Bu Blogda Ara

20 Ekim 2024

Sürgünden Öte (9)

  


Yukarıdaki satırları okurken neredeydim biliyor musun? Asla tahmin edemezsin? Balkonumda, Hundun’ın yanında? Hayır! Her zamanki gibi evimde olsam sana neden tahmin et diyeyim! Yolun altında, senin kapanan berberinin yerine açılan butik kafede? Hayır! Metroda, Deniz Dünyası’ndaki yeni açılan Türk Lokantasına giderken? Hayır! Senin okulunda, okul müdürüne senin bir an önce terfi alıp lise müdürü yapılman için tehditle karışık öneri verirken? Çok beklersin. Hem o kadar uzun değil elimiz kolumuz. Ne sandın bizi sen, derin devlet mi? Anlaşılan bilemeyeceksin sen, iyisi mi ben söyleyeyim. Senin evinde, senin kafesinin içinde, senin tozlu masanın başında, kısacası senin kendine kurduğun minik krallıkta. Sırbistan’da[1] yeni bir iş bulup Çin’den ayrılan Güney Afrikalı öğretmen çiftten kelepir fiyata aldığın sandalyeye kurulmuş, bir yandan senin sırf matraklık olsun diye yazdığın gerçekdışı diyaloğu okuyor, bir yandan da benden habersiz alıp da kütüphanene dhil ettiğin kitaplarına göz atıyordum. Bak sen, Eileen Chang de okurmuşsun. Ben de severim bu hatunu. Şimdilerde onun gibi gözü pek yazarlar pek bulunmuyor. Hem cesur olacaksın hem de düzyazıdaki şiire halel getirmeyeceksin. Bi Feiyu, Wang Xiaobo, Can Xue, Yan Lianke! Oha dedim bir ara kendi kendime! İlki dışındakileri sıradan bir Çinli bile okumaz, ya ağır bulur ya da marjinal! İkinciyi abazan ve anarşist üniversite öğrencileri dışında okuyan kalmamıştır diye biliyorum ben. Demek varmış! Sen ikisi de değilsin. Büyük olasılıkla beğenmemişsindir. Sonuncusu zaten yasak bu topraklarda. İngilizcesini nereden aldın bakayım! Hong Kong!  Nasıl gözümüzden kaçmış. Ne okuduğun değil, ne yazdığın ilgilendiriyor bizi ama yine de okuduklarını bilmemiz gerekiyor. En çok sevdiğin Çinli yazar Lu Xun olmasına rağmen onun tek bir kitabı bile yok burada. Yu Hua’yı da okuduğunu biliyorum. Klişe bulmana rağmen durduramıyorsun kendini, bir bahaneyle okuyorsun. Bir nevi Çin’in Orhan Pamuk’u senin için. Okuyunca bu kadar basmakalıp şeylere halk neden rağbet ediyor diye kızıyorsun, okumayınca da halkın ne okuduğundan bîhaber kaldığın için üzülüyorsun. İki cami arası beynamaz gibi mekik dokuyorsun, has edebiyata erişememenin avuntusu, ağza atılıp dakikalarca çiğnenen kuru ekmek parçası. İyi ama Yu Hua da yok raflarında! Lao She? Mao Dun? Xu Zhimo? Demek bütün hepsi e-kitap okuyucunda. Seni bedavacı! Buluyorsun internetten, indiriyorsun cihazına. Ama dur! Günahını aldım boşuna. Öyle yapmış olsan farkına varırdım ben. Sonuçta bilgisayarına giren çıkan her bir bitten[2] haberim oluyor benim. Demek kitap satışı yapan sitelerden doğrudan e-kitap okuyucuna indiriyorsun bunları. Bugüne kadar neden aklımıza gelmedi bu. Teşkilata haber vereyim de e-kitap okuyucunu da dahil etsinler teknik takibe. Hem böylece biraz sükse yaparım amirimin gözünde. Aferin der bana, iyi akıl ettin der. Vay o da ne! Sarı kapaklı, ince bir kitap. Rubaiyat of Omar Khayyam. Hem de resimli. Güzelmiş. Küf, nem ve kitap tozu kokuyor. Araklasam mı acaba? Ruhun bile duymaz. Bu kadar kitabın içinden bir tanesi eksilmiş, nereden bileceksin. Tabii manevi bir değeri yoksa. Yok görünüyor. 1941 basım, sen 2015’te Kadıköy’deki bir ikinci el kitapçıdan almışsın. Kapağının arkasına eğik harflerle şöyle yazmış kitabın ilk sahibi:

                                                  Rubailerin en güzeli olan kahkahana…

                                                                Bütün sevgilerimle!

                                                                 Oğuz – 30.12.1948.

