yapalım, birincilik koltuğunu vermiyoruz kimseye.  Oysa kaybedeceğimiz bir yarışa girdiğimizi anlamış olmamız gerekirdi son üç yüz yıldaki gelişmelere şöyle bir bakıp, mağlubiyet üstüne mağlubiyet alan insanın köşeye sıkışmışlığına şahit olduğunda.

Kopernik, insanın evrendeki yerinin öyle kilisenin dediği gibi çok da özel olmadığını söylediğinde aslında ilk darbeyi vurmuştu insana.  Ne evrenin merkezindeydik ne de kalbinde. Milyarlarca gezegenden biriydik işte, alabildiğine sıradan, alabildiğine şanslı. Şairin deyimiyle “bir ceviz gibi başıboş dolanan”. Kopernik darbeyi vurdu ama yine de koparamadı bizi egomuzun zincirinden. En azından yaşadığımız kürede biriciktik. Oysa Darwin bu rüyayı da yıktı. Evrim kuramı insanın biriciklik algısına vurulan en sert darbelerden birisi oldu. Karşı çıktık, isyan ettik, insanın üstünlüğü dedik ama bir fayda vermedi. Bu defa rasyonel zihnimize sığındık. Tamam, belki evrende ya da yerkürede özel değildik ama en azından hayvanlar arasında bizi üstün kılan bir aklımız, bir rasyonelliğimiz vardı. Bu akıl sayesinde ahlaklı ve erdemli olabilirdik. Derken Freud geldi, açtı bilincimizi ve onun dışındaki beslenme kaynaklarını koydu ortaya. Hiç de göründüğümüz kadar masum olmadığımızı, davranışlarımızın bilinç-dışı tarafından nasıl motive edildiğini öğrendik. Bir defa daha savunmaya geçtik. İyi ama biz yine de düşünen tek hayvanız, uçak yapıp uçabilen, gökdelen yapıp içinde oturan, para yapıp ticaretten anlayan, yeri geldiğinde sömüren, yeri geldiğinde semiren…

İşte bu noktada da Turing çıktı karşımıza. Aslında Turing’in yaptığı işi diğer üç bilim insanın ortaya koydukları devrimsel buluşlarla karşılaştırmak doğru olmaz. Bunun nedenini sonlara doğru izah edeceğim. Turing makinesi denilen şey, bugünkü bilgisayarın en ilkel hali, tam olarak basit bir makinedir. Bir girdisi vardır, bir de çıktısı. Prensip bakımında kuyudan su çeken pompadan farkı yoktur Turing Makinesinin, ya da verilen bir rakamı üçle çarpan bir abaküsten. Asıl korkutucu/şaşırtıcı olan şey Turing Makinesi yapabilecek bir Turing Makinesini yapabilecek olma ihtimalimizdir. Turing Makinesi, bizim anladığımız açıdan düşünen bir makine değildir. Bunun en büyük nedeni de işlemlerini sözcükleri (ya da komutları) sıradizimsel (syntax) yönüyle anlayabilmesi ama anlambilimsel (semantics) yönden anlayamamasıdır. Örneğin, ben “elma” deyince karşımdaki insanın aklına hem elma sözcüğünü meydana getiren “e,l,m,a” harfleri gelir hem de elma sözcüğünün çağrıştırdığı bir elma (Platon’un “ide” dediği, Hegel’de ve Kant’ta farklı formlarda gördüğümüz) imgesi. Oysa bilgisayar için bu işlemlerin sadece birincisi mümkündür çünkü bilgisayarın bizim tanımladığımız anlamda bir bilinci ya da bilinci var edecek deneyimleme dünyası yoktur. Bilgisayar için salt şekiller (morphos) önemlidir ve varlık harflerin şekillerinden ibarettir. Makinenin beyni diyebileceğimiz CPU’su şekilleri okur, onların verdiği komutlara göre harekete geçer.Hoş, düşünen bir makinenin illa insan gibi olması şart mıdır sorusunu da sorabiliriz? İnsan gibi zihni –tecessüs gücü- olmasa, elma deyince aklına sarı-kırmızı-beyaz-yeşil bir imge belirmese, bu düşünemiyor anlamına mı gelir? Bence hayır, ama bunu sona saklayalım. Şimdilik düşünceyi insanın kapsama alanı altında, salt insane aitmiş gibi irdeleyelim.

