Bu Blogda Ara

29 Mayıs 2014

Çin Mektupları 25 - Kang Yauvey

Kang Yauvey1: Konfüçyüsçülüğün Martin Luther’i mi yoksa Kültürel Milliyetçiliğin Babası mı?

J. D. Spence, yirminci yüzyıl Çin tarihini anlattığı The Gate of Heavenly Peace adlı kitabını, Kang Yauvey’in Japonya’dan Çin’e yaptığı gemi yolculuğu sırasında, Japon askerlerin Çin bandralı gemiyi aramak için gemiye girmeleri olayıyla başlatır. Yıl 1895’tir. Çin, Japonya’ya yenilmiştir ve barış adı altında masaya konan tüm koşulları kabul etmek zorunda kalmıştır. Ülkesinin bu acınacak durumu Kang Yauvey’e çok ağır gelir, kendisini ve halkını hakarete uğramış görür. Guangşi (Guangxi) okulundan öğrencilerine verdiği derste ülkesini, zamanın Osmanlı İmparatorluğuna benzetir. İkisi de büyük ve hasta milletlerdir. Her ikisi de gururlu bir tarihe sahip olmalarına rağmen dış güçlerin elinde oyuncak olacak kadar zayıflatılmışlardır.



Kimdir Kang Yauvey? Kimilerine göre Konfüçyüsçülüğü reforme edip, onu modern zamanlara uyarlamak isteyen bir Martin Luther, kimilerine göre dini kendi kişisel amaçları uğruna kullanan bir fırsatçı şarlatan, kimilerine göre din ile millet kavramlarının arasındaki ince nüansı kullanarak Çin kimliği konusunda yeni açılımlar yaratmak isteyen bir kültür milliyetçisi, kimilerine göre ise Eflatun, Campanella, Moore, Gillette silsilesinin son ütopyacısı. Bu yazıda Kang’ın bu tanımların hem hepsine birden uyduğunu hem de hiçbirine tam olarak uymadığını savunacağım.

İlk Yıllar

1858 yılında, Guanşi eyaletinin Nanhai kentinde doğuyor. Küçük yaşlarda Konfüçyüsçü klasik eğitimle tanışıyor. On bir yaşında babasını kaybedince dedesinin himayesinde eğitimine devam ediyor. 1876 yılında merkezi devlet sınavlarında başarısız olunca sekiz-kademeli klasik deneme yazım yöntemine karşı çıkıyor ve bu yöntemin gerçek Konfüçyüsçülükle bir ilişkisi olmadığını iddia ediyor. Böylece bir ömür boyu sürecek muhalif karakterinin2 ilk tohumları ruhuna serpilmiş oluyor. Bu muhalif karakterin ortaya çıkışında, Konfüçyüs yorumlarını değil de doğrudan eski Konfüçyüs metinlerini kendisine okutan öğretmeni Zhu Chiqi’nin rolü büyük. Yıllar sonra öğretmeni hakkında şunları yazıyor Kang:

Geçmişte yaşamış azizlerin yaşam felsefelerinin özünü öğrenmem ve insanları kendimi sevdiğim gibi sevebilmeyi özümsemem için Han ve Song dönemlerinin öğretilerini bir tarafa bıraktı ve doğrudan Konfüçyüs’e başladı. Sığınacak yer arayan bir gezginin güzel bir hana yerleşmesi ya da doğuştan kör birisinin ışığı ilk defa deneyimlemesi gibiydi durumum. O zaman anladım ki otuz yaşıma gelmeden yeryüzündeki tüm kitapları okuyup bitirebilirim. Ardından kendime hayatta bir yer edinip dünyayı yeni baştan şekillendirmeye başlayabilirdim. Böylece vaz geçtim sırf sınav geçip zengin olmak için yazılan denemelerden. Kendimi geçmişte yaşamış büyük dimağların yanında görmeye başladım. Yüksek erdeme sahip bir azizin başka insanlara örnek olacağı gerçekten çok doğruydu.

Manevi Uyanış

1877 yılında dedesini de elim bir kazada kaybedince dünyası baştan aşağı sarsılıyor. Kendisini iyice Budist sutralara ve klasik metinlere veriyor. Hatta evinden uzaklarda bir tapınağa kapanıp aylarca kimseyle görüşmüyor, tüm vaktini dinsel metinleri anlamaya ve dışarıda kendisini bekleyen vahşi dünyayı kavramaya harcıyor. Bu münzevi hayat3 tarifi olanaksız bir özgüven getiriyor genç Kang’a. Kendisini “sıradan insanların önünde ayakta duran, başı gökleri delen bir lider” olarak görmeye başlıyor. Bununla da kalmıyor tavan yapan özgüveni. Kendisini geçmişte yaşamış tüm büyük liderlerle ve azizlerle aynı kaderi paylaştığını düşünmeye başlıyor. Daha sonra yazdığı satırlarda şu ifadelere rastlıyoruz.