İçim bir tuhaf oldu bunu okuyunca. Kim bu Oğuz, şimdi yaşıyorsa 100 yaşına merdiven dayamıştır. Kahkahasına âşık olduğu kadına ne oldu acaba? Evlendiler mi? Çocukları oldu mu? Torunları? Aşkları ömür boyu sürdü mü acaba yoksa ilk kıranda boyunlarını büken papatyalar gibi vaz mı geçtiler birbirlerinden? Oğuz Bey Kore Savaşı’na gidip dönmemiş olabilir, 1960 darbesinde yanlış tarafta durmuş olabilir, eğer bir akademisyendiyse muhtıra döneminde işinden edilmiş olabilir, hapse de atılmış olabilir tıpkı Sevgi ve Mümtaz Soysal çifti gibi…80 darbesini gördü mü acaba? Emekli olmuştur herhalde o vakte kadar. Emekli olup köyüne dönmüştür. Torun tosun bakıyordur 80’li yıllarda. Neler düşünüyorum ben böyle? Hamile kadınlar gibi her baktığım yerden hüsnükuruntulu hayaller inşa ediyorum. Kitabı yerine koydum. Bir daha da dokunmam. Ben buraya senden bir şeyler almaya değil sana bir şeyler eklemeye geldim. Seni daha yakından tanımaya, kokunu içime doldurmaya, teninin dokunduğu yüzeylere tenimi değdirmeye… Dokunmak değil arzuladığım, dokunulmak. Fark etmek değil, fark edilmek. Biz kadınlar zaten istediğimiz zaman istediğimiz erkeğe dokunabiliriz. Tabii yanlarında karıları veya sevgilileri yoksa. Oysa hepimizin içinde, arzuladığımız erkek tarafından dokunulmak, fark edilmek, taltif edilmek isteği vardır. Babalarının yanında şımaran küçük kız çocuğu asla ölmez, sadece hedef değiştirir. Bu istek makul bir zaman aralığında tatmin edilmezse o istek ya söner ve yok olur ya da sapkınca taşkınlıklara, yüz kızartacak takıntılara, bir ömür boyu sürecek acılara dönüşür. Ben şanssız azınlık tarafındayım, içine düştüğüm bataklığın çözümlemesini yapabilecek kadar zeki ve bilinçli olmam da cabası! Deli olduğunun farkında olup tımarhaneyi kendi sarayı, oradaki tüm diğer delileri, doktorları, hemşireleri emrine verilmiş hizmetçiler olarak gören bir zırdeli, bir kara sevdalı, bir Napolyon’um. Belki de o Napolyon’un hatıra defteriyim.  Canım kırmızı şarap çekti bir anda, mutfağa gidiyorum, üst rafları ve çekmeceleri didik didik kurcalıyorum ama zırnık alkol yok. Bira bile yok. Bu kadın seni fazlasıyla ehlîleştirmiş, Naci Bey. Nedir bu hal? Sen ki akşamları bir şişe soğuk bira açıp balkonda oturmayı, karşı binaların sinek gözünü andıran yanıp sönen lambalarına bakarak yazacaklarını düşünmeyi seversin. Bu evde nasıl tek bir şişe bile bira olmaz. Çember daralıyor demek, tehlike çanları çalıyor! Tıpış tıpış geri geliyorum kafesine. Oturuyorum kös kös. Sakinleşmeyi bekliyorum. Unut bunları diyorum kendi kendime, silkin ve dök üzerine serpilen soğuk külleri. Nefesim normal ritmine kavuşuyor, hırıltılar kesiliyor, dudaklarımdaki kaşıntı azalıyor. Bana ne ya diyorum içimden. 14 yıldır böyle geldiyse, bir 14 yıl daha, bilemedin 28 yıl daha gider. Hayat bana güzel! Sandalyende kaykılayım, çocuğunun takdirnamesine bakan bir anne gibi izleyeyim kitaplarını bir süre, hiç ses çıkarmadan, elimi hiçbir şeye sürmeden, başka zamanlarda adı afacana çıkmış uslu bir çocuk gibi, anlamadığı kitaplardan uzak duran tonton bir babaanne gibi…  Bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, kitaplığının fotoğrafını çekmek için sırt çantamdaki fotoğraf makineme -telefonla olmaz tabii!- elimi attığımda aklıma Selim ile Çetin geliyor bir anda. Neredeler, neler yapıyorlar şimdi acaba?

Hatırlar mısın Çin’de geçen öykülerden oluşan ilk kitabın yayımlanınca Pekin’deki Uluslararası Çin Televizyonu iki gazeteci göndermişti buraya seninle röportaj yapmaları için? Biri, adı Çetin olan, Ankara doğumlu, uzun boylu, dalgalı saçlı bir Türk’tü. Diğeri de Selim adını kullanan, düz kısa saçlı Nanjing doğumlu bir Çinliydi. Selim’i ben Boğaziçi yıllarımdan tanırım. Benden üç yıl gerideydi. Gurbetteki Çinliler toplantılarında ayak üstü konuştuğumuzu hatırlıyorum. İçine kapanık, utangaç, konuşmayı beceremeyen bir çocuktu. Onları seni görmeye aslında bizim teşkilat göndermişti. Malum, İstihbarat Dairesi olarak çat kapı giremeyeceğimiz için uygun kılıfına uydurmuş, Uluslararası Çin Televizyonu’nun adını ve şanını kullanmıştık. Nihayetinde onlar da bizim sayılır. Üç aşağı beş yukarı aynı amaca hizmet ediyoruz. Görünüşte seninle bir söyleşi yapacaklar, senin yazarlık serüvenin ve Çin’deki yaşamın hakkında bir yazı yayımlayacaklardı. Okuluna geldiler, öğrencilerinle konuştular, diğer öğretmenlere ve müdürüne senin anlayamadığın sorular sordular. Okuldan çıkınca senin bazı günler gidip yazı yazdığın kafede oturdular. Önce tabii ki kafe sahibiyle Çince konuştular. Sen anlamadın ama onlar sordular, soruşturdular, işlerini yaptılar. Gerekli bilgiyi topladıktan sonra kitabı ve Çin’i konuştular seninle, söylediklerini kayda aldılar ama sen orada anlamıştın ikisinin de kitabı okumamış olduklarını. Tek bir öykü bile okumamışlardı, tek bir sayfa bile! İlk hayal kırıklığını o anda yaşamıştın. Kime ne anlatıyordun? Tavşanlara aile planlaması dersi? Edebiyat değildi bu adamların derdi, güzel metinler okumak, gündelik hayatın sıradan ayrıntılarının şiirselliği değildi. Senden bekledikleri üç şey vardı. Okulunu görmek, evini görmek ve senin ağzından Çin’i öven bir yazı yazmak. Hepsini de başardılar. O kadar ısrar ettiler ki evini görmek için, ileride yazacağın bir günce notunda bu durum için, “ben bile sevişmek istediğim bir kıza bu kadar ısrarcı olmamışımdır” diye saydırmıştın. “Bu ne böyle başına Mart ayı vurmuş kediler gibi…” Şaşırmış, kuşkulanmış, hatta bir nebze sinirlenmiştin ama yine de hayır diyememiştin. Adamlar onca yol gelmişler, dağları dereleri aşıp misafirin olmuşlar, bir çay içirmeden bırakamazdın değil mi? Kör olası Türk misafirperverliği, kör olası hayır diyememe hastalığın! Evine geldikleri akşamın ayrıntılarını bir öykünde de yazmıştın yıllar sonra. Girer girmez raflara dizili üç beş kitabın fotoğraflarını ikişer-üçer kere çeken bir gazeteci. Sadece kitapları değil, DVDleri, duvardaki posterleri, öğrencilerin verdiği Öğretmenler Günü kartlarını, annenle ve yeğenlerinle çekilmiş fotoğrafları, okulda kaybolmasın diye evinin duvarına astığın matematik projeleri… Evde çok kalmamışlardı. Yarım saat durup çıkmışlardı. Çay bile içmemişti Selim, ne de olsa elleri fotoğraf makinesiyle, zihni doldurması gereken kotayla meşguldü. İşi çoktu, hesap vereceği makamların talepleri kesin ve netti. Teşekkür ettiler, elini sıktılar ve gittiler. Sonrasında aylarca bekledin yazının yayımlanması için. Çok bir umudun yoktu ama iyi bir reklam olabilirdi bu yazı. Yazdıklarım Türkiye’de okunmuyor olsa da Çin’de ufak da olsa rağbet görüyor demeye getirecektin güya, hak ettiğin takdiri hak etmediğim bir yerden elde edecektin, sabırla ve inatla bekleyince bir sanatçının değerinin eninde sonunda anlaşılacağını tüm dünyaya kanıtlayacaktın… Maalesef Naci Hocam. Tarih, adları sanları duyulmamış diğerkâm kahramanların omuzları üzerinde ayak parmaklarının üzerinde dikilen bencil ve gururlu bücürlerin adını anıyor sadece. Boynu eğik içi buğday dolu başaklara sıra gelmiyor hiçbir zaman! Anlayın artık. Şans lazım, doğru zamanda doğru yerde doğru kişilerin yanında olmak lazım, gündemi etkileyebilecek kodamanların sırtlarını sıvazlaman lazım, biraz da içi boş başaklar gibi dik durman ve boş boş sırıtman lazım. Hayat böyle, kuralları ne sen koydun ne de ben. Değiştiremeyeceğin kuralın elinden öpeceksin! En azından onları değiştirebilecek güce ve iradeye erişene kadar. Değil mi? Evet dediğini, annesinin karşısında başını öne eğerek nasihat dinleyen bir erkek çocuğu gibi sessizce beni tasdik ettiğini hayal edebiliyor, hissedebiliyor, hatta görebiliyorum.

