Bu Blogda Ara

29 Şubat 2016

Melisa Kesmez’in Öykülerinde Kadınlar, Erkekler ve Umut


“Kadıköy’de … kitapçının önünde buluşalım” diye sözleşmişiz. Yalancı bir kış güneşi var gökte. Soğan gibi kat kat giyinsen de soğuk buluyor yolunu, titretiyor tenini. O benden önce gelmiş, ben zamanında varıyorum.  “Ama bu kitapçının kafesi yokmuş” diyor, on beş yıl öncesinden, ta üniversite yıllarından beri tanıdığım, şimdilerde bir yayınevinde editörlük yapan arkadaşım. “Az yukarıda başka bir tane var, orada çay içer, uzun uzun konuşuruz.” diye de ekliyor. Ben; İstanbul’u bilmeyen bir İstanbullu, her geldiğimde yeni semtler, yeni caddeler, yeni duraklar, yeni kitapçılar bulan birisi olarak mecburen kabul ediyorum teklifi. Yokuş yukarı çıkıyoruz iki kitapsever. Çaylarımızı alıp, muhabbete dalmışken fark ediyoruz, birazdan başlayacak olan imza gününü.

Melisa Kesmez kitaplarını imzalayacakmış. Çok düşünmeden giriyoruz sıraya, alıyorum iki kitabını da. Yurt dışında geçen onca yıldan sonra geldiğim kısa tatilde, çalıştığım ülkeye dönmeme birkaç gün kala ben yaşlarında bir yazarla tanışabilecek olmamız, pastanın üzerine son anda eklenen mumlar gibi bir şey benim için. Sohbetimiz kısa sürüyor olsa da elimde yazarından imzalı kitaplarla dönüyorum eve o akşam. İkisini de bir çırpıda okuyorum, kendi hızıma bile şaşarak. Ardından uzun bir yolculuk, yorgunluk, işbaşı derken araya başka bir kitap giriyor. Özlemişim demek ki bir daha alıyorum elime Kesmez’in ilk kitabını. Baştan aşağı, tek bir öyküyü bile atlamadan bir daha okuyorum.

Seksenli yılların yoksun ve kırgın çocukluğundan, hayata 1-0 mağlup başlamış kadınların hüzünlü ama bir o kadar da çarpıcı öyküleri var kitapta. Kesmez’in dili soyadının verdiği güvensizliğe inat, alabildiğine keskin ve vurucu. Hayal gücünün sınırları hem geniş hem de görkemli, kelimelerden saraylar inşa edecek kadar renkli ve pırıltılı. Çehov’un tavsiyesine uyuyor Kesmez. Söylemiyor, gösteriyor. Öyle gösteriyor ki anlamamak, görmemek, hissetmemek imkânsızlaşıyor. Öykünün mayasının şiir olduğunu okuyucuya hatırlatıyor adeta yazdığı her cümleyle. Birbirine karışmayan insanların “birbirine karışan sigara dumanlarının” öykülerini anlatıyor bize. “Kuru bir yaprak gibi debisine kapılıp gittiğimiz” insanların, “asfaltın üzerindeki beyaz çizgileri yutan” otobüslerin, “yosunlu ilkbahar kokusuyla” sabaha uyanan sarhoşların, “doğurdukları erkekleri boşamak zorunda kalan” kadınların, “zamansızca çekip giden şiirsiz” erkeklerin hikâyeleri bunlar. Kafalarını tıka basa “dünyanın bilgisiyle ve gürültüsüyle” dolduran kadınların “tek başına kalınca eşyaya sımsıkı tutunmaya” başlamalarının öyküleri. 

Öykülerde genelde ciddi bir kurgu olduğu söylenemez. İnce ince dokunmuş bir olay örgüsünden çok anlık bir duygu seline, geriye dönük pişmanlıklara, zamanı bir sigara içimliğine durdurup “müsveddeleri temize çekme” anlarına rastlıyoruz en çok. Yanlış ata oynamış kumarbazların yenilmeye doymamaları gibi; yanlış kapıları çalıp, yanlış odalara giren kadınların yıllar sonra tüm bu yanlışlardan ders çıkarmalarıyla ya da en azından yapılmış tercihlerin birer yanlış olarak adlandırılamayacağına karar vermeleriyle karşılaşıyoruz. Bir yere ait olamayan, bir kişiye yâr olamayan, odalara ve evlere sığmayan, hep gitmelere adlarını yazdırmış; arafta doğup, arafta büyüyüp ve sonunda da ömürlerini arafta geçiren kadınlar var öykülerde. Her yenilgiden sonra yepyeni bir hırsla hayata tutunmaya çalışan, çırpındıkça hayatın daha önce var olduklarını bilmedikleri yumruklarına maruz kalan talihsiz kadınlar bunlar. Erkeklerin kurduğu düzende kendilerine yer açmaya çalışırlarken kimi zaman yollarını kaybeden, kimi zaman birbirlerine düşen ama her sarsıntıdan alnının akıyla, yere düşmeden, ayakları üzerinde dimdik çıkan kadınlar. Yeri geldiğinde birbirlerine tutunup geçmişteki hataları birlikte silen iki sırdaş, yeri geldiğinde de ıssız ve karanlık bir odanın pencere kenarında dalıp dalıp anıları deşen bir yalnızlık abidesi oluveriyorlar.  Yeri geldiğinde de “paslı bir kilide anahtar uydurmaya” çalışan inatçı bir eş. 