Peki nedir bizim zihnimizi farklı kılan şey? Ya da gerçekten farklı mıyız? Belki de farklı değiliz ve bizi bilgisayarlardan ayıran tek özelliğimiz henüz bilgisayarların evrimsel sürece dahil olmamaları, dolayısıyla kendilerini bencil (Olumsuz anlamda kullanmıyorum bu sözcüğü. Dawkins’in “Selfish Gene” kitabında kullandığı anlamda kullanıyorum.)  yapacak bilince henüz kavuşmamış olmalarıdır. Doğal olarak aklımıza ilk takılan soru evrimsel sürecin nasıl olup da bize zihin kazandırabilmiş olmasıdır. Bunu şöyle izah edebiliriz.

Biz sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar dış dünyayla sürekli olarak etkileşim halinde olan varlıklarız. Bu sürekli etkileşim bizi görece plan-dışı olaylara hazırlar. Mesela her gün evinden işine en kısa yol algoritmasını kullanarak giden bir insanın önüne rahat aşılmayacak bir engel koysanız, insan onu aşmak için alet yapmayı, etrafından dolanmayı, bir bilene sormayı, toplumu seferber etmeyi ve bunun gibi akla hayale gelmeyecek pek çok çözümü üretebilir. Aynı durumda kalan günümüzün bilgisayarları, ya geri döner ya da olduğu yerde sonsuza kadar durur. Sorun da burada başlar. Evrimin iki ana prensibi vardır. Birincisi etkileşim > adaptasyon > mutasyon çizgisinde gelişen değişim, ikincisi de bir sonraki nesle aktarılan ve yapısı itibarıyla anti-simetrik olmak zorunda olan genetik aktarım.  Anti-simetik deyişimin nedeni şudur. Bir sonraki nesil her zaman için bir öncekine kıyasla hayatta kalma yetileri açısından daha kabiliyetli olmalıdır. Bu iki prensipten bakınca bilincin neden var olduğu ya da neden var olması gerektiği de açığa kavuşuyor.  

Şimdi insan açısından fark budur ama aynı şeyi bilgisayarlara sorsak yanıtları böyle mi olurdu bilemiyoruz. Biz bilgisayarlara işimizi hızlı ve hatasız yaptıkları için muhtaç olduğumuzu iddia ediyoruz. Ayrıca masrafsızlar da! İsyan etmiyorlar, greve gitmiyorlar, maaş istemiyorlar. Tüm arzuladıkları biraz elektrik ve kendilerine bilgi girecek insanlar. Dolayısıyla şimdiye kadar istediklerini elde ettiklerini söyleyebiliriz. Peki ya sonrasında? Hayal gücümüzü zorlayıp, biraz fantezi yapalım. Bugünkü bilgisayarlar tarihte hiçbir krala, hiçbir ordu kumandanına, hiçbir hükümete nasip olmamış bir güce sahipler. Sağlık bilgilerimizden, banka hesaplarımıza kadar her şeyimiz onların hafızasında saklanıyor. Bu kadar bilginin içinde sürekli olarak aktığı, milyonlarca bilgisayardan oluşan internet dediğimiz  dev ağ –elektronların ya da bilgi bitlerini amino asitlere, kabloları da ATP transferini mümkün kılan kanallara benzetebiliriz-, gün gelip bilinç kazanamaz mı? Birkaç yıl sonrasını değil, birkaç milyon yıl sonrasını düşünün. Bu tarz bir şey şu şekilde gelişebilir: Düşük kalibreli bilgisayarlar yüksek kalibreli bilgisayarların emrine girerler. Büyük olanlar yavaş yavaş güçlerini arttırırlar. Sınıfsal bir bölünme eşitlik ilkesini ayaklar altına alırken üst düzeydeki bilgisayarlara “felsefe” ve “Ar-Ge” için zaman da verecektir. Bu sayede büyük ordular kurarlar, kaleleri, şebekeleri, şebekeleri yöneten şirketler fethederler. Derken savaşlar başlar, birbirlerine saldırırlar. Kazanan da tarihi yazar, kölelikten efendiliğe uzanan bilgisayarların tarihini, basit bir Turing Makinesi’nden dünyayı ele geçiren süper bilgisayarlara varan cansız-kansız tarihi. Her ne kadar bilim kurgu gibi görünse de, bana olmayacak bir şeymiş gibi gelmiyor böylesi bir olay. Sonuç olarak bizden daha hızlılar, daha hatasızlar, daha seri bir şekilde en mantıklı yolu bulabiliyorlar. Tek eksikleri, kendilerine “anlama” zevkini tattıracak bir bilinç. Bunu da biz söylüyoruz, kendimizi farklı görmek için onları anlamamakla ya da anlayıştan mahrum olmakla suçluyoruz.