 Yazı yayınlanınca artık kesin bir şekilde emin olmuştun Pekin’den buraya onca zahmete katlanıp gelen gazetecilerin asıl niyetinden. Kocaman puntolarla sayfanın başına “ÇİN’DE HUZURU BULDUM” yazmışlardı. Ben bile sarsıla sarsıla gülmüştüm o başlığı görünce. Telefon edip uyarmak, bu yaptığınız ayıp, temsil ettiğiniz kurumun ciddiyetine yakışmıyor demek istedim ama yapamazdım. Müdahil olursam hemen çakarlardı sana karşı nesnel bir duruş sergileyemediğimi. Sustum bu yüzden, susup uzaktan izlemeye devam ettim. O kadar saat Çin edebiyatından, Türk edebiyatından, yazma eyleminin senin için ifade ettiği anlamdan, sanatın veya sporun modern insanın kutsal tapınağı olmasından, 21. yüzyılın getireceği ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlerden bahsetmiştin ama yazı sadece senin Çin’de ne kadar mutlu olduğun ve bunda Çin’in görünen katkısı üzerine odaklanmıştı. Çin o kadar güzel, o kadar refah, o kadar güvenli ve görkemliydi ki burada mutsuz olmak imkânsızdı. Gerisi onlar için önemli değildi. Senin yazdığın öykülerin, insan ruhunun karanlık dehlizlerine inen ifadelerinin, bulmak için saatlerini harcadığın metaforların, seni uykusuz bırakan hikâye sonlarının bir anlamı yoktu onlar için. Bir yabancı yazar Çin’de huzuru bulmuştu. Yazılmaya değer tek entelektüel düşünce buydu Çinli okur için. Gerisi ıvır zıvırdı, herkesin her yerde söyleyebileceği şeylerdi. Sen yine de içine sindiremedin. Çetin’e uzun bir mesaj yazdın, bari başlığı değiştirin diye ricada bulundun. “Çin’de huzuru buldum ne ya? Ben Çin’e gelmeden önce huzursuz birisi miydim ki buraya gelince huzura ermiş olayım? Ayrıca benim aradığım şeyin huzur olduğunu nereden çıkardınız? Bilgiyi arıyorum ben, güzelliği arıyorum, hakikati ve o hakikatin dünya üzerine düşen tezahürlerini. Hem tarih boyunca gerçek bir yazarın huzurlu olduğu nerede görülmüş? Huzurlu olsam, mutlu olsam, yaşamım güllük gülistanlık olsa neden yazayım, deli miyim ben?..” Neyse ki müdürüne kabul ettirebildi Çetin senin ricanı. En sonunda başlık “ÇİN’DE HUZURLU BİR YAŞAMIM VAR” şeklinde değişti. Sen de sonrasında pek kurcalamadın. Bıraktın onları kendi hallerine. Oyuna gelmiş, dalgın ânında yakalanmış, birilerinin reklamına malzeme olmuştun.

Ya işte, Naci Hocam, hayat böyle. Ya çekiç oluyorsun ya da örs! Kimse bir çıkarı yoksa durduk yere sana el uzatmaz, seni düştüğün çukurlardan çıkarmaz, duvarın öteki tarafına geçmen için merdivenini ödünç vermez. Önce, benim kârım ne olacak diye sorar kendisine. Sen de azıcık aklını kullansan, azıcık çıkarını kollasan, şimdi hem profesyonel hayatında hem de yazarlık kariyerinde çok daha iyi bir yere gelirdin ama bir insanın karakteri onun kaderidir. Başkaları o kadere meydan okuyup kendilerine yeni menfezler açtılar, sen ise sana verilenin dibine dibine vurup çıkan tok sesten edebiyat metinleri ürettin. Senin gözünde bir kaybın yok. Başkalarının gözünde nerede olduğunu da çoğu zaman pek takmıyorsun kafaya. Yuvarlanıp gidiyorsun. Bir gün olurda baş başa bir yemek yersek seninle konuşmak istediğim konu da bu olurdu sanırım. Azıcık girişken ol, toplumun içine dal, sesini duyur, yüzünü göster, alem erkek görsün, ay pardon alem yazar görsün… Ha ha ha! Nasıl da sürçtü dilim. Bak dilimin sürçmesini bile tüm samimiyetimle yazdım buraya, silmedim. Efendim? Bir daha sorar mısın iyi alamadım sesini? Eve nasıl mı girdim? Durdun durdun şimdi mi aklına geldi bu soru? Nasıl gireceğim, kapıdan girdim tabii ki. Hem de hiç zorlanmadan.