 “Tam bir ay boyunca her gece uyanık kaldım, zihnimin özgürce gezinmesini sağladım. İnsanlığın en büyük kederlerini ve en büyük sevinçlerini hayal ettim. Sık sık cenneti ve yeryüzünü düşündüm. Önceleri şeytani düşünceler işgal ettiler zihnimi ama zamanla kâbuslar sona erdi ve ruhsal olarak aşkın (transcendental) bir olgunluğa ulaştım. İnsanların hayatlarında karşı karşıya kaldıkları zorlukları ve sefaleti düşündükçe, göklerin bana bu sorunlarla başa çıkmam için gerekli olan yeteneği ve zekâyı verdiğini düşündüm. Yüzümü insanlara dönmeye ve onların sorunları için çözümler üretmeye karar verdim. Bu bana verilmiş bir görevdi.”

Yirmi iki yaşındayken Xiqiao dağlarına gidip, hem oradaki doğal güzelliklerin zevkini çıkarıyor hem de Taoist ve Budist metinlerle daha derinden haşır neşir olma olanağını elde ediyor. O aylarda ruhunun bedeninin dışında nasıl da özgürce hareket eden üstün bir varlık olduğunu duyumsuyor. Bedeni için “bir cesetten farkı yok” tabirini kullanıyor yeri geldiğinde. Yine daha sonra yazdığı yazılarda o günleri şu şekilde anlatıyor:

Orada geçirdiğim her yeni günde; toplumun kurtuluşuna dair düşüncelerim daha bir pekişti, insanların huzuru hayatımın amacı oluverdi. Bu amaç için kendimi kurban vermeye hazırdım. Yardıma muhtaç pek çok dünya olduğu için ben, bana en yakın olan ve benim rahatlıkla bulabileceğim dünyayı kurtarmalıydım. Her gün yanlarına gidip, beni dinleyeceklerini umaraktan, bıkmadan usanmadan kendimi anlatacaktım.

Burada bir parantez açıp önemli bir noktaya parmak basmak istiyorum. Kang’ın sözünü ettiği Konfüçyüsçülüğün batılıların “dışlamacı olmayan din” ya da kimi zaman “din değil, yaşam felsefesi” olarak algıladıkları kavram değildir. Kang, düpedüz Konfüçyüsçülüğün göksel/tanrısal yönünü kullanarak başarmak istiyordur Çin üzerinde gerçekleştirmek istediği yenilikçi hareketi. Çok baskın olmasa da Konfüçyüsçülükte de “tien”4 (gök ya da gök tanrı) kavramı vardır ve “tien li” sözcüğü “göklerin yasası” anlamına gelir. Bu mutlak güç kavramı Taoizm’de daha net görülür ve gücün aile ve kraliyetle temsil edilmesi Konfüçyüsçülükte sıklıkla rastlanılan bir durumdur. Bu ise bizi Konfüçyüsçülüğün aslında İbrahimi dinlerden sanıldığı kadar farklı olmadığı sonucuna götürür. 

Konfüçyüsçülükte de bir çeşit kurtuluş (salvation) önerilir ve bu kurtuluş için yapılması gerekenler genelde aileye saygı, otoriteye baş eğme, toplum düzenini bozmama gibi pasif eylemlerle özetlenir. İnsanın içsel yolculuğuyla toplumsal sorumluluğu arasında kopmaz bir bağ vardır. Bu bağın gücü kişinin klasik eğitimden aldığı payla ölçülür. Bu yüzden de Çin’de ahlaklı, topluma faydalı ve mutlu bir insan olmak için klasik Çin kültürünü / edebiyatını iyi öğrenmek şart koşulmuştur. Burada öğrenilen şey bilgi değildir, inançtır. Kang’ın içinde hissettiği ruhsal uyanış, bu tür bir dinsel uyanıştır.

Kang, 1879’da Hong Kong’a gidiyor ve orada gördüğü ihtişamla şaşkına dönüyor. 1842’den beri bir İngiliz sömürüsü olan Hong Kong’daki binaların güzelliği, yolların temizliği ve güvenlik güçlerinin pratikliği genç Kang’ın üzerinde çok olumlu etkiler bırakıyor. Hong Kong’un ardından Şanhay’ı ziyaret edince şaşkınlığı iyice artıyor ve bu iki kentteki gelişmişliğin kaynağını anlamak için batı uygarlığının temel taşı olarak sayılabilecek kitaplara yöneliyor. Özellikle bilimsel ve tarihsel kitapları okuyarak batının uygarlık basamaklarını nasıl hızlıca aştığını, Çin’in neden bu yarışta geri kaldığını anlamaya çalışıyor.