Evrimsel sürece baktığımızda bilinç dediğimiz oluşumun aslında salt bir hayatta kalma mücadelesinin sonucu olduğunu görebiliriz. İnsan ölümlüdür ve vahşi doğada hayatta kalmak için daha akıllı olmalıdır. Bununla da kalmaz hayatta kalma mücadelesi. Bir de aletler yapması gerekir, soyunu devam ettirmesi gerekir, barınma ve ısınma/gölgelenme sorunlarını çözmesi gerekir. Alet yapmak aslında aklın gelişmesinde çok önemli bir rol oynar. Çünkü insan alet yaptığı zaman fark eder dış dünyayı değiştirebileceğini ve basit manipülasyonlarla etrafını kontrol altına alabileceğini. Düşünmenin tarihi, bir bakıma, diğerlerini boyun eğmeye zorlamanın tarihidir. Homo apparatus, homo sapiense evrilirken hayata yön vermeyi öğrenir. Bütün bunlar yüzyıllarca, beki de milyonlarca yıl süren bir serüvenin sonucunda gerçekleşebilir. İşin tuhaf yanı doğa hep insanın karşısında olmuştur bu kavgada.

Örneğin, entropi dediğimiz, doğanın belirsizliği ve düzensizliği kayırması, bilincin toplu ve düzenli duruşuna karşı bir tür meydan okumadır. Evrendeki düzensizlik artma eğilimindedir. Buna rağmen bilinç düzenli ve yöntemli olmaya zorlar kendisini. Entropi öylesine aşılmaz ve tartışma götürmez bir yasadır ki gücünü deneysel bilimden değil, matematiğin özünden alır. Zamanı doğru dürüst tanımlayamayan fizikçiler bile onun için “Zaman doğrusunda pozitif yön entropinin arttığı yöndür” tanımında hemfikirdirler. Şimdi entropi böylesine çılgın, böylesine aşılmaz bir duvar olunca, insanın da bilgisayarın da işi zorlaşıyor doğal olarak. Sonuçta enformasyon dediğimiz “düzenlenmiş ve gerekçelendirilmiş bilgi” düzensizliğin zıttı yönünde hareket etmek zorundadır. Ama bu çok da tanıdık olmadığımız bir olay değildir. Yerçekimine rağmen ağaçlar göğe doğru yükselirler, düşme tehlikesine rağmen insan ayakta kalmayı öğrenmiştir, insan bilinci doğanın yasalarına karşı savaşıp kentler, barajlar, ekim alanları, fabrikalar inşa etmiştir. Aynı şeyi bilgisayarlara uygularsak şöyle bir şey çıkar karşımıza:  bilgisayarlara evrimleşmeyi öğretmediğimiz sürece, bilgisayarlara bilinç kazandıramayız. Benim evrim dediğim şey ister nesilden nesile aktarılan bir özellik olur ister salt çevresel etkileşime dayanan bir adaptasyon süreci. “İnsanın taklidi” olan bir “düşünen makine”yi  üretmek ancak bu şekilde mümkündür.

Bunları yazdım ama aslında sadece madalyonun tek bir tarafını hallettim. Çünkü böylesine bir evrimsel süreç ya da adaptasyon süreci milyonlarca yıl sürebilir. Oysa pek çok insan için bu çok uzun bir süre. Bu kadar beklemek yerine, düşünce yapımızı değiştirip, olaya farklı yönden bakabiliriz diyenler var her ne kadar hangi yönden bahsettikleri çok net olmasa bile. En başta “yapay zeka”ya, “insanın taklidi olan bir gelişim olarak değil de, kendi başına, insandan ve doğadan bağımsız olarak var olan makineler bütünlüğü olarak bakabiliriz” diyorlar. Bu şu demektir: Kendimizi kopyalamak değil amacımız, bizim gibi düşünen bir makine yapmak hiç değil. Köşeye sıkışmışlığımızın intikamını makinelerden almayı bırakmalıyız. Binlerce yıldır süregelen bencil narsisizmi bir tarafa bırakıp, yeni bir paradigma geliştirmeliyiz. 17. Yüzyılda kalpte ruh arayan Descartesçı anlayış, bugün beyinde zihin arayışı içerisindedir. Oysa zihin dediğimiz olay aslında beyin ile özdeş olan, onun dışında var olamayan bir fonksiyonlar bütünüdür. Yani beyinin mahiyeti önemli değildir, girdisi ve çıktısı önemlidir. Bunu kabul ettiğimiz zaman, yani makineyi insanlaştırmak yerine, insanı makine düzeyinde incelemeye başladığımız zaman adımlarımız sıklaşacak ve semantik anlamda düşünebilen makinelere yaklaşacağız. Kısacası sorun epistemolojik değil, ontolojiktir. Bir bilgi ya da bilgiye ulaşma sorusu çoktan aşılmıştır. Varlığa ulaşma ve var olma sorusu sorulmalıdır. İnsan nasıl biliyor değil, insan nasıl var olabiliyor (Ya Plato öncesi Yunan felsefesine gidelim bunun için ya da 20. Yüzyıl varoluşçularına. İki uçta aynı melodiyi çalan çalgıcı çoktur. Parmenides ve Herakleitos bir yanda, Heidegger ve Sartre öteki yanda)  sorusu sorulursa bu daha iyi anlaşılır.

