Yattığımdan beri dört dönüyorum yatakta. Genelde sağ
omzumun üzerine yatar yatmaz uyuyan ben, bu gece nedense bir türlü dalamadım
uykuya. Defalarca gözüm aldı, defalarca uyandım, uyanır uyanmaz nerede olduğumu
sordum kendime her seferinde. Bal’la Süt’ü aradı gözlerim karanlıkta ama
nafile! Yüzüstü uyumayı denedim, karnım ağrıdı. Sol omzum üzerine yattım,
göğsüm sıkıştı. Ne yaptımsa bulamadım hem vücudumu hem de zihnimi rahat
ettirecek bir pozisyon. Çamura saplandığı için patinaj yapan lastik gibi döndüm
boyuna bir türlü ısınmayan çarşafın üzerinde. Bir ara Ayşegül’ü de
uyandıracağım diye endişelendim, kalkıp diğer odada yatayım dedim ama üşendim. En
sonunda uyuma ısrarından vazgeçtim. Sırt üstü yatıp tavanı izleme başladım. Babamın
evinde geceleri soğuk olur diyordum ama burası çok daha kötüymüş. Yaz ayında
altında yattığımız yorgana bak! Kışın ne yapıyordu dedelerimiz acaba? Bu ev gündüzleri
doğru dürüst ışık almıyor, ondan herhalde. Isınmıyor bir türlü. Bir de
duvarlardan tüyler ürpertici bir çıyan gibi sızan bu ağır nem, insanın içine
terk edilmişlik duygusu pompalayan bu iğrenç rutubet, çürüyen tahtalardan
yükselen küf ve mantar kokusu…
Gözlerim hâlâ tavanda, uzun süre karanlıkta aynı noktaya
bakınca hareketsiz cisimlerin birbirleriyle oynaşmaya başladıklarını fark
ediyor insan, başka zamanlarda umurumuzda bile olmayan eşyalar girift bir
bulmacanın parçalarına dönüşüyorlar, her şey başka bir şeye benziyor, başka bir
şeye dönüşüyor, gelişiyor, tekâmül ediyor. Kirişleri birbirine bağlayan
halatlar bin başlı bir yılan gibi uzatmışlar uçlarını mesela; tavandan sarkan
lamba göğe doğru yükselen bir zembile, duvardaki koyu lekeler vahşi bir
cinayetten arta kalan izlere, pencereden sızıp odanın karşı köşesinde sonlanan
zayıf ay ışığı hedefi 12’den vuran bir oka dönüşüyor. Sonra bunlar
birbirleriyle etkileşmeye, alt alta üst üste boğuşmaya, bitmeyen bir savaşın
içinde çarpışmaya başlıyorlar. Yorgun olduğu halde bir türlü uyuyamayan ben ise
yarı hayranlık yarı korku içerisinde bir yandan karanlığın içinden türlü
şekillere bürünerek çıkan bu cisimlerin ölümsüz kavgalarını izlerken bir yandan
da yarınki cenaze namazında imamın soracağı “Merhumu nasıl bilirdiniz?”
sorusuna cemaatin ne yanıt vereceğini düşünüyorum. Malum, babam aksi bir adamdı.
Kendisinden ve biricik oğlu Ahmet’ten başka kimseyi düşünmediğini söylesem
herhalde koca köyde tek bir kişi çıkıp itiraz etmez. İstanbul’dan getirdiğim
akrabaların da çok farklı düşündüğünü sanmıyorum. “Ucuza bilet bulduk, köye
gider kalırız birkaç hafta.” demiştir kimisi. Off baba ya! Nasıl bir hayat
yaşadın, nasıl bir miras bıraktın çocuklarına! Para da para, mülk de mülk, mal
da mal; ömrünü av peşinde geçirdin, bir kere oturup avladıklarının tadına
bakamadan bastın gittin. Ne çocukların nasiplendi senin inatçı ve hırslı
tavırlarından ne de torunların. Anam bile senin cimriliğin yüzünden çabucak
eriyip gitti. Az yalvarmadı sana üç beş kuruş için. Kendisi için değil de
çocukları için isteyince bile vermedin, sakladın paraları, akla hayale
gelmeyecek deliklere soktun. İşte gör şimdi parayı, aha böyle yatarsın
gasılhanede. O deliğe şimdi sen girersin. Kazandıkların da büyük oğlunun
kasasında tembel tembel yatar. Yatar mı yatmaz mı bilmiyoruz ya! Kara delik
gibi çekti Ahmet Abimin işleri sendeki tüm birikimleri. Beton oldu, ev oldu,
villa oldu, kayboldu gitti hepsi…
Telefona gelen mesajla dikkatim dağılıyor.
* Devamı yayımlanacak romanda. 24 saatliğne metin sayfada duruyor, vakit dolunca ilk iki paragraftan sonraki kısmı siliyorum.