Tabii ki Çin’in geri kalmışlığını dile getiren ve bu konuda batıdan medet uman ilk düşünür değil Kang ama sunduğu çözüm önerisiyle diğerlerinden farklı bir konumda bulunuyor. Devrin ilerici düşünürleri ya imparatorluk sistemini reforme ederek batıyı yakalamayı öneriyor ya da sosyalist/sosyal bir devrimle imparatorluğa son verip yerine cumhuriyet/halk cumhuriyeti kurmayı öneriyorlar. Kang, bu iki öneriden birincisine yakın olmakla birlikte onun önerisi özde ciddi bir farklılık içeriyor. Kang’a göre Çin’in geri kalmışlığının nedeni Konfüçyüsçülüğün kendisi değil, yanlış uygulanıyor olması. Gerçek Konfüçyüsçülük zaten içerisinde ilerici dinamikleri barındıran bir sistemdir. Bu yüzden eğer Çin batı uygarlığıyla arasındaki uçurumu kapatmak istiyorsa bunu özlerine dönerek, yani Konfüçyüsçülüğü bin yıllık süreç içerisinde üzerine sülük gibi yapışan siyasi değerlerden temizleyerek yapacaktır. Bir çeşit laiklik denilebilecek bu yöntemle Kang, alışılmış laikliklerin tersine “dini devletten korumaya” çalışıyor. Dinin üzerindeki devlet örgüsünü kesip attıktan sonra elde edeceği saf Konfüçyüsçülükle topluma istediği şekli vereceğine inanıyor. Kang bu düşüncelerle,1800’lü yılların ortasından itibaren, ruhsal dönüşümünden elde ettiği gücü ve etkiyi Çin’in toplumsal reformu için harcamaya başlıyor.

 Manevi Uyanıştan Maddi Uyanışa Kanatlanma

1884-1898 yılları arasında Kang’ı pratik anlamda hayatın içinde görüyoruz. Eski mistik yaşantısını geride bırakmış, Çin’i değiştirmek için kolları sıvamıştır. Yapılması gereken ilk iş Konfüçyüsçülüğe bulaşmış olan otorite kaynaklı siyasi lekeleri temizlemektir. Kang’ın en sadık öğrencilerinden Liang Qichao’nun deyimiyle Konfüçyüs’ün bozulmamış olan öğretisi zaten “ilerici” öğeleri içerisinde barındırmaktadır ve tutuculuğa terstir. Bu yönüyle yapılması gereken şey Konfüçyüsçülüğü reforme edip, zamanın koşullarına uydurmak değil; bilakis aslına döndürüp özündeki ilerici dinamiği yakalamaktır. Kang’ın yapmak istediği şeyin, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl İslam düşünürlerinin  rücu (asla dönüş) diye adlandırdığı hareketle olan paralelliğini de gözden kaçırmamak gerekir. Bu noktadan bakınca Kang, bir nebze Cemaleddin-i Afgani’ye, ama daha çok Said-i Nursi’ye benzemektedir.



Kang öze dönüşü gerçekleştirirken yeni bir takım metinlere ihtiyacı olacağının farkındaydı. “Bir Yenilikçi Olarak Konfüçyüs” adını verdiği kitabıyla da bu eksiği gidermiştir. Bu kitapta Dong Zongshu gibi Konfüçyüs’e aşkın nitelikler yakıştıran düşünürlere yakınlık duyduğunu göstermiştir. Yani Konfüçyüs’ü sıradan bir bilge insan olarak değil de Musa, İsa, Muhammed gibi göklerden aldığı emirlere göre hareket eden bir peygamber olarak lanse etmeyi uygun görmüştür. Kang’ın batı uygarlıklarına duyduğu hayranlığın, onun Konfüçyüs’ü aşkınlaştırma girişiminde ısrarcı yapmıştır. Kang büyük bir olasılıkla aşkın olmayan bir dinin Çin gibi büyük bir milleti aynı çatı altında toplayamayacağını, toplasa bile bu durumun ya kısa zamanda çözüleceğini ya da diğerkâmlık, fedakârlık, şehitlik gibi batı dinlerinde temel olan ahlaki / toplumsal öğretilere yol açamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de Konfüçyüsçü düşünceye, tanrısal bir momentum kazandırmaya kararlıydı.

Kang’ın Felsefesi ve Da Tong Şu:

Kang, yenilikçi felsefesinin merkezine “ren” (insan, insan olma) kavramını koyar. Ren, tıpkı Hegel’in Geist’i  (ruh) gibi evrimleşen ve evrimleştikçe ileriye doğru kademeler atlayan bir ruhsal varlıktır. Ren’in İngilizce çevirilerde “inayet” ya da “merhamet” diye yansıtıldığı da görülür. Ren’in kaynağı göklerdir ve dolayısıyla “ren insanı” olmak demek göklerle yekvücut olmak demektir. Başyapıtı olarak anılabilecek Da Tong Şu (Da Tong Shu: Yüce Birlik) kitabında şöyle yazar.Ren, tüm varlıkla birleşip tek bir beden oluşturabilmektir. İnsanın ruhu başkalarınınkiyle ayrılamaz hale geldiğinde, her şey tek bir şeye dönüştüğünde ve merhamet duygusu gönüllerde tomurcuklanmaya başladığında; insan “ren”e giden kısa yola ulaşmış demektir.