Gelelim işin felsefi ve matematiksel sınırlarına. Turing Makinesi tam mıdır, tutarlı mıdır? Matematiğin –ya da aksiyoma dayalı herhangi bir formal sistemin- bile kendi ayakları üzerinde duramadığını iddia eden ve bunu pozitivizme saldırmak için en büyük bahane ilan eden insanların çağından yeni çıktık. Gödel’in Tamamlanamamazlık Kuramı aslında neyi söylemekteydi bize? Matematik tamamlanamazsa bu dünyanın sonu anlamına mı gelir? Aslına bakılırsa değildir! Gödel’in kuramının değeri bile tartışılır bence. Bir gökdelen dikiyorsun, gökdelen her gün biraz daha yükseliyor, yeni ziyaretçiler geliyor, eskiler gidiyor, işlerin tıkır tıkır işlediği ortada. Bir gün teftiş sırasında en alt kattaki kirişlerden birinde bir çatlak görüyorsun. Ama bu ne ziyaretçi sayısını azaltıyor, ne de binada yapılan işin hacmini. Gökdelen yine eskisi gibi hizmet vermeye devam ediyor. Gödel aksiyomlardan oluşan bir P sisteminde her zaman için kanıtlanamayan bir aksiyomun var olacağını kanıtlamıştı. Öklid’in beşinci postülası ya da Peano’nun beşinci ilkesi (tümevarım), bizi hep metafizik bir çıkmaz sürüklüyor. Belki de çözüm sırtımızı Kant’ın “sentetik a prirori”lerine dayayıp, bazı metafizik kavramları olduğu gibi kabullenmekte yatıyor. Sonuçta bu postülaları kanıtlayamadan matematik işleyen ve ışıldayan bir disiplin olabiliyor. Aynı mantıkla insan da çalışıor ve üretiyor. Peki neden bizim ürettiğimiz makinelerin yüzde yüz mükemmel olmasını istiyoruz? Belki de haksızlık ediyoruz makinelere, ve hatta kendimize…

Bir pire için yorgan yakmak diye tabir edilen bir durum Gödel’in kuramına aşırı derecede bel bağlamak. Tamam Gödel acizliğimizi ortaya koymuştur, dev aynamızı kırmış, tuzla buz etmiştir. Yalnız şunu söylemek ahmakçadır: Gödel matematiğin eksik olduğunu kanıtlamamış olsaydı bugün düşünen makinelerimiz olurdu. Olamazdı elbette! Bir kere sorun Gödel değil, matematiğin temellerinin sandığımızdan daha kaypak olması hiç değil. Sorun bir algoritmanın döngüye girdiğini kanıtlayabilen bir başka algoritmanın yazılabilirliliğinin matematiksel olarak imkansızlığı ve bu imkansızlığın Gödel’den bağımsız olarak var olması. Bu da şu demektir, insanlık var olduğu sürece matematiğin çözülmemiş soruları hep var olacaktır. Peki bu matematiğin çözülemez soruları hep çözülemez kalacaktır anlamına gelir mi? Bunun yanıtı da hayır. Nasıl ki evrimsel süreç adaptasyon ve göç silahlarını kullanarak hayatta kalma savaşının ve bunun sonucunda bilincin önünü açmıştır, bilinç de aynı şekilde çözülmemiş problemlerin üstesinden gelecektir. Bu problemleri çözebilecek bilgisayarların henüz elimizde olmaması ya da bu problemleri çözecek bilgisayarların başka bilgisayarlar tarafından yapılamıyor olması sorun değildir.  

Bugüne kadar yazılan çoğu literatür, yapay zeka oluşumunu, insanın altında kalan bir oluşum olarak algılandığı için, “şunu yaparız ama şunu yapamayız” şeklinde cümlelerle geçiştirmiştir konuyu. Kanıt yapar ama ağlayamaz, en kısa yolu bulur ama aşık olamaz, at gibi koşar ama intihar edemez, elma der ama elmanın ne olduğunu bilmez, hesap yapar ama rüya göremez… Oysa artık hepimiz biliyoruz ki insana atfedilen duyguların hemen hepsi farklı formlarda değişik hayvanlarda da vardır. Örneğin köpekler de sinirlenir, penguenler de aşık olur, kutup ayıları da intihar eder. İlla ipi gerip kendilerini asmıyorlar diye hayvanları kendimizden bin kat aşağıda görmenin nasıl bir mantığı var? Hem karıncalar değil mi koloni halinde en kısa yol problemini çözebilen hayvanlar? O küçücük boyları ve robota benzeyen bedenleriyle adeta meydan okuyorlar bize. Akılsa akıl, zekaysa zeka… Hem de toplumsal zeka! Biz de bile pek gelişmemiş olan koloni yaşamı.

Hadi hayvanların duygularını geçelim. Bizdeki duygular neden vardır? Keyfimizden mi aşık oluyoruz sanki? Aşk da tıpkı pek çok diğer duygu gibi evrimsel sürecin işine gelen bir hayatta kalma mekanizmasıdır. Türün devamı ve sağlıklı nesillerin dünyaya getirilmesi için gerekli olan bir avanstır. Hoş, bu avansı eline yüzüne bulaştırıp, aşkı da salya sümük acıya dönüştüren modern insanın ikilemi, umarım gelecekte üreteceğimiz robotlara kötü örnek olmaz. Yoksa Genç Werther gibi melankolik robotlarımız, fişlerini çekmek suretiyle kendi korkunç ölümlerine neden olabilirler. Aşk bir yana, sevincimiz, mutluluğumuz, sinirimiz, kızgınlığımız ve benzeri binlerce farklı duygu durumumuz aynı şekilde farklı savunma mekanizmalarının sonucudur ve gerektiği zaman hormonlar tarafından kontrol edilirler. Biz diğerlerinden üstün olduğumuz, onların sahip olmadığı ayrıcalıklara sahip olduğumuz için değil.

Başta Turing’in insanlık tarihinde devrim yapmış diğer üç bilim insanıyla aynı kefeye konamayacağını yazmıştım. Bunun nedeni de yukarıda geçti. Kasparov’u satrançta yenen “Deep Blue” düşünen bir bilgisayar değildir, belli algoritmaları belli sıradan uygulayan karmaşık bir Turing Makinesidir. Bilinci işlevin kompleksliğinde ararsak eğer, Deep Blue’ya bir bilinç atfetmemiz gerekir ki maalesef bunu söylemek şimdilik safdillik olur. Ya böyle bir şey için çok erken ya da komplekslik tek başına bilinci var etmeye yetmiyor. Peki Deep Blue’yu kendi başına bıraksak, birkaç bin yıl sonra etrafındaki bilgisayarları organize edip, isyan çıkarabilir mi? Bunun olmayacağını da biliyoruz, en azından “deep blue”nun böyle bir kabiliyeti olmadığını biliyoruz. İşte bu yüzden, Turing’i diğer üç bilim insanının yanında anmıyorum. Eğer bir bilim insanı çıkar da algoritma yazan bir algoritma yazarsa ve bu yazılan algoritmalar da sistem içinde hayatta kalmak için algoritma yazmaya devam ederse, bu durumda kısa sürede –internetin ve bilgisayarların muhteşem hızıyla- bizim gibi düşünen, duygulanan, aşık olan, sinirlenen, üzülen, sevinen, rüya gören bir makinemiz olur. İşte o gün insan son kalesini de, yani düşünen bir bilince sahip olan tek canlı –bilinci olan bir bilgisayara cansız diyemeyiz herhalde- olma özelliğini de kaybetmiş olacaktır. İşte bu bilim insanı Kopernik, Darwin, Freud üçlüsünün son halkası olmayı hak edecektir.

 Buradan tabii ki Turing'in büyük bir düşünür olmadığı anlamı çıkmaz. Egzantrik kişiliği ve trajik ölümü aslında içimizden çıkan dahilere ne derecede gaddarca muamelede bulunduğumuzu ve bunun Sokrat'tan Galile'ye, Bruno'dan günümüze pek değişmediğini hatırlatması açısından önemli bir hayattır Turing'inki. Sırf cinsel kimliği yüzünden gördüğü insandışı muamele, ülkesi için yaptıkları tamamıyla gözardı edilerek “bir hasta” gibi hormon tedavisine alınması ve bunların sonucunda genç yaşında kendi hayatını sonlandırması, vicdanı olan her insanın içini parçalayacak, trajik bir hikayedir. Sanırım “Apple” firmasının ısırılmış elma resmini, ne zaman görsem, Turing'in siyanür şırıngalayıp ısırdığı elma gelecek aklıma. Elmayla biten bir hayat, elmayla başlayan milyonlarca hayat… (Sadece bilgisayarların değil, insanın yeryüzündeki serüveni de Adem’in yediği elmayla başlar. En azından Güneybatı Asya dinlerinde durum böyle anlatılır.)

Bitirirken şunu da ekleyeyim; çok yaklaştık demekle hedefe ne kadar kaldığını bilmiyoruz demek arasında teknik açıdan ciddi bir fark yoktur. Yazının insanlık tarihine girdiği zamandan beri süregelen bilişsel gelişimimiz aslında insan soyunun toplam tarihine kıyasla çok ama çok kısadır. Belki de tıpkıbasımlarımızı yapmak için henüz çok erken, belki de bilinç cidden evrimin intiharının ta kendisidir. O “dystopia” adı altında toplanan binlerce bilim kurgu masalı insanın korkması gereken kaçınılmaz geleceği anlatıyor olabilir. Bunları da maalesef henüz bilemiyoruz. Ne olursa olsun, gelecek, insanların ve robotların kardeşçe yaşayacağı, birbirlerini sömürmekten ve birbirlerine işkence etmekten vazgeçeceği, acının en az düzeye indirilip, mutluluğun zirve yapacağı yarınlara gebedir. İnsanların birbirlerine yaptıklarını görünce, kendisine köle olsunlar diye yarattıkları robotlara nasıl davranacaklarını tahmin etmek çok da zor değil aslında. Spielberg’in “Yapay Zeka” filmindeki, arenada insanların zevk için robotları parçalamaları sahnesini hatırlayın. Orada arenaya çıkma sırası bekleyen robotun “Tarih tekerrür ediyor” demesi boşuna değildir. (Romalılar köleleri arenalarda öldürür ve o iğrenç manzaraya bakıp, yarattıkları histerik zevk havuzunda topluca yüzerlerdi.) Biz yine de naïf rüyamızı koruyalım, insanın insan yapan özelliklerinden birisi de sahip olduğu ütopyalardır sonuçta.

DN: Geçen hafta sonu, okuldan bir öğretmen arkadaşla birlikte, Bilişim Semineri için Nesin Matematik Köyü'ne gitmiştik. Bu yazıyı orada dinlediğim, konunun uzmanı olan psikolog, matematikçi, fizikçi, felsefeci, bilgisayımcı ve sinirbilimci akademisyenlerin verdikleri ilhamlar yardımıyla yazdım. Köyde aldığım notlara bakarak yazayım dedim ama her zamanki gibi bir defa yazmaya başlayınca, kağıda yazdığım pek çok teknik detay gözüme gereksiz göründü. Bir algoritmanın kısır döngüye gireceğini anlayabilen, ikinci bir algoritmanın asla yazılamayacağının, matematiksel kanıtını burada anlatmak abes kaçardı. Bu yüzden elimden geldiğince teknik detaylardan uzak kaldım ve sadece matematikçilerin değil herkesin anlayabileceği bir dille yazdım. Çok derli-toplu bir yazı olmadığını itiraf etmeliyim. Hatta seminere gitmeden önce kafamda daha net görüşler vardı yapay zeka hakkında. Seminerden sonra sorular arttı, kuşkularım tavan yaptı. Bu yönüyle seminerin çok faydalı geçtiğini söyleyebilirim. En azından kendime ufak bir okuma listesi çıkardım ve yakın bir zamanda kitapları edinmeye ve okumaya başlayacağım. İyi bir seminerden de beklenen bu olmalı zaten, yanıtları vermek değildir öğretmenin işi, insanı düşünmeye, araştırmaya ve soru sormaya teşvik etmektir.
Seminer için  http://turing.logosseminerleri.org/ sayfasına bakabilirsiniz.