Kesmez’in öykülerinde kadınlar ne kadar güçlü, karakterli, ne yaptığını ve nereye gideceğini tam bilemese bile en azından kimden tavsiye alacağını bilen bireyler olarak çizilmişse; erkekler de bir o kadar silik, ezik ve benciller. Belki de bu en sonuncu özelliklerinden dolayı kaderin çelmesini defalarca yemelerine rağmen her seferinde bellerini doğrultmak için bir yol yordam buluyorlar ve işleri yoluna koyuyorlar. Kadınlar birbirlerinin kollarında kaybedenler olarak teselli ararken ve bilgece tavırlarla hayata karşı gururlarını korurlarken; erkekler kendi yollarını çizip, geride bıraktıkları acılara takmaksızın yollarına biraz tökezleyerek de olsa devam etmesini biliyorlar. Sonuçta hayatın üst üste, alt alta geçmiş dolambaçlı labirentlerinde erkek ya da kadın herkes, denize ulaşan nehirlerin sessizliğe ve dinginliğe kavuşmaları gibi; belli bir durgunlukla ve olgunlukla karşılıyorlar, başlarına gelen belaları “kader” ya da “hayat” diye adlandırırlarken.

Kısaca ifade etmek gerekirse, gudubet yüzlü kentlerden, günü kurtarmak için söylenmiş siyasi söylemlerden, şiddete ve yozluğa alıştırmaktan başka bir işe yaramayan medyadan ve piyasaya uyup akıntıda kaybolmuş eski dostlardan umudunuzu kestiyseniz Kesmez’in öyküleri içinize bir nebze serinlik getirecektir. O unuttuğunuz duyguların, uzun zamandır depreşmeyen arzuların, her gün içine dalıp çıktığınız kalabalıkların ortasında unutayazdığınız etrafınızdan ilham alma hevesinizin ve belki de en çok yanınızda oturan arkadaşlarınızla gözlerinin içine bakarak konuşma zevkinin üzerine bir çiğ tanesi düşürecektir bu ustaca yazılmış imgeler. Hüzünleneceksiniz belki yer yer, kızacaksınız, sinirleneceksiniz ama çoğu zaman hayat, yani umudun bitmeyen gücü kazanacak. Çünkü yenilen tüm tekmelere rağmen, hayat her şeyin üzerinde, her şeyi kapsayan bir bakış açısına sahip. Okumak bu yüzden önemlidir biraz da, hayatın hep kazanan yönünü kavramak için.




Yazarın öykü kitapları:

Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, Sel Yayıncılık, 2013
Bazen Bahar, Sel Yayıncılık, 2015


27 Şubat 2016

Kent Bir Gölgeydi Ayaklarımın Dibinde 3

“Ne düşünüyorsun yine kara kara?”

Erkeklerin suskunluğuna, bir şey yapmadan nefes alıp vermelerine, boşluğa bakıp içlerine dalmalarına dayanamayan kadınlardan birisiydi o da. Erkek dediğin çözmeli, halletmeli, bitirmeli, sonuca bağlamalı, hakkından gelmeli; bozuksa tamir, yoksa var, yoksulsa zengin, azsa çok etmeli. Yanında kadını varken boş oturmak, derinlere dalıp uzun süre çıkamamak, kendinle konuşup kendinle eğlenmek, hele bir de üzerine susmak yoktu erkeğe; seven bir kadınının kitabında.

“Hep böyle yapıyorsun. Tanıştığımızda daha neşeli, daha sevecendin. Şimdilerde kendi başına geçirdiğin vakitlerde daha mutluymuşsun izlenimi uyanıyor bende. Sıkıldın mı benden? Nedir bu hâlin böyle?”

Arkama bir yastık daha koyup iyice yaslandım karyolanın tahta başına. Birazdan bu da erir, büzülür ve düşer belime doğru, kalkıp düzeltmem gerekir. Odanın içinde bahardan kalma bir serinlik, bir de taze sevişme kokusu. Nasıl da hissettiriyor kaçamak tatil kendisini, altı yanı kapalı bir kutu da olsa içinde pineklediğimiz! Onun gerdanından aşağıya sızan ince bir ter damlası, benim nefes alıp verdikçe sanki aşka doyamamış gibi bir aşağı bir yukarı hareket eden karnım. Savaş alanına dönmüş yatak, elinden gelse üzerinden atacak ikimizi de, kendisine çeki düzen verecek yokluğumuzla hafifleyen yüzeyine. Sesler çınlıyor kulağımda, aklımda az önce biz iki yavru kedi gibi çarşafın üzerinde tepinirken gözüme takılan üç gölge var. Yatağın sol başındaki lambanın sarı ışığından başka bir kaynak yok bedenlerimizi duvara çizen! Neden diyorum kendime sürekli, neden burada değilim en çok burada olmam gereken bir zamanda.  Çıplak göğsümün üzerine düşen sigara külü, zor da olsa seçiliyor kılların arasında. O yüzüstü yatmış, başını bana doğru çevirmiş, bedeninin altında ezilen memeleri hamur gibi yayılmış çarşafın buruşuk yüzeyine. İnce parmakları sağ bacağımın üzerinde uzadıkça uzuyor. Az önce en hassas noktalarıma ustaca dokunarak harikalar yaratan parmak uçları şimdi tenimin üzerinde birer jilet gibi geziniyorlar, kesik atıp kanımı akıtacak zamanı kolluyorlar belli ki, kesip damarlarıma girecekler içeride ne var ne yok birinci elden öğrenmek için.

“Konuşacak bir şeyim yok. Boş konuşmayı da sevmiyorum.”

Isınan kazandaki kurbağanın durumundan farksızdı durumum. Eninde sonunda yanacaktı ayaklarım, yanacak ve beni rehavetin aldatıcılığıyla avlayacaktı. Belki de bunu istiyordum. Yorgun bir akşamüstü eve gelip, tek kişilik koltuğa kıvrılıp sızmak da uyumaktı ne de olsa! İki adım ileride bir yatak olduğunu bilmek işe yaramaz kimi zaman. İnsan cezalandırmak ister kendisini, ağrıyan bir dişi çektirmez uzun süre, ete batan parmağını da... Ya o dişin, o tırnağın başka belalara kalkan olduğuna ikna eder aklını ya da daha önceleri işlediği bir kabahatin cezasını çektiğine. Adalet duygusunun irrasyonel izdüşümü ne kadar da çarpık, ne kadar da aldatıcı!   

“Oteli beğendim. İnternetten buldum burayı, penceresi yok diye kaygılanmıştım tutarken ama çok da sorun olmuyormuş. Umduğumdan daha rahat göründü bana, temiz ve sessiz. O kadar sessiz ki sanki sadece sen ve ben varım koca evrende. Uzayın boşluğunda bir yatağın üzerinde yana döne oynaşıyoruz, etrafımız yıldızlı bir karanlık, uçsuz bucaksız bir hiçlik. Sonra bu sessizlik! Sesin yokluğu değil sadece, ikimizden başka her şeyin yokluğu. O derece ürkütücü ama yine de gerçekleri göz ardı etmemek lazım. Bir ara korktum, sevişirken yan odadan duyacaklar, kapıya vurup “az sessiz olun” diyecekler diye! Sence nasıl burası? Beğendin mi?”

Son zamanlarda sıklıkla olan şey yine olmuştu. Yeşim’in sözleri duvarlara çarparak sağa sola zıplayan,  pinpon topları gibi dolanıyordu odanın içinde. Ne başını bulabiliyordum ne de sonunu! Ne zaman başlamıştı bu oyun? Ne zaman bitecekti? Kim karar verecekti bitiş zamanına? Neden kaçırdım ipin ucunu ben böyle?

“Ne nasıl?”

Kızdığı zaman gerilen elmacık kemiklerini gördüm o anda. Yüzü büyüdü, genişledi. Gözleri yusyuvarlak oldu bir anda. Derin bir kuyu gibi çekti beni içine, içi nem ve küf kokan bu zifiri karanlıkta beni bekleyen şeyin farkına varıyordum artık.  

“Yapma Ziya ya, bunu yapma bana. Ne düşünüyorsun? İlk tanıştığımızda iki gölgeli oluşundan, erkeğiyle gurur duyan kadın misali gurur duyardım ama artık dayanamıyorum. Senin iki tane değil, sonsuz tane gölgen var. Hatta, kocaman bir gölgesin benim yanımdayken.”

Biliyordu sırrımı, bildiği için en zayıf ânımı bekliyordu vurup kanatmak için. En zayıf ânım, yani en suçlu olduğum, özür dilemeye en yakın olduğum an, onun aç bir akbaba olup benim bir kuzuya dönüşeceğim an.

“Lisedeki Fizik hocam ölmüş. Onu düşünüyordum.”

Yalan, ilk habercisi miydi bir ilişkinin sonuna gelindiğinin? Yoksa, yalana neden olan gereksiz sorular mıydı o haberci? Her gülümsemenin ucuz bir rüşvet olduğunu kim söylemişti?  

“Lisedeki Fizik hocan mı? Sen lisedeki Fizik hocanla görüşüyor muydun?”

Lisedeki Fizik hocamın öldüğü doğruydu ama öleli bir ay olmuştu neredeyse. Üzülmüştüm evet, cenazeye gidememiştim çok istememe rağmen. Gidemeyişime ayriyeten üzülmüştüm. Kalp krizinden gitmiş, sınıfta, öğrencilerinin gözü önünde. Hem de emekli olacağı yaza birkaç ay kala.

“Yok, öyle değil. Facebook’ta mezunu olduğum lisenin grubuna üyeyim. Oradan aldım haberini.”

Dudaklarının ucu aşağıya doğru hafifçe kıvrıldı, yerin çekim gücüne daha fazla direnmenin bir anlamının olmadığını düşündü herhalde. Vakit beni teselli etme vaktiydi. Olası son kartlardan birisini oynamıştım. Bundan sonra kozlar onun elinde olacaktı.

“Eee, sever miydin kendisini peki? Ondan mı bu kadar suskunsun şimdi?”

“Beni etkilemiş tek lise öğretmeniydi. En son on beş yıl önce, üniversitede okurken görüşmüştük sanırım. Eski okuluma gidip, lise öğrencilerine temel bilimleri okumanın neden önemli olduğu üzerine kısa bir konuşma yapmıştım. Sevecen bir adamdı, beni severdi. Babam vefat ettiğinde cenazesine gelmişti. Ayrıca gölgelerimle yaşadığım bu tuhaf sorunları o da bilirdi. İnanmazsın, beni karanlık optik laboratuvarına sokup, tek bir gölgem olduğunu bilimsel olarak kanıtlamıştı.”

İhanete uğramış gibi gerildi Yeşim’in yüzü. Kalabalık bir yerde annesinin elini yitirmiş bir çocuk gibi bakındı etrafına. Kendisine destek olacak bir çift göz, suyun üstünde kalmasını sağlayacak bir tahta parçasıydı aradığı.

“Öyle miii? Sadece ben biliyorum sanıyordum. Tek sırdaşın değilim yani!”

“Değilsin!”

Bildiğini biliyordum, o da farkındaydı benim onun bildiğini bildiğimi. Bir bilmezden gelme oyununa sarmıştık, bir türlü kurtulamıyorduk elimizi ayağımızı düğümleyen iplerden.

“İyi bakalım. Öyle olsun. Bir dahakine söylersin önceden, haberim olur. Ölümse ölüm, anlarız hâlden.”

Küskün bir tavırla sırtını döndü bana ama üstünü kapatmak için tuttuğu gergin çarşaf, çıplak bedenini kendi ekseni etrafında çevirirken elinden kaçıp kurtulduğu için –nasıl da ele avuca sığmaz oluyor normalde yumuşak olan şeyler gerilince! - pembe meme uçları görünüverdi bir anlığına. On dakika önce boş bulduğu çayırda tepinen kısrak gibi sevişen kadın, böylesi beklenmedik bir kazadan dolayı utanmış, yüzündeki dolunay yerini yeni aya bırakmıştı. Arkasını dönüp, çıplak sırtını örtme fırsatını bana verdikten sonra geri dönebildim özlediğim sessizliğime. Odanın karanlığı içime ışık olarak vuruyordu. Üzerinden uzanıp onun tarafındaki lambayı kapattım. Birden kapkara oldu oda, çölleşti ve kurudu. Aradığım da buydu. Ancak çölde, herkesten ve her şeyden uzaktayken sorabilir insan kendisine bir türlü soramadıklarını. Ancak çölün sade yüzünde vardır adalet ve eşitlik.

“Uyu biraz. Ben de uyuyacağım. Azıcık kestirdikten sonra çıkar akşam yemeği yeriz sahilde. Tatile geldik diye tüm günü bu odada ataletle geçirmek zorunda değiliz.”

Tatil ve atalet kelimelerinin aynı kökten geldiğini bana o öğretmişti. Yıllarca Fizik okumama rağmen bunu bilmiyor oluşuma utandırmıştı beni. Kıçımı hafifçe yatağın içine doğru kaydırıp ince battaniyenin altına sıvıştım usulca. Başımı yastığa koyarken, kurumuş tenimin elyafa sürtmesiyle oluşan minik ışık parlamalarını gördüm. Yıldızsız gökyüzünde kayan yıldızlar gibi yürüdüler parmaklarımla beraber. Sonra yine aynı hiçlik, senkronize olamayan nefeslerimiz, aynı odada yatıp farklı evrenlerde yaşayan iki ruh.

Sırtımı Yeşim’e döndüm. Seviştikten sonra sırt sırta yatıp uyuyan tek çift değildik herhalde dünyada. Gözümü; göremediğim, hissedemediğim bir noktaya diktim. Evet, biliyordu. Hissediyordu bendeki kaygılı duruşu. Hissetmese neden koysundu bu sert tavırları, neden bu kadar net olsundu? Daha merhametli olur, daha alttan alırdı. Neredeyse iki aydır böyleyim ben. Açılamıyorum, açılamayınca suskunlaşıyor ve rahatsız edici oluyorum. Asıl yapmam gereken şeyi yapamadığım için kendimi “yapılmasa da olur” denilecek türden işlerle meşgul edip, yapılması gereken şeyin yapılamamış olmasına bahane üretmiş oluyorum. Ne gölgeler benim peşimi bırakıyor, ne de Yeşim gölgelerin peşini. İçimde tereddütten yapılma bir tepe, ne yapsam önüme çıkıyor, ne yöne dönsem karşıma dikiliyor ve engelliyor hareketlerimi. Bazen karanlığın beni içine alıp, üzerime kapanmasını ve bir daha ona geri vermemesini diliyorum. Sonsuza kadar uyuma isteği gibi bir şey bu. Uyumak ama ölmemek… Kafamın bulanıklığında lacivert bir kapı açılıyor, giriyorum düşünmeden.
Uyandığımda Yeşim yoktu odada. Herhalde sahile hava almaya inmiştir diye geçiriyorum aklımdan ilkin. El yordamıyla yatağın başındaki lambayı bulup ışığı açınca fark ediyorum Yeşim’in yastığının üzerindeki mektubu. Orada, yastığın ortasındaki çukurun ortasında duruyor beyaz kâğıt. Milyonlarca yıl önce düşmüş bir göktaşının yarattığı kraterin ortasında oluşmuş bir tatlı su gölü gibi sakin, bir o kadar da ölü. El yazısı ne kadar da güzel diyorum mektubu elime alır almaz, her zamanki gibi korkularımı –yoksa rahatlamamı mı?- görmezden gelerek.  Oysa alelacele yazıldığı her halinden belli olan bu mektup oyunun sonunu ilan eden belge aynı zamanda, oyunun yani işkencenin.

Bir Tanem Ziya,

Bu mektubu yazmak için ya da senden almak için altı aydır bekliyorum. İkimizden biri yazacaktık. Baktım sen kaçmayı seviyorsun, köşe bucak her delik senin için sığınılacak liman ne de olsa. Sokaktaki kediden, mutfağın camından içeri giren yavru kargaya kadar her şey! İş başa düştü dedim kendime artık. Çünkü ben kovalamayı sevmiyorum, Ziya. Çabuk yoruluyorum aşk oyunlarında; başkalarının uzun uzun anlattıkları dalaverelere, romanlara konu olan karmaşık ilişkilere, açık açık konuşulmayan tatminsizliklere dayanamıyorum artık.  Sen benim farkına varmadığımı sanıyorsun ama biliyorum her şeyi ben. Sekiz ay önce sinema çıkışında görmüştüm ikinci gölgenin birincinin zıttı yönde konuşlandığını. Hiç de öyle tereddütlü, titrer bir hali yoktu. Gücünü kanıtlamaya çalışan bir baba gibiydi daha çok, yere sağlam bastığından emin, seni –yani diğer gölgeni- vazgeçireceğinden de!
Ne zaman bir araya gelsek, buluşmamızdan önce tek olan gölgen beni görür görmez ikiye bölünüp, akşam altıyı gösteren saate çeviriyor seni. Ve ne zaman ayrılsak, akşam altı dönüyor gece 12’ye, yanlış zamanı gösteren bir saatin elle düzeltilmesi gibi. Akrebinle yelkovanın kavuşuyor birbirine ben kaybolur kaybolmaz, ben aradan çekilip dengesizliği sonlandırınca. İçine bir serinlik doluyordur herhalde böyle durumlarda, ipin üzerinde bozulan dengesine kavuşan cambaz gibi göğsünden karnına doğru soğuk bir nefes iniyordur. Peki ya ben, benim durumum da tam tersi, hiç düşündün mü? Senin yanına varınca umutlanıyorum, belki bu sefer sorunları iki yetişkin insan gibi konuşur, bir çözüme bağlarız diyorum. Belki bu sefer içmek, sevişmek, susmak ve sırt sırta uyumak dışında bir şeyler yaparız diyorum. Tenin tenime değerken, parmakların yüzümü okurken, dilin dilime dolanıp soru işaretlerini beynime salarken; ben hep bir kişiyim ve senin yörüngendeyim. Ya sen? Sen yörüngesi olmayan bir meteor gibi çarpacak yer arıyorsun kendine. Bu son diyorum kendime, söz veriyorum seni bir daha görmeyeceğime ne zaman yanak yanağa öpüşüp “Hadi görüşürüz canım”larla vedalaşsak.

Tutamıyorum ama sözümü. Üç yıldır yaşadığımız tüm güzellikler bir hiç olacak diye üzüldüğüm falan yok. Kendine pay çıkarayım deme sakın! Geçmişin yaşanmışlıklarını biriktirme hastası değilim, tanıyorsun beni o kadar. Endişelerimin kaynağı yalnızlık değil; aşka gelip genleşen kapıların, durup durup homurdanmaya başlayan buzdolabının, aniden üst kattan gelen misketlerin sesleri hiç değil. Senin için kaygılanıyorum bir tek, kendini bulamayacağından, daha çok içine doğru kapanıp kaybolacağından, insanlardan nefret edip kendine zarar vereceğinden korkuyorum. Sonu yok çünkü bu düşüşün, dipsiz bir kuyuda spiraller çizerek batıyorsun. İnsanız hepimiz, bulaşıyoruz birbirimize. Bir kere bulaştık mı da kolay kolay silinmiyor izler. Ama fark ettim ki bu düşünceler tek taraflıymış, sen her zamanki bencilliğinle zırnık bir şey kaybetmiyormuşsun. Düşerken beni de çekiyorsun. Ben kör, ben sağır, ben sadık bir sevgili olduğum için cezalandırıyorsun beni. Gidiyorum işte, rahat edersin artık.