Kang, Da Tong Şu’da kendisine merkez olarak seçtiği insanın özünü Budist sutralardaki insan tanımına göre seçer. Bu yüzden “ren”in dinamizminde “ıstırap” vardır. İnsan ıstırap çeken bir varlıktır ve hayat bu ıstırapları durdurmak için insana verilen mühletten ibarettir. Kang, insanın maruz kalacağı ıstırapları sınıflara ayırır. Örneğin, fiziksel hayatla ilgili olan ıstıraplarımız yedi tanedir: ana rahminde yaşamak zorunda kalmak, erken ölmek, kolunu ya da bacağını yitirmek, bir barbar gibi yaşamak, Çin dışında yaşamak zorunda kalmak, köle olmak ve kadın olmak.  Bir başka ıstırap sınıfı da insan ilişkileriyle ilgili olandır. Bunlar şu şekilde sıralanır: dul kalmak, yetim kalmak ya da çocuksuz olmak, hasta olmak ya da bakacak kimseye sahip olmamak, yoksulluktan çekmek, zor hayat koşullarıyla savaşmak. Toplumla ilgili ıstırapları da şu şekilde listelemiş Kang: Fiziksel ceza ve hapishaneler, vergilendirme, mecburi askerlik, sosyal sınıflar, baskıcı siyasi kurumlar, devletin varlığı, ailenin varlığı. Ayrıca Kang’a göre Hristiyanlık ve İslam aşağı seviyede dinlerdendir. Uzun erimde Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Budizm gibi yüksek seviyeli dinlere mağlup olacaktır ve yeryüzünden silineceklerdir.

Tarihsel Determinizm ve Sosyalist Görüşler:

Kang’ın “ren”inin tarihsel oluşumu üç kademeden geçmektedir. İlk olarak Düzensizlik Çağı gelir. Bunu Yaklaşan Huzur Çağı takip eder. En son olarak da Evrensel Huzur Çağı tarihi sonlandırır. Bu üç kademe arasında nasıl bir geçişin olacağı, hareketin dinamiklerinin nasıl şekilleneceği hakkında Kang pek bir bilgi vermez. Hegel’de gördüğümüz kapsayıcı diyalektik değişim Kang’da yoktur. Düzensizlik Çağı, Konfüçyüs’ten önceki çağlardır. Kaos vardır, insanlar başıboştur. Konfüçyüs geldiğinde bir kıpırdanma olmuş ama zamanla devletin otoritesi ile karıştırılan din bozulmuştur, içine biatlar karışmıştır, saflığını yitirmiştir. Kang’ın görevi de son kademeye, yani Evrensel Huzur Çağına açılacak kapıyı aralamaktır. Son kademeye ulaşırken “ren”; cinsiyet, ırk, milliyet, sosyal sınıf gibi yapay sınırları ortadan kaldırır. Bir çeşit ütopik dünyaya ulaşırız sınırların ortadan kalkmasıyla. Örneğin, farklı ırklardan insanlar birbirleriyle evlendirilerek ırk kavramı ortadan kaldırılacaktır5. Böylece tüm insanlık aynı ırka, aynı zekâya, aynı boya ve beden yapısına sahip olacaktır. Kadın ve erkek eşitliği tartışmasız kabul edilecek, evlilikler bir yıllık sözleşmeler6 üzerinden yapılacaktır. Aile kavramı ortadan kalkacaktır. Çocuklar ve yaşlılar evlerde değil, devletin ücretsiz olarak sağladığı yerlerde bakılacaktır. Kişisel mülkiyetin yerini ortaklaşmacı bir toplumsal yaşam alacaktır7.



Kang’ın sınıfsız toplum hayali ilk görünüşte Marx’ın “tarihin sonu” öngörüsüyle örtüşüyor olsa da arada yöntem açısından çok büyük bir fark var. Marx’ın tarih felsefesi temelini Hegel’in diyalektiğinden almıştır ve insanın ekonomik değişimlere verdiği tepkilere göre ilerleyen seküler bir dinamiğe sahiptir. Kang’ın tarih felsefesi ise salt aşkın bir iradeye dayanır ve yine aynı aşkınlıktan aldığı güçle ilerler. Kang’ın öne sürdüğü sistemin temelinde Marx’ın tarihsel materyalizminden çok Comte’un tarihsel determinizmi vardır dersek çok da yanılmış olmayız çünkü Comte’un pozitivist tarihsel sürecinde de bilimin sürekli ilerleyeceğine ve insan bilincinin asla geriye gitmeyeceğine dair metafizik diye sınıflandırılabilecek bir inanç vardır.