Kilidin klasik anahtarlı türden. Üstte altta ek kilitler yok, tek parça. Şifre yok, elektronik alarm sistemi yok, kamera yok. Ufak bir maymuncukla, azıcık bir uğraşmayla hemen açıldı. Komşular görür eder diye bahanemi de hazırlamıştım. Balkonda kuruyayazan çiçekleri sulayacaktım. Ben karının öğretmen arkadaşıydım, metro durağının arka tarafında oturuyordum. Benden rica etmişti arada gel, evi kolaçan et, çiçeklere de su ver diye. Neyse ki ne bir gören oldu ne de benden kuşkulanıp durduran. Öğleden sonraydı ama akşamın karanlığına çok vardı. Günün belki de en az yoğun olduğu saatlerdi, herkes işinde gücünde, yaşlılar ikindi uykusunda, kendilerine emanet edilen bebekler için henüz müsait değil dışarısı. Bekçiler sorun çıkarırlar diyordum ama site girişinde bekleyenlerin hepsi göstermelik. Süs biberleri gibiler. Yüz tarayıcı beni binanın girişinde tanımadı ama o sırada binaya giren yaşlı bir kadının peşi sıra girmeme de kimse ses çıkarmadı. Kadınla konuştum bile, site yöneticilerinin sitedeki tüm atık kâğıtlara el koyma kararlarına sövüp durdu. Neymiş efendim, o bu işi yıllardan beri yapıyormuş, çocuk okutmuş atık kâğıtlardan kazandığı parayla, o çocuk şimdi büyümüş, banka müdürü olmuş, annesine bakıyormuş. Ama işte can çıkar huy çıkmaz misali, bırakamamış eski alışkanlığını. Hem beleşe para, neden vazgeçsin?  Kazandığı üç beş Yuanla torununa hediyeler alıyormuş, kendisine romatizma ilaçları... Asansörde 24’e bastım. Sonrasında merdivenleri kullanıp iki kat indim. Kendi evime giriyormuşum gibi girdim senin evine, kapıyı arkamdan usulca kapattım, kullandığım maymuncuğu tıpkı senin yaptığın gibi girişin sağındaki çengele taktım. Bir süre salonda oturdum. Evin içi hamam gibiydi, bir de vakumla havası çekilmiş gibi boğucu. Hemen klimayı açtım. Sebilde su vardı ama o da çok ısınmıştı. Kalktım mutfağa gittim. Neyse ki küçük şişelerde su bırakmışsınız. Geleceğimden haberdar mıydınız yoksa?.. Uygar bir insan gibi suyu bardağa doldurdum -karın görürse kızar bana-, üzerine sebilden biraz su ekleyip ılıştırdım ve içtim, şişeyi sebilden tekrar doldurdum, kapağını sıkıca kapattım, dolaba geri yerleştirdim ve salona geri geldim. Demek burada oturuyorsun akşamları eve gelip akşam yemeğinin hazırlanmasını beklerken. “Benim köşem” dediğin köşe de kanepenin balkon kapısına yakın olan ucu olmalı. Senin köşene kuruldum. Ayaklarımı sehpaya uzattım. Balkonun camının arkasında kalan diğer binaları izledim, odanın diğer köşelerinde gözümü gezdirdim. Sen nelere bakıyordun buraya oturunca? Perdelerin uzunluğuna, estirecin ayağının etrafında biriken toza, ne olduğunu anlayamadığım fırçalara, duvardan sarkan küçük bir örümceğin belli belirsiz hareketine, sandalyelerin çirkinliğine, leylak desenli kırlent kılıflarına… Belki de hiçbirisine. Buraya oturup kitap okuyordun sen, telefonunda Youtube videoları izliyordun. Bilim, matematik, tarih… Ama en çok da felsefe! Bilmez miyim ben seni. Peki ya sen burada otururken biricik karıcığın elinde meyve tabağıyla geliyor muydu yanına? Bir elmayı ya da mangoyu dilimleyip yiyor muydunuz birlikte? Xiao Ma odasındayken fingirdeşiyor muydunuz kanepenin hol tarafından görünmeyen köşesinde? Belki çocuk da oluyordu odada, hep birlikte televizyondaki haberlere bakıp, filmlerdeki mutlu mesut aileler gibi meyve dilimlerinizi atıştırıyordunuz, arada gününüzün nasıl geçtiğinden bahsediyordunuz, başınıza gelen ilginç bir olaydan söz açıp iş arkadaşlarınızın ya da patronunuzun dedikodusunu yapıyordunuz. Olmaz mı olur, yapmayan mı var? Bu köşe iyi güzel de üzerinde iki dakika oturunca kıçını kavrayan dev bir avuca dönüşüyor. Tevekkeli değil o sandalyeyi satın almışsın. Burada yarım saatten fazla otursa bir insan altı aya kalmaz bel fıtığı nükseder, birkaç yıl içinde de ameliyat kaçınılmaz olur. Kalktım tabii ki, köşeni sana bıraktım. Hem yanında biricik karıcığın oturuyor artık. Aranıza girmiş, sevenleri ayırmış, birliğinizi dirliğinizi bozmuş olmayayım. Ha ha hay!

Kalktım, salonda biraz dolandıktan sonra yatak odasına geçeyim dedim ama oraya girmemle çıkmam bir oldu. Sana ait hiçbir şey yok o odada. Her şey karının zevkine göre düzenlenmiş. Yani zevksizce, ilkelce, hatta kitch denilebilecek bir banallıkla! Hangi çağda yaşıyor bu kadın!  1960’lardan kalmış üzerine oturmama gerek kalmadan bakışlarımı hissedince gıcırdamaya başlayan bir yatak, 70’lerden kalma gül motifli bir komodin, 80’lerden kalma bir makyaj masası -annesinin miydi acaba?-. Odadaki tek modern şey IKEA’dan aldığınız her kıvrımından belli olan ve odanın içinde ben gelecekten geldim diye çığlık atan dolaptı. O da boynu bükük duruyordu sanki. Oliver Twist gibi, Küçük Emrah gibi, çarşıda gezerken annesinin elini yitirmiş bir çocuk gibi, neredeyse yalvaracak beni bu odadan kurtar diye. Dayanamadım açtım kapısını, açınca anladım zavallı dolabın asıl derdini. Gariban dolabın dışındakiler kadar içindekiler de başka bir dünyaya ait. Uzun kollu kurdeleli elbiseler mi dersin, omuzları çiçekli bluzlar mı, pireli etekler mi… Çiçekli donlar, bol kotlar, sağı solu sarkan kazaklar, benekli çoraplar… Dolap bildiğin mide zehirlenmesi yaşıyor. Kapattım hemen kapısını, kusura bakma Dolap Efendi dedim, ilacın bende yok, elimin üç parmağıyla kenarına dokunup teselli ettim kendisini ve odadan çıktım. Hemen yanda Xiao Ma’nın odası vardı ama kapısı kapalıydı. Gireyim mi diye tereddüt ettim, en sonunda hiç bulaşmamaya karar verdim. Ne olur ne olmaz, oğlunun odasına kamera falan kurmuştur şimdi o kadın. Durduk yere risk almayalım. Kapının kulpundan elimi çektim ve senin odana, nam-ı diğer kafesine girdim.

Senin odanda sandalyene oturmadan önce bir süre ayakta dikildim. Ne yapacağımı bilemiyordum, birden heyecanlandım, elim ayağım birbirine dolandı. Demek burada yazıyorsun dedim kendi kendime, demek bu odadan çıkıyor o tuhaf karakterler ve onların başlarına gelen olaylar. İnançlı bir insanın kutsallık addettiği bir mekâna girdiğinde hissedeceği türden bir histi bu sanırım. Hacı annelerin zemzem suyu ya da hacer-ül esved karşısında duydukları türden bir coşku ve hüzün; ağzına kadar dolu bir bardağın taşmak ve taşmamak arasında yaşadığı tereddüdü… Kapıyı arkama alınca solumda pencere ve pencere önündeki masa, sağımda ise elbise dolabın kalıyordu. Önce dolabını açtım, senin kokunu almak, bildiğim belli başlı birkaç gömleğin ve pantolonun içinde seni görebilmek ümidiyle. Açıkça söylemem gerekirse büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyeyim. Dolabın nemden duvarları şişmiş bir bodrum kat gibi kokuyordu. Bu dolaba beni bıraksan ben de küflenirim bir gün içinde. Havasız, nemli, kirli ve tozlu… Böyle mi olmalıydı evli ve mutlu bir erkeğin elbise dolabı? Hani her şey katlanıp konuyordu buraya, hani şortlar ve eşofmanlar alt rafta, tişörtler ve kolsuzlar yukarı rafta oluyordu, hani çamaşır sepetine attığın gömlekler bir başkalaşım geçirip 3-4 gün içinde jilet gibi damatlık halleriyle askıdaki yerini buluyordu. Dayanamayıp alt taraftaki çekmeceleri de açtım. Çoraplar, iç çamaşırları, mayolar, lastiği kopmuş bir dalgıç gözlüğü, bisiklet kullanırken koluna taktığın siyah zımbırtı… Dayanamadım, içimdeki anne -ya da kocasına sadık eş- dirildi, tek kalmış çorapların eşlerini buldum, tişörtleri güzelce katlayıp sol tarafa yığdım, gömlekleri ütüsüz de olsalar askılıklara astım, çorapların arasına karışmış donları çıkarıp üst çekmeceye yerleştirdim. Islak bir şekilde dolaba konduğu için paçaları küfle kaplanmış bir pantolonu -kokunun müsebbibi- dolaptan çıkarıp kapının arkasına astım. Ütüsüz pantolonlarından birisinin de fermuarı bozuktu. Onu tamir ettirmek için çantama attım. Dayanamadım ne yapayım, bozuk fermuarlı pantolonla sokaklarda yürümene izin mi vereyim? Hem zaten bu noktaya gelene kadar bu eve tekrar gelmeye çoktan karar vermiştim. En azından sen yaz tatilinden dönene kadar birkaç defa gelecek, küflenmiş pantolonunun paçalarını silkeleyip temizledikten sonra üzerine sağlam bir ütü basacaktım. Odandaki estirecin koruyucu kafesini sökecek, fırıldağı banyoda yıkayacak ve balkonda kuruttuktan sonra yerine takacaktım.  Tevekkeli hapşırmıyorsun sen bu estireci her açtığında. Ceketinin düğmesi de düşmüş. Ona da uygun bir düğme bulmam gerekecek. Br dahaki seferde dikerim onu, kolay iş. Karın olacak o kadın Türkiye’nin dertlerine çözüm üreteceğine, önce kocasının sağlığını ve sokaktaki görünümünü düşünse daha aydınca bir iş yapmış olur bence. Maaşının neredeyse %80’ine el koymasını biliyorsa sana bakmasını da bilecek. Ayrıca fark etmedim sanma! Buz dolabının arkasında sebze ve meyve artıklarından kalma iğrenç lekeler gördüm. Onları da silmem gerekecek. İş çok bu evde. Yeter ki çalışmak isteyen bir beden, yılmayan bir irade, seven bir kalp olsun.  Değil mi Naci Hocam?  

Elbise dolabının kapısını kapattıktan sonra oturdum sandalyene, kitaplarına baktım ve senin bilgisayarına girip yazdıklarını okudum, hayaller kurdum, kurduğum hayalleri bozdum, yenilerini inş ettim, kendime kızdım, kendimi sevdim. Hava kararınca tek bir ışığı bile açmadan, kedi adımlarla balkona geçtim. Karanlıkta oturdum, bir karekodun beyaz noktalarını andıran görüntü içinden kendi dairemi buldum. Gözlerim Hundun’ı aradı ama bulamadı. Onun yerine senin çaprazındaki binanın bir dairesinde buğulu bir camın arkasında duş alan bir adamın silüetini gördüm. Kim tasarlamışsa bu binaları ayrıntılara pek önem vermemiş galiba. Çok da takmadım kafaya. Adamın saçlarını yıkamasını, suyu göğsünden aşağı indirirken elleriyle koltuk altına çarpmasını, apış arasını sabunlayıp özenle durulamasını, arada bir arkasını dönüp sırtının en el değmemiş noktalarını sabunlayıp yıkamasını biraz izledim, biraz kurguladım, biraz yaşadım. Aklıma bir anlığına sen geldin ama hemencecik gittin. Seni bu halde hayal edemezdim, en azından senin evinde, karının hükümranlığının sürdüğü bir mekânda. O duşunu bitirince masanın altındaki sürahiye su doldurup gerçekten de kurumalarına ramak kalmış çiçeklere serin bir duş aldırdım. Şimdi sıra ondaydı. Kurumuş yaprakları toplayıp balkondan aşağıya attım, gücü azaldığı için toprağa sapladığınız çubuğa sarmayan ince dalları çubuğun etrafına sardım, saksıdaki ıslak toprağı biraz deşip havalandırdım.  Çıkmadan önce ne olur ne olmaz deyip etrafı biraz toparladım, bıraktığım izleri sildim, sehpanın üzerine ayağımı atınca yere düşen kalemi ait olduğu yere geri koydum, odanın penceresini açıp kafesinin sürgüsünü çektim. Çengeldeki maymuncuğumu alıp, sadece kendimin duyabileceği bir sesle “Birkaç gün sonra görüşürüz canım. Kendine iyi bak.” dedim ve kapıyı arkamdan usulca kapattım.



[1] Bu son iki kelimeyi peşi sıra kullanmam bir rastlantı mı sence? Yoksa kelimelerle oyun mu oynuyorum senin gibi?

[2] Bitin her iki anlamını da kastediyorum burada. 

19 Ekim 2024

Sürgünden Öte (8)


Ben boşanma şelalesinden -inişi korkutucu ama varışı serin- baş aşağı inerken sen belki de hayatının en güzel yazını geçiriyordun. Wang Chenxi daha önce; Tayland, Malezya, Singapur gibi civardaki ülkelere gitmiş ve az çok bir yurt dışı deneyimi kazanmıştı. Xiao Ma da katılmıştı bu kısa süreli seyahatlere ama o zamanlar çok küçük olduğu için pek bir şey hatırlamıyordu. Bu yüzden annesi kadar olmasa da heyecanlıydı o da. Meraklı gözlerle etrafına bakıyor, kendilerini havaalanından alan arabadan geçtikleri köprünün halatlarına, pasaport kontrolünün hızından yürüyen merdivenlerin genişliğine kadar her şeyi kendi ülkesindekilerle karşılaştırıyordu.  Annesi ise biriktirmekle meşguldü. Bir defteri yoktu ama balina kadar büyük bir hafızası, deve gibi sabrı ve karga gibi kurnazlığı vardı kadının. Kaydediyor, bazen kafasının içinden başa sarıp baştan oynatıyor, gördüklerini ve işittiklerini tüm teferruatıyla, kiralayacağı evin kusurlarını ev sahibine göstermek ve bu sayede kira bedelinde indirime hak kazanmak için tek tek listeleyen bir kiracı adayı gibi üst üste yığıyordu. Wang Chenxi için Türkiye, gezilip arkada bırakılacak, unutulup bir daha akla getirilmeyecek, fotoğrafları sosyal medyada paylaşılıp beğeni bombardımanıyla tatmin olunacak bir ülke değildi. Bir çocuk ya da bir turist gibi bakamazdı Türkiye’ye. Daha ciddi, daha tutarlı, daha sistematik bir yöntemle yaklaşmalı ve irdelemeliydi karşısına çıkacak kafa karıştırıcı çelişkileri, ilk defa gördüğü için anlamlandırmakta zorlanacağı kültürel farklılıkları, ilk bakışta kendisine tuhaf gelen ama özümsedikçe ete keme bürünecek olan gelenekleri. Sonuçta onun için Türkiye, kocasının anavatanı olması hasebiyle ileride vatandaşlığını alabileceği, oğlu için sıra dışı fırsatların karşısına çıkabileceği, kendi mesleği açısından bile daha az çalışarak daha çok para kazanmanın yollarını deneyebileceği bir ülke olabilirdi. Bu yüzden tecessüs[1] kadar teyakkuzu da elden bırakmamalı, insan zekâsının en nev-i şahsına münhasır hasiyetlerinden birisi olan karşılaştırarak sonuç çıkarma yöntemini sonuna kadar kullanmalıydı.