Son olarak sana bir de tavsiyede bulunayım. Gerçi bunları sana binlerce kere söyledim ama olsun. Yazının gücüne sen benden daha çok inandığın için bir kere de yazmış olayım. Ne yap ne et bedeninin sesini dinlemenin bir yolunu bul. Hayatı salt kafanla yaşayamazsın, her şeyi düşünerek çözemezsin. Tamam bilim okudun, tamam bilim hayattaki en hakiki mürşidin, tamam bilimden başka gerçeğe inanmak zorunda değilsin. Konferanslar, dersler, makaleler, deneyler, sonuçlar… Hayat bunlardan ibaret değil, çık biraz alışık olduğun dairenin dışına, saçma sapan şeyler yap. Kaybol mesela bilmediğin bir mahallede, aptal bir Holywood filmine bilet al, gerizekalı diye yaftaladığın kızlara merhaba de. Yarına yatırım olmayan şeylerden bahsediyorum, sevişmek ve kedi bakmak dışında şeylerden. Eğer çıkarsan kendi kendini hapsettiğin hücrelerden, dışarıdaki insanların da en az senin kadar çalışkan, en az senin kadar zeki, en az senin kadar haklı olduklarını görürsün. Nefretin kaynağı, cehalettir. İster inan ister inanma buna! Başkalarını küçük gören, onların hayatını değersiz olarak damgalayan, küçük insanların küçük heveslerini anlamsız bulan bir insan eninde sonunda kendisinden nefret etme noktasına gelecektir.

Mektubu uzatmanın gereği yok. Zaten sayfa da doldu. Lütfen beni arama, sorma, ortak arkadaşlarımızdan hakkımda bilgi koparmaya çalışma. Kopalım artık, kendimize yeni merkezler bulalım etrafında dönmek için. Birbirimizi iyi anımsayalım; kırmadan, dökmeden, yaralanmadan ayrılalım.  

Mimi sende kalsın, sana sıkı sıkıya bağlı. Beni sevemedi bir türlü. Sarı plastik top salondaki komodinin alttan ikinci çekmecesinde, su kabını da iki günde bir yıkamayı unutma. İçmiyor kedi kap kirli olunca. Herkes senin gibi pis mutfaklarda yaşamaya alışık değil. Öğren artık bunu.  

Canın sevişmek isterse de kendine bir şişme bebek al. Belki benim gibi şikâyet edemez ama seni rahatlatma ve yanında uzanıp susma işini çok iyi yapar.

Kendine iyi bak,

Yeşim

Mektubu üç defa okuyorum ara vermeksizin. Yeşim’in somurtan küskün yüzünü görüyorum her kelimede. İçimden gürültülü bir kalabalık geçiyor, yemek paydosuna koşan öğrencilerin telaşı. Sonrası boşluk, ıssız bir okuldaki boş sınıflar, çarpık çurpuk sıralar, yerlere düşmüş kitaplar ve defterler. Öyle bir boşluk ki hayra mı yorayım şerre mi bilemiyorum. İyi hissediyorum bir anlığına, ben bir şey yapmadan hallolan bir soruna neden üzülecekmişim diyorum. Peki ya geçen üç yıl, onca sıkıntı ve hafakan? Bitti artık! Bitti mi yoksa yeni mi başlıyor? Kendimi yeterince tanımamak çok rahatsız ediyor beni.

Kalkıp banyoya giriyorum. “Sıcak su tenime bulaşan bu belirsizliğe iyi gelecektir.” gibisinden saf bir düşünce var aklımda. Yakıyor bedenimi su, kıpkırmızı oluyor yüzüm, kollarım, bacaklarım. Bedenim yanınca beynim soğuyor biraz. Öyle sanıyorum, eski bir alışkanlığın gerektirdiği üzere. Giyinip sokağa atıyorum kendimi. Akşam usul usul çöküyor evlerin üzerine, siyah bir heyula gibi esir alıyor hareket eden her şeyi. Bu minik tatil köyünde herkes turist, herkes hafta sonu için İstanbul’dan ya da Ankara’dan kaçıp gelmiş. Yeşim şimdi nerededir diye soruyorum kendime. Ya otobüs terminalinde kalkış saatini bekliyordur ya da çoktan yola çıkmıştır. Gidip bakmalı mıyım ona? Tabii ki hayır! Kimi kandırıyorum ki? Onu kandıramayacağım bir gerçek. Kaldırımdan inip yolun ortasına geçiyorum. Kalabalıktan dolayı yol araba trafiğine kapatılmış. Sağlı sollu incik boncuk satan tezgâhlar, oyuncakçılar. Bir ara yukarıya takılıyor gözlerim. Sokak lambalarının boynu bükük, sanki Yeşim’in gidişine en çok onlar üzülmüşler. Bir ara aklıma geliyor, güçlü bir lambanın altına girip gölgemi kontrol etmek. Ayaklarımın dibinden başlayıp sokağın ucuna doğru uzanan tek bir gölgeyi görünce rahatlıyor içim. Evet diyorum. Yeşim benim için yine en doğru olan kararı verdi.   

26 Şubat 2016

İki Gölgeli Adam 2

 “Bir cismin neden olduğu gölge sayısı o cismin yakınlarındaki ışık kaynaklarının sayısıyla doğru orantılıdır. Eğer bir kalemin arkasına iki tane mum koyarsan kalemin iki tane gölgesi olur. Şaşıracak bir şey yok bunda, endişelenecek bir şey de yok.”
Bunu söyleyen okuldaki fizik öğretmenimizdi.  Öyle otoriter bir sesi vardı ki sahile gidip balıkları adlarıyla çağırsa olta falan kullanmadan kovasını doldururdu. Benekli yüzünün ortasındaki ince bıyığı, güldüğünde kıpır kıpır oynayan şişman göbeği ve yer yer kır düşmüş saçlarıyla öğrencilerin hem sevip hem de saydığı nadir öğretmenlerden birisiydi kendisi.
“İyi ama hocam, biz sahildeydik, güneş de batıyordu. Bir tane güneş vardı… Etrafta başka bir ışık kaynağı da yoktu. Hem ne olacak, ayın gölgesi mi vurdu? Hem neden sadece bana?”
Oturduğu yerden kaykılarak doğruldu. Kilolu olduğu için masayı tutmuştu bir eliyle, gözlerini ise benden bir anlığına bile ayırmamıştı.
“Vardır oğlum, vardır. Sen fark etmemişsindir.”
“Yoktu hocam. Adım gibi eminim.“
Gözleri büyüdü, yanakları şişti. Kafasının içinde başka bir şeylerin döndüğünü anladım o anda. Sinsice gülümsedi, hocam değil de arkadaşımdı birkaç saniyeliğine.
“İşte bak! Adının Emin olduğunu iddia ettiğin kesinlikte tek bir ışık kaynağı vardı diyorsan… Demek ki vardı.”
“Ya hocam ya! Benim ilkokula giden kardeşim de yapıyor böyle esprileri. Çocuğa ayıp olmasın diye gülüyorum çoğunlukla. Bari siz yapmayın. Hem ben sokak lambasının altında durup…”
Kesti sözümü, arka sırada şaklabanlık yaparken suçüstü yakaladığı bir öğrencinin üzerine çökmeye hazırlanıyormuş gibi kabardı göğsü. Safsataya ayıracak daha fazla vakti yoktu.
“Tamam, deney yapalım o zaman. Ben Fizik hocasıyım. Gözlem yapmadan, deneyle sınamadan hiçbir şeye inanmam. Gel laboratuvara, yapalım kontrollü bir deney, sonrasında konuşuruz. Optik deneylerini yaptığımız odaya gel ama. Büyük laboratuvar görmez işimizi. “
“Tamam hocam, ne zaman?”
“Hemen şimdi. Bilim beklemez! Dersler iptal zaten. Öğrenci de yok, ne dersi yapacağız.”
Sınavdan sonra iyice seyrekleşen sınıfların, seslerin yankılarının duyulduğu uzun koridorların, açık camlardan içeriye dalan rüzgârla mendil gibi sallanan perdelerin, açık kapıların gizli saklı bir şey bırakmadıkları idareci odalarının yanlarından geçip karanlık laboratuvara vardık. Buraya en son dönem başındaki Young deneyi için girmiştik. Penceresiz odanın tüm duvarları zifiri siyaha boyanmıştı. Odanın bir kenarında yine baştan aşağı siyah bir muşambayla kaplanmış bir masa, üzerinde ıvır zıvır bir ton deney malzemesi, etrafta dağınık bir hâlde duran sandalyeler. Karşı duvarın dibinde hafif bir yükselti vardı, duvarda da beyaz yazı tahtası.
“Tamam, şimdi al eline şu kitabı ve havada tut. Ben ışık kaynağını açacağım ve sen kitabın kaç gölgesi olacağını sayacaksın.“
“Peki hocam.”
“Bir iki üç, hazır mısın?”
“Evet hocam.”
“Açtım. Kaç gölge sayıyorsun?”
“Bir hocam.”
“Şimdi bir kitap daha al köşedeki raftan. İkisini birbirinden uzak tut ve gölgeleri say.”
“Yaptım hocam. İki gölge var.“
“Tamam, çok güzel. Demek ki bir kitabın bir gölgesi, iki kitabın iki gölgesi oluyor. Bu durumda bir insanın da bir gölgesi olması gerektiğini çıkarsayabiliriz. İnsan bedeni de bir cisimdir sonuçta, yanılıyor muyum?”
“Yanılmıyorsunuz hocam. Aslında ruhumuz da var ama o farklı bir şey galiba.”
“Ne ruhu Ziya? Ruh madde mi ki gölgesi olsun. Ruhlar giremez benim Fizik laboratuvarıma, tıpkı hayaletlerin giremediği gibi. Hatırlamıyor musun hayalet kuvvet hakkında söylediklerimi?“
“Haklısınız hocam. Bir anda aklıma geldi, söyledim.”
“Tamam, neyse. Bırakalım lafazanlığı. Dikil bakalım az ileride. Tahta platformun üzerine çık. Işığı tüm gövdene tutacağım. Yüzünü duvara dön ki beyaz tahtanın üzerine düşen gölgeni rahat bir şekilde görebilesin.”
“Tamam hocam. Işığı açabilirsiniz.”
“Bir iki üç. Açtım. Kaç gölge sayıyorsun?”
“Bir”
“Eminsin değil mi?”
“Değilim hocam! Adım Ziya.”
“Bırak zevzekliği. Bilimsel deney yapıyoruz burada. Normal koşullarda kayda geçer söylediğin her şey.”
“Eminim hocam. Bir tane gölgem var.”
“Yarı gölge var mı?”
“Yok hocam.”
“Tekrar et.”
“Yarı gölge yok hocam.”
“Tamam. Bu durumda senin de tek bir gölgen olduğunu kanıtlamış olduk. Deney bitmiştir. Sonuçlar beklendiği gibi gerçekleşti. Kayda değer bir tuhaflık ya da sapmaya rastlanılmadı. “
Laboratuvardan çıkarken gülüyordum. Fizik hocamın beni ciddiye almasına, iddiamı deneyle çürütmesine, salim kafayla düşününce bana bile saçma gelen bu iddiayı benim son ana kadar sürdürmüş olmama ve belki de en çok deneyin sonucuna.
“İki gölgen değil de sıfır gölgen olsaydı daha ilginç olurdu biliyor musun?”
“Neden hocam? Sıfır gölge nasıl olacak ki?”
“Düşünsene, arkandan ışık vuruyor ama önüne hiç gölge düşmüyor. Bu ne demek? Işık içinden geçiyor, hiçbir engelle karşılaşmamış gibi deliyor seni.”
“Yok olmak gibi bir şey, herhâlde. Değil mi hocam?”
“Öyle olmak zorunda değil. Var olup da ışığı geçirebiliyorsundur. Cam gibi mesela, ya da hava gibi. Belki de ışığa bile söz geçirebilecek kadar güçlü bir otoriten olduğu içindir ona boyun eğdirmen. Fotonlar senden çekindikleri için sana çarpmayıp, etrafından dolanıyor ve sonrasında tekrar hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar.”   
“Cam gibi insan. Fena fikir değil aslında hocam. İçi dışı bir! Baktığınız zaman saklayacak hiçbir şeyi olmadığı için her şeyini bir anda çözebileceğiniz birisi.”
“Ha ha, Ziya! Genç ve toy olduğun nasıl da anlaşılıyor laflarından. İnsansa saklamanın bir yolunu bulur merak etme. Sırlar da acılar gibidir, içinde tutmayı biliyorsan olgunlaştırır seni.”
Şanslıydım evet. Dili de kafası gibi çalışan, zeki ve sevecen bir Fizik hocasına sahip olduğum için, benimle alay etmeyen ve söylediklerimi ciddiye alan –bilimsel yöntemi öğretmek için tabii ki, yoksa başka bir açıklaması olamazdı bu deneyin- bir arkadaşım olduğu için. Hatta o kadar şanslıydım ki geleceğimi bile büyük oranda bu şans belirlemişti. Üniversitede dört yıl Fizik okuyup, bir de üzerine Bilim Tarihi konusunda yüksek lisans yapmamı ona borçluydum. O gün okuldan ayrılırken Fizik hocamın söylediği sözler uzun süre çınladı kafamın iç çeperlerinde. Laboratuvarda sınanıp çürütülen ikinci gölgem belli ki oyun oynamıştı benimle o gün. Duyduğu ve gördüğü her şeyi deney süzgecinden geçiren bir bilim insanının karşısında utanmış, sadece sevdiceğinin önünde çıplak kalabilen bir eş gibi çıkmamıştı ortalığa.
Oysa aynı günün akşamında evin sahanlığına varıp, kapının üstündeki sarı lambaya sırtımı döndüğümde, en ufak bir kuşkuya yer bırakmaksızın ikinci gölgemin varlığını görmüştüm. Birincisiyle, yani olması gereken yerde olanla doksan derecelik açı yapan bu alıngan karartı yaprak gibi titriyordu ayaklarımın dibinde. Hareket etsem kaçıp gidecek, mahallenin korkak kedisi Ödlek gibi çalıların içinde kaybolacaktı. Hiç kıpırdamadan baktım evin yakınlarındaki ıssızlığa. Ağustos böceklerinin vızıltısına karışan tek tük kuş cıvıltılarını ve çok uzaklarda görünen uzak bir semtin küskün lambalarını saymazsak ışık ve ses çölünün ortasında gibiydik. Evimin etrafında başka ev olmadığı ve yakınlarda başka bir ışık kaynağı olmadığına göre –sol tarafımda annemin zevk için soğan ve lahana yetiştirdiği minik bahçesi kapkara bir yalnızlık abidesi olarak korkutuyordu beni-, bu gördüğüm ikinci gölgem, yani kafamın içindeki ikinci ben olmalıydı. İleride edineceğim sevgililer dışında kimseye itiraf edemeyeceğim varlığıyla bana kendimi etrafımdakilerden farklı hissettirecek, kafamdaki bulutların sıklığıyla doğru orantılı olarak uzayıp kısalacak, mutlu olduğum zamanlarda yok olup kasvetli olduğum zamanlarda sadece asıl gölgemi değil, bedenimi bile yutacak derinlikte derin bir kuyuya dönüşecek olan ve benimle birlikte olgunlaşacak sırrımdı.