Ve Kavga Başlar:

Kang 1891’de zamanın Konfüçyüsçülüğünün bozulmuş olduğunu iddia eden kitapları öne sürdüğü için saldırıya uğruyor ve bu olay elinden alınan kitapların yakılmasıyla sonuçlanıyor. Bu ilk saldırı, vereceği savaşın kolay kazanılmayacağının ve ileride davası uğruna pek çok kurban vereceğinin de habercisidir aslında. Bu yıllarda Kang, Çin’deki bin yıllık sistemin yenilenmesi için çalışmalar yapıyor, öneriler yazıyor. Bunlardan bazıları demiryollarının yenilenip ülke içinde ulaşımın hızlı ve etkili bir şekilde yapılmasını sağlamak, ulusal post servisinin yenilenmesi, askeri eğitim sistemini modernleştirilmesi ve ordunun modern silahlarla donatılması, imparatoriçe Sişi’nin (Cixi) gereksiz saray harcamalarını kısıp halkına yatırım yapmasını gibi pek çok çeşitli konuda mektuplar yazıyor. Hatta yaşadığı kentin dışındaki dağlarda konuşlanmış, ıssız yollardan geçen masum köylüleri soyup öldüren eşkıyalarla savaşması için sürdürülebilir nitelikte (sustainable) küçük bir çete bile kuruyor.

Sadık öğrencilerinden Liang
Burada değinmeden geçemeyeceğimiz bir başka nokta da Kang’ın yenilikçi düşüncelerinin Meiji dönemi Japonya’sından etkilendiğidir. Nasıl ki Meiji döneminde Japonya ciddi kalkınma hamleleri gerçekleştirmiş ve batı uygarlığını yakalama konusunda büyük adımlar atmıştır, Kang benzeri bir uygulamanın Çin’de de işe yarayacağına inanıyordu. Bunun için anayasal monarşi, Kang’a ve Kang gibi düşünen aydınlara, denenmesi gereken ve başarı olasılığı yüksek bir siyasi devrim olarak gözükmekteydi.

Kang, 1895’te en yüksek memurluk sınavına girmek için Pekin’e gittiğinde bir kere daha sarsılır. Pekin sokaklarında sefaleti, yoksulluğu, adamsendeciliği gözlemler. İnsanların açlıktan yol kenarlarında öldüğü ama yanlarından geçen süslü at arabalarının bir tanesinin bile durup bu insanlık ayıbına dur demediğini fark eder. Etraf evsiz dilenci kaynamaktadır. Devlet memurluğu sınavları bile gözünde bir şakadan farksız hale gelir bütün bu gözlemlerden sonra.

1895 Nisanında Çin, Japonya ile barış anlaşması imzalayınca Kang’ın tepkileri artık durdurulamaz hale gelir. Zaten 1894 yenilgisi ilk değildir. Japonya’ya 1894’te yenilmeden önce, 1842’de İngilizlere, 1856’da ve 1860’da Fransız-İngiliz ortaklığına, 1884’te tekrar Fransızlara yeniliyor Çin.  Bu yüzden ülkenin dört bir yanından imparatoriçe Sişi’ye öneriler yağmaktadır. 1895’te Japonya’yla yapılan anlaşmanın şartları Çinli aydınlara o kadar ağır geliyor ki 18,000 karakterli (Çince karakter) bir itiraz yazıyorlar. Binlerce genç insan günlerce süren protestolara başlıyor. Kang bu günleri anılarında anlatırken şöyle yazıyor: Binlerce okumuş insanı bu şekilde bir yerde toplamak bu hanedanlıktan öncesinde asla görülmemiş bir olaydır.

Modern Çin'de bir Kang Yauvey Heykeli
Japonlar gemiye kontrol için girdiklerinde Kang’ın yanında olan sadık öğrencisi Liang hayatının yönünü o kargaşalı günlerde bulduğunu söylüyor. Kang’ın erkek kardeşi ise o günlerde abisine yazdığı bir mektupta “Artık bu zamandan sonra öğrencilik hayatımın bittiğini söyleyebilirim.” diyor. Kang son rötuşlarını yaptığı reform önerisini imparatoriçe Sişi’ye veriyor. Amacı imparatorluğu yıkmadan, yenilikçi adımlar atmak ve anayasal bir monarşiye geçmek. Doğal olarak kimse takmıyor Kang’ı. Üç aylık Pekin ziyareti sırasında defalarca saray erkânıyla görüşüyor ama istediği sonuçları alamıyor. Kasım ayında tekrar memleketi Guangco’ya (Guangzhou) dönüyor.

Saraya Davet ve Karşı Devrim:

Kang, Pekin’den döndükten sonra uzun bir süre yetkililerle kayda değer bir ilişkiye girmiyor. Bu süre zarfında daha önce yazmış olduğu kitapları düzeltiyor, batı bilimi üzerine okumalar yapıyor ve Çin eğitim sistemine batı kökenli bilgilerin nasıl enjekte edilebileceği üzerine projeler geliştiriyor. Sessiz hayatı 1898 yılının ocak ayında, Sişi’nin yeğeni, tahta yeni geçmiş olan imparator Guanşi’den (Guanxi) gelen çağrıyla bozuluyor. Ülkenin en etkili devlet erkânıyla yüz yüze gelecek ve fikirlerini savunacaktır. Oysa mülakat daha başlamadan devlet görevlilerinden birisi Kang’a “Atalarımızın koyduğu yasalar değiştirilemez.” diyerek, peşin bir lafla önünü kesmek istiyor. Kang’ın yanıtı ise vaz geçmeyeceğinin göstergesi olması açısından manidar, “Atalarımızın yasaları atalarımızın sahip olduğu toprakları korumak ve yönetmek içindir. Biz daha atalarımızdan bize kalan toprağı düşmana karşı koruyamıyorken, yasaları korumaktan nasıl söz edebiliriz?”

Kang, mart ayına doğru bitirdiği öneri mektubunu imparator Guanşi’ye veriyor ve sürpriz bir şekilde Guanşi’nin hayranlığını kazanıyor. Guanşi, hem halası Sişi’nin itirazlarına hem de Pekin yönetiminin tutucu baskılarına rağmen Kang’ın görüşleri doğrultusunda yenilikler yapmaya, genç ve yenilikçi memurları atamaya başlıyor. Yalnız imparatorluk yanlısı tutucu kesimin tepkisi durulmuyor ve Sişi eylül ayında karşı bir devrimle sarayı ele geçiriyor, içlerinde Kang’ın kardeşi Guangren’in de bulunduğu altı yenilikçi memuru idam ettiriyor. Kang için “ağır ağır kesilerek idam”8 kararı çıkartıyor. Kang her ne kadar karşı-devrim haberini erkenden aldığı için kaçmayı başarıyor.

Sürgün Hayatı ve Son Yıllar:

Bundan sonrasında Kang için bir kaçak hayatı başlıyor. Önce Tianjin’e, oradan da Şanhay üzerinden Hong Kong’a kaçıyor. Oradan ayrılıp Avrupa’ya ve Amerika’ya sayısız seyahatler düzenliyor. Kardeşinin idamı Kang’ın zihninde kapanmaz bir yara açıyor. Babasının kendisine emanet ettiği kardeşini koruyamamış olmanın verdiği suçluluk duygusuyla kendisini yine şiire ve yalnızlığa veriyor. Yeni evlendiği genç karısı (üçüncü) ile Avrupa’nın hemen hemen tüm kentlerine (İstanbul dâhil) gidiyor, en pahalı otellerde kalıyor, en lüks muameleleri talep diyor. İstanbul’a vardığında Meşrutiyetin ilan edildiğini duyuyor ve iç geçiriyor. “Osmanlı yapıyor da biz neden yapamıyoruz.” gibisinden hayıflanıyor.  Bu seyahatler sırasında yazdığı yazılarda romantik bir havaya büründüğü söylenilebilir. Gittiği kentlerin güzelliklerini, insanların davranışlarını, tozpembe bir dille anlatıyor anılarında. Öyle ki uzun süre ne Çin’den ne de Çin’deki yenilikçi hareketten söz ediyor.  

1908’de genç karısından bir oğlu doğuyor. 1912’de Sun Yat Sen imparatorluğu sonlandırıp, Çin Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra bile yeniliklerle değiştirilmiş bir monarşiyi geri getirme çabalarından vaz geçmiyor. Sürekli mektuplar yazıyor, Konfüçyüsçülüğü Çin’in resmi dini yapmak için lobi faaliyetlerinde bulunuyor. Bir çeşit Çin milliyetçiliğinin de destekçisi oluyor bu faaliyetleriyle.

Kongjiao Hareketi:

Kang’a göre Konfüçyüsçülük Çin milletinin ruhudur ve onsuz bir Çin düşünülemez. Bu yüzden Kang, Konfüçyüs’ün doğum gününün tatil olmasını öneriyor, imparatorluk takviminden vaz geçilip Konfüçyüsçü takvimi esas alan bir düzenlemeye geçilmesini istiyor, her köye bir tapınak yapılmasını ve en yoksulundan en zenginine herkesin asıl Konfüçyüs’ü öğrenmelerini sağlayan bir eğitim reformunun yapılmasını talep ediyor. Bu önerileri başlangıçta masum görünse de gittikçe sertleşiyor Kang. Örneğin, Konfüçyüsçülüğü Hristiyanlığın sömürgeci unsurlarıyla savaşmak için kullanmayı önerirken, tıpkı Hristiyan misyonerler gibi dışlamacı bir tavır takınmaya başlıyor. Konfüçyüsçü olmayan tüm tapınakların (Taoist, Budist, Müslüman) kapatılmasını ve Konfüçyüsçülüğe dönüştürüldükten sonra tekrar açılmasını talep ediyor. Kısacası Hristiyanlığın kurumsal gücünü alıp, içeriğini Konfüçyüsçülükle dolduracak ve böylece Çin halkının hem zihnini hem de kalbini fethedecek bir formül geliştirmeye girişiyor. Hatta Konfüçyüs için, tıpkı Hristiyanlıktaki İsa’nın “Tanrı’nın Oğlu” olarak anılmasından ilham alarak, “Göklerin Oğlu” simgesel ifadesini yaymaya çalışıyor.