İlk hafta hepinizi de şaşırtan bir curcuna ve keşmekeşle geçmişti zaten. Ablan, enişten, yeğenlerin üç günlüğüne Eskişehir’den gelmişlerdi. Muhabbet’i bir aylığına ücretli izne çıkartıp, sekiz kişi hep bir arada üç oda bir salon evde tıkış tıkış kalmıştınız. Annen bir zamanlar babanla yattığı odayı yeni evli olduğunuz için size vermişti. Muhabbet’in odasında kendisi geçmiş, eskiden senin kaldığın odada da -hâlâ kitapların ve notlarla doldurulmuş defterlerin vardı bu odada- kız kardeşinle enişten kalmıştı. Bu durumda üç çocuğa da salondaki çekyatları vermiştiniz. Annenin deyimiyle iyi de olmuştu. Konuşsunlar, oynasınlar, kaynaşsınlar, arkadaş olsunlar.  Gerçekten de dediği gibi olmuştu. Daha ilk günden, sen daha ablana ve eniştene karını tanıştırmadan, daha 20 saatlik aktarmalı yolculuğun yorgunluğunu üzerinizden atmadan; çocuklar Uno masasına oturmuşlar, kahkahalar eşliğinde, aradaki dil farkı hiç yokmuşçasına, çocukluğun dokunulmaz dünyasının keyfini çıkarmaya başlamışlardı. Hadi bunu çocukluğun saflığına, kaybedecek bir şeyleri olmamasına, süvarisiz bir attan daha az bir iradeye sahip oluşlarına verebilirdin. Peki ya ablanla Wang Chenxi arasında bir anda oluşan dostluğa ne demeli? Annenle birlikte üç kadın mutfağa bir girmişler, ikisinin de yarım yamalak konuştukları İngilizceyle -annen Türkçeyi yüksek sesle konuşarak ve elleriyle havada resimler çizerek katkıda bulunuyordu bu konvansiyona ama bir şekilde anlatıyordu derdini- sanki kırk yıllık ahbapmışlar gibi hem yemek yapmışlar hem de dedikodunun dibine vurmuşlardı. Geriye bir tek sen ve enişten kalıyordunuz. Siz de, ortak noktaları olmayan insanların son çare olarak yapay anlatılara sığınması gibi, tıpkı yaşıtınız diğer Türk erkeklerinin yolundan gitmeye karar vermiştiniz. Hanımlarınızdan izin alıp yakınlardaki bir kahvehaneye gitmiş, kapının önünde bir masaya oturup sigaralarınızı yakmış, yakut renkli çaylarınızı yudumlarken bir yandan yemeğe çağrılmayı beklemiş bir yandan da değişmeyen, asla da değişmeyecek olan memleket sorunları üzerine beyhude bir sohbetin içine dalmıştınız. Herkes mutluydu, bu yüzden sen de mutluydun. Etrafındaki insanların senin kurmuş ve kurgulamış olduğun nizam içerisinde saadeti yakalamaları, neşeyle dolmaları ve verimkâr zaman geçirmeleri tıpkı uzun bir öykünün sonuna adını, soyadını, tarihi yazıyormuşsun gibi mutlu ediyordu seni. İlk günün akşamı güncene bir şey yazmamıştın ama uyku mahmuru gözlerinle Weixin hesabından kendi kendine küçük notlar göndermeyi ihmal etmemiştin.

Naci: Huzur ilişkilerde, müsamahada, gülüp geçmekte, başkalarının mutluluğuyla mutlu olmakta, çok kasmanın bir anlamı yok. Az olsun senin olsun, az olsun yakınında olsun.

Naci: Unutulmuş bir hayat sevginin yardımıyla nasıl da kolay bir şekilde diriltilebiliyormuş. Anneler…

Naci: Çocuklar yarım-insanlar. Yarım bile değiller. İnsan-altı yaratıklar… Evrimini tamamlayamamış quasihumans… Ha ha ha (Ertesi günün sabahında sildin bu notu.)

Naci: Bir Çinliye nasıl anlatırsın bizim halı kültürümüzü, ben anladım mı ki anlatayım? Hakikaten halı neden var? Bir de bu kadar geniş çorba kültürümüz olmasına rağmen neden geniş açılı çorba kaşıklarımız yok bizim? Çin’den kaşık getirmemekle ahmaklık ettim. Şöyle kısa saplı, yayvan ve sığ kaşıklardan getirseymişim birkaç tane numunelik. Üç-dört çift de yemek çubuğu getirmeliymişim. Sarmalara çatalı batırınca dağılıyorlar. Hele ki beyaz lahana sarmaları, ipek gibi yumuşacıklar. Çubuklarla daha kolay yenilirler.

Naci: Burada su apayrı lezzetli. Havasından mı dağından taşından mı bilmiyorum. Belki de çocukluğumda alıştığım tat olduğu içindir ama su bambaşka Türkiye’de. Şarap gibi lezzetli. İçmeye doyamıyorum.

Devamı yayınlanacak kitapta... 

15 Ekim 2024

A MANIFESTO FOR THE RUNNERS AND WRITERS OF THE 21ST CENTURY*

   


1.      Break your chains, and be free. Running (writing) is about freedom, loosening the bolts and screws that identify us as members of a rigid social hierarchy. To regain your freedom, you first need to leave your devices behind, the devices that wrap your consciousness like invisible threads of a spider. We leave them behind for two reasons. One, they are physically heavy, and cause trouble to your physical movements. Two, they distract your mind, and keep you connected with the world. When you run (write), you run against the world, against your demons, against the people who constantly watch you and expect you to get their approvals.

 2.      Be ready for running (writing). Grab your gear. Shorts, running shoes, a light T-shirt, good socks, a water bottle… Do not run or do another heavy physical activity during the daytime if you plan to run in the evening. Stop creating excuses, and stop succumbing to their alluring calls. The world is full of people and events that want to keep you away from yourself. However, you know the cure is in solitude, it’s in truth. Only when you run, will you realize that “you are not a drop in the ocean, you are an ocean in a drop.**”

 3.      When you come to the tracks (sit on your chair to write), set your goal as a distance. 20 laps, from here to there, 5 km etc… Don’t worry about your time or speed. Time doesn’t exist for runners especially if you are a beginner. All you must do is to reach your goal without stopping. Once you start running, you cannot stop and sit. You can slow down, speed up, and sometimes walk, but no matter how slow you are, you always need to move and finish your goal before you start having rest or chitchat.

 4.      While running (writing), stay away from long conversations. Brief greetings and a few casual words between you and another fellow runner are more than enough. Keep your mind focused on running, let your mind wander on random thoughts. Think of nice things in life, or a conversation you had with your parents a few days ago, or a math problem that you couldn’t solve.

 5.      If you ran 10 laps and then walked 2 laps and then ran another 8 more laps, you basically ran 10 laps on that day. Not 20, not 18. You still reached your goal of 20 laps but you ran only 10 laps. So, running means doing it non-stop from beginning to end. The most important thing is to find your rhythm, your pace, your comfortable speed, and then go with it until the end. If you feel out of breath, slow down. If you feel too relaxed, speed up. You are your own boss, and nobody here has the right to judge your speed. Running very fast for 10 seconds and then stopping for 2 minutes and then running another 20 seconds… This is NOT running. Go slow but go steady, go continuously. Great achievements in life are like digging a well with a needle. It is the same for writing a novel or running a marathon…

 6.      Why do you think this club is called “Creative Writing and Running Club”? Because both of these human activities require the same three things: strong self-discipline, exceptional stamina for long-lasting pressure, and a clear, focused, goal-oriented mind. So, this club is not aiming to train you better runners only, it also aims to make you achievers, not quitters.  Those who quit easily can never get to a good point in life. You need to have self-discipline, stamina for hardship, and a mindset for your goals. Running is a kind of training that will eventually prepare your mind for your future life. It cannot guarantee wins but at least you will learn not to quit a task before you complete it with high quality (without cheating or using the shortcuts).  

 7.      Remember running is not for physical health, it is for mental health. We don’t believe in the Cartesian Dualism of body and mind. Mind is nothing but an invisible part of your body and body is nothing but a physical extension of your mind.  If you don’t feel better after running, that means there is a bigger problem in your life that cannot be solved by running. Running is more like an iron. It can smoothen the creases on your clothes, but it cannot fix the broken parts that need to be patched.

 8.      If you feel nauseous, dizzy, have shortness of breath, or stomach pain (spasms); you must stop immediately, get some water, and rest for 10-15 minutes. Dehydration or heat strokes are extremely dangerous, and they can happen in climates like ours in Shenzhen. Do your best to reach your goal but do not kill or injure yourself. Drinking one or two glasses of water and visiting the restroom before the start of running can be a good idea.  

 9.      When you run on the tracks, be respectful to others. Keep on one lane and once you want to take over another runner, do it with kindness. Don’t push or pull anyone, don’t cut anybody’s way, don’t cause trouble. Remember, it is you and the world only. The others should not occupy your mind and you should not occupy their lanes.

 10.  After running, go home, take a shower, and start having rest. Drink plenty of water and don’t eat a heavy meal. Spend time with your family and friends (preferably offline). Don’t do another physical activity, don’t push yourself too hard. Go to bed early and have a spotless sleep. Next morning, you will feel genuinely fresh and energetic. And happy as well. You are happy because you reached your goal on Friday, so you are better than 95% of the people on Earth who talk, complain, and whine but do nothing tangible to reach their goals. You are a doer, not a quitter! You are a lion, not a Mickey Mouse! One day, when you feel ready, you will run a marathon, and with a medal on your neck, you will look back and read this manifesto again. You will smile with a little bit feeling of nostalgia and thank me. Until that day, keep working for your goals and be proud of yourself… 

                                                                                     October 1st 2024, Shenzhen

** Rumi, 12th century sufi poet from Anatolia.

* A little piece of writing to motivate my students (club members) and to ensure they will come to our Friday afternoon runs, they will run (not walk or stand still) and complete their goals. 

03 Ekim 2024

Sürgünden Öte (7)

  


Yukarıda yazdıklarımı neden bu kadar detayına girerek, bir de senden öğrendiğim basmakalıp tekniklerle niçin bu derece dramatize ederek anlattığımı ben de bilmiyorum. Tamamlamak için aylardır bir taraflarımı yırttığım -Ne kadar zormuş yazmak!- bu metne faydadan çok zararı mı olacak acaba, en başta senin olmak üzere diğer tüm okurların içini mi şişirmiş oldum bu lüzumsuz tali yollara sapmakla? Aramızda bir nebze mütekabiliyet ya da eşitlik olsun diye anlattım sanırım. İçimdeki susmak bilmeyen adalet duygusunun galip gelişi, beni ve planlarımı alaşağı edişi de denilebilir. Bu vakte kadar benim gözümden kendini dinledin, şimdi biraz da benim gözümden beni dinle diye aklımdan geçirmiş olabilirim. Öyle ya, sen böyle evliliğin getirdiği düzenli hayatın renkli nimetlerinden, hiç beklemediği bir anda cennet bahçesine düşmüş bir şapşal gibi nemalanırken; benim hayatımda da tam tersi yönde olayların gerçekleşmiş olduğunu, sen çıkıyorken benim indiğimi, Fizik biliminin tartışma götürmez bir kanununu bir kere daha gözlemle tasdik ediyor oluşumuzu bilmek istersin diye düşünmüş de olabilirim. Ne de olsa hiçbir zaman yüz yüze buluşmayacağız değil mi? Bir masanın iki tarafına karşılıklı oturup senin en sevdiğin Hakka usulü doujiaoqiezi[1]  yemeyeceğiz ya da Barfly’da kirli bir sarı ışığın altında, karşılıklı bira içip amatör gitarcıların gece yarısına doğru yayılan melankolik melodilerini dinlemeyeceğiz. Adımı bile öğrenemeyeceksin, yukarıda verdiğim bilgilerin doğruluğunu kabul etsen ve üniversite kayıtlarını didik didik etsen bile beni bulman, benimle bir araya gelmen, benden hesap sorman imkânsız. Bu metinde duygular ve olaylar gerçek, kişiler ve kurumlar kurmaca. Buna anlatıcı da dahil. Dikkat ettiysen yazdığım şeye öykü ya da mektup diyemiyorum artık, metin diyorum. Anı desek daha mı iyi olur acaba? İyi ama kimin anıları bunlar? Adı bile bilinmeyen, varlığı kuşku götüren, takip ettiği adama sırılsıklam tutulan Çinli bir ajanın mı? Bu satırları müstehzi bakışlarınla okuduğunu ve sol elini, yol verdiğin bir yayaya sallıyormuşsun gibi sallayarak “Bunlar teknik detaylar kuzum, geçelim bu lafazanlıkları.” dediğini duyuyor gibiyim, “Sadede gel, hikâyeye dön, okuru sıkma kendi küçük hayatının küçük sorunlarıyla. Kime ne senin aşk meşk dalgalarından.”

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır.