Bu Blogda Ara

24 Eylül 2023

Metafizik Bir Varlık Olarak Bilinç


 

Bu sabah balkonda bir yandan kahvemi içip bir yandan da Saffet Hoca’nın “Madde ve Mana”sını okumaya tekrar başlarken -bu üçüncü olmalı- aklıma bir soru geldi. Kitabın 17. Sayfasında şöyle demiş Saffet Hoca: Ateizm, delillendirilmemiş bir sav olamayacağı şeklinde özetleyebileceğimiz tutarlı bir genel epistemolojik tutumun makul bir uzantısıdır. Demek ki teizmle ateizm epistemolojik açıdan simetrik değildir. Bunu söyledikten sonra karşı görüşü de dile getiriyor ve sözü bir teiste veriyor: Ama bu katı şüpheci epistemolojik tutumunuzda ısrar ederseniz sizi dişinizin ağrıdığına bile ikna edemem. Şimdi benim dişimi, sinir sistemimi inceleyebilir, orada geçen olayları açıklayabilirsiniz. Ama benim diş ağrım incelediğiniz o nöral olaylar değil benim öznel deneyimimdir. Eğer bir doğa olayı olarak bile olsa benim diş ağrımı incelemek istiyorsanız öncelikle benim beyanıma inanmanız gerekir. Çünkü başkalarının bir öznel deneyimi, bir iç yaşantısı olduğunu delillendirmemizi sağlayacak hiçbir olgu durumu bilmiyoruz henüz.

Bu iki argümanı okuyunca aklıma ister istemez dişinin ağrıdığına inandığımız arkadaşımızın beyanıyla Tanrı’nın var olduğunu iddia eden arkadaşımızın (aynı kişi de olabilir bu arkadaşlar) beyanları arasındaki koşutluklar geldi. Öyle ya, eğer bir dişçi kendisine gelen hasta adayına şikâyetiniz nedir diye sorsa ve yanıt olarak “dişim ağrıyor” cümlesini duysa, tutup da hasta adayından bilimsel kanıt istemeyecektir. “Ağzını aç, bir bakayım” diyecektir. Sonrasında elindeki aletleri kullanarak hangi dişin ağrıdığını tespit edip -bu konuda belli bir güven aralığında emin olup- uygun tedaviyi hastaya izah edecektir. Bu durum, yani ağzın bir köşesinde gördüğü apse yapmış diş, dişçinin işe girişmeden önce hasta adayına inanmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Hasta adayına inandığı için ona “Ağzını aç” der. İnandığı için değerli vaktini hasta üzerinde harcar. Karşısındaki insanın acı çektiğini düşündüğü için ve bir o kadar da kazanacağı parayı hesaplayabildiği için tedaviye girişir. Oysa hasta adayı baştan sona kadar hep yalan söylemiş olabilir. Belki dişçiyle yakınlaşmak için, belki belli bir takım sırları ondan öğrenmek için, belki de dişçinin güzel sekreterinin telefon numarasını elde etmek için uydurmuştur yalanı. Bütün bunlar dişçinin, hastanın -ya da yalancı hastanın- söylediklerine inanmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Zaten inanmış olduğu için tedavi sürecine başlamıştır. Şimdi şöyle bir durup dişçinin, dişinin ağrıdığını iddia eden kişiye neden inandığı sorusuna odaklanalım.

Dişçi, tıpkı hastası gibi bir insandır insanların toplum olarak yaşayabilmeleri için birlikte yaşadıkları diğer insanlarla ortak bir takım değerleri, ortak bir takım hisleri paylaşmaları gerekmektedir. Toplumla aynı fikirde olmaları gerekir, benzer temayüller göstermeliler demiyorum. Lokantada karşı masada oturan kişinin de tıpkı kendisi gibi bir bilince sahip olduğuna inanması gerekir. Yani, karşı masada oturan adamın da içinde bir “ben”in olduğunu ve bu “ben”in sayesinde hayatını idame ettirdiğine inanır. Bu inanç olmasaydı, kendimiz dışındaki tüm varlıkları kendimizden düşük seviyede görür, onları amaçlarımız uğrunda fütursuzca kullanmaktan -hayvanlara yaptığımız gibi- çekinmezdik.  Temelleri Descartes'ın akıl-beden düalizmine kadar gidecek olan bu düşünsel yarık, bana bazen Avrupacı sömürgeciliği temellendiren bahanelerden birisi olarak gelir. Ayrı bir konu olduğu için şimdilik atlayacağım.

Karşımızdaki insanın içinde de, ona her an nasıl hareket etmesi gerektiğini söyleyen bir bilincin var olduğuna dair olan inancımız topluluk olarak yaşamanın ilk ve en temel şartlarından birisidir.  Aksi halde ne sorumluluk duygumuz olurdu ne de kendini güvende hissetme lüksümüz. Kaldırımda yürürken karşıdan gelen insanın bize saldırmayacağını, bizi yere yatırıp bıçaklamayacağını, yine aynı bıçakla beynimizi çıkarıp yemeyeceğini, ya da bize tecavüz etmeyeceğini onun da bizimkisi gibi bir bilince sahip olduğuna inanarak büyük bir oranda garanti altına alırız. Çünkü, böyle olmasaydı onun da bizden korkması, bizimle karşılaşmakten çekinmesi ve doğal olarak da toplumsal yaşamın pratik anlamda olanaksız hale gelmesi gerekirdi.

Buradan yola çıkarak şu sonuca varırız: Eğer başkalarının beyninin içinde de kendilerine neyi nasıl yapmalarını ya da yapmamalarını söyleyen bir bilincin var olduğuna dair inanç, insanların toplum olarak yaşamasının, “başka” ile ilişki kurmasının en temel koşuludur, bu durumda bu koşulu ortadan kaldırdığımızda, toplumu da ortadan kaldırmış oluruz. Nasıl ki cebir de eşitliğin her iki tarafına aynı sayıyı ekleyebiliriz kuralını çiğnersek ya da bu kuralın varlığını inkâr edersek, ortada cebir diye bir disiplin kalmaz, aynı şekilde parkta yanınızda oturan yaşlı amcanın tıpkı sizin gibi bilinçli bir varlık olduğuna inanmayı bırakırsanız, ortada toplum diye bir şey kalmaz. Toplumun olmadığı yerde de ne halk sağlığı, hastaneler, doktorlar vb adlar verdiğimiz dev kurumlar kalır ne de onların mevcudiyetinin müsebbibi olan ve her daim şurası burası ağrıyan hastalar.

Demek ki dişim ağrıyor diye kliniğe başvuran bir hastanın bu şikâyetine inanmamızın, birbirinin ardılı olan iki temel nedeni varmış.

1.       Dişçi karşısındaki hastanın kendisi gibi bir insan olduğunu görür görmez anlar. Kendisi de diş sahibi bir insan olarak mutlaka hayatının bir safhasında diş ağrısı çekmiş, birkaç geceyi yatakta kıvranarak geçirmiştir. Dolayısıyla hastanın şikâyetine inanırken bu bağlantıyı kurar. O da bilinç sahibi bir insan olduğuna göre, tıpkı benim deneyimlediğim ağrıya benzer -belki daha şiddetli belki daha sakin- bir ağrıdan yakınmaktadır. Bu çıkarsama bir inanç gibi görünse de kişisel deneyime dayanır çünkü dişçi ağrının ne olduğunu bilir, karşısındaki hastayı ne hale getireceğini de bilir. Yine yapacağı anlık gözlemlerle de hastanın ifadesini doğrulayabilir. Örneğin, dişi ağrıyan birisinin hareketleri belli bir takım kategorilere sığacaktır. Canı sıkkın olur, sessiz olur, ağrıdan inler, kalabalıklara karışmak istemez, uykusuz ve yorgun olur, ikide bir sağdan soldan duyduğu şifalardan -tuzlu suyla gargara, karanfil çiğneme vb- medet umar. Bu işaretler de dişçinin inancının güçlenmesini sağlar. Dolayısıyla, “dişim ağrıyor” argümanı tamamıyla yanlışlanamaz, çürütülemez bir argüman değildir. Tıpkı “Seni seviyorum” ifadesi gibi bu cümleyi sarf eden kişinin diğer eylemleriyle desteklenmesi gerekir. “Seni seviyorum” dediğiniz kişiye şiddet uyguluyorsanız, onu mutlu etmek için en ufak bir çaba bile göstermiyorsanız, onu aklınıza bile getirmiyorsanız, arada bir sevginizi ifade edecek simgesel davranışlar sergilemiyorsanız; karşınızdaki kadının / erkeğin bir süre sonra size inanmamasını anlayışla karşılamanız gerekir. Sonuç olarak aşk da kişisel bir deneyimdir ve çiftlerin birbirlerine güvenlerine / inançlarına dayanır.

 2.       Tüm bu inançların temelinde milyonlarca yıl önce yapılmış yazısız ve sözsüz toplumsal bir sözleşme vardır. O da karşımızdaki insanın da kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden ve bu hareketleri yapmasını kendisine söyleyen bir bilinç tarafından idare edildiği inancıdır. Bu öylesine kadim ve güçlü bir inançtır ki sadece medeniyet dediğimiz abideyi değil Amazon’un derinliklerinde yaşayan kabileleri bile bir arada tutar. Hatta, sadece insan topluluklarını değil, Afrika’da sürü halinde gezen zebraları ya da hep birlikte avlanan aslanları da yaşam savaşında avantajlı hale getirir. Sonuç olarak bir aslan da başka bir aslanı gördüğü zaman, bir zebrayı görmüş gibi davranmaz. Onun bir aslan olduğunu bilir, onun da karnını doyurmak için mücadele verdiğini ve bu uğurda aşırılıklara gideceğini anlar. Ya onunla ilerideki potansiyel işbirlikleri için dostluk kurar ya da avını paylaşmamak için onunla kavgaya tutuşur. Dolayısıyla, topluluk olarak yaşamanın ilk kurallarından birisi -bu ister insan ister hayvan olsun-, karşındakinin topluma kabul edilebilirliğini sağlayan bir bilinçlilik durumunun varsayımıdır. “O da bizden, bizim gibi düşünüyor, bizim gibi yiyor, içiyor, avlanıyor, çiftleşiyor, bebeğine bakıyor, yaşlanıyor ve ölüyor, olduğuna göre, bizimkisi gibi bir bilince de sahip olmalıdır.” inancıdır. Eğer bu inancın altını oyarsak, onu ortadan kaldırırsak toplumdan söz edemeyiz. Sadece toplumdan da değil, toplumsal yaşamla gelen tüm kavramlardan vaz geçmemiş gerekir. Aşk, dostluk, devlet, meslek, para, bilim… Aklınıza ne gelirse, günlük hayatta kullandığımız kavramların tümü bir anda küle dönüşür.

Yalnız burada şunun altını çizmekte fayda var. Zamana ve doğal afetlere meydan okuyan insan topluluklarının var olması için karşındaki insanın bilincinin var olduğuna inanmak bir önkoşuldur derken asla böylesi bir bilincin var olduğunu kanıtlamış olmuyorum.* Söylemek istediğim şey, böylesi bir bilincin varlığından bağımsız olarak, onun varlığına inanmanın toplumun üzerine inşa edildiği en temel sütunlardan birisi olduğunu iddia ediyorum. Nasıl ki para, biz onu değerli olarak gördüğümüz ve bu inanca sahip çıkan insanların sayısı arttıkça anlam kazanan bir toplumsal araçsa, insan bilinci de -en azından pragmatik bağlamda- bir araçtır. Bilincin var olup olmadığı tartışılabilir, ne olup ne olmadığı da, ama karşımızdaki insanın bilinçli olduğuna dair inanç tartışılamaz, o inanç bu yazıyı yazmamı sağlayan medeniyet de dahil olmak üzere insanın dünyadaki varoluşunun -biyoloji dışı varlığının- temelindedir. Nasıl ki parayı ortadan kaldırdığımızda -adını ne koyarsanız koyun, benzeri bir şey yaratmak zorundasınız- uygarlık çöker, nasıl ki “zaman” kavramını yok saydığınız anda şehirlerde hayat durur, aynı şekilde karşınızdaki insanın bilinçli bir varlık -onun içinde de ona ne yapacağını söyleyen bir “ben”in var olması- olduğuna dair inanç benzeri bir metafizik gereklilik taşır.

Bu kadar laftan sonra nihayet bana bu yazıyı yazdırtan soruya gelebildim: Madem ki öyle ya da böyle günlük hayatımızı şekillendirmemiz için belli bir takım şeylere herhangi bilimsel bir dayanak bulmadan inanmamız gerekiyor, o halde Tanrı inancını neden aynı kategoride incelemiyoruz? Öncelikle soruda semantik bir hata olduğunu belirteyim. Günlük hayatta inandığımız şeyler pratik amaçlara hizmet eden ve çabucak sınanıp işe yarayıp yaramadığı anlaşılan ve eğer işe yaramadığı anlaşılırsa toplum tarafından kısa sürede unutulan şeylerdir. Arkadaşınızla randevulaşırsınız. onun saat 8'de lokantada olacağına nanırsınız. Baktınız gelmiyor, bir daha da o arkadaşınızı arayıp sormazsınız. Ölmediyse ya da çok kötü bir kaza geçirmediyse, onun zaten hiçbir zaman arkadaşınız olmadığını öğrenmiş olursunuz. TL'nin bir değerinin olduğuna inanırsınız. Oysa geçen ay iki kilo patates alan para  bugün bir kilo patates alabiliyorsa ona inancınızı yitirir, elinizdeki tüm TL'yi daha istikrarlı olduğunu düşündüğünüz Amerikan Dolarına ya da altına yatırırsınız.  Şimdi, din dediğimiz, insanların hayatlarına anlam katan mefhumun toplumların büyük bir çoğunluğu için ne kadar faydalı olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Burada dinin sosyopsikolojik harc-ı alem yönlerini ele alıp, onun toplumlar için neden kaçınılmaz bir öneme haiz olduğunu anlatmayacağım. Okumak isteyen, bu konuda yayımlanmış yüzlerce kitaptan birisini alıp okuyabilir, ya da internetteki videolardan birisini açıp izleyebilir. Benim derdim dinle değil zaten, Tanrı inancıyla ve bu yazıda dinin toplumlar için gerekliliğini değil de Tanrı inancının gerekliliğini tartışmaya çalışıyorum. Benim anladığım geniş tanımıyla din** insanlık tarihi boyunca hep var olmuştur, değişip dönüşerek günümüze kadar gelmiştir, bugünden sonra da yine farklı şekillerle ve içeriklerle insanın aczinden, zayıf iradesinden, bedeninin çaresizliğinden, yalnız kalma korkusundan, hayatı boşa yaşamışım duygusundan, ölüm sonrasında başına geleceklerden ve benzeri pek çok başka varoluşsal kaygıdan doğan kadim yaralara, başka hiçbir bilimin ya da sanatın yapamayacağı derecelerde  merhem olmaya devam edecektir. Rasyonel dünya varlık karşısında yalnız ve çaresiz kalan insanın ihtiyaçlarını karşılayamadığı için insan eninde sonunda, deneyimsel evrenin çeperlerine kendisi için bir delik açıp, o delik aracılığıyla irrasyonel dünyayı kendi hayatına sokar, bu sayede rahatlar, delirmekten veya intihar etmekten kurtulur. Buna ister kahve falı deyin, ister kanatlı ata binip Tanrı ile yüz yüze görüşmeye giden peygember deyin. Birinin diğerinden daha az inananı olması ya da devlet otoritesi tarafından daha az destek görüyor olması onun daha değersiz olduğunu göstermez. 

Din konusunu bir tarafa bıraktığımıza göre asıl konumuz olan Tanrı'ya gelebiliriz. Karşımızdaki kişinin bilincinin varlığını kanıtlayamamız nasıl ki çok bir şey ifade etmiyorsa, Tanrı'nın varlığını kanıtlayamıyor oluşumuz da çok bir anlam ifade etmemeli. Ya da modern teistlerin ifade ettikleri şekilde yazarsam, madem Tanrı'nın varlığını, sırf kanıt olmadığı için kabul etmiyorsun, o halde dişim ağrıyor dediğinde de etrafındaki eşinin dostunun sana inanmamasını doğal karşılamalısın. Sonuç olarak dişinin ağrıdığının da başkaları göz önüne alındığında bir kanıtı yoktur. 

Öncelikle şunu söyleyeyim ki bu argüman birdan fazla yönden mantıksal yanılgı (logical fallacy) içermektedir. En başta yapılan analojide her iki inancın aynı olduğu farz ediliyor. Karşımızdaki kişinin bilinci olduğuna neden inanmamız gerektiğini yukarıda uzun uzun izah ettim. Aynı gereklilik Tanrı inancı konusunda yoktur, tarih boyunca da hiç olmamıştır. Tanrı inancının olmadığı toplumlar da bireyler de gayet huzurlu bir şekilde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Hatta, İbrahimi dinlerdekine benzer bir Tanrı inanışının olmadığı Çin, üç bin küsur yıllık tarihiyle hem dünyanın en kadim medeniyetlerinden birisidir hem de günümüzde yakaladığı huzurlu / barışçıl toplum imajıyla diğer ülkeleri gıpta ettirmektedir. Yani, Tanrı inancı hiç de öyle sanıldığı gibi gerekli bir inanç değildir. Onun yerine ikame edilebilecek ve toplumu / bireyi kontrol altında tutacak pek çok başka dinamikler üretilebilir. Ayrıca konu bireyler olunca de bu görüş tökezlemektedir. Tanrı inancının yaygın olduğu ülkelerde bile ateistler, teistlere nazaran sistematik anlamda daha huzursuz, daha suça eğilimli, daha mutsuz ve umutsuz değildirler. Pek çoğu hayatı anlamlı yaşamak için tıpkı teistler gibi aile kurarlar, bilimle ve sanatla uğraşırlar, eğitime önem verirler, spor yaparlar vs.  


Devam ediyor.

* Bu cümleyi yazarken aklıma şu soru da geldi. Benim kendi kendime düşünürken "Ben bilinçli bir varlığım." dememin ne anlamı var? Daha doğrusu kime ne faydası var? Belki de insanı evrimsel açıdan güçlü (fittest) yapan şey bilinci değildir de başkalarının da kendisi gibi bilinçli olduğuna duyduğu temelsiz inançtır. Medeniyeti bilinci üzerine değil, bu metafizik kavram üzerine inşa etmiştir. Üzerine düşünmeye, kafa yormaya değer bir düşünce nüvesi gibi görünüyor. 


** Üç temel özelliğiyle dinlerin ortak noktalarını ele alabiliriz. 1. Bireye sınırları keskin çizgilerle çizilmiş, kaynağı bilimsel olmasa da makul denilebilecek bir yaşam doğrultusu / yönelimi / değerler kümesi önerir, çoğu zaman bu önerileri cezai yaptırımlarla garanti altına alır. Periyodik ritüellerle bu yaşam biçimi bireye sürekli hatırlatılır. İmanın soğuması, azalması engellenir. Bireyin toplumun değerlerinden kopması istenmez. 2. Toplumsal düzenin korunması hususunda otoritelerle işbirliği yapılmasını salık verir, itaat ve sadakat kültürünü teşvik eder. Mikro düzeyde ve makro düzeyde bu hiyerarşiyi korumaya çalışır. Genelde halk üzerinde politik bir güce kavuşur. Güneybatı Asya ülkelerinde otoriteyle can ve kan bağı kurar, etle kemik gibi olur. 3. Bu hayatı (bedeni ve bedenin çektiklerini) geçici bir serüven olarak görür ve asıl kurtuluşun bu hayattan sonraki hayatta (cennette, köprünün öteki ucunda, bahçede, meditasyon sonrasında, tapınak hayatında vb) olduğu iddiasıyla insanlara adaletsizlikler ve çaresizlikler karşısında güç verir, onların hayata tutunmalarına destek verir, geride kalanlara umut verir. Bu üç temel özellik ele alındığında Konfüçyüsçülük ve kurumsallaşmış Budizm birer din olarak kabul edilebilir. Yine bu üç özelliğe göre bir dinin din olması için içerisinde mündemiş halde bir Tanrı inancı olması şart değildir. Konfüçyüsçülük ve Budizm temelde ateist (Tanrısız) dinlerdendir. Bu dinlere inananlar da eğer dinlerinin gereklerini yerine getiriyorlarsa benim tabirimle "ateist dindar"lardır.

18 Eylül 2023

Roman Sanatı ve İnsan


Bir roman* insana ne kadar benzerse roman sanatının hakkını vermek konusunda o derece başarılıdır. İlk okuyuşta akla gelebilecek iki yanlış anlama olasılığını ortadan kaldıralım önce. “Başarılı” derken kastettiğim şey çok satacağı, çok okunacağı ya da kendisinden çok söz ettireceği değildir. Başarılı roman vardır ki sessiz sakin yaşar, karanlık bir ormanın derinliklerinde yaz kış hiç durmadan usul usul şırıldayan bir dere gibi akar, tepeleri sisli bir dağın zirvesinde kar sularının beslediği bir gölet gibi bekler. Sadece kendisine muhtaç olanlara sunar ab-ı hayatını, sadece onun minerallerinden faydalanabilecek olanlara verir bünyesinde saklı cevherlerini, sadece o karanlık ormana girme cesaretini gösteren, o yüce dağa çıkmayı göze alan göçperestlere bahşeder sürekli başkalaşan zamanın ve mekânın çürütemediği nüvelerini.

Bir diğer yanlış anlaşılma da “insana benzeme” konusunda yapılabilir. İnsanı anlatırsa, insanı çevrelerse, insanı çözümlerse demiyorum, bilakis insanın kendisi gibi olursa diyorum. Yani; soluk alıp veren, yiyip içen, âşık olunca ayakları yerden kesilen, kalbi kırılınca tüm dünya karşısında kırılganlaşan, yaşının kemale erdiğini yaralarını saklama konusunda ustalaşmasından anlayan, cesaretlenince aptallaşan, aptallaşınca şirinleşen, şirinleştikçe utangaçlaşan, aklının üzerinde dikilince korkaklaşan, kalbinin derinliklerinde bir kamaşma hissedince yalnızlaşan, yalnızlaştıkça kendine doğru büzülen, küçülen, yavaşlayan ve nihayetinde pili biten bir saat gibi duran bir metabolizmadan bahsediyorum. İnsana ait tüm yücelikler ve zaaflar romanda da olmalı. İki ayağı üzerinde yürürken hem heybetini göstermeli hem de topallamalı. Eksik yanlarının bilincinde, onları kapatma yolunda iddialı ve cüretkâr olmalı. İnsan gibi olmalı derken, insana ait her şeye açık ve insana ait her konuda dürüst olmalı. İdeolojilerin tek renkli bayraklarının gölgesinde o bayrağın rengine bürünmeyeceği gibi bireyin acılarına, dertlerine, toplum içinde yer bulamayışına, ilerleyemeyişine, maruz kaldığı işkencelere sırtını dönmemeli. Genç bir insan gibi güzel olmalı mesela. Nasıl ki genç bir insan -oğlan ya da kız fark etmez- evinden çıkarken süslenir püslenir, saçına başına şekil verir, az biraz giyimine dikkat eder; roman da okuyucunun karşısına çıkmadan önce süslenip püslenmelidir. Gerekirse abartmalıdır -tabiat nasıl abartıyorsa!-; her kelimesinde, her cümlesinde, her paragrafında okuyucuyu baştan çıkarmak, onun göğsüne acısı yıllarca geçmeyecek bir yumruk indirmek, her akla geldiğinde sazlıklarda menevişleşen mehtapları anımsatmak için çabalamalıdır. Gözünün takıldığı her gözde bir arayış, teninin dokunduğu her tende bir ılıklık, sesinin ulaştığı her kulakta bir yakarış, bir seyahat, bir umut belirmelidir. Bu yüzden güzellik, yani tüm saflığıyla ve insancıllığıyla iyi bir romanın ilk ve en önemli koşuludur. Konusu, biçemi, savunduğu görüşü -insanlık düşmanı olmadığı sürece!- ne olursa olsun; güzel yazılmış bir metin eğer samimiyetle ve dürüstçe kaleme alınmışsa, kendisinden önceki büyük eserlerle aynı kefeye konmaya ve insanlığın kadim mirasına ortak olmaya hak kazanmıştır.

Okuyucu için yazılmaz bu yüzden iyi bir roman. Çünkü okuyucu kaypaktır, nankördür, hatta çoğu zaman zevkperest ve hercaidir. Okuyucunun zevk dünyası hesaba katılarak yazılan roman yazarın iç dünyasını ve onun yaşadığı çelişkileri değil de okuyucunun iç dünyasını yansıtmaya çabalar. Bunu yaparken hem samimiyetsizliğin dibine vurur hem de hakikati ıskalar. Yazar kendisinin beğeneceği, yıllar sonra bıkmadan usanmadan okuyabileceği, sadece ve sadece kendi yaralarına iyi gelebilecek bir merhem ortaya koyduğunda, o merhem insana benzemiş olur. Çünkü ancak bu durumda yazar, içinde bir değirmen taşı gibi uğuldayarak dönen ama dışarıya hiç ses vermeyen o yıllanmış düşüncelere özgür olma, kendi kendilerine var olma ve varoluş mücadelesini sürdürme hakkını vermiştir. Okuyucuyu mutlu etmek için (ticari) ya da bir yerlere yaranmak için (siyasi) yazılan roman sadece edebiyat sanatına değil, yazarın kendisine de hakarettir. Yazar, aslında kendisine ait olmayan bir metnin altına adını yazmış, imzasını atmıştır. Ölü doğmuş bir bebek, ufunetinden yanına yanaşılmayan bir mezbele yaratmıştır.

Nasıl ki bir insan sadece ve sadece bütünlüğüyle ele alınınca anlaşılabilir, yani her bir parçası -hareketi- o parçasını var eden bütünü kavranınca, bütünü de her bir parça tek tek dikkatle elden geçtikten sonra idrak edilebilir; iyi bir roman da sadece ve sadece ikinci okumayla anlaşılabilir. Çünkü sadece ikinci okuma sırasında birinci okuma sırasında akılda kalan bütünün hangi emeklemelerle, hangi harçla ve tuğlayla, hangi mozaiklerle, hangi sütun ve kolonlarla bir araya getirildiğini kavrayabiliriz. Bütünün, parçaların her bir işlevi tek tek anlaşıldığında kavranabileceği gerçeği ne kadar doğruysa; her bir parçanın anlamının da sadece ve sadece bütün yapı göz önüne alındıktan sonra makul hale geleceği unutulmamalıdır. Teşbihte hata çoktur ama bu durum bana en çok (0,1) aralığındaki gerçek sayı sayısının (1,∞) aralığındaki gerçek sayı sayısına eşit olmasını anımsatır. Güzellik sonsuzluğa açılan kapıdır; onunla karşılaşılan an, insanın yüzüstü yere kapaklanıp acz içinde tüm mevcudiyete müteşekkir olduğu, kendi müptezel varlığının sadece ve sadece bu göz kamaştırıcı güzelliğin bir parçası olarak algılanmasıyla anlam kazanacağını kavradığı andır. Oysa, sonsuz içinde sonsuz adet sonsuz vardır ki bu insanın başının üzerinde dönüp duran Kehkeşanın muammasını içinden çıkılmaz bir yumağa dönüştürür. Oysa, Mevlâna ne kadar kısa bir ifadeyle özetlemiştir bu girift bilmeceyi. “Sen okyanusta bir damla değilsin, bir damlanın içindeki kocaman okyanussun.” 

Bu noktadan bakınca zaten iyi bir romanın kadim insanlık sorunlarını çözmek ya da derin bir siyasi ayrımda taraf olmak için yazılamayacağı sonucuna da ulaşırız. Çünkü insanı var eden damla ile, damlaya sığan insan bir ve tek olan bir vücudun öğeleridir. Yazar kendisini parçalara bölüp, sonra o parçaları bambaşka bir ortamda bir araya getirerek yazmaz romanını. Bilakis, bütünü her parçada sağlam ve işlevsel tutarak başarır bunu. Ancak bu şekilde karikatür karakterlerle mesafesini koruyabilir. Ancak bu şekilde, doğmaktan başka çaresi olmayan bir bebek gibi doğar roman. İnsana benzeyen bir yönü de budur. Ana rahmine -yazarın zihnine- düşerken ileride neye benzeyeceğini kimse bilemez. Devrin çalkantıları ve yazarın içinden geçen deneyimler şekillendirir onun kaderini. Doğum vakti geldiğinde de bir dağın yamacından fücceten fışkıran pınar gibi doğar, hedefine doğru yol almaya başlar. Ve yine aynı nedenden dolayı, iyi bir romanda insanın hayatındaki her bir yönelim farklı karakterlerde, farklı olaylarda ve sahnelerde kendisini gösterir. Anna, Tolstoy'un arzularına söz geçiremeyen, aklıyla değil de kalbiyle yaşamak isteyen, toplumun yargılayıcı bakışlarını görmezden gelmek isteyen diğer Tolstoy'dan başkası değildir. Alexei, var olan düzeni korumanın gerekliliğine, başarının sadece disiplinle ve çok çalışmayla geldiğine, mevcut düzendeki geleneklerin haklı gerekçelerle geliştiklerine ve bu gerekçeler ortadan kalkmadan geleneklerin terk edilmesine göz yummak istemeyen Tolstoy'dur. Vronsky; güzele, gurura, cesarete düşkün, bunların eksikliğinde toplumun güçlü bir momentumdan mahrum kalacağını düşünen Tolstoy'dur. Levin, Tanrı'sız bir dünyada kurtuluşun olamayacağına inanan, sıradan insanın huzuru ve mutluluğu için kendisinden yüce, ulaşılamaz bir varlığa bağlanması gerektiğine inanan Tolstoy'dur...  Liste uzayıp gider ama sonuç değişmez. Tolstoy, Anna Karenina'daki her bir karaktere kendisinde olup -ya da olmasını arzuladığı- bir dünya görüşünü / yönelimi yansıtmış, nasıl ki kendi içinde birbirine tezat düşüncelerle mücadele etmişse, yazdığı romanda yarattığı karakterlerle de bu savaşı başkalarının da gözlemleyebileceği bir forma sokmuştur. 

Tüm bu rengarek haritayı içinde barındıran roman bu yüzden bir insandan farksızdır. Eski(meyen), eksikliği ve özlemi her daim hissedilen bir dost gibidir. Bu özlem, içine kar suyu kaçmış ayakkabının ıslaklığında sızım sızım sızlayan bir ayaktan farksızdır. Yıllar sonra elinize alıp, herhangi bir sayfasını açtığınızda onu yıllar önce okurken hangi gerekçelerle çok sevdiğinizi hemen anımsatır size. Üçüncü, dördüncü okumalarda asla pişmanlık vermez, bilakis arada geçmiş zamanda elde edilen yeni deneyimlerle bambaşka anlamlara bürünür. "Ahh" dersin kendi kendine, "On yıl önceki toyluğumla ve saflığımla ne anlamışım ki bu romandan. Hiçbir şey anlamamışım. İyi ki yeniden elime almışım." On yıl önce ruhunuzu nasıl sarıp sarmalamış, aklınızın ve kalbinizin muhtaç olduğu düşünceleri ve duyguları nasıl zerk etmişse bünyenize, bugün de, belki aynı yarıklardan, belki de neşterle yeni açılmış taze kesiklerden sızar içeriye. Bu yüzden imkânı olanlar gittikleri her yere götürürler iyi romanları. Bavulun bir köşesine sıkıştırırlar, "ne olur ne olmaz, ya yeni başladığım diğer kitap beni hayal kırıklığına uğratırsa!" diyerek.. Defalarca okunmaktan sayfaları tiftiklenmiş, kapağı pörsümüş, marjinleri sarı lekelerle taçlanmış olsa da o nüshayı özenle saklarlar. Kimseye ödünç vermezler, verdikleri zaman da geri alana kadar kitaplıkta geride kalan boşluğa, yeni çekilmiş bir dişin ağız içinde bıraktığı boşluğa bakar gibi bakarlar ve bir türlü huzura eremezler.   

Bu kadar laf salatasından sonra en sevdiğim  on iki romanı da sırasına dikkat etmeyerek yazayım:

1.       Huzur – Ahmet Hamdi Tanpınar

2.       Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı – Bilge Karasu

3.       Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar

4.       Kara Kitap veya Beyaz Kale - Orhan Pamuk

5.       İskenderiye Dörtlüsü – Lawrence Durrell

6.       Lolita veya Speak, Memory– Viladimir Nabokov

7.       Anna Karenina – Leo Tolstoy

8.       Dava veya Dönüşüm– Franz Kafka

9.       Atonement veya Saturday– Ian McEwan

10. In Cold Blood - Truman Capote

11. Kayıp Zamanın İzinde - Marcel Proust

12. Virgil'in Ölümü - Hermann Broch 

* Söylemeye gerek yok belki ama metin boyunca kullandığım "roman" kelimesi "hikâye" ile değiştirilse metnin anlamında ciddi bir değişiklik olmayacaktır. Kurgusal olan her metin az çok aynı amaca hizmet etmektedir ve yazarın dünyasını yansıtması açısından benzer bir işlevi yerine getirmektedir. 

                                                                 18 Eylül 2023 



13 Eylül 2023

İnsan Enkazı


Bu sefer tam teşekküllü hazırlıklıyım. Hong Kong’dan Shenzhen’a girerken yaşadığım o gurur incitici muameleye tekrar maruz kalmamak için çalıştığım kurumdan birkaç belge almıştım. Pasaportuma el koyup beni sorgulamak için bir kenara çektiklerinde bu belgeleri çarşaf çarşaf sereceğim önlerine. “Aha” diyeceğim, “çalıştığım okulun adını ve adresini içeren resmî belge, işte çalışma iznimin arkalı önlü fotokopisi, işte ikametgâh adresimi gösteren belgenin noter tasdikli tıpkıbasımı.” Onlar daha bana tek bir soru sormamışken ben onları ciddiyetle nedamet arasında gidip gelen bir kafa karışıklığının ortasına sürükleyeceğim. Pişman olacaklar bana bulaştıklarına. Unutmak kolay mı son gelişimde yaşadıklarımı? Çantamı açmışlar, tek tek tüm eşyalarımı çıkarmışlar, defterlerimi sayfa sayfa didiklemişler, kitaplarıma -tek kelimesini anlamadıkları halde- hastalıklı bir hayvana bakar gibi bakıp, rastgele açtıkları bazı sayfaların fotoğrafını çekmişlerdi. Daha öncekinde -Nanjing’de- ise bunları yaparken bir de yanıma omzu tüfekli genç bir er dikmişlerdi. Dertlerinin ne olduğunu hiçbir zaman anlayamadım, dertlerinin olup olmadığını da bilmiyorum açıkçası, hipotezlerim vardı sadece ve bu hipotezler büyük bir olasılıkla doğruydular. Ama hiçbirini test edecek veriye sahip değildim. O yüzden pek irdelemedim, üzerine gitmedim. Dost meclislerinde sarhoş kafayla hayıflanmak ve birkaç alakasız metnin içine eklektik görüneceklerini bile bile serzenişler eklemek dışında. Hakikaten de mesele bu muameleye neden maruz kaldığım değildi, bunun ne zaman sonlanacağı ya da en azından ne zaman hafifleyeceğiydi. Hong Kong’dan buraya gelirken bana yaşattıklarından sonra bir mesaj göndermiştim ilgili kuruma. 10 yıldır bu ülkede yaşıyorum, bu ülkenin gençlerini yetiştiriyorum; gençliğimi, enerjimi, entelektüel birikimimi bu ülkenin çocukları daha bilgili ve ahlaklı bireyler olsunlar diye harcıyorum. Siz de benim çalışmalarımı takdir etmiş olmalısınız ki 2019’da bana yaşadığım şehrin fahri vatandaşlığı unvanını verdiniz. Buna rağmen ülkeye her girişimde beni en az 1 saat bekletiyorsunuz. Ortada hiçbir neden yokken, vizem ve çalışma iznim tamken beni oyalıyorsunuz, birlikte seyahat ettiğim arkadaşlarıma mahcup olmama sebep oluyorsunuz…” gibisinden kısa ve öz bir şikâyet yazmıştım. Görmezden gelmeyip yanıt vermişlerdi. Neymiş efendim, bu sıradan bir prosedürmüş, her yabancının başına gelebilirmiş, rastgele seçiyorlarmış yolcuları, bana özel bir uygulama yokmuş, -istatistik öğretiyorum ben, kanar mıyım bu yalana!-, çok da kafaya takmamalıymışım. Ayrıca kamera kayıtlarına göre sadece 37 dakika kalmışım sorgu odasında… Sorgu odasına girmeden önce ve sorgu odasından çıktıktan sonra beklediğim süreyi saymıyorlar tabii. En az bir o kadar da dışarıda… Neyse ya! Oturup bir daha yanıt yazmadım bu resmi kuruma. İkinci bir iletiye yanıt vermeyeceklerini, verirlerse de bunun ilki gibi nezaket evreninin sınırları içinde kalmayacağını düşündüğüm için sanırım. İlkine yanıt vermeleri beni yeteri kadar şaşırtmıştı zaten. Ben resmi kurum olsam kılımı kıpırdatmazdım. İşte bu yüzden, şikâyet etme hakkımın sonuna geldiğimi düşündüğüm için, bu sefer hazırlıklıydım. Yüzlerine çarpacaktım elimdeki belgeleri, kafalarından aşağıya boca edecektim bu kâğıtları, sıkıysa bekletsinler, sıkıysa açsınlar çantamı, sıkıysa dokunsunlar çamaşırlarıma ve kitaplarıma… El mi yaman, bey mi yaman, göreceğiz!

Uçaktan inince önce tuvalete girdim. Çok da ihtiyacım yoktu aslında ama demek ki bilincimin inandığı şeye beynim inanmıyordu. Alttan alta “Ne olur ne olmaz Veli Hocam, sen yine tedbirini al. Bakarsın yine sorgu odasında, yanında getirdiğin kitapların hepsinin tüm sayfalarının fotoğraflarını tek tek çekene kadar bekletirler.” diye fısıldayan beynim. Sabahın erken saatleri olduğu için havaalanı pek kalabalık değil. Sınır polisiyle aramda iki yolcu var. İkisi de benimle aynı uçuştan. Onlar çabucak geçiyorlar. Ben bu arada sırt çantamı elime alıp, belgelerimi çıkarıyorum. Büyük an geldi çattı. Birazdan benim TC pasaportumu görecek, önündeki elektronik cihaza pasaportun kimlik kısmını okutacak, sonra veresiye defterine bakan bakkal gibi sayfalara üstün körü bakacak, oturma iznimin olduğu sayfayı parmaklarıyla yoklayacak, önceki ve sonraki sayfaları tekrar gözden geçirecek. Yanlış bir şey olmadığını anlayınca ikinci sefer pasaportun tüm sayfalarını -bu defa para sayan Kayserili bir tüccar gibi- tekrar tarayacak, bilgisayara tekrar okutacak, ekranda bir şeylere bakacak. Eeee, her şey hâlâ yolunda. Hiçbir sıkıntı yok. Pasaportu tekrar eline alacak, sayfalarına tekrar, bu sefer pul koleksiyonuna bakar gibi bakacak ve nihayetinde tüm bu işlemlerden sonra beyaz eldivenli eliyle yanındaki telefona uzanıp arkasındaki kulübede konuşlanmış olan âmirini arayacak. Oysa baştan belliydi âmirini arayacağı, kime ne caka satıyor anlaşılmaz ki! Ben orada 10-15 dakika bekleyeceğim. Ne bana bir soru soracaklar ne de benim sorduğum sorulara yanıt verecekler. Benim sorduğum her soruya “Sabırlı olun” diyecek pek vakur memur bey. Arkamda sıra olmuş olan yolcular bir süre sonra bıkıp başka sıralara geçecekler. Ardından da beni sorgu odasına alacaklar…

Öyle olacağından artık adımın Veli olması kadar eminim. Gerçek, sen ona ne kadar sırtını dönersen dön acı yüzünü sakınmıyor insandan. Ağrıyan diş sen onu ihmal edince kendi kendine iyileşmiyor maalesef, en iyi olasılıkla tehir ediyor ağrıyı. İltihap kapan yara mikrop öldürücü ilaçlar kullanmadan iyileşmiyor. Kangren eninde sonunda, sen onun varlığını inkâr etsen bile gelip buluyor zayıflayan bedenini. Bu düşüncelerle avuç içlerimin terlediğini duyumsuyorum. “Eyvah” diyorum, “Anlayacak benim ondan bir şey sakladığımı!” Hoş, gerçi ne sakladığımı ben de bilmiyorum! Yazarım ben, kimden ne sakladığımı bilsem yazar olabilir miydim hiç? Saklayacak bir şeyim olmazsa hikâye yazarı değil tarih yazarı olurdum. Öyle değil mi? Pasaportumu uzatıyorum. Genç polis memuru bir eliyle pasaportumu alıp diğer eliyle bilgisayarın tuşlarına dokunuyor. Dikkatle bana bakıyor, gözlüğünün camından yansıyan ışıkta üç bin küsur yıllık Çin tarihini görüyorum. “Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.” Kim demişti bunu? Bachelard mı? Oysa ben Qin Shi Huang Di’den beklerdim bu lafı. Medeniyetin temelleri seddi örmek ve kitapları yakmakla başlıyor. Üç bin küsur yıllık -kimilerine göre beş bin ama kimse bu fazladan eklenen bin küsur yılın nereden geldiğini açıklamıyor!- medeniyetin kesintisiz bir şekilde süregelmesinin sırrı bu işte. Felaketler kapıya dayanmadan tedbirini al, güvenliği her zaman için en yüksek seviyede tut, duvarları yükselt ki dışarıdakiler giremesin, kitapları yak ki geçmiş hatırlanmasın, ve kim ne derse desin şu gerçeği asla unutma: karnı aç özgürler karnı tok kölelerden daha tehlikelidir.

Evet, gözlüğün lensine vurup yedi renk halinde havaalanına dağılan ışık hüzmelerinde görebiliyorum tüm bunları. Polis memuru pasaportu bir kere daha elinde evirip çevirdikten sonra oturma iznimin olduğu sayfayı açıyor, bir pasaporta bir ekrana bir de bana bakıyor. “Shenzhen’da ne iş yapıyorsunuz?” diye soruyor bozuk bir İngilizceyle. Şaşkınlığımı saklayarak “Öğretmenim ben” diyorum. Neredeyse ömrümde ilk defa kekeleyeceğim… Memurun benim yanıtımda bir bit yeniği aramamasından cesaretlenip devam ediyorum. “Shuxue Laoshi”. Oysa hiç gerek yoktu böylesi bir şımarıklığa. Güzel bir kadın karşısında çenesini tutamayan ben, onu nasıl bıktırıyorsam bu memuru da… Şimdi hapı yuttum. Çince konuştuğuna göre sen Xing Jiang’lısın diyecek, pasaportun sahte diyecek ve beni sorgu odasına yollayacak. Yok, öyle olmuyor. Polis memuru benim Çinceyle verdiğim azılı mücadeleye gülümsemekle yetiniyor ve pasaportu rakibini yere çalan bir güreşçi gibi sırt üstü yatırıp uygun bir yere mührü basıyor. O mührü basıyor, benim ayaklarım yerden kesiliyor, kulaklarıma bir serinlik geliyor, ellerim boşalıyor. Elimdeki belgeler elimde ufalıp kar gibi yağacaklar neredeyse. Ne oldu şimdi? Bir oyun mu bu? Dalga mı geçiyorlar benle? Onlar dalga geçiyor mu bilemem ama havaalanının tavanındaki binlerce ışık kaynağının yerdeki yansımaları kumsaldaki yıldızlar gibi ayaklarıma dolanıyorlar, düşeceğim az kaldı, toparlıyorum kendimi ama başım dönüyor. Birazdan, ilerideki yürüyen merdivenlere varmadan beni durdurup, “Bir yanlışlık oldu beyefendi, bakar mısınız? Buraya geri döner misiniz?” diyecekler sanırım. Ben durmayınca başka polisleri salacaklar peşime, sonra yine yanağında tüy bitmemiş omzu tüfekli o askeri. Ne olur ne olmaz deyip hızlı adımlarla yürüyen merdivenlere ulaşıyorum, sonra da atıyorum kendimi merdivenlerin iki üç basamak aşağısına. Bundan sonra birileri fırça yiyecekse herhalde bu polis memuru olur, ben değil. Birazdan âmiri gelir, “O Türk öğretmeni niye öyle kolay geçirdin bakayım?” diye azarlar gencecik memuru. Açıkçası biraz üzülüyorum bu memur için. Benim yüzümden belki maaşı kesilecek, rütbesi tenzil edilecek ya da Himalayalar’daki Hindistan sınırına gönderilip sınırı beklemekle görevlendirilmiş kazlara bakıcılık yapacak. İyisi mi ben bir an önce bavulumu kapıp terk edeyim havaalanını…

Bavulu alana kadar aklım hâlâ bir yanlışlık olduğunda. İkide bir çaktırmamaya çalışarak merdivenlerin başına bakıyorum. Üniformalı birini görünce kalbim bir tık geç atıyor. Gözlerim bir merdivenlerde bir bavulları taşıyan kayışta. Neyse ki çok gecikmiyor bavulum, hiç açılmamış, içi kurcalanmamış. Aklımı yitirmeden havaalanından çıkıyorum. Bulduğum ilk arabaya binip adresi söylüyorum. Artık isteseler de bulamazlar beni. Onların kullanmamı istediği Didi programını kullanmadım. Ne hangi arabaya bindiğimi biliyorlar, ne de nereye gittiğimi. İstersem eve gitmeyebilirim. Nerede kalabilirim? Otelde kalamayacağıma göre bir arkadaşın evinde. Eeee, hiç arkadaşım yok ki benim. Neden yok acaba? Başka bir günün konusu bu. Arkadaşa ihtiyacım olmadığı içindir. O zaman bir köprü altına gider kalırım. Bir belgeselde görmüştüm. Shenzhen’a çalışmaya gelip kumarda tüm birikimlerini kaybeden pek çok eski işçi şimdilerde köprü altlarında yaşıyormuş. Ben de onlara katılırım. Peki ya sonra?!! Neler saçmalıyorum ben ya! Aklıma Durrell'ın Justine'de yazdığı cümle geliyor. "Yürminci yüzyılın sanatçıları kendilerine mutsuzluklar yaratma konusunda pek marifetlidir." Bu minvalde bir şeyler. Mutlu olsana be adam, hiçbir sıkıntı çekmeden sınırı geçtin. Daha neyin hesabını yapıyorsun? 

Gidiyorum işte, şoföre adresi söyledim, o da adresi telefonuna yazdı. Bundan sonra caymak yok. En güzeli şimdi rahatlayayım, eve varınca yapacaklarımı düşüneyim. Sıcak bir banyo, sonrasında kısa ama derin bir öğlen uykusu, ardından balkonda bol köpüklü bir Türk kahvesi… Ohhh, keyif bende. Neden boğuyorum kendimi bunca hafakanın içinde anlamış değilim. Bu kadar pimpirikli, bu kadar kuruntulu olmak zorunda mıyım? Gözlerim bir açılıp bir kapanıyor. Trafik de aynı gözlerim gibi. Kavşağın öteki ucunda yanıp sönen soluk lambalara bakarken arabanın camına düşen damlaları fark ediyorum. Ne de olsa yağmur mevsimindeyiz. Ekim ayına kadar sürer bu ani baskınlar. Damlaları sayıyorum önce, bir, iki, üç,… Sonra tüm cam kaplanıyor suyun bulanıklaştırdığı görüntülerle. Kaldırımlarda koşuşturan insanlar, kornaya yüklenen şoförler, her bulduğu aralıktan sızmaya çalışan mobiletler, yola devam mı edeyim yoksa bir köşede bekleyeyim mi diye düşünen kararsız bisiklet sürücüleri... Hakikaten de Çin’deyim artık. Şakası yok bu işin. Tamam, her şey iyi güzel de bu adamlar neden beni sorgu odasına almadılar? Ne değişti? Ben mi onlar mı? Üç bin yıllık kadim Çin medeniyeti değişmeyeceğine göre… Sorunun yanıtı bekledikçe daha da korkutucu hale geliyor. Büyüyor, kararıyor, isli bir duman gibi kaplıyor gözümün gördüğü her yeri. Gerçekten de ne oldu da sorguya çekmediler beni? Yoksa, yoksa, yoksa onlar da mı ümidi kestiler benden?

Bu düşünce kızgın bir tel gibi geçiyor içimden. Hadi ben ümidi kestim kendimden. Havluyu attım ringin ortasına. Yazıdan, düşünceden ve bu ikisinin birlikteliğinden doğan ne varsa hepsinden uzakta kalmaya ant içtim. Onlara ne oluyor? Onlar da mı aynı karara vardılar on senelik mücadelenin sonunda? Bu adamın bir bok yiyeceği yok dediler herhalde. Ne yazarlığından, ne öğretmenliğinden ne de sosyal hayatından dişe dokunur bir halt çıkacağı var. Çıkmaz sokaklarda kendi kendine oyalanan bir zavallı, çölde yolunu yitirmiş bir meczup, geçmişten yakasını kurtaramamış bir hayalperest dediler herhalde. Attığım her adımı takip eden hafiyeler, yazdığım ve okuduğum her mesajı gözden geçiren internet ajanları, evime gelip ilk iş olarak kitapların fotoğrafını çeken gazeteci kılıklı devlet görevlileri… Demek benden yana umudunuzu yitirdiniz. Amerikalı ya da İngiliz sarhoşlarla aynı kategoriye koymaya başladınız. İşte şimdi kalbimi kırdınız. Ne eksiğimi gördünüz de bir anda böyle yüz üstü bıraktınız beni? Neyi farklı yaptım. Tamam, son birkaç aydır doğru dürüst bir şeyler kaleme almadım ama aile durumları, okul işleri, siz de bilirsiniz işte. Ne yapayım? Gençken uzak kalmak için kırk takla attığın insanlara, yaş ilerleyince yanaşmak zorunda kalıyorsun. Ana baba yaşlandı, ihtiyaçları arttı. İşler desen, benden iyi biliyor olmalısınız durumumu. Açın bir bakın takvimimi. Başımı kaşıyacak vaktim olmuyor okulda. Buna rağmen, yani benim içinde bulunduğum meşgalelerden haberdar olduğunuz halde, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıp, bana sırtını dönmeniz çok canımı sıktı doğrusu. Oysa sizden daha teşvik edici olmanızı, halden anlayan tavırlarla destek çıkmanızı beklerdim. Hayır, bu kadar kolay mı bu işler? Ben bıraksam bile yazı beni bırakmaz ki? Onu bıraksam yerini neyle dolduracağım. Yogaya mı başlayayım bu yaştan sonra? Güldürmeyin beni Allah aşkına! Millet ne der sonra? Edebiyatta aradığını bulamayan Veli Hoca yeni uğraşısıyla göz doldurdu. Veli Yogi adını verdiği Instagram hesabından takipçilerine el salladı…

Yağmur durmuş. Ben, korkudan kaynaklanan kocaman bir damlayı gözlerimde tutmaya çalışarak dışarıyı izlemeye devam ediyorum. Düşündükçe sinirim tepeme daha çok çıkıyor. Hayır size ne oluyor ki? Ben daha kendi kararımı verememişken, bataklığa batmamak için tutunacak dal ararken, güçlü kalmak için yeni bahaneler üretirken, kıçıma tekme vurmak da nesi? Yakışıyor mu size? Sizin gibi sanatı ve sanatçıyı desteklemekle yükümlü sosyalist bir cumhuriyete. Yazardır, arada yeise kapılır, arada varoluşsal krizlere girer, arada şımarıp kendine yeni arayışlar bulur. Azıcık anlayışlı olalım, azıcık müsamahalı olalım, yolunu bulmasına izin verelim, mutlaka eninde sonunda edebiyatın bağrına geri dönecektir diyemediniz mi? Bunu demek yerine, madem sen vaz geçiyorsun, madem edebiyattan yana bir gelecek görmüyorsun kendinde, madem kabiliyetlerinin seni getireceği son noktayı bile tükettiğini düşünüyorsun, madem bunca yıllık yazı serüvenini boşa harcanmış bir ömür olarak görme teamülü gösteriyorsun; iyisi mi biz de sana yardımcı olalım, hayatını kolaylaştıralım. Böyle demiş olmalılar, başka ne olabilir ki? Bir tek soru sorup, ardından ülkeye girmeme izin verdiklerine göre! Benden bir halt olmayacağına karar vermiş olmalılar. Ne geçmişte, ne şimdi ne de gelecekte… Kaldık mı ortada şimdi sahipsiz!

Ben de zannediyordum ki ben vaz geçmeye çalışsam bile etrafımdakiler bırakmaz, benim vaz geçtiğime inanmaz. Ben onları ikna etmeye çalışırım. Bu benim kararımdır, saygı duymanızı beklerim derim. Bilakis, işler bir anda tersine döndü. İyisi mi eve gider gitmez, banyoya bile girmeden hemen bilgisayarımı açayım. Uzun bir ileti göndereyim bana 37 dakika muhabbeti çeken adamlara. Bende daha iş vardır diyeyim, daha çok yazacağım, çok konuşacağım, çok dertleneceğim diyeyim. Siz isteseniz de istemeseniz de -hatta en çok da siz istemediğiniz için- yazıya, hikâyelere geri dönüyorum haberiniz olsun diyeyim. Tüm sınır polislerine haber verin, hatta askerlere ve casuslara da. Tetikte olsunlar, teyakkuzda kalsınlar, gözlerini açsınlar. Veli Hoca, Veli Yogi olmaya o kadar da gönüllü değil. Yazmaya, düşünmeye devam edecekmiş. Umutlanmıştınız değil mi? Ha ha! Ne kadar da mutluydunuz! Yok öyle dava, kolay kolay kurtaramayacaksınız benden yakanızı. Var olduğum sürece, nefes alıp verdiğim sürece yazmaya devam edeceğim, hikâyeler yaratıp karşınıza dikileceğim. Evet, aynen böyle diyeceğim bana 37 dakika muhabbeti yapan memura. Bundan sonrasını varsın onlar düşünsün. Kolay mı öyle benden kurtulmak, bir kenara atıp üzerime ölü toprağı serpmek. Bak işte, küllerimden doğdum. Yıkılmadım, yıkılmayacağım. Size inat, sırf siz istemediğiniz için yazacağım. Sırf sizin gibiler rahat etmesinler diye. Değil 37 dakika, 37 saat bekletseniz de umurumda değil artık…

                                                                          13-14 Eylül 2023

* Yine anı olarak başlayıp sonrasında kurguya saran fantastik bir metin oldu 😊

     

 

11 Eylül 2023

Patolojik Yalnızlık*

                                                     

Bazen, ortada hiçbir neden yokken, örneğin çorba dolu bir kaşığa dudağımı büzüp üflerken ya da metro girişinde tutukluk yapan kartı içindeki ifriti çıkarmak istermişçesine elimde ovup sallarken, yıllar önce tesadüfen kaderin yollarımızı kesiştirdiği ya da hasbelkader ortak bir hedef uğruna birlikte mesai harcadığımız eski bir dostun imgesi düşer aklıma. Düşer diyorum çünkü onu ben çağırmam, ortada nedensellikle, ilhamla ya da ilahi adaletle izah edilecek bir durum da yoktur. Bir yüz ifadesi, şaşırtıcı bir kelime ya da ruhun derinliklerinde hissedilen bir utanç duygusunun yıllarca denizin dibinde bekledikten sonra bir anda suyun üzerine çıkıp güneşe selam çakması vakasıdır yaşanan. “Acaba şimdi ne yapıyordur?” diye sorarım kendime. “Nerededir, kimlerledir, mutlu mudur, dertli midir?” Daha bu sorulara yanıt aramaya başlamamışken, çok daha dikenli bir soru tomurcuklanır zihnimde. “Acaba onun aklına da ben geliyor muyum böyle arada sırada?” Sonra bu soru, sanki diğerlerinden daha önemliymiş gibi dallanıp budaklanır, bir sarmaşık gibi sarar diğerlerini, boğar onları, yaşamalarına izin vermez… “Ne bileyim işte, ortada hiçbir neden yokken, parkta kuşlara yem atarken ya da çocuğunu kreşten alırken. Onun aklına da ben geliyor muyum acaba? Birlikte, göksel bir emri yerine getirir gibi büyük bir ciddiyetle ve azimle icra ettiğimiz bir eylemi o tek başına ya da hayatına benden sonra girmiş başkalarıyla aynı ciddiyetle ve azimle gerçekleştiriyor mudur?” Bu soruları sorarım ama sorma ânındaki eylemin bitişiyle -çorba boğazdan aşağıya inmiştir veya turnike geçmeme izin vermiştir- saçmanın beni esir almasına engel olamam. Bütün bunları düşündüğüme, kafamda kurgulayıp anlamlandırdığıma, kendimce sonuçlar çıkarıp bu sonuçların üzerine fikirler inşa ettiğime göre çok yalnız ve sefil bir hayatım olmalı deyip, içten içe kendime kızarım. Çünkü benim aklıma düşen bu silüetlerin beni akıllarına hiç mi hiç getirmediklerine ikna olmuş olurum bu noktada. Aksi halde arada yazarlardı, hal hatır sorarlardı, “kardeş nasılsın, nerelerdesin, sağlığın sıhhatin iyi mi?” derlerdi. Demediklerine göre! İyi ama ben de onları arayıp sormuyorum. Nereden bilecek binlerce kilometre uzakta ve onlarca yıl geçmişte kalmış olan dostun senin aklından geçenleri? Öyle ya, müneccim değil, falcı hiç değil. Bu durumda, bağımsız özdekler arasındaki mütekabiliyet ilkesince onların aklına da benim silüetimin arada sırada düşüyor oluşu sonucu -en azından olasılığı- çıkıyor ortaya. Aslında onlar da benim gibi düşünüyorlar ama yalnızlıklarını ve sefaletten doğan gururlarını hem kendilerine hem de bana itiraf etmiş olmamak için ellerine telefonu alıp bir kere “N’aber, nasılsın?” demiyorlar. Benimle bunca yıl aradan sonra bile aynı kaderi paylaşıyor olmaları, canlarının sıkılması, yalnızlıktan dolayı içe doğru büzülerek sönen bir çiçek gibi çökmeleri; tıpkı kaldırımda yürürken karşıdan gelen dudağı uçuklamış gibi kadın görmüşüm gibi sevindiriyor beni.  Zaaflarımla, eksik ve bozuk yanlarımla, bedenimin ve ruhumun hastalıklarıyla, uyumsuz ve isyankâr kişiliğimle bu dünyada yalnız olmadığımı, benim gibi nicesinin benzer sıkıntıları çektiğini hissediyorum. Hissetmiyorum, buna inanıyorum ve nihayetinde mutlu oluyorum. Kimi zaman da, bu anlık saadetin getirdiği iyimserlik ve akılsızlıkla, elime telefonu alıp uzun zamandır halini hatırını sormadığım eski bir dosta “Merhaba, nasılsın?” diyorum. Arkasından gelen ani pişmanlık, ah yine mağlup oldum arzularıma, yine kabul ettim içine düştüğüm derin çukurun azametini. Giden gitti artık, nedamet bir fayda getirmiyor, bilakis yaraya tuz basıyor. İyisi mi sonuca odaklanayım, zindanın kara duvarlarına değil de delikten içeriye sızan mavi ışığa odaklanayım, belki karşı taraf her ne kadar bana inkâr edilmeyecek düzeyde benzese de mutlak anlamda aynadaki aksim değildir umuduna sarılıyorum. Yanıt hemen gelmiyor, ben geciken yanıtı takmadığım için telefonu döşeğin altına sıkıştırıp salona geçiyorum. Daha önce izlediğim bir filme ya da daha önce defalarca okunmuş bir romanın bildik sayfalarına yarım dikkatle dalıyorum. Orada benden daha çok var olan roman veya film kahramanlarının kurgusal sorunlarıyla ilgilenirken kısa bir süreliğine de olsa unutuyorum telefonu. Sonra, bulduğum ilk fırsatta -sayfa sonu, sahne değişimi, tuvalet molası…- yatağa koşup döşeğin altına sıkışmış olan mesajı okuyorum. Benim mesajımı aldıktan 23 dakika sonra yanıt yazmış, hah! Tabii ki, sanki benden mesaj bekliyormuş da alır almaz büyük bir hevesle ve iştahla yanıt yazdı dedirtmemek için mahsus yapıyor bu tehiri. Evet, evet, kesinlikle budur durumun özeti. Hem ne var bunda darılacak, gocunacak; ben olsam ben de aynısını yapardım. Hatta ben yanıt bile yazmazdım…İyisi mi öyle yapayım, yanıt vermeyeyim, ne gerek var şimdi güzelim vaktimi boş bir muhabbetle israf etmeye. Yanıt vermeyeyim ki zafer benim olsun, son darbeyi vurup yoluma gitmiş olayım.. Gece yatağa uzanırken başımı muzaffer bir kumandan gibi koyayım yastığa...

                                                                    11 Eylül 2023 - Shenzhen

* Anı olarak başlayıp kurgu olarak devam eden ve fantezi bir sonla biten eğlendirici bir metin oldu :)