Meşhur Eve Dönüş Şiiri
Bütün bu uğraşılar bir bakıma Kang’ın zayıf bulduğu ulusal kimlik (gongde) kavramını tamir etme çabası olarak görülebilir. Zamanın diğer aydınlarının (Lu Şun, Mao Dun, Çü Çüibay vb) sanatla, bilimle ve edebiyatla yapmaya çalıştığı kimlik oluşturma girişimlerine karşılık olarak Kang, ilerici olarak gördüğü ama aslında moderniteden bakılınca gerici olarak yaftalanabilecek bir öneriyle geliyor. İmparatorluk ailesinin Çin halkını temsil etmesinin yerine Konfüçyüs’ün bu işi yapmasını öneriyor ama bu durumun nasıl olup da halkı safaletten ve cehaletten kurtaracağını açıklayamıyor. Doğal olarak da imparatorluk ailesinin desteğini alamıyor ve asla başarılı olamıyor.    


Yıllar sonra Çin’e döndüğünde geniş ailesi (eşleri, çocukları ve torunları) için büyük bir ev tutuyor. Masrafları karşılamak için bir yandan emlak işleriyle uğraşıyor, bir yandan da ideolojisini yaymak için öğrencilerini ülkenin farklı yerlerine gönderiyor. Maalesef tüm uğraşlarına rağmen Çin onun istediği kıvama bir türlü gelemiyor. 1927’de hayata gözlerini yumduğunda geride ütopyacı hayallerden başka Konfüçyüsçü idealler ve dine dayalı bir milli kimlik anlayışı bırakıyor. Ardında bıraktığı Çin, Sun Yat Sen’in Çin Cumhuriyeti’nden Mao’nun Çin Halk Cumhuriyeti’ne doğru yol alırken, kimliği de dini de milleti de onun hayal edemeyeceği yeni kalıplar içinde tanımlayacaktır.


Kang'ın Evi 
Sonuç:

Günümüzün modern ÇHC’sinde her ne kadar Konfüçyüsçü anlayış9 el üstünde tutulan bir toplum felsefesi olsa da gelinen durum aslında Kang’ın önerdiği “Konfüçyüs’e rücu” kavramından çok uzaktadır. Kang, günümüz araştırmacılarınca biraz çılgın, biraz yenilikçi, biraz çıkarcı, biraz cumhuriyetçi, biraz hümanist, biraz sosyalist, biraz kültür milliyetçisi, biraz romantik, biraz şarlatan ve biraz da ikiyüzlü olarak anılır. Fredric Wakeman, Kang için, Çinli düşünürler içinde en tutarsız ve en karmaşık olanı nitelemesini yapar. Tutarsızlığının kaynağı bazı düşünürlere göre fikirlerinin kaynağına oturttuğu metafizik “ren” kavramıdır. Çekeceğin her yöne gidebilecek olan ve kesinlikle bilimsel olmayan bu kavramdan dolayı Kang’ın hayatı rüzgârda titreyen bir yaprak gibi, devrin siyasi atmosferiyle birlikte, aralıksız sallanmıştır. Modern bilime ve bilimsel düşünceye yüzünü çevirip, geride kalan her şeyi (özgürlük, demokrasi, halkların kardeşliği, inançlara saygı) reddederek; İslam’daki “Batının bilimini alalım, ahlâksızlığını almayalım.” diyen yarım porsiyon aydınlara10 benzemiştir. Ülkesindeki sefalete rağmen yaşadığı lüks hayat tarzı ve kadınlarla girdiği ilişkilerde neredeyse “harem” kurma noktasına gelmiş olması, böylesi bir "yarım porsiyon aydın" etiketine doğal olarak kapı aralamaktadır. Belki de yaşadığı hayatla insanlara önerdiği hayat arasındaki kapanmaz uçurum yüzünden, imparatoriçe Sişi ve taraftarları onun için Vahşi Tilki lakabını uygun görmüştür.    

-       -    -  

Dipnotlar:

 1.     Pinyin yazım şeklinde Kang Youwei olarak geçiyor adı. Türkçeleştirirken okunuş durumuna uydurmaya çalıştım.

2.     Kang 25 yaşındayken, kadınların ayaklarını bağlamaları geleneğini sonlandırmak için bir dernek kuruyor. Yaşadığı kentte çeşitli etkinlikle düzenliyor ve kadınları bu konuda eğitmeye, ayak bağlama geleneğinin saçmalığı konusunda onları ikna etmeye çalışıyor.

3.     İlginçtir. Sidarta ormanın ıssız bir köşesinde yalnız başına meditasyon yaparken ulaşır aydınlanmışlık (Buda) makamına. Musa, Tur dağına çıkıp Tanrı ile görüşür ve geri döndüğünde İsrailoğulları’na on emri takdim eder. Meryem, (Kur’an’a göre) mağarada yalnızken Rabb’in izniyle İsa’ya hamile kalır. Muhammed, Hira mağarasında yalnız başına günlerini geçirirken Cebrail “Oku, yaratan Rabbinin adıyla oku.” ayetleriyle belirir karşısında. Bu benzerliklerin, günümüzde de sosyal hayattan kopan insanlarda görülen nevrotik belirtilerle bir ilişkisi var mıdır? Freud’a göre evet vardır. Dinin kendisi nevrotiktir ve ortaya çıkışlarında din kurucularının münzevi yaşantılarının rolü azımsanmayacak düzeydedir. Jung’a göre hayır, böyle bir ilişki yoktur. Hatta, nevrotik davranışlar inançsızlarda daha sık görülür.

4.     Çincede “göklerin kanunu” anlamına gelen “tien li” sözcüğünün Orta Asya Türklerindeki “teng-ri” ile aynı kökten geldiğini iddia eden etimologlar vardır. İnsan şaşırmıyor değil bugünkü Türkçe’de sıklıkla kullandığımız Tanrı sözcüğünün Çince kaynaklı olabileceğini öğrendiğinde. Gerçi, “Türk” sözcüğünün bile aslında Çinlilerin batıdaki göçmen kavimlere verdikleri ad olduğu iddia ediliyor. Bir iddiaya göre “güçlü”, bir başka iddiaya göre “başa takılan demir kask” anlamına geliyor “türk” sözcüğü. Bu durum Antik Yunanlıların kendilerini “Helen” diye çağırmalarına karşın günümüzde Romalıların onlara verdikleri ad olan “Greek” adıyla bilinmelerine benziyor.

5.     Burada Kang’ın ırkçı bir yöntem izlediğini söylemeden geçemeyiz. Çünkü önerdiği yöntemde asıl amacının siyah ve kahverengi ırkı ortadan kaldırmak olduğunu saklamaz. Beyaz ve sarı ırk hem zeka hem de karakter bakımından üstün ırktır ve bu yüzden dünyaya hakim olmalıdır.

6. Sözleşmeli evlilik düşüncesi bana yıllar önce yazdığım bir öyküyü anımsattı. Üçüncü öykü kitabımda da yayınlanan “The Contract” adlı öykü salt diyaloglardan oluşur. Bu yüzden bir akşam tanıştığım amatör tiyatro oyuncuları, bulunduğumuz lokantanın ortasında oyunun provasını yapmışlardı.

7.     Kang’ın bu sosyalist görüşleri nereden aldığına dair tartışma derindir. Bazı araştırmacılar Kang’ın ütopyacı görüşlerinin kökeninin klasik Çin metinlerine bağlasa da yaygın olan görüş Kang’ın Japonca’dan çevrilen Fourier ve Saint Simon kitaplarından etkilenmiş olduğudur. Belki de sosyalist görüşündeki yöntem eksikliğinin nedeni Engels’i ve Marx’ı okumak yerine; günümüzde “ilk sosyalistler” ya da “ütopyacılar” diye andığımız Fourier gibi yazarları okumuş olmasındandır. Yalnız buna rağmen, Kang, Mao’nun ilgisini çekmiş ve hayranlığını kazanmıştır. Günümüzde Kang’ın Da Tong Şu’su tarihte yazılmış en etkili 100 Çince eserden birisi olarak kabul edilir.   

8.     Çin’de halk önünde yapılan bir idam şekli. Cellat mahkûmun bedeninden et parçaları keserek ölümü geciktirir. İdam edilen kişi acıdan bayılmasın diye bedenine morfin enjekte edilir ve saatler süren bir işkenceyle öldürülür.

9.     Komünist hükümetin Konfüçyüsçülükle barışık politikalar izlemesinin altında yatan nedenleri ayrı bir yazıda inceleyeceğim. Kısaca söylemek gerekirse Konfüçyüsçülükte temel esas kabul edilen “harmoni” ilkesinin komünist hükümet tarafından da sosyal bir kült haline getirilmesi aslında aradaki paralelliğin doğurabileceği en güzel meyvelerden birisidir.

10. Burada Edward Said’in aydın kimliğini hak etmek için “muhalif” ve “halkçı” olma koşullarını öne sürmesinden söz ediyorum. Muhalif ve halkçı olmayan bir insan yazar olabilir, düşünür olabilir, bilim insanı olabilir ama aydın olamaz. Einstein’ın bu konuda çok güzel bir lafı vardır. Bilim insanları atomu parçaladıkları zaman değil, atom bombasının kullanılmasına karşı geldikleri zaman aydın olurlar. Ayrıca “yarım porsiyon aydın” ifadesi Cem Karaca’ya aittir. Şarkısı Cem Karaca klasikleri arasında ölümsüz yerini almıştır.  

Kaynakça:

J. D. Spence, The Gate of Heavenly Peace, Birinci ve İkinci Bölümler








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder